Bu Blogda Ara

25 Mayıs 2008 Pazar

KUR'ÂN'IN MATEMATİK SIRLARI-MÜDESSİR SURESİ


Bu sûrenin inzal şekli ve sırası Kur'an mûcizeleri açısından fevkalâde önemlidir.

İlk gelen sûreler, daha doğrusu âyetler genel olarak kısa bölümler hâlinde idi. Meselâ ilk gelen âyet topluluğu; Sûre-i Alâk'ın baştaki ilk beş âyetidir. Bundan sonra Sûre-i Müzemmil'in başından beş veya altı âyet inzal oldu.

Bundan sonraki inzal sırasını çok kesin bilmiyoruz. Ancak Fussilet Sûresi'nin başından bazı âyetler, Sûre-i Tekvîr’in ilk 15 âyeti ve Sûre-i Müddessir'in ilk gelen âyetlerden olduğu bilinmektedir. Bazı kayıtlara göre Sûre-i Müddessir'in ilk dokuz âyeti önce inzal oldu. Sûrenin açıklamasında göreceğimiz gibi, hemen ardından 10-30'ncu âyetler inzal oldu.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, bu ilk inzal olan âyetleri Mekke'de her fırsatta Arap topluluklarına okudu. Ancak, Araplar'ın hemen hepsi inanç ve düşüncelerini açıklayamazdı. Bütün toplum, zengin baskı gruplarının uydusu gibi idi. Eşraf ya da mütegallibe dediğimiz bu sömürücü grubun düşünceleri hangi istikamette ise, halk o yana dönerdi. Bu çarpık toplum yapısı nedeniyle İslâmiyet'in yayılması tam 12 yıl engellendi, gecikti. Sayıları 150'yi geçmeyen mü'minlere 12 yıl akıl almaz ezalar, zulümler yapıldı.

İşte Sûre-i Müddessir, bu çarpık toplum yapısını, onu yıkmak isteyen Kur'an mûcizelerine rağmen, bu zâlim sınıfın nasıl gururları yüzünden direndiklerinin hikâyesini anlatır. Şüphesiz sûrenin verdiği mesajların hükmü asırlar boyu geçerlidir.

Sûrenin ilk dokuz âyeti, İslâm ateşinin Efendimiz gönlünde yanan sırrını açıklar.

Âyet 1: Ey örtüye bürünen!

Âyet 2: Kalk da inzar et (uyar).

Âyet 3: Rabbinin yüceliğini anlat (tekebbir).

Âyet 4: Giydiklerini temiz tut.

Âyet 5: Kötülüklerden arınmaya devam et.

Âyet 6: Yaptığın iyilikleri önemseme (başa kakma).

Âyet7: Rabbin için sabret.

Âyet 8: Çünkü O Allah'ın borusu çalınca (nakr).

Âyet 9: O gün onlar için asiyrdır;

Âyet 10: Kâfirler için kolay olmayan (bir gündür).

İlk 7 âyet, Efendimizin gönlünde yanan İslâm meş'alesi ile Kur'an inzali arasındaki hikmetleri dile getirmektedir. Bunu iyi anlamanız için «Gönül Penceresinden Fahr-i Kâinat Efendimiz»" isimli kitabımızın «Kur'an'ın İnzali» bölümünü hatırlamanız gerek.

Âyet 1: «Ey örtüye bürünen!»

Bu tanım, yatağa girip örtünmeden farklı bir tanımdır. Yatağa girip örtünmek, «müzemmil» dir.

Bu âyetin mesajı çok önemlidir. Efendimiz Nur dağındaki Hira Mağarası'nda gönül yücelmesini tamamladıktan sonra, Cebrail, Alâk Sûresi'nin beş âyetini getirdi. Böylece Kur'an intişara başladı.

Bu âyet, Efendimize: «Ey mânâ örtüsüyle gizlenen sevgili Muhammedim» (S.A.S.) diye hitab ederken iki ayrı mesaj veriyor:

Biri, doğrudan doğruya Efendimizedir: «Sen Allah'ı, insanoğluna tanıtmakla görevlisin. Mânâ örtüsü altında gizlenme! Kalk tüm beşeriyete sırrını aç.»

Diğer mesaj bizleredir: «Benim sevgili habibim bir hakikat hazinesidir. O'nu ehil olmayanlara karşı mânâ örtüsüyle gizledim. Bir an intişarına izin vereceğim; fırsatı kaçırmayın. Yoksa, âlemlere rahmet olarak tayin ettiğim habibim, her an evrenlerin sonsuz boyutlarında gizli ve daim hayy'dır.

O'nun sırrı ancak benim.

'Ey örtüye bürünen' emrimle açılır. Ve ancak benim dileğimle O'nu görebilirsiniz.»

Âyet 2: «Kalk da inzar et.»

«Tüm insanların uyarılması sırrını sana verdim. Sen davayı başlat. Elindeki İslâm meş'alesiyle insanlığı karanlıktan kurtar.»

Âyet 3: «Rabbini tekbir et.»

«Sevgili habibim, benim yüceliğimi ancak sen idrak edebilirsin. İnsanlara beni anlat.»

Ezandaki «Allahu Ekber» bu âyetin sırrından gelir.

Bu üç âyet, Efendimize verilen evrenin en muhteşem görevini dile getiriyor. Üç âyeti birlikte toparlarsak:

«Ey gönlünde benim sırrımı taşıyan sevgili Muhammedim! Mânâ örtüsünü aç ve beşeriyeti inzar et (aydınlat, uyar). Benim yüceliğimi onlara anlat; insanoğluna «Allahu Ekber»i öğret.»

İşte Efendimizin beşeriyetin önünde tuttuğu fazilet meş'alesinin yakılış ânı, bu üç âyette tanımlanıyor. Aynı zamanda fevkalâde önemli olan bu sûre, girişinde bütün insanlara şu temel mesajı veriyor:

«Dikkat edin ey insanlar! Bu kitap sıradan bir din olayı değildir. Allah'ın bilinmezlik içindeki sırrının açılıp, O'nun yüceliğinin ilânı olayıdır.»

İşte, Sûre-i Müdessir’in çok iyi kavramamız gereken hikmeti böyle başlıyor. İlk nâzil olan âyetler grubundan olan bu âyetlere dikkat ediyor musunuz? Bir din davetinden çok ötede, Allah davası hüviyeti taşımaktadır. Bu ne­denle Allah, bu sûrede Kur'an'ın azametli hikmetlerini de açıklayacaktır.

Ayet 4: «Giydiklerini temiz tut. »

Bu âyette zâhiri mânâ; görev resmiyetidir. Yâni, resmi görev başlamıştır. Nitekim Efendimizin, hayatı boyunca üzerinde bir tek toz parçası görmek mümkün olmamıştır.

Burdaki temizliğin içinde, otomatik olarak zerâfet de olduğundan; yüce Efendimiz, ömür boyu çağının en şık ve güzel giyinen insanı olmuştur.

Bu âyetin enfüsî mânâsı da çok önemlidir. Efendimizin elbisesinden kasd âfâkidir. O da bilindiği gibi, peygamberlik görevidir. İslâm Dini'nin tüm yanlışlardan korunması, bu âyetdeki enfüsî mânâdır.

Âyet 5: «Kötülüklerden arınmaya devam et.»

Efendimizin «Mustafa sırrı» her türlü yanlıştan arınma hikmetidir.

Efendimiz ezelden beri nefsin varlık evhamından daima arınmıştır. Buna «Mustafa sırrı» denir. Nefs, istisnasız herkeste varlık iddiasındadır. Bu iddia fazla olursa gurur doğar. Gurur doğmasa dahi nefsin kendinde güç vehmetmesi (var sanması) aslında büyük bir şerdir. Çünkü ilâhî gerçek, ancak nefsin bu yanlıştan kurtulmasından sonra farkedilebilir. «Lâ ilâhe illallah» tevhidinde de, «Lâ ilâhe»; yâni «hiçbir ilâh yoktur» kavramından özellikle nefs kastedilmektedir.

İşte, Efendimiz, tüm hayatınca «Mustafa sırrı» ile kendini kötülüklerden, özellikle nefsin varlık evhamından arındırmıştır.

Âyet, arınmanın devamını emrederek; bizlere, nefse ve kötülüklere hiç fırsat verilmeme gereğini bildiriyor. Efendimize has mutlak arınmaya devam sırrında ise; muhteşem görevin çetin zorluklarına rağmen arınmanın devamı arzu edilmektedir. Bu hikmet, Efendimizin peygamberlik göreviyle, mânevî yücelmenin birlikte ve paralel götürülmesi sırrıdır.

Âyet 6: «Yaptığın iyilikleri önemseme (başa kakma).»

«Sen tüm beşeriyete devamlı rahmet vermektesin. Bunun ötesinde sen beni tanıtacaksın. Onun için ne yaparsan, ne kadar iyi olursan ol, bu senin için bir amaç olamaz. Sen tüm âlemlere rahmet olarak yaratıldın; ne yaparsan azdır. Evrene vereceğin kurtarıcı mesajların; iyi ahlâkın sınırı yoktur. Onun için sen iyiliklerini hiç önemseme. Daha nice sınırsız rahmetin olacak.»

Ayrıca Efendimizin bu âyet gelene kadar olan iyilikleri, mükemmel insan oluşu, Efendimizin sonsuzlaşan kemal sırrı içinde gölgede kalacak.

Enfüsî mânâda: «Elestte onları kurtarmıştın. Hâlâ inkârda ısrar ediyorlar; onlara eski hidayetini hatırlatma (başa kakma). Sen şimdi âlemlere rahmetsin, iyiliklerinin hiç sonu gelmeyecek ve tüm beşeriyeti kurtaracaksın; bu, en büyük iyiliktir» mesajı vardır.

Âyet 7: «Rabbin için sabret.»

Efendimize verilen bu sabır mesajının birçok yönleri vardır. Bunlar, İslâm meş'alesinin sonsuz hikmetleridir:

a) Sen bütün gerçekleri gördün. Dünya ve âhiret hayatının senin için gizli yanı yok. İnkârda kalanların maddî-mânevî âkıbetlerini seyrediyorsun. Buna rağmen susmak çok zor; fakat sen Rabbin için sabret.

b) Kur'an'ın akıl almaz ilmî hikmetlerini, onun evren şifresi olduğunu biliyorsun. Hâlâ on paralık akla ve bilgiye sahip olmayanların onu tartışmaya kalkmasına tahammül etmek mümkün değildir; fakat sen Rabbin için sabret.

c) Birbirinden nefis âyetleri Mekke'de muhtelif yerlerde okuyorsun. Kimse gerçeğe dönmüyor. Bu çetin mücadele 12 yıl sürecek; ancak, sen Rabbin için sabret.

d) Sen bir yandan bana olan sonsuz sevdanla bana koşarken; bir yandan da beni beşeriyete tanıtma görevinle insanların uyarılmasına koşarsın. Bu ne kadar çetin bir zorluktur; fakat, sen Rabbin için sabret.

Âyet 8: «Çünkü o nakr borusu çalınca»

Burada «sûr üflenme» tanımı yerine, «Allah borusu çalınca» anlamına «o özel boru çalınca» tanımı kullanılmıştır.

Âyet 9: O gün onlar için asiyrdir.

Bu âyetin tam karşılığı: «O öyle olduğu gün» demektir.

Âyet 10: «Kâfirler için hiç kolay olmayacak.»

Bu ise (âyet 8–9–10); mahşeri, alıştığımız biçimin çok değişik bir tarzında açıklamaktadır. Bu tanımlar, mahşerin enfüsî bir tanımıdır. Zira, sûr'un üflenmesi, özel ses çıkaran bir araç olarak tanımlanmaktadır ki; bu özel ses, ses dalgalarından çok farklı ultrasonik bir dalgadır. Onun için «özel bir boru sesi» tanımı kullanılmıştır. 9'ncu âyette ise, «O öyle olduğu gün» tanımı gelmektedir. Bu tanım, insanların o özel ses dalgası ile dirilme olayının oluşunu anlatmaktadır. Bu dirilişi, başka bir âyetin yorumunda ilmî ayrıntıları ile anlatacağım. Burada önemli olan; mahşer olayında, özel ses dalgasına işaret edilmektedir. «O öyle olduğu gün» tanımı fevkalâde ilginçdir. Bu, ses titreşimleri ile birlikte dirilişin mutlak plânının sergileneceği gerçeğidir. Bu muazzam mahşer sergisi, tüm ayrıntıları ile açılınca, kâfirlere çok zor gelecektir. Onların dirilişlerinde de büyük zorluk ve azâb olacaktır. Mü'minin bu özel ses titreşimleriyle dirilişi çok mutlu ve kolay bir dönüşümdür. Bunun anahtarı sabırdır. Kâfirde olaylar çok acı ve zor bir dönüşümdür.

Âyet 11: O tekten yarattığım kimseyi bana bırak.

Âyet 12: Hem uzun boylu mal verdim.

Âyet 13: Hem göz önünde oğullar (verdim).

Âyet 14:Ona döşedim de döşedim (mal, mevki, akıl, refah verdim).

Âyet 15:Sonra tamah ediyor; daha çok artırmamı istiyor.

Âyet 16: Hayır, hayır! Çünkü âyetlerimize karşı inatçı kesildi.

Âyet17: Ben onu dimdik sarp bir yokuşa sardıracağım.

Âyet 18: Çünkü o düşündü, takdir yaptı (ölçdü-biçdi).

Âyet 19: Canı çıkası, ne biçim takdir yaptı (hesapla ölçüp biçdi).

Âyet 20: Sonra canı çıkası ne biçim takdir yaptı (neye göre hesaplayıp ölçüp biçdi).

Âyet 21: Sonra bir bakındı.

Âyet22: Sonra da kaşını çattı, ekşidi, surat astı.

Âyet 23: Sonra ardını döndü ve büyüklendi.

Âyet 24:«Bu, sıhri yü'ser (çok güçlü bir eğitimle kaza­nılmış bir sihir)» dedi.

Âyet 25: «Hâzâ bir beşer sözüdür» dedi.

Âyet 26: İşte (bu adamı) onu sekara yaslayacağım.

Âyet 27: Sekarın ne olduğunu kim bildirebilir?

Âyet 28: Ne bakiye kor, ne bırakır;

Âyet 29: Deriyi emer (deriyi sarıp yakar).

Âyet 30: Üzerinde on dokuz (musallat edildi).

Sûre-i Müddessir’in ikinci grup âyetleri diyebildiğimiz bu bölüm, o güne kadar gelen âyetlerden daha uzun bir mesajdır. İkinci grup âyetlerde târif edilen kimdi? Ve neden ona 19 musallat edilmişti. Ve âyet grubu ilerde bu sayıyı izah etmek üzere burada neden kesilmişti? Daha ilginci, bu 30'ncu âyetten sonra neden Besmele ve Fâtiha bir kalemde inzâl olmuştu? Bunların sırrı neydi?

Bu soruların bir kısmını, bilahare inzâl olan 31'nci âyette bulacağız. Ancak, önce Velid Bin Mugıyre olayını tanımamız gerekiyor:

Velid bin Mugıyre, âyetlerin de târif ettiği gibi; mevkisi, parası, çok sayıda evlâtları ve mülkleri olan Kureyş'in ileri gelenlerinden biri idi. En önemli özelliği, korkunç bir hâfıza ve zekâya mâlik olmasıydı; zaten âyetler de bunu net olarak açıklayacaktır. Velid Bin Mugıyre'nin fevkalâde üstün bir matematik zekâsı vardı. Deve üstünde satranç oynar, bir solukta en güç hesapları zihinden yapardı. Cümlelerdeki harf ve kelimeleri hemen sayardı. Efendimiz, bir gün, kalabalık bir Arap topluluğuna o güne kadar nazil olan âyetleri okuyordu. Bunlardan özellikle Alâk Sûresi'nin ilk beş âyeti 19 kelime ve 76 harfti (19x4). Ayrıca bu 19 integrasyonu Fussilet Sûresi'nin baş âyetlerinde ve Tekvîr Sûresi içinde de vardı.

Velid bin Mugıyre, âyetleri dinledikten sonra «Ben böyle kelâm işitmedim» dedi. Nerdeyse Müslüman oluyordu. Eğer, Velid Müslüman olsaydı; o anda binlerce Arap Müslüman olacak, Müslümanlar 12 yıl çile çekmeyecekti.

Velid'in matematik zekâsından dolayı, Allah onun 19 sırrını bulup hemen îman etmesini bekliyordu. Fakat Ebû Cehil ve Ebû Süfyan durumu hemen fark ettiler. Onu Dârünnedve'ye (kâfirlerin sohbet odasına) götürdüler. Ve onun gurur ve benlik yanını öyle şişirdiler ki; Velid Bin Mugıyre ilk insaf ve iman havasından çıktı. Çirkin bir gururun esiri oldu. Çünkü ona müşrikler: «Aman ya Velid bin Mugıyre, biz senin aklın ve zekâna muhtacız. Bize önder ol. Bu yeni dinden kurtulup seni lider yapalım» demişlerdi. Ve Velid de: «Evet, Muhammed'in (S.A.S) söyledikleri çok güzel şeyler, ama bunlar insan sözü» deyiverdi.

Bu hareket, Allah'ın öylesine celâline neden oldu ki; 11-30'ncu âyetlerde hem 19'un akıl almaz sırları açıklandı, hem de zekâsı olduğu hâlde, iman etmeyenlere 19'un mânevî ceryanı değişmez bir azâb hazırladı.

Ben âyetleri yorumlamadan önce; Kur'an'ın bu 19 lar hikmetini özet hâlinde sunmaya çalışacağım?

a) Kur'an’da 19 sayısı nasıl bir özellik taşıyor?

1. 19 ve 19'un tam katlarının kelime ve harflerde seçimi (Besmele'nin sırrı):

Bilindiği gibi besmele 19 harflidir ve Kur'an'da Besmele 6x19=114 kez geçmektedir. Bu sayının bir tesadüf olmadığını göstermek için, Allah, bir işaret vermiştir.

Şöyle ki: Kur'an'da 114 sûre vardır. Bunların başında besmelenin bulunması doğaldır. Ancak Neml Sûresi'nde âyetler içinde besmele geçmektedir. Eğer ilâhî bir işaret olmasa Kur'an'da 115 besmele geçecek; böylece 19'lar şifresi bozulacaktı. Hâlbuki dokuzuncu sûre olan Tevbe Sûresi'nin başında besmele yoktur. Böylece Kur'an'da besmele sayısı 114'dür. Tevbe Sûresi'nin başındaki besmele, tam 19 sûre sonra 27'nci sûre olan Neml Suresi içinde gizlenmektedir.

Besmelede 4 kelime vardır. İsim, Allah, Rahman ve Rahim. Bu kelimeler Kur'an'da 19'un katlarınca geçer. İsim, Kur'an'da 19 defa; Allah, 142x19=2698; Rahman, 19x3=57 ve Rahim, 19x6=114 kez geçmektedir.

2. Rumuz da diyebileceğimiz harfi mukattaalarla 19 sayısı arasında da büyük ilgi vardır:

7 Hâ-Mîm Sûrelerinde: ve mîm toplamı 113x19=2147 dir. Bütün rumuzlu sûrelerde rumuz harfleri; sûrede geçen bu harflerin sayısı 19'un tam katlarının entegrasyonudur. Çok uzun olan bu bölümü uzatmamak için bir kaç örnekle yetineceğim.

Kur'an'da Kaf rumuzlu iki sûre vardır. Birincisi Kaf Sûresi'dir. Bu sûrede kaf 19x3=57 kez geçer. İkinci kaf rumuzlu sûre Şûra'da da kaf 57 kez geçer. Ancak, besmelede olduğu gibi bu kaf sayısının özel seçildiğini göstermek için Allah; sûrenin 13'ncü âyetinde geçen «İhvân-ı Lût» deyimini seçmiştir. Kur'an'da «Lût»'dan bahseden âyetlerde 12 kez «Kavm-i Lût» denmiştir. Eğer bu âyette de «Kavm-i Lût» geçseydi, sûrede 58 kaf olacak; şifre bozulacaktı. Aynı sûrede Ayn, Sin ve Kaf harflerinin toplamı da 209 olup; 19 un 11 katıdır.

Kulaan'ın ilk nazil olan sûresi Alak'da bu 19 entegrasyonu büsbütün açıktır. Şöyle ki: Alak Sûresi'nin tüm harfleri 285 (19x15) dir. Ayrıca sûre 19 âyetledir ve bu sûrenin ilk nazil olan 5 âyetinde 19 kelime ve 76 (4x19) harf vardır.

Son nâzil olan sûre Nasr Sûresi'dir 19 kelimedir.

3. Âyet ve sûre sayılarının 19'un katları ile ilgisine gelince:

a) Üç İhlâs bir Fâtiha hatim yerine geçer. Bu miktara göre okunan âyet toplamı 19 olur (3x4+7).

b) Şifre mesajı niteliğindeki bazı âyetlerin sûre ve âyet numaralarının toplamı 19 dur. Meselâ: "... 0 herşeyi sayı ile yarattı» (Sûre 72, âyet 28). Bu sayıları yan yana yazarsanız 7+2+2+8=19 eder.

«Her Kur'ann haberinin bir mukarrer vakti vardır..." (Sûre 6, âyet 67) 6+6+7=19.

c) Kur'ân'ın inişini anlatan Kadir Sûresi 114 (6x19) harfdir.

b) Kur'an'da bu on dokuz sayısının tam sayı katlarının bulunması neyi ifade etmektedir?

Bu hikmeti anlamak için; yarım sahife anlamlı bir metin yazın. Ve bu metinde 2 harfi belli bir sayının tam katı olarak geçirmeye çalışın, göreceksiniz ki; günlerce uğraşacaksınız.

Hâlbuki Kur'an gibi yüce anlamlı bir kitapta kelimeleri ve harfleri tamsayı hâlinde geçirme imkânı hiç yoktur.

Bir kompüter ustası bu tam sayı sistemi için: «Kur'an'ın, yalnız «Besmele» ve «Besmele»nin kelimeleri ile ilgili hesapları tutturmak için; 625 septrilyon kez yazılması gerekir» demektedir. Bu ise 8 milyar sene eder. Bu on dokuz olayı, Kur'an'ın ancak Allah tarafından gönderilmiş bir kitab olduğunu matematik olarak kesinlikle isbat etmektedir. İşte sûrede Velid bin Mugıyre'nin ve onun gibilerin lânetlenmesi bu yüzdendir.

Ne yazık ki; ayrıntıları ile bu konunun ilk kez Arizona müftüsü Reşad Halife tarafından açıklanması; bazı bildim sananları kıskançlığa sevk etmiş ve çok açık olan bu muhteşem şifreyi inkâra sevk etmiştir.

Yine ne yazık ki; Müslüman olmayanların kabul edip hayran kaldıkları bu hârika mûcizeye karşı çıkma betbahtlığı, yalnız bizim çevrelerden gelmiştir.

Hâlbuki bu 19 hikmetini, ilk kez çağımız bilim adamlarından merhum Elmalılı Hamdi Yazır ve Saidi Nursî hazretleri temel tarif şeklinde bildirmişlerdir.

c) Neden on dokuz?

Bu konuda pek çok şey söylenebilir. Bazı bilim adamları, astronomide 19 sayısının rastlantı sayılamayacak kadar önemli ilgileri olduğunu bildirmişlerdir.

Ancak daha önemlisi on dokuz sayısının insanla olan ilgisidir. Sûre-i Yûsufun Yorumu'ndan hatırlarsınız; insanın on dokuz özelliği vardır. Ve Sûre-i Yûsufda geçen 19 şahıs, bir kıssa inceliği içinde insanın bu on dokuz özelliğini sergiler.

Besmeleyi şerifın 19 harf olması da; bu kelimenin her bir harfinin insanın bir yanından ilgi kurması inceliğine işarettir. Bir kimse, besmele çekince; 19 yanından ilâhî devrenin sigortasına bağlanmış olur. Nitekim besmelenin harf-i tarif (El ismullah) ile başlamayıp, «B» ile başlaması bu hikmetin zarif bir işaretidir.

31'nci âyette 19 sayısının daha derinlemesine hikmetlerini göreceğiz. Cehennemde 19 meleğin bulunuşu da, insanın 19 özelliğinin bu ıslah lâboratuvarında ayrı ayrı tedavilerine işarettir.

Şimdi 11-30'ncu âyetlerin yorumuna geçiyoruz:

Âyet 11: «O tekten yarattığım kimseyi bana bırak.»

Biz onu tekten yarattık, çok özel biçimde matematik bir hâfıza ve zekâ kabiliyeti verdik.

Muhterem okuyucularım, bu âyet fevkalâde önemlidir. Allah insanı dünyaya gönderirken, îman konusunda tamamen kendi reyine hür yaratmıştır. Âyetten anladığımız gibi; Velid bin Mugıyre'ye özel zekâ verdiğini Allah'ın vurgulaması, onun İslâm'a hizmet amacına yönelik yaratıldığını gösteriyor. Nitekim Velid'in başlangıçta Kur'an'a hayranlığını ifade etmesi, Allah vergisi zekâsı ile onun matematik sırlarını fark etmesi bu hikmetin bir görüntüsüdür. Efendimiz de bu ilk müsbet tepkiden pek memnun olmuştu.

Demek ki; zekî insan, akıllı insan, ilk anda Kur'an'a hayran olur. Bu gerçeği hiç unutmayın. Sonraki âyetlerde göreceğimiz şekilde, insanın îman etmesini baltalayan nefsin gururudur. Bu noktada Allah insanları kendi tercihleriyle baş başa bırakmaktadır.

Âyet 12-14: Allah'ın Velid'den pek çok şey beklediğini bu 12, 13, 14'ncü âyetlerden anlıyoruz. Zira bu âyetlerde:

"Biz ona sınırsız mal verdik. Gözlerinin önünde evlâtlar verdik.

Verdiğim bu nimetleri yaydım da yaydım» emirleri ile Velid'in, inkâr için bütün mazeret kapıları kapanmıştır.Cenab-ı Hak, özellikle böylesine nimete boğduğu kişilerin inkâr ve. isyanına hiç müsamaha edilmeyeceğini vurguluyor.

Velid'e verilen nimetleri yeniden hatırlarsak: Akıl, zekâ, mevki, hudutsuz mal, o devrin bir güç unsuru olan evlâtlar. Şu hâlde, Velid açısından isyan ya da küfre hizmet için bütün mazeret kapıları kapanmıştır. Gerçi inkâr ve isyan için, bu nîmetlerin olmayışı mazeret değildir. Fakat, Allah'ın özel zekâ ile donattığı Velid'den beklediği îman jesti için, ilerde kendi açısından göstereceği mazeretlere de tüm kapıları kapanmıştır.

İslâmiyet'te «Ağniyayı şâkirin» denilen «şükreden zenginler»den olmanın çok ciddi bir mes'uliyeti vardır. Allah'ın verdiği her türlü nimetin borcunu ödemek, her şeyden önce bir insanlık haysiyeti, bir kulluk şerefidir.

İşte Velid'e verilen ilâhî nimetler sayılırken: «0, yalnız kuru bir zekâya bağlı kalarak Allah'a ihanet etmiş değil; aynı zamanda tüm nimetlerimize karşı da küfran-ı nimet etmiştir» deniyor.

Daha da önemlisi Velid bin Mugıyre:

Ayet 15: «Bir de tamah ediyor; verdiğim nimetlerin artmasını umuyor.» Şimdi âyette bir başka incelik vurgulanıyor.

Akla gelebilir ki, Velid nimetin çokluğundan müstağni kalmış, yâni bir şey istemez olmuştur. Bu yüzden dîne rağbet etmemiştir. Hayır! Aksine, o hâlâ Allah'tan yeni nimetler bekliyordu; yâni tam muhtaçtı. Zaten, insan ne kadar güçlü imkânlara sahip olsa da; hem onları kaybetmemek için, hem de sağlığı için daima ilâhî ihsana muhtaçtır.

Ayet 16: «Hayır! Hayır! Çünkü âyetlerimize karşı inatçı kesildi.»

Evet, âyet açıkça bildiriyor; küfürde hiçbir mazereti yok. 0, doğrudan doğruya âyetlerimize karşı inatçı kesildi.

Peki, bu inat nedir?

Önce de arz ettiğim gibi, bir insan, aklı ve zekâsı önündeki gerçekleri nefs perdesi ardından göremez.

Bundan sonraki kitabımızda ayrıntıları ile göreceğimiz gibi, Kur'an'ın gerçek sırrını görmek bir gönül meselesidir. Gönül, önündeki nefs perdesine rağmen esrarengiz bir hissetme, gerçeği fark edip bulma sistemimizdir.

Gönlün önündeki nefs perdesi ne kadar kalınsa, gerçek bizden o denli uzak kalır. Bir benzetme yapılırsa? Normal iyi bir insanın nefsi, tül perdedir. Zaten böyle bir perde olmasa gönlün coşkusuna dayanamayız. Kâfir ise, nefsi açısından kalın bir kumaştan yapılmış perde taşımaktadır. Küfr-ü inadı ise, gönül perdesi üzerinde kalın demir bir kepengi temsil eder. Kalbi mühürlüler, kepengi kilitli olanlardır.

Acaba gönlün önündeki bu perde nasıl kalınlaşıyor? Bunun tek cevabını âyetler açıklayacak. Biz önceden hatırlatalım: Bu kahn perde gururdur. Gurura kapılan, ilâhî emirlerden uzaklaştığı için devamlı günah üretir ve perde böyle kalınlaşır.

Âyet 17: «Ben onu dimdik sarp bir yokuşa sardıracağım»

Ben onu çıkmaz bir sokağa sevk edeceğim.

Evet, Velid bin Mugıyre önce inkâr etti. Sonra âyetlerin matematik inceliğini düşündü, düşündü, iman etmeye niyet etti. Erkam'ın evine gitti. Kapıya kadar varıp tekrar vazgeçti. Bu hareketi defalarca tekrar etti. Sonra da çıldırdı. Bu âkıbeti 25 ve 31'nci âyetlerde yeniden inceleyeceğiz.

Ayet 18: «Çünkü o düşündü, takdir yaptı.»

Burada Velid için, onun tekten yaratılan akıl ve zekâsı için iki kıstas gösteriliyor: Tefekkür ve takdir.

a) Tefekkür etti (düşündü): Velid, o güne kadar inzal olan âyetler konusunda önce zihinsel bir eleştiri yaptı.

Bu âyetlerin fikre hitab eden özellikleri ne idi?

İlk âyetler grubu; Sûre-i Alâk'ın başlangıcı olan beş âyet, ilmi tanımlıyor; insanları, ilmi ve hilkati anlamaya çağırıyordu.

İkinci âyetler grubu Fussılet: Kur'an'ın Levh-i mahfûz sırrını bildiriyordu.

Üçüncü grup âyetler (Müzemmil Sûresi'nin baş kısmı): Efendimizin tefekkürdeki derin hikmetini dile getiriyordu.

Dördüncü grup âyetler ise (Tekvir Sûresi): Akıl almaz bir edebî incelik, duyulmamış bir âhenk güzelliği içinde evrenin sırlarını açıklıyordu. Bu âyet ve sûreler karşısında beyninde zerrece fikir kabiliyeti bulunan birinin iman etmemesi mümkün mü idi?

b) Takdir yaptı (yâni ölçdü, biçdi, programladı): Burada da açık açık Velid'den «19»lar sırrını çözmesi isteniyordu. Bir başkası bu hikmeti bilemezdi; fakat tekden bir matematik zekâya malik olan Velid'in, bunu fark etmesi gerekiyordu.

Şu hâlde; düşündü, ölçdü, biçti ve hemen imân etmeliydi. Peki, o ne yaptı?

Âyet 19-20: «Canı çıkası ne biçim taktir yaptı. Sonra canı çıkası ne biçim taktir yaptıysa (nasıl ölçüp biçti ise).»

Üst üste iki âyette de vurgulanan gerçek, «Hani sana verdiğimiz akıl! Matematik hâfıza! Ne biçim ölçtün biçtin ahmak?» anlamınadır.

Âyet 21-23: «Sonra bir bakındı. Sonra da kaşını çattı, ekşidi, surat astı. Sonra ardını döndü ve büyüklendi.»

Şimdi Velid'in davranışlarından ruh yapısını tanımlayın.

«Sonra bir bakındı» Âyet, Velid bin Mugıyre'de ilk tarafsız duyguyu simgeliyor. Ancak, bu bakınmada çevrenin reaksiyonlarını kontrol çabası var. Nitekim Ebû Sufyan ve Ebû Cehil'in onun gururunu okşaması, hemen öz kanaatini değiştirdi ve gurur seramonisi başladı.

«Sonra da kaşlarını çattı...» Gururun ilk işareti, kendine pay çıkarıp poz vermektir. Bu âyetten öğreneceğimiz gerçek, bu çirkin poza hiçbir şekilde kapılmama gereği dir. Bir insanın poz takınması, kendine zorla güven verme arzusundan doğan, bir tür aşağılık duygusu baskısıdır. Gençlerin sigara içme duygusu gibi.

Kaş çatmak, bir başka anlamda, çevreye yukarıdan bakmadır. Bu da çok çirkin bir nefs huyudur.

«..Ekşidi, surat astı (suratını çirkinleştirip memnuniyetsizlik gösterdi).» Bu da gururun ikinci basamağıdır. Hiçbir mü'mine, hiçbir insana yakışmayan bir gösteridir. Bu üç âyette, Velid bin Mugıyre'yi tarif amacıyla verilen bu çirkin davranışlar, tüm mü'minlere elbette otomatik olarak yasaklanmıştır.

Gururun üçüncü fazında surat asma vardır. Surat asma, bir şeyi beğenmeme anlamınadır. Tabiî nefsin en çirkin bir yanını temsil etmektedir. Zîra nefs, kendinden başkasını beğenmediğini göstermek için sık sık surat asar. Mü'min ise her olayda, hatta hoşuna gitmese bile her şahsın davranışında ilâhî hikmeti arar, sezer ve bulur. Bu konuda ne kadar çok başarılı ise, îmânını o derece yüceltmiş olur. Bilindiği gibi «Lâ ilâhe illallah» diyen mü'min, her olayı Allah'tan bilir. Kendini üzen olayları bile yadırgayıp surat asmaz. Ancak Allah'tan yardım diler. Velid'de ise tersi oluyor ve sonra gurur tam anlamıyla ortaya çıkıyor:

«Sonra ardına döndü ve gururlandı.» Çekip gitti. Ancak, ilk duygularını ve Kur'an'ın inkârı mümkün olmayan yüceliklerini aptalca yorumladı:

Âyet 24: «Bu, çok güçlü bir eğitimle kazanılmış bir sihir, dedi.»

Bu âyette de büyük bir incelik var. dikkat ederseniz diğer müşrikler (Ebû Cehil, Şeybe, Utbe, Ebû Sufyan v.s.), Kuraan hakkında bir yorum yapma ihtiyacı duymadan inkâr ediyorlar. Yalnız Hind: «0, bu şürleri nasıl yazabiliyor?» diye, aptalca bir tanım yapıyordu.

Velid bin Mugıyre ise, tekten yaratılmanın zorunlu bir te'vilini yapmak zorunda idi. Yâni diğer cahil müşrikler gibi: «Ben bu sözlere inanmadım» diyerek, meseleyi geçiştiremezdi. Matematik hâfızası yüksek, zekâsı nerdeyse inkâr duygusuna isyan ediyordu. Bir başka deyimle, ona bir te'vil bulmazsa aklı ve zekâsı onu rahat bırakmayacaktı.

İşte nefs, kendi aklına ve zekâsına bir tuzak kurmak zorundaydı: «Sihir» dedi. Sihirden kasd, bilmediğimiz acaib kuvvetlerdi. Sihir hiçbir zaman ilâhî olamazdı. Eski devirlerde dâima cine, şeytana bağlanmıştır. Sonraki devirlerde ve çağımızda, bilmediğimiz tabiat güçleri, tanımlanmada bir anlamda sihiri temsil etmektedir.

Ancak, Velid, Kur'an âyetlerinin azameti karşısında «sihir» kelimesini çok hafif bulmuş, kendini tatmin edememiş ve de: «Bizim bildiğimiz sihir değil; çok iyi eğitilmiş, çok derinlerde bir sihir (sihr-i yü'ser)» demek zorunda kalmıştır.

Sevgili okuyucularım: Bu âyet, açıkça ortaya koyuyor ki; bir insan eğer gerçek zekâya, hâfızaya, bilgiye sahipse Kur'an karşısında iki yoldan birini seçer:

a) Ya îman eder.

b) Ya da hiçbir akıl ve mantığın alamayacağı gülünç te'viller yapar; Velid gibi.

Bakınız Velid nasıl saçmaladı:

«Bilmediğimiz güçlerin en derin bilgilerini toplayan sihir!»

Zaten, âyetin amacı da; «bir bilim adamı ya da deha, Kur'an'ı inkâra kalkarsa (ancak gururu yüzünden bir hacalete düşer); o zaman te'vilindeki saçmalık apaçık sırıtır» gerçeğini gözler önüne sermektir.

Âyet 25: «Hâzâ, bir beşer sözüdür, dedi.»

Velid'in bu sözü söylemesi, pek alçakça bir yargı idi. Daha önce belirttiğim gibi; 19 srrını açıkca gördükten sonra, beşerin bu sözü söylemesi mümkün değildi. Fakat o, gururu yüzünden bunu söyledi. Yine Kuran'ın en önemli âyetlerinden birini yorumluyoruz.

Bir insan Kur'an'ı beğense, methetse, onu göklere çıkarsa, sonra da «beşer sözü» dese, Velid bin Mugıyre olur. Ve sekara yaslanır.

Çağımız aydınlarında da bu yanılgı pek yaygındır. Kur'an'ı, Efendimizin yazdığı bir kitab olarak tanımak isterler. Hatta Velid'in bir başka kopyası olarak, «uzay mesajı» bile diyecek şaşkınlar vardır.

26 ve 27'nci âyetler, bu iddianın en vahim bir gaflet olduğunu vurguluyor.

Îman etmek için, Kur'an'ın Allah kitabı olduğu ve Cebrail aracılığı ile Efendimize gönderildiği gerçeğinin kabûl edilmesi şarttır.

Ne var ki, insan gafleti, Kur'an'ı anlamama; daha doğrusu O'nu sezememe nasipsizliği, bazı akıllı geçinenlerde hep bu te'vil çıkmazını yaratıyor. Kur'an ilâhî kitab olarak kabul edilmedikçe; ne îman, ne de Allah inancı olur.

«Kur'an Mûcizeleri» isimli kitabımızda, bu konuda tartışılması imkânsız ilmî isbatlar yapmıştık.

İşte Kur'an'ı beşer kitabı diye simgelemenin karşılığında hak edilen ceza:

Âyet 26-29: «İşte bu adamı sekara yaslayacağım. Sekarın ne olduğunu kim bildirebilir? Ne bakiye kor, ne bırakır (ne geri bırakır, ne azapdan vazgeçer), deriyi emer (mass eder).»

Bu dört âyette, Cenab-ı Hak cehennemde bir işlemi tanıtıyor:

Sekar: Cehennemin bir faaliyet tarzıdır. Nefsin kazandığı yanlış yapıyı arıtma metodu sekardır. Sekar öyle şiddetli bir etkidir ki; onu önceden yüzeyimiz, derimiz mass eder; yâni insana tüm dış yüzeyinden şiddetle nüfuz ederek evvelâ yok eder: Hiç bakiye bırakmadan. Sonra bir an durur. İnsan yeniden var edilir.(Âhiret, madde mekânından çok farklıdır. Orada hilkat otomatik ve daimdir. Cennet zaten devamlılıktır. Âhiretin bu özelliği, cehennem içinde geçerlidir. Sekar yakıp yok ettiği an, yeniden dirilik doğar.) Sonra Sekar yeniden etkiler. Sekann; bu, saniyede binlerce kez yok edip var eden etkisi, akıl almaz şiddette bir manyetik güç gibi nefsin gurur takıntısı geçene kadar devam eder.

Bir insan ııe kadar mağrursa, sekar lâboratuvarında o kadar çok kalır. Gurur bitince, deri artık sekarı mas etmez olur. Ve o kişi için sekar işlemi bitmiştir.

Bu akıl almaz sistemin ilmî olarak ve aklen kavranması imkânsız olduğundan 28'nci âyet: «Sekarın ne olduğunu kim bildirebilir?» buyuruyor.Sekarın en ilginç özelliklerinden biri:

Âyet 30: «Üzerinde on dokuz (musallat ettim).»

Sûrenin en esrarlı âyeti, bu âyettir. Bu âyetten çözümlediğim yorumları veriyorum:

a) Ey Velid! Sana bu on dokuz sırrını öyle belâ ettim ki; îmanla küfür arasında bocalayıp, sonunda çıldıracaksın.

Nitekim Velid, çeşitli defalar îman etmek istemiş, edememiştir. Sonunda çıldırıp başını duvarlara vurarak ölmüştür. Ölmeden önce, aynı zamanda sekarın sırrı teşekkül etmiş, dayanılmaz bir ateşle beraber başındaki şiddetli ağrı kafasını parçalayıp ölmesine neden olmuştur.

Böylece Velid bin Mugıyre; hem beden azâbı ile, biraz sonra da sekarın maddî yansımasıyla cezalanmış; hem de 19 sayısının düşüncesine musallat olması sonucunda hayatta da cezalanmıştır. Elbette cehennemde gerekli cezayı daha şiddetli görecektir.

b) Velid'e musallat edilen 19 da, sekarın bir özelliğidir. Yâni sekar, insanı 19 yanından birden yakalar ve bu 19 yanındaki fücuru, yanlışları tek tek imha eder. Ancak, operasyon alternatifdir. Yâni fücurun gücüne göre uzun sürede yok edip var ederek devam edecektir.

Bu gerçek de, cehennem cezası açısından çok önemlidir. İnsan 19 yanında ne kadar çok yanlışla giderse, o kadar çok sekar işlemi görür. Âyet bu açıdan bize çok önemli bir îkazdır. Sekar fırtınasına az yakalanmak için, mümkün olduğu kadar 19 yanımızda az hata götürmeliyiz. Tabiî, en iyisi aşağıdaki âyetlerin gösterdiği istikamette hareket edip sekar fırtınasına hiç yakalanmamaktır.

c) 19 sayısının cehennem melekleri sayısıyla ilgisine gelince: 31'nci âyet, cehennem melekleri ile 19 arasındaki ilgi çok karışık bir ilgidir. Çünkü burada söz konusu olan, cehennemde 19 melek oluşu değil; insanın 19 yanına karşılık cehennemde 19 tarz işlem yürüdüğünden, 19 farklı melek varlığı sırrıdır. Şimdi bu gerçeği 31'nci âyetten izleyelim.

Âyet 31: Biz ateşin muhafızlarını (Cehennem kudretini temsil eden güçleri) hep melâike yaptık. Sayılarını bildirmekle (bundan muradımız), kâfirler için bir fitne kıldık. Kendilerine kitab verilenler için de kesin bilgi edinilmesini (murad ettik). İnananların da imanlarının artmasını (zevklenmelerini) sağladık. (Böylece) îman edenler ve ehl-i kitab şüpheye düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve inkârcılar: Allah bu misalle neyi murad etti? desinler. İşte Allah böylece dilediğini saptırır. Dilediğini de doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu (âyette açıklanan noktalar) insanoğluna bir öğütten ibarettir.

Âyet 32: (Celâlim hakkı için) o kamere.

Âyet 33: Döndüğü dem geceye.

Âyet 34: Açtığı zaman sabaha.

Âyet 35: Mutlaka o (sekar) en büyük beyyinelerden biridir.

Âyet 36: Beşere münzerdir (Beşeriyeti uyarmak, aklını başına toplaması için uyarıdır).

Âyet 37: Öne geçmek ve geri kalmak isteyenlere (Herkes âkıbetini kendi iyice ölçsün).

Âyet 38: Herkes kazancına bağlı bir rehindir

Şimdi 31 ve 38'nci âyetlerin yorumuna geçiyorum.

Âyet 31: Görüldüğü gibi, bu âyet, Kur'an'ın son iki cüz'ünün en uzun âyetidir. Bunun hikmeti; 19 sırrını hem açması, hem bilinmezliği içinde kâfırleri paniğe uğratmasındadır.

a) Âyetin birinci bölümü âlem-i gaybden bir mesaj niteliğindedir.

«Biz cahîmin muhafızlarını [daha doğrusu, ateşin güçlerini (tam kelime mânâsı: Ashab-ı nar'dır)] hep melâihe yaptık...» Burada hilkatın farklı bir görünümü söz konusudur. Bilindiği gibi, melekler ateşten yaratılmış değildir. Latif âlem dediğimiz bir âlemde sonsuz sür'ati haiz enerji birimlerinden yaratılmıştır. Bu âyet, cehennemde tamamen özel kudretleri temsil eden meleklerin görevlendirildiğini bildirmektedir. Bu mesajdan anlıyoruz ki; melekler ateş ünitelerde de yaşayabilmektedir. Semânın çeşitli bölgelerindeki dev novalarda da melekler yaşayabilirler. Elbette, cehennemle novalar arasında hiçbir ilgi yoktur. Daha önce değindiğim gibi; cehennem, ayrı boyutlardaki özel bir mekândır.

Cehennemde meleklerin mevcudiyetinin ikinci bir nedeni, daha önce de değindiğim gibi, cehennemin bir arıtma lâboratuvarı olmasındandır. Melekler, kendilerine verilen kompüterize görevleri, eksiksiz yerine getiren bilinçli güçlerdir. Arınma tamamlandıkça sekar etkisini durduracak beceriye sahiptirler.

Yine âyetin bu bölümünden anlıyoruz ki; cehennemde bu melekler, akıl almaz kompüterize bilgileri ile hangi yanımız onarıma muhtaçsa o yanımıza ait sekar uygulamasını yapacaktır.

b) Ayetin ikinci cümlesi, Cenab-ı Hakk'ın bu meleklerin sayısını bildirmesiyle ilgili mesajıdır. 19 sayısıyla irtibatlı bu açıklamanın çeşitli hikmetleri vardır:

1) İnsanın 19 yanına uyan 19 melek gücü; bir anlamda kompüterize güç kavramının zor anlaşılan bir ifadesidir.

2) Bu meleklerin (Cehennemde görevli meleklerin), ayrı ayrı insanın 19 özelliğine özdeş sırrı temsil ettiği. On dokuz, meleklerin cinsine ait bir rakamdır; sayıları sonsuzdur.

3) Cehenneme de; sekar dediğimiz korkunç manyetik fırtınanın, bu meleklerin özel koordinat yönlenmesiyle etki yaptığı.

c) Üçüncü cümlesindeki açıklamanın hikmetleri:

1) «Kâfirler içni bir fitne kıldık»: Üstü kapalı açıklamalarımız, onlara azap ve mihnet verecek; hele ilerde Kur'an'ın 19 lar sırrı açıklanınca, inançsızlar çok rahatsız olacaktır. Hem gurur ve günahları dolayısıyla inanamayacaklar, hem de bu gerçek karşısında Kur'an'a karşı telâşa düşecekler.

2) «Ehl-i kitap için (yâni Hıristiyan ve Yahudiler için) de kesin bir bilgi verdik.» Yâni onlar, bu 19 sırrı konusunda anlayışlı davranacak; Kur'an'ın bu sırrını inkâr etmeyecekler. Nitekim çağımızda pek çok Hıristiyan, bu 19 lar hikmetini saygı ve hayranlıkla karşılamaktadır.

3) «İnananların da imanlarının artmasını sağladık» Yine çağımızda 19 lar hikmeti bütün inanların gönüllerinde îman zevkini artırmış, münâfıkları üzmüştür. Nitekim onları, bu gerçeğe karşı çıkmaya sevk etmiştir.

d) Âyetin dördüncü cümlesi: «Mü'minler ve ehl-i kitab (bu 19 konusunda kesinlikle) şüpheye düşmesin»: Bu ilâhî hikmetin ardındaki incelikleri, her gün bulunacak yeni anahtarlar takip edecek ve Kur'an'ın derin mûcizesi her gün yenilenecektir.

Bu âyetten anlıyoruz ki; Kur'an'ın hikmetlerinin açıklamasında ehl-i kitap yardımcı olacaktır.

e) Beşinci cümlede Allah: «Kalbinde hastalık olanlar ve inkârcılar: Allah bu cümle ile (yâni 19 lar açıklamasıyla) neyi kast etti? desinler» buyuruyor. Bu konuda tereddüdü olanlar, ancak kalbi hasta olanlardır. Ve de inkârı kendine mevki seçenlerdir.

Sekar, 19 lar ve 19'la ilgili meleklerin sırrı konularında, kalbi hasta olanlar inkâra geçer; hemen küfür belirtisi verirler.

f) Âyetin son cümlesinde: «Allah böylece dilediğini saptırır. Dilediğini de hidayete eriştirir»: İşte böyle, gayb âleminden bir örnek açıkladım (19'lar ve cehennemde melekler). Bu sır, insanların özündeki gerçekleri ortaya çıkarıverdi: Kalbi hasta olanlar hemen inkâr etti; mü'minler ise gönül huzuru ile îmanlarının zevkini artırdılar. Burada ilâhî dilekten kast, inanma hürriyetine müdahale değildir. Gerçekler karşısında insanın özündeki inanç ya da küfrü kolayca ortaya çıkarma iradesidir.

Nitekim Allah: «Rabbinin ordularını (onların sayısını, niteliklerini) kendisinden başkası bilmez.» buyurarak;gaybden yapılan bu 31'nci âyet sırrının ötesinde de nice ilâhî sistemlerin olduğunu, güçlerin bulunduğunu bildiriyor.

Ayeti toplu olarak bir kez daha özetlemek istiyorum:

Ayete bütün olarak dikkat ederseniz, çok uzun âyet olmasına karşılık 19 sayısını içine katmamış; bu sayıyı ayrıca 30'ncu âyete yorum getirmektedir. Fakat, neden 19 sayısı ayrı bir âyet şeklinde verilmiştir? Hatta birçok kaynaklara göre neden 31'nci âyet, kısa bir aradan sonra inzal olmuştur? Bunun hikmeti âşikârdır:

Cenab-ı Hak 19 olayını müstakil vererek, onun Kur'an matematiğindeki sırrına işaret etmiştir. Ayrıca bu âyet içinde, cehennemdeki sekar ve 19 melek arasındaki gayb sırları dile getirilmiştir.

Âyetin en önemli iki mesajı ise:

a) 19'lar hikmetinden; kâfirlerin, kalbi hasta olanların çok rahatsız olacakları hikmetidir. Hâlen çağımızda bu ilâhî hikmet tamamen tezahür etmiştir.

b) Kur'an'daki, hem 19'lar mûcizesi, hem de Kur’an'ın gayb âleminden bu âyete verdiği meleklerin cehennem­deki faaliyetleri çok müthiş bir olaydır. Mü'minler için bu olay bir haz, kâfirler ve kalbi hasta olanlar için ise, devamlı kuşkular ve sıkıntılar doğuran konulardır. Daha doğrusu, çağımızda inkârcı artık çok rahatsızdır. Eskiden olduğu gibi, keyifli keyifli inkârını zevk duyarak sürdüremiyor. Kur'an'ın 19'lar mûcizesi başta olmak üzere, gaybe ait tüm mûcizelerle dolu mesajları, kalbi hasta olanlara diken gibi batmaktadır. Bu gerçek de, ayrıca Kur'an'ın çağımızı tanımlayan bir mûcize sırrıdır.

Âyet 32: «(Celâlim hakkı için) o kamere.» Bu âyetten itibaren Allah, madde dünyasından her an müşahede ettiğimiz, üç ilâhî nizamı örnek vererek; 35'nci âyette sekar'ın da bunlar kadar net bir gerçek olduğunu bildiriyor.

Bir anlamda: Ay, gece, gündüz ne kadar net fizik bir olaysa; sekar da o kadar net fizik bir olaydır, buyuruyor.

Allah'ın, kameri, en başta örnek vermesinin çok derin bir hikmeti vardır. Şöyle ki: Siz, bugün, ayı semâda parlak bir cisim olarak görüyorsunuz. Hâlbuki gün gelecek, gidip onun bütün gerçeklerini net olarak göreceksiniz! Sekar da öyledir. Bugün size onu yakıcı bir alev olarak tanıttım. Zamanı gelince onu da net göreceksiniz.

Bu âyet nedeniyle aya ilk ayak basan Neil Armstrong'la ilgili bir tartışmayı açıklamak istiyorum. Çünkü âyetler, 30'ncu âyetten itibaren günümüze yönelik sırlar vermektedir. Kur'an'da 19'lar sırrının keşfiyle aya ayak basılması aynı yıllara rastlamaktadır.

Bilindiği gibi; Armstrong, aya ayak bastığı sırada ezan sesi işittiğini bildirmişti. Sonradan Armstrong'a bir hastalık kılıfı geçirilerek temas ve beyanlarına ambargo kondu. Nitekim birkaç yıl sonra; kim olduğu belli olmayan biri «Ben Armstrong'un sekreteriyim, Armstrong ezan sesi işitmemiştir» diye beyanda bulundu. Daha sonra da NASA'da görevli bir sinyal operatörü (uzay sinyallerini kaydeden teknisyen) bantları açıkladı. Bu bandlar, Armstrong'un, ayda ezan sesine uyan sesler duyduğunu doğruluyordu.

Benim için olay bambaşka bir mânevî önem taşıyordu. Çünkü Armstrong'un aya ayak bastığı gün; yâni bu açıklamalar yapılmadan 6 yıl önce, bir dostumla (rahmetli Faik Saraç Beyefendi), ajansda aya inişi seyrediyordum. 0 sırada dostum: «Bakınız ayda ezan okunuyor» dedi. Yıllar sonra olayı Armstrong açıkladığı zaman, benim gerçeğe karşı yaklaşımım çok farklı idi.

Âyet 33-34: «Döndüğü dem geceye, açtığı zaman sabaha. »

Bu âyetlerde de çok net olarak gece ve sabahın arzın dönmesine bağlı olduğu açıklanıyor. Bu konuda diğer âyetlerde çok ayrıntılı bilgiler vermiştim. Şimdi tekrar sekar konusuna dönüyoruz.

Âyet 35-36: «Mutlaka o (sekar) en büyük beyyinelerden biridir. Beşere münzerdir.»

Âyet sekarın kesin bir fizik gerçek olduğunu tekrar vurguluyor. Sûrenin 16'ncı âyetinde bildirilen cehenneme has bu tanımın özelliklerini yeniden hatırlarsak; insanın derisi tarafından mass edilen, çok güçlü yakıp yok edici bir enerji firtınasıdır. Ânında yok ediyor ve sonra ânında yeniden eski şekline döndürüyor. Bu mânevî şoka yaka' lanan kimse, milyonlarca kez bu müthiş azap fırtınasında, var ola, yok ola arınana kadar enerji şoku devam ediyor. Bu, çok kesin bir fizik gerçek olarak vurgulanıyor. Sekar, aslında elest meclisinde kararlaşmış bir ilâhî ceza şokudur. Bu şok, o anda «Evet» demekde tereddüt edenlerin gireceği lâboratuvarın süper manyetik fırtınasıdır. 19'larla ilgisi ise; 19 özelliğimizden her biri için sekarın farklı fizik niteliklerle baskı ve şiddetidir.

Sekarın açıklanma hikmetini de 36'ncı âyet, aklı başa getirici olarak açıklıyor. Bu âyette, bizzat sekar uygulanan insanın da aklı başına gelerek (gerçek anlamda) bir bakıma tedavi olacağı hikmeti gizlidir.

Sekan, bugünkü bilimsel birikimlerimizin ışığı altında fevkalâde etkili enerji şoku kabûl etmemizde sakınca yoktur. Çünkü 35'nci âyet sekarın; ay gibi, gündüz gibi bir fizik gerçek olduğunu vurguluyor.

Âyet 37: «Öne geçmek ve geri kalmak istiyenlere.»

Aklı başında insan, elbette öne geçen; elestteki «evet» demedeki sür'at gibi ilâhî emirleri kabûl ve uygulama açısından başarı gösterendir.

Elestte olduğu gibi, dileyen de geri kalır; ilâhî mesajları duymazdan gelir.

Âyet 38: «Herkes kazancına bağlı bir rehindir.» Bu dünyada her insan, elest meclisinin hesabını vermektedir. Ve bu hesap verilene kadar rehine sayılır. Dolayısıyla, sekara gidişten kurtaracak, insanın say'ı; yâni Allah yolunda kazancıdır. Bu âyet, Sûre-i Leyl'in kaderle ilgili bölümü ile birlikte mütâlaa edilmelidir.

Bu kazancın bize ait olan anahtarı, hüsnayı tastikle başlar. Sonra Allah'ın güzel kaderi kolaylaştırmasıyla devam eder.

Bundan sonra sûre, yeni bölümünde yeniden eleste atıf yapmaktadır:

Âyet 39: Ancak ehl-i yemîn başkadır.

Âyet 40: Onlar cennettedir, (ve oradan) sorarlar

Âyet 41: Mücrimlere (sorarlar):

Âyet 42: «Sizi sekara sürükleyen nedir?»

Âyet 43: Derler: «Biz namaz kılanlardan değildik.»

Âyet 44: «Fahirleri doyurmuyorduk.»

Âyet 45: «Bâtıla dalanlarla biz de dalardak.»

Âyet 46: «Din gününü yalanlardık.»

Âyet 47: «Yakîn gelene dek böyleydik.»

Bu grup âyetler, sekara gidişin nedenlerini mücrimlerin ağzından açıklıyor.

Âyet 39-41: «Ancak ehl-i yemîn müstesna. Çünkü onlar cennettedir. Oradan mücrimlere sorarlar.»

Ehl-i yemîn (hayırlılar), ehl-i saadettir. Dünyada ebrar hayatı yaşayanların mahşerde ismi, «Ehl-i yemîn»dir. Âhirette de ehl-i cennet olacaklardır.

Ehl-i yemîn; amel bandlarını sağdan alacaklardır. Ehl-i yemîn olma sırrı, elestte başlar; orada net olarak «belî» diyenler dünyada ebrar olur. Ve mahşere ehl-i yemîn olarak intikal ederler. Onlar için, en güzel tanım «hayırlılar, mutlular» tanımlarıdır.

Âyette çok ilginç özellik vardır. 38'nci âyet herkesin bu dunyada rehin olduğunu bildirmektedir. Ve, sekardan bu rehini kurtarma, insanların davranışına bağlıdır, buyrulmuştur. Hâl böyle iken bu 39'ncu âyette ehl-i yemîn için «onlar başka» denmesi, elestte net olarak «belî (evet)» diyenlerin dünyada kazandıklarından ötede bir mutluluk yanı olduğunu gösteriyor. Ve hemen kırkıncı âyet «onlar cennettedirler» diyerek; îmanda, ihlâs sahibi olanlara çok özel bir müjde veriyor.

İşte bu ehl-i yemîn, cennette erikeler üzerinde tüm evreni seyrederken, cehennemdeki bu sekarı görüp, oradakilere yardımcı olmak amacıyla soracaklar mücrimlere:

Âyet 42: «Sizi sekara sürükleyen nedir?» Bu soruya karşılık mücrimler cürümlerini dört maddede özetliyor:

Âyet 43-46: «Derler:

a) Namaz kılanlardan değildik. b) Fakirleri doyurmazdık,

c) Bâtıla, yanlışlara dalanlarla beraber biz de dalardık.

d) Din gününe inanmazdık.» Ve bu gafletimiz:

«(Son nefese) gerçeğe yakîn olana kadar sürdü.»

Şimdi sekardan korkanlara dört önemli davranış tavsiye ediliyor:

a) Namaz kılacaksınız: Namazın bir tanımı da «sekardan alıkoyucu»dur. Sûre-i Mâûn'da bildirilen riya namazı hariç, namazı daim kılan sekardan kurtulur. Ancak unutmayınız, Sûre-i Mâûn'da «Fakiri doyurmaktan zevk almayanın namazı riyadır» hükmü vardır. Nitekim 44'ncü âyet aynı noktayı perçinliyor.

b) Fakirleri doyuracaksınız: Bu konuyu «Bakara Sûresi Yorumu-I» kitabımızda etraflıca anlatmıştık. Fakirleri doyurma alışkanlığından ve zevkinden mahrum olanlar, her an sekara davetiye çıkarmaktadır.

c) Sekardan uzak kalmanın üçüncü maddesi gafleti terktir: Âyette «Bâtıla dalanlarla beraber dalar dururduk» tanımına dikkat ediniz. Gafletten kurtulmanın yolunu, Hz. Ali efendimiz Nehc'ül Belâğa'da şöyle açıklıyor: «Dünya da, onun hevesleri de bir vasıtadır. Allah'ın emirlerine uygun bir yaşantı sürdürmek için bu vasıtaya ihtiyaç vardır. Gaflet odur ki; dünyayı gaye sayar, hep onun karanlık çıkmazlarında bocalar dururlar. Para da, dünyada iyi bir hizmetçi, fakat çok çirkin bir köledir.»

d) Sekara gitmekten koruyan dördüncü madde, din gününe tereddütsüz bir inançdır. Hesap vereceğinden zerre kadar şüphesi olan, yine sekar şokuna bilet alır.

Âyet 47: «Yakîn gelene dek böyleydik.»

Allah'ın bu âyetle bize verdiği firsat Rahmaniyet'in ihtişamını gösterir. Âyeti, davanın tersinden alarak yorumlarsak; bu 4 maddede zikredilen yanlışları son nefese kadar götürürsek sekar kesinleşiyor.

Yoksa bir kul, hayatının hangi anında olursa olsun, dönerse ve yukarıda zikrettiğim 4 maddeye sarılırsa sekardan kurtulur.

Âyet grubuna dikkat ederseniz; cennette bulunan ebrarın, sekar fırtınasına tutulanlardan sordukları soruya aldıkları cevabın son maddesi: «Biz son nefese kadar bu cürümlere devam ettik» cevabıdır.

Bundan dolayıdır ki, cennettekiler şefaat etmek istedikleri hâlde buna cesaret edemiyorlar.

Âyet 48: Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez.

Âyet 49: Hâl bu kadar açıkken bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar?

Âyet 50: Sanki ürkmüş yaban eşekleri

Âyet 51: Kaşvereden (azılı aslandan) kaçıyorlar.

Âyet 52: Onlardan her biri (önlerine açılmış) ayrı tezkireler istiyorlar.

Âyet 53: Hayır, onlar (açıkca) âhiretten korkmuyorlar.

Âyet 54: Hayır, şüphesiz Kuı'an bir öğüttür.

Âyet 55: Dileyen kimse zikretsin.

Âyet 56: Mâmafih, Allah dilemedikçe düşünemezler. Takvaya ehil de, mağrifete ehil de O'dur.

Şimdi son bölümün yorumlarına geçiyorum:

Âyet 48: «Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez. »

Âyet hem cennetten onlara soru soran mü'minlere hitab ediyor, hem de bizlere şefaatin sınırlarını bildiriyor:

«Son nefesine kadar namaz kılmayan, fakir doyurmayan, daim gaflette kalan ve din gününe inanmayanlara kimse şefaat edemez» buyuruyor.

Şu hâlde bu formül içine girmeyenlere, Allah'ın vereceği izinle şefaat olunacaktır. Ayetin gelişinden anlıyoruz ki; ebrar ya da ehl-i yemîn, aynı zamanda diğer günahkârlara şefaat edebileceklerdir.

Bu imkân olmasa idi; ehl-i cennet, sekara yaslananlara şefaat amacıyla soru sormayacaklardı.

Çeşitli hadislerden öğrendiklerimize göre; şefaat olayı hem âhirette, hem dünyada geçerlidir. Buna ait ufak bir özet yapmak istiyorum:

a) Dünyada şefaat: Din yüceleri olsun, diğer halis mü'minler olsun; hem sözleriyle, hem gönülleriyle bizler üzerinde daima şefaatçidirler; bizi yanlışlardan kurtarırlar. Onun için, onlar yaşıyorlarsa maddî ilgimizi; dünyalarını değişmişlerse, mânevî ilgimizi hiç kesmemeliyiz. Bu konuda, şüphesiz asıl şefaatçı, «Rahmeten lil âlemin» olan Efendimizdir. O'ndan sonra Ehl-i beyt ve ashab-ı güzin gelir. Bu nedenle onlarla ilgiyi daim kılmalı, onlara niyazımızı hiç kesmemeliyiz.

b) Şefaat, asıl mahşerde söz konusu olacaktır. Mü'minlerin, kulluk gereği yaptığı günahların affı için Efendimiz büyük bir kadroyu şefaatiyle kurtaracaktır.

Bu şefaate hak kazanmak için Efendimizin hayat biçimini taklid etmeliyiz ki; buna, bildiğiniz gibi, sünnet denir. Ancak, ayrıntılarını «Gönül Penceresinden Fahri Kâinat Efendimiz»`fi' isimli kitabımızda açıkladığım gibi, bu taklidde ahlâk biçimine imkân oranında riayet şarttır.

Yine Efendimizin şefaat kadrosuna girmek için, herboş ânımızda salâvat-ı şerife okumalıyız.

Ashab-ı güzin ve ehl-i beyt'le ilgi, onlara sevgi ve her gün üç İhlâs, bir Fâtiha okuyarak yapılır. Şefaat konusunda, daha sonra din yücelerinin ve mü'minin mü'mine şefaati gelir. Yine durum aynıdır; hayatta mânevî bağları hiç ihmal etmemelidir.

Mü'minin mü'mine şefaati cenaze namazında başlar. Hem namazı kılınan, hem kılan mü'minse; birbirine şefaatçi olurlar.

c) Şefaat iki fazda olur. Bunlardan biri genel şefaattir; belli sınır ve ölçü içinde, günahların affını kapsar. Bir örnek verirsek: Veysel Karanî hazretleri, annesine karşı saygı kusuru işleyenlere toptan şefaat edecektir. (Elbette bu saygı kusuru sınırlıdır).

Hz. Ebû Bekir efendimiz, gereği gibi itâ yapmayanlara şefaat edecektir (infak ve zekât kusuru ayrıdır).

Bu örneklerde herkes kendine aşırı ve yanlış pay çıkarır diye başka örnekler vermiyorum.

İkinci tarz şefaat şahsa özeldir. Günahkâr bir mü'mine özel olarak yapılan şefaattir.

Burada okuyucularıma bir tavsiyem olacak: Eğer kulluk gereği bir takım günahlarınız varsa, o günahın tam tersi olan bir ashab-ı güzine sığının (her gece üç İhlâs bir Fâtiha okuyarak niyaz edin); Veysel Karanî örneğinde olduğu gibi.

Sekar pek şiddetli bir azap fırtınasıdır. Buna karşılık rahmet-i ilâhî de, şefaat sırrı da pek hudutsuzdur.

Âyet 49: «Gerçekler ortada bu kadar açıkken, onlara ne oluyor da öğütten yüz çeviriyorlar?»

Kur'an'a yüz çevirmekle ancak sekara ışık tutuyorlar.

Ey şaşkın insanoğlu! Kur'an'a bir kez îman et. Sonra nice rahmet kapıları açılır. Sen ona yüz çevirmekle, tüm rahmet kapılarını tek tek kapatıp sekardan başka yol bırakmıyorsun.

Âyet 50: «Sanki ürkmüş yaban eşekleri.»

Hayvanların en akılsızı örnek veriliyor. Yaban eşeği, kendine tehlikeli olan hiçbir konuda tedbir düşünmez. Yalnız bilinçsiz olarak kaçar durur.

İnsanda tabiattaki tüm canlıların kabiliyeti vardır. Canlıların güzel yanlarını yansıtacak huylar, insan karakterini zenginleştirir. Kaplandan cesareti, panterden teyakkuzu, deveden sabrı öğrenir. Hâlbuki kâfirin hareketi, tamamen amaçsız yaban eşeğini taklid etmektedir. Bu ne kadar gülünç bir hâldir. İşte Kur’an'a yüz çevireni Allah bu âyette ürkmüş yaban eşeğine benzetiyor.

Âyet 51: «Kasvereden (çok atik arslan, avcı arslan) kaçıyorlar.»

Kuı'an'a sırt çevirenlerin inzardan kaçmaları, zebraların aslandan kaçmalarına benzetiliyor.

Daha öz deyimle, gerçekten kaçılmaz. 0 seni mutlaka bulur yakalar. Sen ancak îman ederek, ebrar olarak gerçeğin kendisi, dostu olursun. Ondan kaçarsan o seni mutlaka bulur yakalar.

Mesele sekarı inkâr etmek, din gününe inanmamakta düğümleniyor. Ondan kaçmakla kurtulamazsınız. Zebra olursanız sekara yem olmaya mahkûmsunuz. Îman ederseniz, siz de bu arslan olmuş olursunuz ki; gerçekten kaçmaya mahal kalmaz.

Kur'an gerçeğinden kaçanların zebra davranışı, 19'lar hikmeti karşısında büsbütün âşikâr hâle geliyor. Ve Velid bin Mugıyre hayatında bu şaşkınlığı yaşadı. Sonu da hem hayatta, hem âhirette sekara yaslanmak oldu.

Âyet 52: «Onlardan (mücrim ue kâfirlerden) her biri, (önlerine açılmış) ayrı tezkireler istiyorlar.» Yâni hepsi özel mektup bekliyor. Hâlbuki Kur'an, değil şahsa; tüm beşeriyete, hatta tüm âlemlere değişmez bir tezkiredir.

Bu küfür psikolojisi, başta Velid bin Mugıyre olmak üzre, gururun bir hassasıdır: «Madem Allah mesaj veriyor, bana da versin!» Kabilinden kendini matah sananlara has bir ilkelliktir. Zamanımız aydınlarında da bu hastalık vardır.

Âyet 53: «Hayır, onlar (açıkça) âhiretten korkmuyorlar.» Onlar mahşere inanır görünseler bile, ilâhî yargıya inanmıyorlar. Bu yüzden küfr-ü inâdi içindedirler.

Bu âyet de, zamanımız için pek geçerlidir. Hemen hemen herkeste garip âhiret inançları vardır. Yıldızlara intikal edeceklerini sananlardan tutun da; yalnız ruhlarının âhirete intikal edeceğini sananlara kadar, pek çok çarpık düşünce vardır. Bunların ortak yanı âhiretten korkmama, mahşer hesaplarına inanmamakta birleşir.

İslâm'ın âhirete îman konusunda esaslarını bir kez daha tekrar etmek istiyorum:

1) Öldükten sonra mutlaka bedenle dirileceğiz.

2) Mutlaka ilâhî huzurda hesap vereceğiz. Ve âkıbetimiz, dev kompüter sistemlerin şaşmaz hesaplanyla kesinleşecektir.

3) Cennet ve cehennem ayırımına tâbi olacağız. Ebrar cennete, fâcir ve mücrim cehenneme gidecek.

Âyet 54: «Hayır. Şüphesiz Kur'an bir öğüttür (tezkiredir).»

Kuiaan'ın tezkir sırrı; değişmez öğütleriyle, zorluklardan ve kötü âkıbetten kurtaran mesaj hikmeti demektir.

Kux'an'ın ilâhî mesaj oluşu; özellikle bu sûre ile hem 19'lar sırrı açısından; hem de tamamen gayb hikmetlerinden olan cehennemdeki sekarın açıklanması nedeniyle, kesindir. İşte sûre biterken insanlığa bir kez daha en kesin biçimde: «Kur’an ilâhî bir mesajdır, tezkiredir» buyurarak sonlanıyor.

Âyet 55: «Dileyen kimse tezekkür etsin.» Tezekkürde hem düşünme, hem zikretme vardır.

Allah, bu -âyette, özellikle Kur'an'a karşı tezekkürü; irademiz hürriyetine veriyor. Ancak bu hürriyette ilâhî bir ilgi vardır. Bu açıdan âyeti son âyetle birlikte yorumlamak istiyorum:

Âyet 56: «Mâmafih Allah dilemedikçe düşünemezler..» O'nu düşünebilmek için takva sahibi olmak gerekir. Çünkü Allah'a îman için mutlaka takva içinde olmamız gerekir.

Bu âyetin son cümlesi: «Takvaya ehil de, mağfirete ehil de O'dur» şeklindedir. Bazı tefsirler «O'dur» dan kasdın, Allah olduğunu kabul ederler. 0 zaman mânâ: «0, takvaya lâyık bağışlamaya sahiptir» anlamı çıkar.

Bazı müfessirler ise: «Bir kimsenin tezkir edilmesi için, o kimsenin takva ve mağrifet sahibi olması gerekir» şeklinde yorumlamışlardır.

Ancak Sûre-i Bakara'nın ilk üç âyetinden daha net şekilde anlıyoruz ki:

Kur'an'ın bir insanı tezkir edip hidayete erdirmesi için, o insanın takva sahibi olması gerekir. Ve bizim hür olan irademiz ancak takvayı seçmekte geçerlidir. Müteaddit defa değindiğim gibi:

Takva: Allah'a karşı kendini sorumlu saymak duygusu ile başlar. Bir kimse, tüm kâinatın Allah tarafından yaratıldığını hisseder; kudretin aslını sezerse, takva başlamış olur. Bu duygu kalpden gelir. Sûre içinde geçen «Kalpleri hasta» tanımı bu hikmeti bildirir. Kalpdeki bu duygunun düşmanı gururdur. Bu yüzden sûre, Velid bin Mugıyre hikâyesini sergilemiştir.

Takvanın; sorumluluk duygusunun ikinci basamağı ise, Sûre-i Bakara'nın tarif ettiği: Namaz, infâk, gaybe îman'dır.

Allah hepimizi, insanın en asil duygusu takvadan ayırmasın...

Hiç yorum yok: