Bu Blogda Ara

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Besmelenin bilinmeyen sırları

bir mucizesini keşfeder ve hayretler içerisinde kalırız.Burada BESMELENİN hakkında ilginç bir bilgi vereceğiz.

1-BESMELENİN İLK HARFİ B HARFİDİR.

B HARFİ (2.HARF) 'NE DİKKATLE BAKARSANIZ ALTINDA BİR NOKTA VARDIR. BU NOKTA "ALLAHIN İSİMLERİ ALTINDAKİ İNSANI TARİF EDER YANİ bir nokta.

2-KURANIN İLK HARFİ "B" SON HARFİ "S" HARFİDİR (minel cinneti vennas)
bunlar beraber okunduğunda "BES" diye okunur anlamı "yeter" demektir. yani kuran başından sonuna kadar kıyamete dek tüm insanlara yeter.

3-Besmelede b harfinden sonra "ismun"kelimesi gelir. anlamı İSİMLER dir. bu da ALLAHIN 99 İSMİNİ ALLAHIN 99 İSMİNİN HEPSİNİ KAPSAR. YANİ BESMELE ÇEKEN TÜM İSİMLERİ ANMIŞ OLUR.


4-ALLAH İSMİ,Allah ismi Allahın özel adıdır. ALLAH'IN İSMİ KENDİ ARASINDA DA MUCİZEDİR.
EN SAĞDAKİ İLK HARFİ "ELİF"HARFİNİ KALDIRINCA:LİLLAH kalır. o da ALLAH İÇİN anlamına gelir.
İKİNCİ HARFİ KALDIRIN:LEHU KALIR o da ALLAH İÇİN anlamına gelir.


3.harfi kaldırınca,HU kalır o da ALLAH demektir.

5-ERRAHMAN,allahın esirgeme ve koruma anlamına gelir. bu ismin seçilmesi çok güzeldir.


6-ERRAHİM,AFFETMESİ BAĞIŞLAMASI ANLAMINA GELİR
rahman ve rahim isimlerinin seçilmesi çok güzeldir. onun yerine KAHHAR (KAHREDİCİ) CABBAR isimlerinin seçilmemesi de çok güzeldir.

KISACASI ALLAHIN KİTABININ SADECE İLK CÜMLESİ BİLE NE KADAR MUCİZEVİDİR.

10 Temmuz 2009 Cuma

TASAVVUFTA LETAİF DERSİ

Letaif ; Arabça 'Latife' kelimesinin çoğulu olup "Latifeler" anlamındadır. Latife insan vücuduna yerleştirilmiş manevi, nuranî cevherlere verilen isimdir.

Gizli, sırlı ve iç bünyede saklı cevherler olan Letâif, baş gözüyle görülmezler, ancak gördükleri vazifelerden varlıkları anlaşılır. İnsanın aslı bunlardır. Bu cevherler mümin-kafir her insanda mevcuttur. Kâmil mürşidler bu cevherleri ilim, tecrübe ve müşahede ile tanıyıp yerlerini ve görevlerini tespit etmişlerdir.

Latife, Kur'an-ı Kerim kaynaklı insanın psikospiritüel duyuüstü melekelerinden her biridir. Geleneksel Çin tıbbında akupunktur meridyenleri veya şakraları andırır.

Cenab-ı Hakk (c.c) insanı on asıl şeyden yaratmıştır. Beşi mahlukat alemi denilen hâlk alemindendir. Bunlar toprak, su, hava, ateş ve nefstir. Bunların başkanı ve hakimi nefstir.

Âlem-i emrden olan letâif, rûhani ve nûrani, âlem-i halktan olan letâif ise cismâni ve zulmânidir.

Bir mü’minin nefsi, yedi sıfatında terakki edebilmesi için vücûdunun müştemil bulunduğu letâif-i seb’a denilen letâifin de; zikir, fikir ve tefekkürle tasfiye ve terbiye görmesi lazımdır.

O yedi sıfat da: Kalp, Sır, Ruh, Hafi, Ahfa ve Nefs-i natıka ile tüm bedendir. İnsanı diğer canlılardan ayıran fark âlem-i emrden olan rûhâni ve nûrani letâif-i hamse (letaifden beş tanesi) kalb, ruh, sır, hafi, ahfa âlem-i emrdendir. His, hayal, yön ve mekanla sınırlanmayan, mesafe ve maddesi olmayan, Allah’ın ‘ol’ emri ve iradesinin tecelli etmesiyle yaratılan şeylerden oluşan Âlem-i emr(=emir alemi)'den olan letâif, rûhani ve nûranidir.

Nefs ile cesedin ihtiva ettiği anâsır-ı erbaa (=Dört Unsur) –ki ateş, hava, su ve toprak- da Ölçü ve hesap ile bilinebilen, gözle görülen ve incelenebilen cisimlerden oluşan âlem-i halktandır. Halk aleminden olan letâif cismâni ve zulmânidir.

Diğer beş unsur ise, asılları alem-i emirden olan insani kalb, ruh, sır, hafi ve ahfadır. Bunların başkanı ve hakimi kalptir.

Allah, kudreti ve hikmetiyle aşk yoluyla her iki alemin latifelerinin aralarını birleştirmiş ve kaynaştırmıştır. Öyle ki bunlar birbirinden ayrılmak istemezler. Bu aşktan dolayı hâlk aleminin latifeleri emir aleminin latifelerini hükmü altına almıştır.
Letaifin Vücudda Yerleşim Yerleri:



1. Kalb, sol memenin dört parmak altındadır. İlahi huzur ve tecelliyat mahâllidir.

2. Ruh, sağ memenin dört parmak altındadır. İlahi aşk ve muhabbet mahâllidir.

3. Sır, sol memenin iki parmak üstündedir. İlahi marifet mahâllidir.

4. Hafi, sağ memenin iki parmak üstündedir. ilahi tecelli ve nurlar içinde kaybolma mahallidir. Buna istiğrak denir.

5. Ahfa, göğüs kafesinin üst ucundan yani gırtlak çukurundan iki parmak kadar aşağıdır. İlâhî sır mahallidir. Gizli ilimler ve tecelliler merkezidir. Burada elde edilen duruma izmihlal denir.

6. Nefs-i natıka (külli) latifesinin yeri iki kaşın ortasıdır.

7. Nefs-i Külli ( Tüm Beden ) : Sultani Zikir Makamı.




Kalb bütün latifelerin merkezi olup "Ruh"un sarayıdır. Ruh kalbde egemen olunca, bedeni "Ruh"un emirlerine göre yönetir; ruh vasıtasıyla aldığı ilâhi feyiz ve terbiyeyi bedenin bütün işlerine yansıtır. Kalbde yakîn nûru parlamaya başlayınca dünya hayatı fâni ve değersiz görünür. Çünkü kalb, marifetullah nûrunun parlayacağı yegâne mahaldir ki, iman güneşi o burçtan doğar. Bütün ilâhi sırlar orada gizlidir. Kalbde o hakiki, lâhutî güneşin doğmasıyla bu yüksek tecellinin nurlu eserleri insanın bütün azalarında zâhir olur. O zaman kulluk vazifelerini; derin ve derûni bir zevk ve neş’e içinde seve seve îfa eder. Kalbin salahının cesede sirayetini Buhari’deki şu Hadis-i Şerif izah etmektedir: “Dikkat ediniz ki, insanın cesedinde bir et parçası vardır ki, o et parçası sâlih oldukça bütün vücuddaki âzalar sağlam olur. Eğer o fasid olursa bütün cesedi bozulur. O et parçası kalptir.”

Terbiye olmamış nefs, devamlı kötülüğü emreden sıfatıyla kalbi tamamen hükmü altına aldığı zaman, kalbden Allah için hiç bir hayırlı amel çıkmaz. Bu durumda ruh da, nefsin arzularına bağımlı hâle gelir. Artık kalb ve ruh asli vazifelerinden uzaklaşmış ve ölmüşçesine gaflete düşmüş olurlar. Bu hâl kalbin perdelenmesi ve günahlarla kararmasıdır.

İnsanın bu durumdan kurtulması için çok ciddi bir tedaviye ihtiyacı vardır. Bu tedavinin en güzel ve en kolay yolu bir mürşid-i kâmilin elinden tövbe alıp, kendisine intisap edip manevi terbiyeden geçmektir.

Mürşid-i kâmil, kendisine intisap eden müride önce güzel bir tövbe yaptırır. Sonra zikir telkin eder. Letaifleri hakiki vazifelerine döndürmek gevşemeyi gidermek için onların zikir nurları ile aydınlanması, temizlenmesi ve beslenmesi gerekir.
ZİKİR VE LETAİF

Zikrin nuru ilk olarak kalbe, sonraları diğer letaife sirayet eder. Zikre devam edildiğinde kalpten Allah’ın sevmediği ve razı olmadığı düşünceler silinip gider. Zikir kalbe iyice yerleşince her hâlde zikretme hâline geçer, böylece gaflet yok olur. Zikir sayesinde insanın sıfatları değişir, insanda Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu ahlak ve sıfatlar oluşur.

Vücuttaki su unsurunun nefsin kötü sıfatlarından birisi olan nifak özelliği ile irtibatlıdır. Suda, bulunduğu kabın şeklini ve rengini alma özelliği ve bulunduğu şartlara göre değişme sıfatı vardır. Bu sıfat, insana münafıklık olarak yansır ve iki yüzlülük meydana gelir. Ancak bu sıfat, mürşid-i kâmilin terbiye, himmet ve tasarrufu ile alçakgönüllü olmaya dönüşür. Kalbden nifak ve yalancılık gider, yerini samimiyet ve mertlik alır.

Ateş unsurundan kaynaklanan zulüm ve hiddet sıfatı, İslam’ın emir ve hükümleri karşısında gayret, ince davranma ve rahmani taraftarlığa dönüşür.

Hava unsurundan ileri gelen kibir ve üstünlük taslama sıfat, izzet, vakar ve heybete dönüşür.

Toprak unsurundan kaynaklanan tembellik, uyuşukluk gibi durumlar, sabır ve itidal sıfatına dönüşür.
__________________
Letaif Zikri

Nakşbendî tarikatında silsileyle gelen zikir hafî (gizli-sessiz) zikir, yani kalb ile yapılan zikirdir. Bu da Zat ismi olan ism-i Celâli "Allah" "Allah" diye kalble zikretmektir.

Hadîka'da der ki: "Zikrin birçok âdabı vardır. Fakat biz onların en önemli olanlarını ve mürid için herhalde lâzım olanları söyleyeceğiz: "Önce beden temizliği geliyor. Allah'ın emrettiği şekilde temizlen. Sonra kalbini heva, hırs, şehvetlere düşkünlük ve mâsivâya eğilim göstermekten istiğfar ile temizle. Sonra güzelce abdest al, halvethanene gir. İki rek'at abdest-şükür namazı kıl. Dua et ve namaz kılarken yaptığın gibi kıbleye doğru otur. Dilinle istiğfar ederken kalbin de istiğfar etsin. (Verilen sayı kadar).

Sonra alabildiğine bir mahviyet, inkisar ve huşu ile kusurlarını ve günahlarını hatırla. Sonra çok yakında muhakkak gelecek olan ölümünü gözün önüne getir. Şu anda alıp verdiğin nefeslerini dünya hayatındaki son nefeslerin olarak kabul et. Kabre yalnız başına konulduğunu ve orada bırakılıp gidildiğini bütün safhalarıyla düşün.

Sonra bir defa Fatiha-i şerifeyi ve üç defa İhlâs-ı şerifi okuyup sevabını Hazret-i Nakşbend kuddise sirruh'un rûhâniyetine hediye et. Sonra mürşid-i kâmilin simasını kendi nâsiyene bağlı olarak düşün. Gözlerini kapa, dilini damağına yapıştır, dişlerini dişlerine , dudaklarını dudaklarına yapıştır. Nefesini kendi haline bırak. Sol memenin altında bir et parçası olan kalbine yönel. Zikrinin mânâsını derinden derine düşünerek Hak Teâlâ hazretlerinin Zât ismini zikret. Zikrin başlangıcında kalb diliyle zikreder.

Eğer bir ihtiyaç için konuşmaya mecbur olursan zikrini kesmeden birkaç kelime konuş ve devam et. Hiçbir an kesilmemesi gereken bu zikre Nakşbendî büyükleri "vukûf-i kalbi" derler. Eğer bu layıkıyla yapılırsa kalb zikrettiğini müşahede ederek rüsuh peyda eder."
KALB ZİKRİ

Zikir dersi isteyen müride ilk olarak kalp zikri verilir. Kalbin üzerinde Lafza-i Celal (Allah)

Mürid, abdestli olarak kıbleye karşı adab üzere oturur. Zikre başlarken, günahların kalbi sardığı, bu hâlle gerçek zikrin çekilemeyeceği, ilahi yardıma muhtaç olduğunu düşünerek 25 defa estağfirullah der. Peşinden Fatiha okuyup bağışlar.

Kalbin uyanması, toplanması ve zikre hazırlanması için biraz (beş dakika kadar veya daha kısa) mürşid rabıtası yapar, mürşidden manevi destek ve feyz bekler. Sonra, sağ elindeki tespihini elinin başparmağı ile orta parmağını birleştirip sol memenin dört parmak aşağısındaki insani kalbinin üzerine kor. Dilini damağına yapıştırıp şehadet parmağı ile tespihi çevirirken kalbiyle "Allah", "Allah" ,"Allah" ... diye zikreder.

Yüzlük tespihi sonuna kadar çevirince, diliyle kendi duyacağı bir sesle: “ilahi ente maksûdî ve rızâke matlubî” der. Bunun anlamı şudur: ‘Allahım! Benim maksadım sensin, aradığım ise senin rızandır.’ Bu duayı her yüz zikirden sonra söyler. Bunu söylerken, aynı anda bu sözünde sadık olmadığını, nefsinin yalancı olduğunu düşünür. Tekrar azimle zikrine devam eder.

Virdin sonunda, "dersimi hakkıyla yapamadım" diye üzülür, Allah’ın rahmetine güvenir, zikir esnasındaki kusurları için 25 defa estağfirullah der ve gözlerini açar.

Vird esnasında rabıta yapılmaz, bu tehlikelidir. Virdde kalb sadece zikre bağlanır; alemlerin Rabbini zikrettiğini düşünür, bütün dikkatini kalbindeki zikirde toplar.

Kalb zikrinin sayısı ancak salikin mürşidi tarafından arttırılabilir. Alınan bir zikrin vücuda yerleşmesi ve vücudun zikre alışması için en az kırk günden dört aya kadar çekilmesi güzel olur. Ancak özel durumlar ve gelişmeler olursa bu süreden önce de mürşide veya vekiline danışılır. Bundan sonra gerekirse salikin mürşidi tarafından zikrin sayısı arttırılır.

Kalb zikrinden sonrası diğer Letâif virdlerine geçer ve bu geçiş zamanını mürşid belirler.

Sonra zikrini Ruh'a nakleder. Latîfe-i ruh, göğüste sağ memenin altındadır.

Sonra zikrini Sırr'a nakleder. Latîfe-i sırr, göğüsün sol tarafındadır.

Sonra Hafî'ye nakleder. Latîfe-i hafî, göğüsün sağ tarafındadır.

Sonra Ahfâ'ya nakleder. Latîfe-i ahfâ, göğüsün tam ortasındadır.

Muhammed Ma'sum kuddise sirruh hazretleri el yazısıyla şunları yazmıştır: "Bu letâiflerin nurlarına gelince: Latîfe-i kalbin nuru sarı, Latîfe-i ruhun nuru kırmızı, Latîfe-i sırrın nuru beyaz, Latîfe-i hafînin nuru siyah, Latîfe-i ahfânın nuru yeşildir.


Bu beş letaif (letâif-i hamse), Cenab-ı Hakk'ın "kün" yani "ol" emriyle yarattığı âlem-i emirdendir ki maddeden yaratılmamıştır. Cenab-ı Hak, bunları maddeden yarattığı halk âleminin beş latifesiyle terkib etmiştir.

Sonra zikrini beyindeki nefs-i natıkaya nakleder. Sonraki letaif de nefs-i natıka ve bağlı olduğu maddi bedendeki dört unsur olan toprak, su, hava, ateşdir. Bu dört unsurun tümü nefs-i natıkada dürülüdür.

SULTANİ ZİKİR: Bu yerlerden her birisi, yukarıda zikredilen tertib üzere zikir mahallidir. Zikir, latife-i nefs-i natıkada yerleşince latîfe-i cesede intikal eder. Bu da zikri, bedenin tamamıyla yapmaktır. Artık o hale gelir ki bedenindeki bütün zerreleriyle zikreder. Zikretmeyen hiçbir uzvu kalmaz. Bundan sonra sultân-ı zikr, yani zikrin bütün varlığına hakim olması gerçekleşir. İnsanın her tarafında artık zikrullah hakimdir. Bundan sonra çevresindeki herşeyin de Allah'ı zikrettiğini müşahede eder ve varlıkların zikirlerini duyar: "Kâinatta hiçbir şey yoktur ki O'nu hamdiyle tesbih etmesin" (İsrâ suresi/44) hakikatini anlar.

Mürid Hazret-i Rasulullah'ın (s.a.v.) : "Sanki sen O'nu görüyormuşsun gibi ibadet et" emrine bundan sonra lâyıkıyla riayet etmeğe başlar. Buna sabırla ve dikkatle devam eder.
zikri çekilir. Bu zikrin sayısı mürşid tarafından bildirilir. Bu sayının altına düşülmez; üzerine de çıkılmamalıdır. Hafi zikrin nasıl çekileceğini bizzat mürşid veya görevlendirdiği vekili tarif eder. Bu zikir şu şekilde yapılır:

6 Temmuz 2009 Pazartesi

AYIN İKİYE AYRILMASI

DERİN VE UZUN KANAL: "HADLEY RİLLE"

Ay yüzeyinde, uzun dar vadilere, Rille125 km uzunluğunda, 400 m derinliğinde ve en geniş noktada, 1500 m genişliğe sahip Hadley Rille�yi, ziyaret etmeden önce, bir tartışma sözkonusu idi. Bazı bilim adamları, bunların nehir yatağı olduğunu ve belirli bir zamanda, buradan suların aktığını, diğer bir grup ise, bunların, lav akışından oluşmuş kanallar olduğunu, iddia etmekteydi. Bugün için, bu kanalların, magmatik denmektedir. Apollo 15 misyonu, bunlardan biri olan olduğu sanılmaktadır.

Diğer taraftan, bazı İslam bilginleri, bu uzun(125 km) ve oldukça da derin(400 m) olan Hadley Rille kanalını, Peygamberimiz Muhammed(a.s.)'ın, Ay'ı, bir mucize olarak ikiye ayırmasının, bir işareti olarak görmektedirler. Bilindiği gibi Kur'an da da; Ay'ın, "kıyametalameti" olmak üzere yarıldığı ifade edilmektedir:

"Saat(Kıyamet) yaklaştı ve Ay yarıldı."

[KAMER(54)/1]
AYIN İKİYE AYRILMASI


(Insikaku'l-Kamer) Yarilmak, parçalanmak ve bölünmek anlamina gelen "insikak" kelimesiyle ay, hilâl anlamina gelen "kamer" kelimelerinden meydana gelmis olup, terkip olarak "ayin ikiye bölünmesi, parçalanmasi" demektir.

Insikak-i Kamer; ayin ikiye bölünmesi, peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'in mucizelerinden biridir. Kur'an-i Kerîm ve hadîs-i serifle sabittir. Buhârî ve Müslim'in rivayet ettigine göre hâdiseye bizzat sahit olan Abdullah b. Mes'ud söyle nakleder:

"Ay, Hz. Peygamber'in zamaninda iki parçaya ayrildi. Bir parçasi dagin bir tarafinda, diger parçasi dagin diger tarafinda idi. Hz. Peygamber bize sahit olunuz." dedi. (Buhârî, Tefsir, Sûretu'l-Kamer, 1; Müslim, Kiyame, 44). "Kiyamet saat(i) yaklasti, ay yarildi. Bir mucize görseler hemen yüz çevirirler ve "süregelen bir büyüdür" derler. " (el-Kamer, 54/12).Sahabenin ileri gelenlerinden Hz. Ali, ibn Mes'ûd, ibn Abbâs, Huzeyfe, Enes, Cübeyr ibn Mut'im, ibn Ömer gibi zatlarin bildirdigine göre; Peygamberimiz (s.a.s.) müşriklerin istekleri üzerine Mina'da ay yarilma mucizesi göstermis ve bu vakayi görenlere "sahit olunuz" deyip onlari tanik tutmustur. Hâdisenin meydana gelisi ayet ve sahih hadisle sabit olup inkâri mümkün degildir. Ebu Nuaym el-isfahanî'nin ibn Abbâs ve ibn Mes'ud'tan bildirdiklerine göre olay söyle meydana gelmistir: Müsriklerden Velid b. Mugîre, Ebu Cehl, Âs b. Hisam, Esved b. Abd-i Yagus, Esved b. Muttalib, Zem'a b. Esved, Nadr b. Hâris ve daha bir çoklari toplanarak Peygamberimiz'e, "Eger, sen gerçekten peygambersen, bize yarisi Ebu Kubeys dagi, yarisi da Kuaykian dagi üzerinde görülmek üzere, Ay'i ikiye ayir." dediler. Peygamberimiz onlara; "Eger, bunu yaparsam, iman eder misiniz?" dedi. "Evet iman ederiz" dediler. Ay'in, bedir oldugu, iyice göründügü ondördüncü gecesiydi. Peygamberimiz, müsriklerin istedikleri seyin olmasini Yüce Allah'tan diledi. Allah da, o gece ayin yarisini Ebu Kubeys dagi, yarisini da, Kuaykian dagi üzerinde dogdurunca, Peygamberimiz: "Ey Ebu Seleme b. Abdu'l-Esed Erkam b. Ebi'l-Erkam! sahit olunuz! sahit olunuz!" diyerek seslendi. ibn Mes'ud'a göre, Kureys müsrikleri bu mucizeyi görünce (peygamberimizi kastederek) "Bu da Ebu Kebse'nin oglunun bir sihridir." dediler. içlerinden Ebu Cehil ise "Gelecek yolcularinizi gözetin. Muhammed, sizi büyülemege güç yetirse bile bütün halki, bütün yeryüzünü de büyüleyebilecek degil ya! Onlara bir sorun bakalim. Onlar da sizin gördügünüz seyi görmüsler mi?" dedi. Gelenlerden sordular. Müsrikler bu mucizeyi inanmak için degil, islâm davasina engel olabilecek bir sey gözüyle baktiklari için, hâdiseyi gördükleri halde inanmadilar, "Süregelen bir büyüdür" dediler.

"Insikak-i Kamer mucizesi, bütün peygamberlere verilen ayetlerden hiçbiri kendisine kiyas olunamayacak derecede büyüktür. Çünkü bu mucize, gökyüzü cisimleri içinde parlak bir surette göze çarpan bir küre üzerinde izhar buyurulmustur. Bunun için insan üzerinde tesiri büyüktür ve en açik bir burhandir."

Kur'an-i Kerîm bu hâdiseyi, Kiyametin yaklastiginin büyük alâmeti olarak saymistir. Tirmizî'nin bir rivayetinde hâdisenin hem meydana geldigi zamani, hem de yeri ve keyfiyeti tayin edilerek Abdullah ibn Mes'ud demistir ki: "Biz bir kere Resulullah ile Mina'da idik. Ay iki parçaya bölündü. Bir bölügü dagin arkasinda, öbür bölügü de berisinde idi. Bunun üzerine Resulullah: sahit olunuz! Kiyamet yaklasti, yarildi kamer, buyurdu. Bir baska rivayette, Hira Dagi'ni ayin iki bölügün arasinda gördükleri ziyadesi vardir. (Tirmizî, Tefsir Sureti'l-Kamer, 1, 3, 5; ibn Hanbel, I, 456-465). Konu ile ilgili rivayetler; bu büyük mucizenin su safhalarini belirtmektedir: Mucize, müsriklerin istegi üzerine, Mekke'de, Peygamberimiz'in hayatinda kendi tarafindan, bir defa vuku buldugu ayin ikiye bölündügü ve parçalarinin dagin iki tarafina ayrildigi görülmüstür. Birbirini destekleyen bu rivayetlerin disindaki rivayet ve mütalâalar zayiftir. Bu çürük görüslerden biri de, bu mucizenin Peygamber zamaninda meydana gelmedigi, bunun Kiyamet alâmetlerinden birisi olarak ileride meydana gelecegi iddiasidir. Nesefi gibi bazi müfessirler Hasan-i Basrî'ye nisbet ederek bu iddiayi ileri sürmüslerdir. Ayette geçen "yarildi" fiilini geçmis zaman olarak degil, "yarilacak" seklinde gelecek zaman olarak düsünmüslerdir. Bu durumda "Ay, Kiyamet günü bölünecek" demek olur. Konu ile ilgili Kamer suresinin ikinci ayeti, yukarda iddia edilen manaya uygun düsmemektedir. Bu iddianin kendilerine nisbet edilen Hasan-i Basrî ve Ata ibn Ebi Rebah'in (ki bu iki zat Tabiînden, yani sahabeyi görenlerdendir) bu görüsleri hakkinda merhum Elmalili Hamdi Yazir, tefsirinde söyle diyor: "Bu iki Tabiî imami, ayette ve hadiste meshur olan geçmisteki ay'in yarilmasini inkâr etmis degil, ayetin isaret ettigi diger bir manayi tefsir etmisler ve Insikak-i Kamer mucizesinden, ileride ay'i büsbütün yarilip kiyametin kopacagi manasini anlamanin geregine isaret etmislerdir.

Insikak-i Kamer mucizesinin aklen mümkün olup olmamasi konusunda filozoflar ve kelâmcilar arasinda münakasalar olmustur. Eski filozoflara göre, gök ve gök cisimlerinin bölünüp sonra birbirine eklenmeleri mümkün degildir. Bu nedenle sakk-i Kamer mucizesi de aklen mümkün degildir. Kelâmcilar da bunlara gereken cevabi vermislerdir. Günesin ve küremizin de içinde bulundugu günes manzumesinin, kendisinden daha büyük cisimlerden ayrilarak meydana geldigini kabul eden yeni astronomi nazariyeleri, Ay'in ikiye ayrilma mucizesini kabul etmeye daha müsaittirler.

Mucize, muhatabi acze düsüren fevkalâde bir olaydir. Bu münasebetle mucizelerin akla uygun olup olmamasi münakasa konusu olamaz. Ay'in yarilmasi mucizesini akla kabul ettirebilmek için bir baska görüs ileri atilmistir: "Ay hakikatte iki parçaya bölünmemistir; Ama ona bakanlarin nazarinda öyle görülmüstür; ' Bu tezi açikça müdafaa eden sah Veliyullah Dehlevî'dir. Bu görüsün temeli de Enes b. Mâlik'in, "Mekke müsrikleri Peygamber'den bir ayet göstermesini istediler de Resulullah onlara ay'i iki parça gösterdi." seklinde rivayet ettigi hadistir. Mekkelilerin ay'i iki parçaya bölünmüs gördükleri muhakkak olmakla beraber gerçekte ay ikiye bölündü mü, yoksa Mekkelilere öyle mi gösterildi? Bu tür düsünce, mucizenin meydana gelmesini akla uygun göstermek isterken onu müsriklerin iddia ettikleri bir sihir mertebesine indirmek olur. (Tecrid-i Sarih, 1483). Mucizeyi akla uygun göstermeye çalismak, onu alelâde bir olay durumuna düsürmektir ki bu durumda hâdise, mucize olmaktan çikar. Ve akil, tabiat üstü olan olaylarin mahiyetini idraktan acizdir. Akli bunu idrake zorlamak, birçok tehlikeler dogurur.

Beyhakî'nin ibn Mes'ud'dan yaptigi bir rivayette: "Peygamber çikmazdan (Medine'ye hicretten) evvel Mekke'de iken Kamer'in iki kerre sakk oldugunu gördüm" diyor. (Ayrica bk. Ahmed b. Hanbel, III, 165). Hâfiz Ebu'l Fadl Irakî bu hadîse dayanarak Kamer'in ayrilmasinin iki kerre oldugunu söyler. Hafiz ibn Hacer de bu konuda: "Peygamber'in zamaninda insikakin iki kerre vukuunu kabul eden bir hadis âlimi bilmiyorum." diyor. ibn Kayyim el-Cevziyye de olayin bir kerre meydana geldigini söylemektedir. Insikak-i Kamer hadisesi iki degil, birdir. Ancak bu insikak esnasinda Ay simsek çakar gibi süratle iki kerre ayrilip kapanmistir. Ve iki ayrilis esnasinda da Ebu Kubeys veya Hira Dagi aradan görünmüstür.

5 Temmuz 2009 Pazar

AHİR ZAMAN KAOSU!

nOT: MAUSE yardımıyla yazı üzerinden geçerek okuyun.

FİHİBİSMİLLAHİ



Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlar ve adaleti emreden insanları öldürenler (yok mu), onlara acı bir azabı haber ver! (Ali İmran Suresi 21. Ayet)

AHİRZAMAN

İSLAMDAN UZAKLAŞMA…

BENCİLLİK…

BEREKETSİZLİK…

İŞSİZLİK…

KITLIK…

BULAŞICI HASTALIKLAR…

EBTER TOHUMLAR…

FELAKETLER…

ŞİDDETLİ SAVAŞLAR…

DECCALİN CENNETİ/SEFEHAT TUTKUSU…

Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyor ki;

İbni Mâce’nin rivayet ettiği hadiste Ziyad bin Lebid (ra) şöyle demiştir:

Peygamberimiz (sav) bir takım korkunç olayları anlattı ve:

“ o korkunç olaylar, din ilmi giderek eseri belirsiz olduğu zaman vukua gelir.” Buyurdu.

Ben:

- "Ya Resulullah din ilmi nasıl gidermiş? Bizler Kur-anı okuyoruz, çocuklarımıza okutuyoruz, kıyamet gününe kadarda okutmaya devam edecekler" dedim; bunun üzerine Resulullah (sav);

ya ziyad muhakkak ki ben seni alim sanırdım, bu Yahudiler ve Hristiyanlar Tevrat ve İncili okuyup onunla amel etmezler. Onlara fayda sağlamaz.” İbni Mace c. 2/1344

Yani Peygamber efendimiz (sav) sizde ahir zamanda Kur'an-ı okuyup onunla amel etmeyeceksiniz. Günümüzde durum aynen öyle değil mi?

İslam alemi cemaat cemaat ayrılmış her cemaatten ayrı ayrı fikirler oluşmuş. Bu cemaatlerin hali ya diğer Müslüman geçinenler?

Kur’an-ı duvarda asılı tutuyorlar, Peygamber efendimizi yeterince tanımıyorlar, Deccal’in cennetinde avunmaya çalışıyorlar. Lüks hayat peşinde, futbol peşinde, magazin tv. lerin içinde, eğlence , oyun, müzik ve daha birçok geçici hayal. Şunu unutmayın ki Resulullah Efendimizin (sav) buyurduğu korkunç olaylar başlamıştır.

Sizlerden magazin basını bu olayları gizliyor. Sizlerde çevrenizde olup bitenleri araştırıp görmüyorsunuz. Bu gün felaketler komşu ülkelerde yakında bizim ülkemizde…

Siyonist kıskaç daralıyor..

Deccal görevine çoktan başladı..

Yukarıdaki haritada İsrail’in abisi Amerikanın İslam ülkelerindeki askeri üslerinin nasıl yerleştirildiğini gösteriyor bu hazırlıklar ne için acaba hiç düşündünüz mü?

Şimdi Afrika’dan başlayıp İslam alemine bir bakalım!

Afrika’daki Müslümanlar 1800’lü yıllarda acıyla tanıştılar. Ne kadar Müslüman kabile halkı varsa tamamı misyoner papazlar tarafından köle olarak Amerika kıtasına satıldılar. Yıllarca köle olarak yaşadılar, Afrika’da kalanların ellerindeki maden zenginlikleri alındı, tarım yok edildi ve açlığa mahkum edildiler!!


Şimdine acıdır ki inek dışkısı dahi onlar için zor…


Bu görüntüler size ilahi bir ikazdır.

Doğu Afrika ülkeleri de bugün korkunç bir iç savaşın içindedir. Ve onların bu hallerini birileri ellerini ovuşturarak seyrediyor. Aynı olaylar diğer İslam ülkeler için de hazırlandı..

Arap ülkeleri şimdilik Amerika’ya Petrolunu peşkeş çekerek ayakta duruyor.

İran kuşatma altında…

Irak artık ölü bir devlet..

Suriye her an vurulma korkusu içinde…

Afganistan savaş, kıtlık ve açlığın pençesinde..

Irakta zulüm..



Yukarıdaki resim Afganistan’dan….

Pakistan’da iç savaş sürüyor, günde yüzlerce ölü ve kıtlık olayları…

Ve ahir zaman savaşları büyüyor.. Yangın her yeri saracak 2011 -2012-2013-2014…

Şiddetli savaşlar..

Siyonların İslamı ve Müslümanları bitirme savaşları..

Buğday bazı ellerde stok ediliyor..

Kıtlık yayılıyor..

İşşizlik….

Hastalıklar..

Kaos..

Hercümerc..

Armegeddon…


Mehdinin İslam adına ufak bir yenilgiden sonra muzafferiyeti…



Peygamber efendimizin sancağı,

Ukab…

Artık bu sancağın altında birleşmenin zamanı…

El ele…

Gönül gönüle…

Allah’a itaat-la..

Peygamberimizi (sav) severek…

Ülkemizi ve birleşecek ülkelerimizi severek…

O gelecek acı günleri mutluluğa çevirmek için…

Dualarınızda bizleride unutmayın. Hepimiz Hz. Peygamber Efendimiz(sav)'in hizmetkarıyız Biiznillah!

CAFER İSKENDEROĞLU

3 Temmuz 2009 Cuma

KUR'AN VE GÖKLERDE BİLİNÇLİ YAŞAM

Allah kuranda gökyüzünden bahsederken birçok anlamda kullanır. Kimi zaman kendi katından bahseder, kimi zaman yağmurun konusunu işlerken kullanır. Bunlardan başka bazı ayetlerde gökyüzü ve yeryüzü arasındakilerden söz eder. Yeryüzünde insanlardan bahsederken birde cinlerin olduğunu hatta bu Kitabın onlara da indirildiğini açıklar. Bakın cinler ile ilgili birkaç ayet örneği verelim ki gökyüzü ve yeryüzü arasındakiler sözünden cinler âlemi anlaşılmasın.

Enam 130: Ey cinler ve insanlar topluluğu! İçinizden, size ayetlerimi anlatan ve şu gününüzle yüz yüze geleceğiniz hususunda sizi uyaran resuller gelmedi mi? "Kendi aleyhimize tanıklık ettik." dediler. İğreti hayat onları aldattı da küfre saptıklarına ilişkin, öz benlikleri aleyhinde tanıklık ettiler.

İsra 88: De ki: "Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kuran'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya toplansalar, birbirlerine de destek olsalar, onun bir benzerini yine de ortaya getiremezler.

Şimdi Rabbin konumuzla ilgili bence çok önemli olan ayetini hatırlatmak istiyorum önce.

(Rum 8: Kendi benliklerinin içinde olup bitenleri de mi düşünmediler! Allah gökleri, yeri ve bu ikisi arasındakileri ancak hak üzere ve belirlenmiş bir süreye bağlı olarak yaratmıştır. Şu da bir gerçek ki, insanlardan çokları Rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr ediyorlar.)

Şura 29: gökleri ve yeri ve bu ikisi içinde yaydığı canlıları yaratması da O'nun ayetlerindendir. O, dilediği zamanda onları bir araya getirmeye kadirdir.

Önce bu ayete bakalım Rahman gökleri ve yeri yarattığını söyledikten sonra dikkat çeken bilgi düşünmeye değer. Bu ikisi arasındakileri belirlenmiş bir süreye kadar yarattığını söylüyor. Eğer yalnız yer küre üzerinde yaratmış olsaydı ikisi arasındakileri sözcüğünü kullanır mıydı dersiniz? Şimdi şöyle diyebilirsiniz yeryüzü gökyüzü diye ayırmamış ikisi arasında kuşlar ya da diğer canlılar vardır ondan bahsediyor olabilir diyebilirsiniz. Ama ayetin sonunda ne diyor o dilediği zaman onları bir araya getirmeye kadirdir. Demek ki bir başka toplum var ve onları bir gün bir araya getirecek ama ne zaman? Mahşer gününde mi? Yoksa belirlediği bir günde ve gerektiği zaman mı? Doğrusu bu sorunun cevabını bulmak çok zor, ancak bekleyip göreceğiz. Dikkat ederseniz yaşadığımız Dünya dışından hiçbir açıklama yok, detay yok. Büyük bir gizlilik söz konusu. Zaten gökyüzünün ve yeryüzünün sırları yalnız bendedir diyor Rabbim birçok ayetinde. Allah açıklamıyorsa vardır bir sebebi. Şu ayete bakalım şimdide.

(Zümer 68: Sura üflenmiştir; Allah'ın dilediği kimseler dışında göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yere yıkılmıştır. Sonra sura bir daha üflenmiştir. İşte hepsi ayağa kalkmış bakıyorlar.)

Şimdide bu ayeti düşünelim göklerden bahsederken Allah hem kendi katından bahsediyor hem de yeryüzü ile arasındakilerden bahsediyor demiştik. Gökte ve yerde kim varsa dikkat edin Sura üflendiğinde yani Mahşer günü herkes çarpılıp yere yıkılacak yani ölecek, daha sonrada dirilecektir diyor. Şimdi burada gökyüzündekilerden bahsederken bazı arkadaşlarımız yine gökyüzünde ki insan dışındaki canlılardır onlar diyebilir. Ama hatırlayalım mahşerde dirilecek ve hesap sorulacaklar konusunda hatırlarsınız Allah şuurlular dirilecek diyordu. Yani akıl ve irade verilenler. Demek ki gökyüzünde öyle varlıklar var ki onlarda şuurlu ve aklını kullanabiliyor. Ayete bakalım. ( Hac sur. 7: Ve saat mutlaka gelecektir. Kuşku yok onda. Ve Allah kabirlerdeki(insanları) şuurlu varlıkları diriltecektir) Şimdide şu ayete bakalım. ( Aliimran 83:Hala Allah’ın dininden gayrısını mı arıyorlar? Oysaki göklerdeki ( lerin hepsi) şuurlular da, yerdekiler de ister istemez O’na teslim olmuşlardır ve yalnız O’na döndürüleceklerdir.) Bu ayet bana göre iyi bir açıklama yapıyor. Yeryüzünde ki hesap verecek her insan, (şuurlular) ayrıca yine özgür ve akıllı olan gökyüzündeki yaratılanlar (şuurlular) diyerek güzel bir açıklama yapmış. Biliyorum şimdide gökyüzündeki şuurlular yaratılanlar meleklerdir diyeni duyuyor gibiyim. Ama onlar zaten Rabbin huzurunda sura üflendiğinde mahşer günü onlara hiçbir şey olmayacak, ona dönecekler sözünden başka bir toplumun olduğu çıkıyor ortaya. Şimdide bu sorunun cevabını arayalım şanı yüce Rehberden.

(Nahl 49: Göklerdeki ve yerdeki canlı şeyler de melekler de yalnız Allah'a secde ederler ve hiç de büyüklük taslamazlar.) Bakın Yüceler yücesi Rabbim nasıl bu soruya da cevap veriyor. Demek ki göklerde ve yerde bir canlı toplum var hepside Allah a secde ediyor. Bazı ayetlerde ağaçların bile secde ettiği belirtilir ama onların mahşerde bir araya getirilip hesap vereceği söylenmez, çünkü hesabı yalnız şuurlu varlıklar ( düşünen aklını kullananlar) verecektir. Ayette ayrıca meleklerden söz ederek gökyüzündeki canlıların meleklerden başka, şuurlu canlılar olduğunu çok güzel açıklıyor. Şimdide göklerin ve yerin orasında bir yaşam olduğunu anlatan şu ayete dikkatlice bakmanızı rica ediyorum, sizce gök ve yer arasında bir akıllı, şuurlu toplumun olduğunu söylemiyor mu?

(Nebe 37: Göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir O! Rahman'dır. O'nun huzurunda söze cüret edemezler.)

Şimdide bu ayet üzerinde düşünelim ve ikisi arasındaki sözünden yine kuşlar ve buna benzer hayvanlar olduğunu söylüyor diyenlere cevap verelim. Eğer gökyüzü ve yeryüzü arasındakilerin rabbidir sözünden uçan hayvanlar anlatılıyor olsaydı, Allahın huzuruna mahşer günü çıkacak, konuşacak ya da hesap vereceklerin hayvanlar olmayacağını yalnız şuurlu yaratıkların olacağını Rabbim söylemezdi. Dikkat ederseniz sura üflendiğinde yani hesap günü geldiğinde yalnız insanların kalkacağını belirtiyordu hatırlarsanız Rabbim ayetinde. Demek ki buradan da yer ve gök arasında meleklerin haricinde yine hesap verecek canlılar varmış. Yoksa aklı olmayan hiçbir canlı için Allah, huzurunda söze cüret edemez kelimesini kullanmazdı.

Şimdide şu ayete lütfen dikkat ediniz.( Ahkaf 3: Gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri hak olarak ve belirlenmiş bir süre için yarattık biz. Küfre batanlarsa uyarılmış oldukları şeyden yüz çevirmektedirler.)( Şuara 24: Dedi: "göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbi. Eğer iyice anlayıp inanıyorsanız.) Demek ki Rabbim gök, yer ve arasında yarattıklarını hak olarak belirli bir süre için yarattığını belirtiyor.

Şimdi yazacağım ayete dikkat ediniz bakın göktekilerin nasıl Allah a döneceğini söylüyor. (Meryem 93: Göklerde ve yerde bulunan herkes, Rahman'a kul olarak gelecektir.) Ayetin devamını okuduğunuzda herkesin tek tek hesap vermeye geleceğini söylüyor. Demek ki gökyüzünde tıpkı biz insanlar gibi Allahın kulları var, ama nasıl kulları işte o açıklanmayan büyük bir sır. Yani gökyüzünde ve yeryüzünde herkes hesap verecektir diyor Allah huzurunda. Yine çok düşündürücü bir ayet daha. (Enbiya 16: Biz, gökleri de yeri de bunlar arasındakileri de eğlenip eğlendirelim diye yaratmadık.)( Sad 27: Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline.) Demek ki ikisi arasındakileri inkâr edenler için mi söylenmiş bu ayet dersiniz? Doğrusu yorum sizlerin.

Şimdide yazacağım ayeti düşünelim sura üflendiğinde huzura gelecekler olarak gökteki kimler olabilir dersiniz?

(Neml 87: Sûra üfürüleceği gün, Allah'ın dilediği dışında herkes, göklerdekiler, yerdekiler dehşet içinde kalacaktır. Hepsi boynunu bükmüş bir halde O'nun huzuruna gelir.) Mahşer günü hesap için, dikkat edin göklerdekiler ve yerdekiler diye açıklık getiriyor. Doğrusu o kadar düşündürücü ayetler var ki. (Yunus 6: Şu bir gerçek ki, geceyle gündüzün birbiri ardınca değişip durmasında, Allah'ın göklerde ve yerde vücut verdiği şeylerde, sakınan bir topluluk için sayısız ayetler vardır.)

Son olarak sizlere bir ayet daha hatırlatmak istiyorum, bakın yeryüzünde yaşayan insan ve cinlere Yüceler Yücesi Rabbim nasıl meydan okurcasına sesleniyor.

(Rahman 33: Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin bucaklarından/köşelerinden geçip gitmeye gücünüz yeterse, hadi geçin gidin. Bilgi ve güç dışında bir şeyle geçip gidemezsiniz.)

Doğrusu bu ayet sanırım çok şeyler anlatıyor bizlere ve Kurandan anlamaya çalıştığım bir başka âlemin ipuçlarını veren Allah, iki toplumunda dikkatini çekerek sırrının yalnız kendisinde olduğunu kesin bir hatla çizdiği sözleriyle, hadi gücünüz yetiyorsa göklerin ve yerin gizemini, yerleştirdiğim bir başka âlemi bulunda benden kaçabilecek misiniz görelim dercesine, ibretle bizleri uyarıyor düşüncesindeyim. Cin ve insan âleminin hiçbir bilgisi ve teknolojisi benim sırrımı çözemez ve benden asla kaçamazsınız diyor sanırım. İnsanların ve cinlerin de bir yere kadar bilgi ve güç sahibi olduğunu sizce rabbim ikaz edercesine anlatmıyor mu?

NOT:Kişisel yorum yazısıdır.

YUSUF suresinin sırrı

modern araç ve gereçlerin olmadığı çağlarda, DÜNYANIN GÖZÜNÜ BAĞLAYAN- KULAĞINA KAR SUYU KAÇIRAN SİYONİST İLLÜZYONİSTLERİN bir türlü tahrif edemediği, Kur'an-ı Kerim in 1400 sene evvel ki mucizeleri bilim adamlarının akıllarını durduruyor.

Güneş sisteminde olan ancak gösterilmeyen 3 gezegen Kur'an'da ayetlerle bildiriliyor.

Yakın zamana kadar güneş sisteminde 9 gezegen olduğu sanılıyordu. Ama Kur'an-ı Kerim'deki bir ayet, gezegen sayısının 12 olduğunu söylüyordu.

Gerçekten de 1976, 1977 ve 1982 yılında değişik milletlerden bilim adamları, 3 yeni gezegenin varlığını daha tespit ettiler.

Kur'an-ı Kerim dili olan Arapça, son derece zengin bir dildir. Fakat bu zenginlik, özellikle Kur'an-ı Kerim'in başka dillere çevrilmesi sırasında bazı eksik çeviriler yapılıyor. Bu durum çevrilen dilin bu zenginlik karşısında yetersiz kalmasından kaynaklanıyor.

Sözgelimi Türkçe meal Kur'an-ı Kerim'lerde "Yıldız" sözcüğü (Arapçası Necm) çok sık olarak kullanılıyor.

Evrenin genişlemesinden, güneşin hareketlerine kadar birçok gökbilimsel olaya Kur'an-ı Kerim'de yer verilmesine rağmen, Türkçeye çevrilmiş baskılarda gezegenlere ilgili ayeti kerimelerde hiç rastlamaması insanın dikkatini çekiyor ve düşündürüyor...

Fakat kuşkusuz Arapça Kuran-ı Kerimlerde durum hiç de böyle değildir.

Gereken yerde "yıldız", gereken yerde "gezegen" sözcükleri kullanılmıştır.

"...Gece karanlık basınca, o bir (gezegen) gördü."

"(Felemma cenne aleyhilleyhü rea (kevkeba) (Enam Süresi, 6, ayet – 76)

"Gerçekten biz en yakın göğü bir süsle, gezegenlerle donattık. (İnna zeyyenne sema eddünya biziynetinil (kevakib). (Saffat Süresi, 37, ayet 6.)

Not: Bu okuyuş tarzı yüzünden yazılmış Kur'an-ı Kerimdir. Tecvid kaidelerine göre yazılmış değildir. Ayrıca Kuran-ı Kerim tecvid kaidelerine göre okunur ki en doğrusu budur ,merak edenlerin dikkatine sunulur.)

"Gezegenler dağıldığı zaman" (Ve izel kevkibin teseret) (İnfitar süresi, 82, ayet: 2)

Şimdi de Necm (Çoğulu Nücum) sözcüğünün geçtiği ayetleri inceleyelim.

"O parlak bir yıldızdır." (Ennecümüsakibü) (Tarık Süresi, 8, ayet: 3)
12. SURE/ 12 YILDIZ

"Yıldızlar parlaklıklarını kaybettikleri zaman" (ve izze nücumu kederet). (Tekvir Süresi, 81, ayet: 2"

"Gurup vaktindeki yıldız hakkı için" (Vennecmi izaheva)" Necm Süresi, 53 ayet: 1"

Kur'an-ı Kerim'in bir ayeti, bu anlamda doğru olarak Türkçe'ye çevrildiğinde oldukça yeri ve ilginç bir bilgi ortaya çıkıyor.

12. süre olan Yusuf süresininde, Hz. Yusuf babası Hz. Yakub'a şöyle diyor, "Babacığım, rüyada 11 gezegeni (kevkaben)güneş ve ayı bana secde eder gördüm." Yusuf süresi, 12. ayet: 4"

Bu rüyanın dünya üzerinde görüldüğü göz önüne alınırsa, insanın aklına güneş sisteminde dünya ile birlikte toplam 12 gezegenin olduğu geliyor.

Her ne kadar okullarda okutulan kitaplarda güneş sisteminde 9 gezegen olduğu belirtiliyorsa da bunu Kuranı Kerim hicri 14 küsur asır evvel (12) olduğunu ifade etmiş, nitekim bazı yeni keşiflerle de güneş sisteminde 12 gezegen olduğu hergeçen gün sırrını ifşa etmektedir …

MATEMATİKÇİ BULDU..

1976'da Meksikalı matematikçi Jarinto Pena, matematik hesaplar yoluyla, Güneş'ten yaklaşık (8.700 milyon kilometre) uzaklıkta yeni bir gezegen bulunduğunu açıkladı.

Adını "JANO" koydu. Pena, Neptün ve Pluton'un da tıpkı Jano gibi teleskoplarla incelenmeden önce matematik hesaplama ile bulunduğunu da dikkat çekti.

1977 Ekim'inde de Amerikalı gök bilimci Charles T. Kowal yeni bir gezegen daha buldu. Hatta fotoğrafı bile çekildi. O sırada Dünyadan 2.623 milyon kilometre uzaklıkta bulunan gezegene "Chiron" adı verildi.

1982 yılında ise Sovyet gökbilimcileri "Kiev" adını verdikleri yeni bir gezegen daha bulduklarını açıkladılar.

Kiev'in dünyadan (140 milyon kilometre uzaklıkta) olduğu da saptandı.

Kuşkusuz bu bilim adamları Kur'an-ı Kerim'deki 12 gezegen ifadesinden habersizdiler.

MÜSLÜMAN OLAN FRANSIZ BİLİMADAMI:

"Derin bir Ruhanı anlam taşıyordu…"

Ama Kur'an-ı Kerim 1400 küsur yıl önce güneş sisteminde 12 gezegen olduğunu bildiriyordu. İşte böylelikle Yüce Kitabımız hiç tahrif olmadan kalan tek kutsal kitap olduğu da ispatlanmış oluyordu.

Kur'an-ı Kerim araştırmalarıyla tanınan ve sonradan Müslüman olan Fransız bilim adamı Prof. Dr Maucice Bucaille, Kitabı Mukaddes, Kuran ve bilim adlı kitabında, "Kevkeb" sözcüğünün Kuran-ı Kerim'deki bir ayetle açıklandığını belirtiyor. Prof. Bucaille'e göre söz konusu ayet, derin bir ruhani anlam taşıyordu.

Evet Güneş sistemimizle ilgili bilim adamlarının görüşü ve 1400 sene evvel yüce kitabımızın 12 gezegenle ilgili bilgileri, bize din ve Bilim'in nasıl bir birini kucakladığının bir kanıtı olduğudur.

Modern bilim ilerledikçe, Yüce kitabımızın sırları çözülmeye başlanmış ve bilim adamlarını şaşırtmaya devam ederken, İlahların bir bir yıkılışını yani (Phaeton)'a artık bakmanın zamanı geldi sanıyoruz...

"JANO"

"Kiev" "Chiron"

Gerçek, TÜM DETAYLARIYLA pek yakında PAYLAŞILACAK elbet!!!

Mars’taki 'Es Selam' Yazısı

Muhiddin Arabi Hz bundan 700 yıl öncesi yaşayıp bizlere kadar intikal eden birçok eser bırakan bir mübarek.

Hazretin bize bıraktıgı bu eserlerden Futuhat-ı Mekkiye 1.Cilt Bölüm:

8 okumanızı rica ediyoruz.

Google earth’ün yeni sürümü olan 5.1 sürümünde MARS gezegenini de aynı Dünyayı gezer gibi gezebiliyorsunuz.

Bu gezintinizi şimdi size vereceğimiz koordinatlar bölgesinde yaparsanız ilginç bir yazı ile karşılaşacaksınız.


GOOGLE MARS KOORDİNATLARI:

85'47 37 91 G 3 25 07 10 D

85'43.53.35 G 2 47.56.46.D

85'43 09.66 G 2 38.40.67 D

MARSIN ALTTAKİ KUTUP BÖLÜMÜNDE GÖRÜLMEKTEDİR

Bu yazı Arapça es selam olarak açık bir şekilde görülmektedir.

Bu yazının yan bölümlerinde’de yine HİLAL’ler bulunmaktadır.

Muhuddin Arabi hzleri de bakın eserinden bu durumu nasıl açıklıyor.

Allah’ın (c.c) izniyle kainatta izin verilen yerlere kadar tayy-ı mekânla gezen kutuplardan biridir.

Gezip gördüğü yerlerde geleceğin insanlarına Mars’ta olduğu gibi Selam ve benzeri izler bırakmıştır.

Hatta gezdiği yerlerin tamamını “Hakikat Arzı” olarak nitelendirmiştir.

Futuhat-ı Mekkiye adlı eserinin 1.cilt 8.bölümünde bu gezilerinden bahsetmiştir.

“-Orada bembeyaz kafûrdan bir yere girdim içinde çeşitli mekânlar vardı.

Birisi ateşten daha sıcaktı.

İnsan onun içine girer ve o ateş insanı yakmaz.

Orada bazı mekanlar ılık bazı mekanlar soğuktu…

İNCİL’DEKİ İŞARETLER


İncil ve zeyillerini ihtiva eden Ahd-i Cedid’in ahirinde “Vahy-i Yuhanna” bölümünde istikbalde vuku bulacak bazı hâdiselere işaret edilmektedir. Hz. İsa (A.S.) semaya çıkarıldıktan sonra havarilerinden Yuhanna’ya temessül etmiş ve ona, yedi kiliseye yedi mektub yazmasını emrettikten sonra, istikbalde vuku bulacak bazı hâdiseler ona gösterilmiştir. Bunu ifade için 1. Bab’ın 1 ilâ 3. ayetlerinde şöyle denmektedir:

“İsa Mesih'in vahyidir. Yani yakında mutlaka vuku bulacak şeyleri kendi kullarına göstermek üzere Allah’ın ona verdiği ve kendi meleği vasıtasıyla gönderip, kulu Yuhanna’ya beyan eylediği vahyidir. O dahi Allah’ın kelamına ve İsa Mesih’in şehadetine, hemen cümle gördüğü şeylere şehadet eyledi. Ne mübarektir bu nübüvvetin sözlerini okuyan ve dinleyip içinde yazılmış olan şeyleri hıfz edenler. Zira vakit yakındır”.

Burada verilen haberler Hz. İsa’nın (A.S.) ahirzamanda semadan nüzulünden evvel vuku bulan ve nüzulünün alametleri olan hâdiselerdir. Çünkü bu hâdiseler anlatıldıktan sonra 22. Bab’ın 6.- 7. ve 20.- 21. ayetlerinde şöyle yazılıdır:

“Ve (İsa) bana dedi ki; “bu sözler sadık ve haktır. Ve mukaddes peygamberlerin Allah’ı Rab, yakında mutlaka vuku bulacak şeyleri kullarına göstermek için kendi meleğini irsal eyledi. İşte tez gelirim. Ne mübarektir bu kitabın nübüvvet sözlerini hıfz eden kimse”...

...Bu şeyleri şehadet eden (yani Hz. İsa), “belî tez gelirim” diyor. Âmin. Ya İsa gel. İsa Mesih’in inayeti cümleniz ile olsun. Amin”.

İncil’in bu kısmında Hz. İsa’nın (A.S.) nüzulünün de alametleri olan istikbaldeki hâdiseler temsilî bir üslubla teşbihlerle ifade edilmiştir. Mesela bir çok yerde Hz. Mehdî’nin temsil ederek başına geçtiği ve Hz. İsa’nın (A.S.) üzerine nüzul edeceği Müslümanların şahs-ı manevîsi mukaddes bir kuzu temsiliyle ifade edilmiştir. Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) haber verdiği Hz. Mehdî ve ona öncülük eden şarktan çıkan mücahidler, Süfyaniyet, Büyük Deccaliyet olan Birleşmiş Milletler ve onların reisleri olan Amerika ve İngiltere ve Yahudiler hakkında İncil’in bu bölümünde de hadîslerde olduğu gibi bir çok işaretler vardır. Ezcümle 17. Bab’da şöyle yazılıdır:

“Ve yedi tas tutan yedi melekten biri gelip bana hitaben:

Gel çok sular üstünde oturan ve dünya melikleri onun ile zina edip, zeminin sekenesi onun zinasının şarabıyla mest oldukları büyük fahişe aleyhinde olan hükmü sana göstereceğim” diyerek ruhta beni bir yere götürdü. Ve yedi başı ile on boynuzu olarak, üzeri küfür isimleri ile dolu kırmızı bir canavara rakib olan (binen) bir karı gördüm. O karı, erguvânî ve kırmızı hıl’at giymişti. Ve altun ve mücevherat ve incilerle donanmış olarak, elinde mekruhatla ve zinasının nâpâklikleri ile dolu bir altın kasesi olup, alnı üzerinde “Sırrı büyük Babil. Zeminin fahişelerinin ve mekruhatının anası” diye bir isim yazılı idi. Ve o karıyı mukaddeslerin kanı ile ve İsa’nın şehitlerinin kanı ile mest olmakta gördüm. Ve onu gördüğümde ziyadesiyle taaccüp ettim. Melek bana dedi ki:

“Ne için taaccüp ettin? Karının ve onu götüren yedi başlı ve on boynuzlu canavarın sırrını ben sana söyleyeceğim. Gördüğün canavar mevcut idi ve mevcut değildir. Ve Haviye’den çıkacak ve helâka gidecektir. Ve zeminin sekenesinden olup isimleri dünya kurulalıdan beri hayat kitabında yazılmış olmayan kimseler o mevcud olmuş ve mevcud değil isede yine hazır olan canavarı gördüklerinde taaccüb edeceklerdir. Hikmete vakıf olan akıl bunda lazımdır.

Yedi baş, o karının üzerinde oturduğu yedi dağdır ve yedi meliktir. Bunların beşi düşmüş ve biri mevcuddur. Ve öbürü daha gelmedi ve geldiği zaman az müddet kalması gerektir. Ve o mevcud olmuş olan ve mevcud olmayan canavar kendisi dahi sekizincidir. Ve yediden olup helake gider.

Ve gördüğün on boynuz, on melik olup daha saltanatı ele almadılar ise de canavar ile beraber bir saat kadar melikler gibi hükumeti ele alırlar. Bunların muradı bir olup kuvvet ve hükûmetlerini canavara teslim ederler. Bunlar kuzu ile muharebe edip kuzu onlara galib gelecektir. Zira o Melik-ul Mülükdur. Ve onunla beraber olanlar dahi davetli ve müntehab ve sadıktırlar”.

Ve bana dedi ki; “senin gördüğün ve fahişenin üzerlerinde oturduğu sular; kavimler ile cemaatlar ve milletler ve lisanlardır. Ve canavar üzerinde gördüğün on boynuz, fahişeye buğz edip onu perişan ve çıplak edecek. Ve onun etini yiyip, onu ateşe yakacaklardır. Zira Allah’ın sözleri itmam oluncaya kadar, Allah kalblerine koyduğu kendi muradını icra edeler. Ve muradları bir olup saltanatlarını canavara teslim eyleyeler.

Ve o gördüğün karı dünya melikleri üzerine saltanat eden o büyük şehirdir”.

Burada daha önce de zikredilen şu hadîsin aynı ifadesiyle Amerika’ya işaret edilmektedir:

و تخرج ملكة الدنيا و المكر، زانية اسمها "امريكا". تراود العالمَ يومئذ فى الضلال و الكفر

Bütün dünyanın ve bütün hilelerin melikesi de Mehdî’ye karşı çıkar ki o melikenin ismi zaniyedir (Amerika). Bu melike o gün bütün dünyayı dalalet ve küfre sevkeder.

(Esme-l Mesalik Lieyyam-il Mehdîyy-il Meliki Li Küll-id Dünya Biemrillah-il Malik, Kelde bin Zeyd-216)

Bu hadîste Amerika’nın şahsiyet-i maneviyesi zaniye bir melike olarak tasvir edildiği gibi İncil’de de aynı manada “zeminin sekenesi onun zinasının şarabıyla mest oldukları büyük fahişe” diye isimlendirilmiştir. Bunun sebebi ise şudur: Amerika kelime itibariyle müennes olduğu gibi, zaten kendisi de başında boynuzları olan ve Hürriyet Anıtı dedikleri heykelleriyle kendilerini kadın suretiyle temsil etmişlerdir. Hem Amerika bütün dünyada hürriyet ve adalet namları altında fuhşiyatı ve zulmü ve dalaleti terviç ederek hakimiyetini bunun ile idame etmektedir. “Ve o gördüğün karı dünya melikleri üzerine saltanat eden o büyük şehirdir” cümlesi “fahişe kadın” olarak tabir edilen bu şeyin, hakikatte bir devlet olduğunu sarahaten göstermektedir.

Kadının alnı üzerinde “Sırrı büyük Babil. Zeminin fahişelerinin ve mekruhatının anası” diye bir isim yazılı olması ise; yer yüzünde işlenen fuhşiyata onun sebeb olmasından dolayıdır. Kadının temsil ettiği Amerika, burada olduğu gibi diğer bazı yerlerde Babil şehri olarak da tabir edilmektedir. Bunun sebebi İncil’i tefsir eden alimlerin, İncil’in ifadelerini o zamanın en büyük şehri olan Babil’e tatbik etmeleridir. Eğer bu ifade İncil’in asıl metninden ise, Amerika’nın o zamanın Babil’i gibi zengin ve Babil’in kralı Nemrud gibi cebbar ve fuhşu teşvik eden bir hükumet olduğuna işaret etmek içindir. Fakat hahamların ve papaların iğvasıyla başta Amerika olmak üzere Hıristiyan alemi, bu ifadelerin zahirine baktığı ve bu sebeble işaret ettiği hakikatı görmediği için onun meşhur Babil şehri olduğunu zannederek Irak’ı vurmaktadır. Vurdukçada kendini, dünyayı Babil’in fesadından kurtaran bir kahraman olarak görmektedir. Aşağıda geleceği üzere Babil’in yıkılacağını haber veren İncil’in ayetlerini tahakkuk ettirdiğini düşünmektedir. Aslında dünyayı fesada veren ve fuhşa teşvik eden ve akıbette helak olacak olan hakiki Babil’in kendisi olduğunun farkında değildir.

Burada geçen, karının üzerine oturduğu yedi dağ, yedi melik; -Allahu A’lem- güçlerini Amerika’nın çıkarlarına kullanan ve G-7 namıyla bilinen yedi büyük devlete ve reislerine işaret etmektedir.

Dünya meliklerinin, bahsi geçen kadınla zina etmesi; Amerika’nın yer yüzünde işlediği eşedd-i zulme yardım edip, onun zulmüne şerik olmalarına işarettir.

Mukaddeslerden murad; şirkten, zinadan ve sair kebairden kendini koruyan hakiki mü’minlerdir.

Mukaddeslerin kanıyla mest olmak tabiri ise; Amerika’nın mukaddes Müslümanlara yaptığı zulüm ve cinayetlerle iftihar edip, zulüm üstüne zulüm işlemesidir.

Fahişenin üzerine oturduğu lisanlar ise; kendi çıkarına yönlendirdiği bütün medya olsa gerektir.

Kadının bindiği canavar ise; ileride izah edileceği üzere kendisinin riyaset ettiği ve gücünü kullandığı Birleşmiş Milletlerdir.

“Canavar mevcud idi ve mevcud değildi” cümlesinden anlaşılan odur ki; Birleşmiş Milletlerin içinde bulunan Amerika ve İngiltere gibi devletler, kaderde varsa da o zamanda henüz fiilen mütekamil devlet olmamışlardı.

On boynuzun temsil ettiği on Melik’in canavarla beraber kuzu ile harb edip, kuzunun onlara galib gelmesi; Amerika ve İngiltere’nin riyasetinde Birleşmiş Milletlerin ve diğer kafirler devletlerin dünyada yaptığı canavarca zulümler ve ellerindeki gayr-ı meşru güç karşısında Müslümanların kuzu mesabesinde olup, buna rağmen Hak Teala’nın yardımı ile onlara galib geleceklerine işarettir.

On boynuzun (on melikin), fahişeye buğz edip onu perişan ve çıplak etmeleri ve onun etini yiyip, onu ateşe yakmaları; kuvvetlerini gayr-ı meşru ve kendi çıkarına kullanan Amerika’nın, bu hilesinin farkına varan bu devletlerin, yardımını ondan geri alıp, onu kendi derdi ile başbaşa bırakıp yıkılmasını temin edeceklerine işarettir.

13. Bab’da ise bu canavarın denizden çıkacağı belirtilmiştir. Şöyle ki:

“Ve denizin kumu üzerinde durdum ve yedi başı ve on boynuzu ve boynuzları üzerinde on tacı ve başları üzerinde küfür isimleri bulunarak denizden çıkan bir canavar gördüm. Ve o gördüğüm canavar kaplana benzeyip, ayakları ayının ayakları gibi ve ağzı aslan ağzı gibiydi. Ve ejder ona kendi kuvvetini ve tahtını ve azim hükumet verdi. Ve onun başlarından birini gûyâ ölecek derecede mecruh gördüm. Ve onun mehalik yarası iyi oldu. Ve bütün zemin canavarın ardından taaccüb eyleyip, canavara hükumet veren ejdere secde kıldılar. Ve canavara dahi secde kılarak “canavara benzer kim var ve onun ile kim muharebe edebilir?” dediler. Ve ona büyük sözler ve küfür söyleyen bir ağız verilip, ona kırkiki ay istediğini yapmaya kudret verildi. Ve Allah’a karşı küfr ile yani onun ismine ve meskenine ve semada sakin olanlara küfretmek için ağzını açtı ve mukaddesler ile muharebe edip onlara galip gelmeye ona kudret verildi. Ve ona her kabile ve lisan ve millet üzerine hükumet verildi. Ve zebh olunmuş kuzunun hayat kitabında isimleri dünya kurulalıdan beri muharrer olmayarak zeminde sakin olanların cümlesi ona secde kılacaklardır. Kulağı olan işitsin. Esirliğe götüren esirliğe gider. Kılıçla katl eden kılıçla katlolunmak gerektir. Mukaddeslerin sabrı ve imanı bundadır”.

Burada canavarın denizden çıktığı ifade edilmekle İngiliz milletine işaret edilmektedir. Ve yukarıda Deccal bahsinde anlatıldığı üzere Temim-i Dari hadîsinde zikredilen Deccal’ın bir adada bulunması işaretiyle haber verilen ve Birleşmiş Milletler olan Deccaliyetin ana menbaı olan İngilizlerden, hadîsin aynı ifadesiyle bahsedilmektedir. Bu haberin İngilizlere ait olmasının sırrı şudur ki; İngilizler o zamanda medeniyette geri ve vahşi bir millet oldukları halde daha sonra gittikçe medenileşip kuvvetlendiler. Nihayet Amerika kıt’asına kadar nüfuzlarını arttırıp orada Amerika Birleşik Devletlerini kurdular. 2. Cihan harbinden sonra ise Fransa, Rusya ve Çin’le beraber Birleşmiş Milletleri kurup Amerika’yı onun başına getirdiler.

Hem bu ayetlerde İngiltere ve Amerika’ya hakimiyetlerini veren Yahudi milletinden de “Ejder” ünvanıyla bahsedilmektedir. Zaten Yahudiler de “Protokolat” namındaki kitablarında kendilerini ve dünyayı idare eden ve bir hahamın riyaset ettiği gizli hükumetlerini aynı şekilde bir ejder suretinde tasvir etmektedirler.

Sonra bu Bab’ın devamında karadan çıkan bir başka canavardan daha bahsedilmektedir. Şöyle ki:

“Ve zeminde çıkan başka bir canavar gördüm. Ve kuzu gibi iki boynuzu olup ejder gibi söyler idi. Ve evvelki canavarın huzurunda onun bütün hükumetini icra eder ve zemini ve onda sakin olanları mühlik yarası iyi olmuş olan evvelki canavara secde kıldırır idi. Ve büyük alametler icra edip, hatta adamların önünde semadan zemine ateş bile indirir idi. Ve canavarın önünde icra etmek için eline verilen alametlerle yeryüzünde sakin olanları idlal edip, yeryüzünde sakin olanlara, üzerinde kılıç yarası olup da sağ kalan canavarın suretini yapmalarını tembih eder idi. Ve ona canavarın suretine ruh vermeye kudret verildi. Ta ki canavarın sureti tekellüm ede. Ve canavarın suretine secde etmeyenleri katl ettire. Ve küçük ile büyükler ve zengin ile fakirler ve hür ile kulların cümlesine, sağ elleri yahud alınları üzerine damga kabul ettirir idi. Ve damgaya yahud canavarın ismine yahud isminin adedine malik olan kimseden, gayrinin alışveriş edememesine sebep olur idi”.

Bu canavarın kuzu gibi iki boynuzu olup ejder gibi söylemesi; Müslümanların başında olduğu halde Yahudilere hizmet eden münafık idarecilere, yani Süfyaniyete işaret etmektedir. Bu Süfyanîlerin, halklarını İngiltere ve Amerika’ya secde ettirdiklerini bildirmektedir. Hem “Ve damgaya yahud canavarın ismine yahud isminin adedine malik olan kimseden, gayrinin alışveriş edememesine sebep olur idi” cümlesiyle, Birleşmiş Milletlerin dünya ticaretini elinde tutup, yukarıda zikredilen Ebu Nadre hadîsinde bahsedildiği gibi kendilerine itaat etmeyenlere ambargo koyduklarını haber vermektedir.

İşte İncil’de bu şekilde Deccaliyet, Süfyaniyet ve Yahudiyet işarî surette haber verildiği gibi Müslümanların şahs-ı manevisinin mümessili olan Hz. Mehdî’den, şark tarafından çıkan mücahidlerden, onların Deccaliyet ve Süfyaniyetle yaptığı harblerden ve neticede Müslümanların galebesi ve kafirlerin helakinden de haber verilmektedir. Ezcümle, 16. Bab’da Allah’ın izniyle ve onun havl ve kuvvetiyle yedi meleğin küre-i Arz’a indirdiği musibetlerden bahsederken 12. – 16. ayetlerinde şöyle denmektedir:

“Ve altıncı melek kendi tasını büyük Fırat Irmağı üzerine boşalttığında onun suyu çekildi. Tâ ki şarktan olan meliklerin yolu hazırlana. Ve ejderin ağzından ve canavarın ağzından ve yalancı peygamberin ağzından, kurbağalar misüllü üç nâpâk ruhun çıktığını gördüm. Zira, bunlar alametler gösteren cin ruhları olup, zeminin ve bütün dünyanın meliklerini, herşeye kadir Allah’ın o büyük gününün muharebesine cem etmek için onların yanına giderler. [İşte hırsız gibi gelirim. Ne mübarektir uyanık durup çıplak gezmemesi ve ayıbı görünmemesi için kendi esvabını hıfz eden kimse]. Ve onları İbranice ARMECİDDUN (hermeciddun ve armagedon) denilen mahalle cem ettiler”.

Burada Fırat Irmağı’nın suyunun çekilmesi –ki bu haber aynen hadîs-i nebevîde de mevcuddur ve Fırat’ın suyunun çekilip altın bir dağ çıkaracağı ve insanların oraya toplanıp büyük bir harb olacağından bahsedilmektedir- Allahu A’lem, o çevrede barajlar yapılmasıyla ve verimli toprakları sebebiyle dünyanın gözünün orada olması ve çevresinde gayet kesretli petrol yataklarının bulunmasıyla bütün dünya devletlerinin oraya hakim olabilmek için çalıştıklarına ve bu sebeble o bölgede büyük fitneler zuhur edeceğine işarettir.

Hem burada şark tarafından gelen mücahidlere zemin hazırlandığı ve onların bütün dünya melikleri üzerine galib geleceği bildirilmektedir.

Hem bu ayetlerde Ejder’in (Yahudilerin), Canavar’ın (Amerika ve İngiltere’nin riyasetindeki Birleşmiş Milletlerin) ve “Yalancı Peygamber” ünvanıyla işaret olunan Yahudi hahamları, Hıristiyan papaları ve bir kısım zahiren Müslüman görünen sahtekar ulema-is sû’ ve meşayih-is sû'un ruh-u habis gibi oldukları ve şarktaki mücahidlerle harb etmek için bütün dünya ordularını topladıkları haber verilmektedir. Aynen zuhur etmiştir.

Yine burada, kafirlerin Hermeciddun denilen bir mahalle cem olduklarından bahsedilmektedir. Batı dillerinde “Armagedon” diye tabir edilen bu Hermeciddun, Filistin’de bir dağdır. “Her” dağ demektir. “Meciddun” ise Kudüste bulunan meşhur bir dağın adıdır. “Hermeciddun” Meciddun Dağı manasındadır. İncil bu ayetiyle, baş tarafta da zikredilen şu hadîs-i şerifi te’yid etmektedir:

فى عقود الهجرة بعد الألف و اربعمائة و اعقد اثنين او ثلاثا يخرج المهدى الامين، و يحارب كل الكون يجمعون له الضالون و المغضوب عليهم، و الذين مَرَدوا على النفاق فى بلاد الاسرا و المعراج عند جبل مجدون

Yani: “Hicretten bin dört yüz (1400) sene sonraki akidlerden iki veya üç akid say (yani hicrî 1420 ile 1430 tarihleri arasında). O vakit Mehdî-i Emin çıkar ve bütün dünya ile harb eder. Dalalete düşenler (Hıristiyanlar) ve Allah’ın gadabına uğramış olanlar (Yahudiler) ve münafıklar (Alem-i İslam’ın başındaki Süfyanîler olan cümle idareciler ve onlara fetva veren bir kısım ulema-is sû’), İsra ve Mi’raç beldesi olan Kudüs’teki “Meciddun Dağları”nda onun için toplanırlar”.

(Esme-l Mesalik Lieyyam-il Mehdîyy-il Meliki Li Küll-id Dünya Biemrillah-il Malik, Kelde bin Zeyd-216)

Hadîste olduğu gibi İncil’in bu ayeti de Meciddun Dağlarında bütün kafirlerin Müslümanlar için toplanacağını bildirmekle işaret ediyor ki; bu harb Yahudilerin Meciddun’a hakim olabilmeleri için bizzat kendileri tarafından çıkarılan bir harbdir. Yani Yahudiler Kudüs’e hakim olmakla, oradan bütün dünyaya hakim olacaklarına inanmaktadırlar. Bu sebeble, Filistin topraklarında devletlerini kurabilmek için bütün dünyayı harbe sokmakta ve kafirleri Müslümanlar üzerine hücum ettirmektedirler. Harbin ana müsebbibleri Meciddun dağlarındaki Yahudiler olduğu için ve orada devletlerini kurup yayılmak ve dünyaya hakim olmak için bu harbleri çıkardıkları sebebiyle, bu harbe “Hermeciddun Harbi” denmektedir. Yani gerek Afganistan’da gerek Çeçenistan’da olsun Alem-i İslam’daki bütün harbler Meciddun harbidir. Yoksa yalnızca Meciddun dağlarında olacak bir harb demek değildir. Yahudi ve Hıristiyanlar buna ters mana vererek kendileri tarafına çekmektedirler. Bu noktaya çok dikkat lazımdır. Çünkü mühim bir sır bu noktadan inkişaf ediyor. Feteemmel! Hem bir başka cihet de şudur ki; bu yerler enbiya-yi salife zamanından beri bir merkez olduğu ve ekser Peygamberler bu mahallerde yaşadıkları için, bazen Tevrat ve İncil’in metni, tefsir edenler tarafından içtihadla tatbik edilip, içtihadlarını Tevrat ve İncil’in metni içine idhal ederek tahrif etmişler ve ekser vukuat-ı istikbaliye bu bölgelerde vuku bulacakmış gibi anlatmışlar. Binaenaleyh hadîs-i şeriflerde olduğu gibi Tevrat ve İncil’de dahi bu ve bunun gibi verilen haberler, bahsi geçen bu yerlerde vuku bulabileceği gibi Alem-i İslam’ın herhangi bir yerinde dahi vuku bulabilir.

Hem Yahudi alimleri, bu harbde Yahudiler galib gelecekmiş gibi bu ayetlere mana vermişler. Halbuki asıl İncil’de (Haşiye) Kudsîlerin, yani şirke, kebaire ve fuhşiyata girmeyen Müslümanların galib geleceği yazılı olduğu halde Yahudiler bu tabirleri kendileri üzerine te’vil etmişlerdir. Şu anda şirke, kebaire ve fuhşiyata girmeyen kudsîlerin Yahudi ve Hıristiyanlar değil, hakiki ümmet-i Muhammed (A.S.M.) olduğunda şübhe yoktur.

Hem Yahudilerin yaptığı tahrifatın bir delili de şudur ki; bu ayetlerde yapılan medih, şarktan gelen meliklere aittir. Ve bu harbde onların galib geleceği bildirilmiştir. Halbuki şarkta olan taifeler Müslümanlardır. Yahudiler’in şarkla bir alakaları yoktur. Çünkü İncil Orta Doğu’da nazil olduğu ve Hz. İsa (A.S.) ve havarileri o bölgede yaşadıkları için ifadeleri Orta Doğu i’tibariyledir. Eğer burada medhedilen taife Yahudiler olsaydı, onlar için “şarktan olan melikler” değil, “şarka giden melikler” denmesi gerekirdi. Onların i’tikadlarının tam aksine, İncil bu harbe Hermeciddun (Armegedon) harbi demekle ve kafirlerin şarktan olan melikler için bu mahalde toplandıklarını belirtmekle, bu harbin asıl müsebbibinin ve kafir olanların ve mağlubiyete mahkum olanların bu Yahudiler olduğunu ve onlara yardım eden Hıristiyanların ve münafıkların yani cümle Süfyaniyet ve Deccaliyetin de, o şarktan gelen mücahidlere mağlub olacaklarını haber vermektedir. Aynen bunun gibi, Kur’an-ı Mu’ciz’ulbeyan’ın Yahudilere hitaben buyurduğu şu ayet;

فَإِذَا جَاء وَعْدُ الآخِرَةِ جِئْنَا بِكُمْ لَفِيفًا

“Va’d-i Âhire (haşr-i a’zam veyahut nüzul-ü İsa A.S.) vukua geldiği vakit, hepinizi bir araya toplayacağız”.

(İbn-i Abbas, İsra Suresi-104)

Bu ayet-i kerimenin cifrî ve ebcedî işaret-i gaybiyesi ve Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) şu hadîs-i şerifinin sarahati;

لا تقوم الساعة حتى يقاتل المسلمون اليهود فيقتلهم المسلمون، حتى يَختَبِيءَ اليهودى من وراء الحجر و الشجر فيقول الحجر و الشجر: يا مسلم! يا عبد الله! هذا يهودى خلفى فتعال فاقتله، الا الغرقد فانه من شجر اليهود.

“Müslümanlar Yahudilerle harb edip, Müslümanlar onları öldürmeden kıyamet kopmaz. Müslümanlar onları öyle öldürürler ki, hatta Yahudiler taşların ve ağaçların arkalarına saklanırlar da, taşlar ve ağaçlar müslümanlara: ‘Ey Müslüman! Ey Allah’ın kulu! İşte bu Yahudi arkamdadır. Gel de onu öldür’ der. Yalnızca ‘Ğarkad’ denilen ağaç müstesna. Çünkü o Yahudilerin ağacıdır”.

(Buhari, Müslim, Tirmizi, İbni Mace, İmam Ahmed)

İşte bu ayet-i kerimenin işaret-i gaybiyesi ve Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) şu hadîs-i şerifinin sarahati, Yahudilerin akıbet-i seyyielerini haber vermektedir.


(Haşiye) İncil’in aslını gösteren Kur’an ve hadîsdir. Çünkü Kur’an sair semavî kitablar üzerine “Müheymin” yani gözetleyici olması cihetiyle o kitabların aslını tasdik ve insanların yaptıkları tahrifatları da tashih edicidir.

Hem aşağıda gelen ve bu şarktaki meliklerle alakalı olan İncil’in diğer ayetleri okunduğunda gayet açık bir şekilde anlaşılacaktır ki, şarktan gelen bu melikler Müslümanlardır. O ayetlerde, şarktan çıkan bu meliklerin çok vasıflarıyla beraber bilhassa sarıklı olduklarının ifade edilmesiyle Müslüman olduklarını tasrih etmektedir. Ve İncil bu ayetleriyle, hadîs-i şerifteki

و انه يخرج ناس من المشرق يوطؤن للمهدى سلطانه

“Muhakkak doğudan bazı insanlar çıkar ki, Mehdîy-i Ahirzaman’ın hakimiyeti için zemin hazırlarlar”.

(Fetava-i Hadîsiyye, İbni Hacer-i Heytemî-37)

ihbarat-ı gaybiyesini tasdik etmektedir.

Hem Vahy-i Yuhanna’daki bu ayetler işaret ediyor ki; bu hâdiselerden sonra Hz. İsa’nın (A.S.) nüzulü yakındır ve o şarktan gelen mücahidlerin cemaatiyle beraber olaktır. Buna işareten Hz. İsa (A.S.) şöyle demektedir: “İşte hırsız gibi gelirim. Ne mübarektir uyanık durup çıplak gezmemesi ve ayıbı görünmemesi için kendi esvabını hıfz eden kimse”. Yani ben sessizce ve ansızın gelirim. Ve takva elbiselerini çıkarmayan ve çıplak olmayan, yani şirke, kebaire ve fuhşiyata girmeyen o Müslümanlarla beraber olurum. Çünkü kafirler şirke, kebaire, fuhşa ve zinaya girmiş çıplak kimselerdir. Nitekim Cenab-ı Hakk A’raf suresinde, en hayırlı elbisenin takva olduğunu beyan etmektedir.

Bunun akabinde, aynı Bab’ın 17. – 21. ayetlerinde ise, zahiren zayıf olan Müslümanlara yardım için Cenab-ı Hakk’ın kafirler üzerine semavî ve arzî musibetler indirip, Babil şehri ünvanıyla bahsedilen Amerika’nın helakinin takdir edileceğine şöyle işaret edilmektedir:

“Ve yedinci melek kendi tasını havaya boşalttığında tamam oldu diyerek semanın heykelinden tahttan bir büyük sada geldi. Ve sadalar ve gökgürültüler ve şimşekler vuku buldu. Ve şiddetçe ve azametçe zemin üzerinde insan mevcud olalıdan beri misli vuku bulmamış büyük bir zelzele olup büyük şehir üçe münşak oldu. Ve taifelerin şehirleri yıkıldı. Ve büyük Babil Allah’ın huzurunda zikr olundu. Tâ ki şiddetli gadabının şarabının kasesi ona verile. Ve her ada kaçtı. Ve dağlar bulunmaz oldular. Ve semadan adamlar üzerine bir talanet ağırlığında iri dolu yağdı. Adamlar dahi dolunun belası sebebinden Allah’a küfr ettiler. Zira onun belası gayet büyük idi”.

Bu manayı takviye ederek 6. Bab’ın 12. – 17. ayetlerinde de şu şekilde yazılıdır:

“Ve altıncı mührü açtığında gördüm ki; bir büyük zelzele olup güneş bir kıl çuval gibi siyah olarak, Ay dahi kan gibi oldu. Ve semanın yıldızları, şiddetli rüzgardan sallanan incir ağacı kendi ham incirlerini döktüğü gibi yere düştüler. Ve her dağ ve ada dahi yerlerinden hareket eyledi. Ve dünya melikleri ve büyükler ve zenginler ve binbaşılar ve kudret sahibleri ve her kul ve her hür mağaralarda ve dağların kayalarında gizlenip ve dağlara ve kayalara ‘üzerimize düşüp bizi tahtta oturanın huzurundan ve kuzunun gazabından gizleyiniz. Zira onun gazabının azim günü geldi ve kim durabilir’ derler idi”.

Yani Hz. Mehdî ve Hz. İsa (A.S.) geldiğinde, Müslümanlar zahiren zaif ve kuvvetsiz oldukları halde Allahu Teala yeri-göğü onların emrine verecek ve semadan ve arzdan kafirler üzerine azab indirecektir. Ve Müslümanlar daha evvel Deccalın istilasından dağlara ve mağaralara kaçıp oralarda yaşadıkları gibi bundan sonra da o kafirler aynı şekilde yaşayacaklar. Bu noktadan İncil’in bu ayetleri şu hadîslerin manasını göstermektedir:

"ان اصحاب الكهف يكونون اعوان المهدى"

“Ashab-ı Kehf, Mehdî-yi Ahirzamanın yardımcıları olur”.

(Mektubat-ı İmam-ı Rabbani)

Yani dünyaca meşhur mağaralar sahibi olan bir kavim, Deccal ile muharebe ederken, mağaralara sığınıp Kur’an’a ve Şeriata yardım edecekler ve Mehdî’ye zemin hazırlayacaklar.

ليفرّنّ الناس من الدجال فى الجبال قالت ام شريك يا رسول الله فاين الاعرب يومئذن؟ قال هم قليل

“İnsanlar Deccal’dan dağlara kaçacaklar. Ümmü Şerik dedi ki: Ya Resulellah, o gün arablar nerdedir? Resul-i Ekrem (S.A.V.) : ‘O gün onlar azdırlar’ dedi”.

(Et-Tac, Ali Nâsıf el-Hüseynî- c.5)

İşte Müslümanlar kafirlerin istilasından dolayı, bidayette böyle dağlarda ve mağaralarda yaşarlarken Allahu Teala kafirler üzerine sema ve arzdan musibetler indirerek Müslümanlara yardım edecektir. Şu hadîs-i şerif bunu isbat etmektedir:

و يرى المهدى ان كل الدنيا عليه بالمكر السيئ، و يرى الله اشد مكرا، ويرى ان كل الكون الله له، اليه المرجع و المصير، و كل الدنيا شجرة له ان يملكها فرعا و جذرا. فيرميهم الله باكرب رمى و يحرق عليهم الارض و البحر و السماء و تمطر السماء مطر السوء، و يلعن اهل الارض كل كفار الارض، و يأذن الله بزوال كل الكفر.

“Mehdî bakar ki bütün dünya çirkin hile ve planlarla aleyhinde ittifak ettiklerini görür. Fakat bilir ki Allah daha şiddetli mekr sahibidir ki, onların bütün hilelerini akim bırakır. Ve bütün kainat onun mülküdür ve ona dönecektir ve merci yalnız odur. Ve bütün dünya aslı ve fer’iyle onun bir hilkat şeceresidir. İşte bu kudrete malik olan Cenab-ı Hak, Mehdî’ye nusret için en şiddetli bir darbe ile onları vurur ve karayı, denizi ve semayı onlar üzerine yandırır. Ve Sema da onların üstüne şiddetli yağmurunu yağdırır. O gün bütün ehl-i arz küffara lanet eder. Allah da bütün küfrün zevalini irade eder.

(Esme-l Mesalik Lieyyam-il Mehdîyy-il Meliki Li Küll-id Dünya Biemrillah-il Malik, Kelde bin Zeyd-216)

Yine bu şarktaki taife-yi mücahidin hakkında 7. Bab’ın 1. – 4. ayetlerinde şöyle denmektedir:

“Ve bu şeylerden sonra kara üzerine ve deniz üzerine ve hiçbir ağaç üzerine rüzgar esmemesi için zeminin dört köşesinde durup, zeminin dört rüzgarlarını tutmakta olan dört melek gördüm. Ve Hayy Allah’ın mührünü hamil olarak şark tarafından çıkmakta olan başka bir melek gördüm. Bu dahi karaya ve denize ziyan vermeğe me’mur bulunan o dört meleğe yüksek sesle çağırarak, “tâ biz Allah’ımızın kullarının alınları üzerine mühür vuruncaya değin siz, karaya ve denize ve ağaçlara ziyan vermeyiniz” dedi. Ve mührolunan kimselerin miktarını işittim, Benî İsrailîn cümle sıbtlerinden yüz kırk dört bin kimse mühürlendi”.

İşte görüldüğü üzere alınları mühürlenen Allah’ın kullarının, şark tarfından çıkacağına işaret edildiği halde, İncil’i tefsir eden Yahudi alimleri, yine bu ifadeyi kendilerine çekerek, onların Beni İsrail’den olacağını söyleyerek tahrif etmişlerdir. Acaba Hz. İsa’ya (A.S.) hâşâ veled-i zina diyen ve onu öldürmeye teşebbüs eden Yahudilerin, üstelik Hz. İsa (A.S.) hayatı boyunca onlarla mücadele etmişken asıl İncil’de medhedilmeleri mümkün müdür? Bundan zahir oluyor ki, Yahudiler Tevrat gibi İncil’i dahi tahrif etmişlerdir.Hem bu ayetlerin devamında 9. - 17. ayetlerinde bu şarktan gelen yüz kırk dört bin kimse hakkında şöyle söylenmektedir:

“Bu şeylerden sonra gördüm ki; cümle milletler ve kabileler ve kavimler ve lisanlardan olarak, kimsenin sayamadığı büyük bir cemaat, beyaz hıl’atlar giymiş ve ellerinde hurma dalları bulunduğu halde tahtın önünde ve kuzunun huzurunda durup yüksek sesle “halas tahtta oturan Allah’ımıza ve kuzuya mahsustur” diye nida ediyorlar idi. Ve melaikenin cümlesi tahtın ve ihtiyarların ve dört zîruhun etrafında duruyorlar idi. Ve tahtın önünde yüzüstü kapanarak Allah’a secde kılıp, “âmin! Bereket ve hamd ve hikmet ve şükür ve izzet ve kudret ve kuvvet, ebed-ul âbâd Allah’ımıza mahsustur. Âmin!” dediler. Ve ihtiyarlardan biri bana hitaben; “beyaz hıl’atlar giymiş bu kimseler kimlerdir ve nereden geldiler?” dedi. Ben dahi ona; “ey efendim sen bilirsin” dedim. Ve bana dedi ki; “bunlar o büyük müzayakadan gelenlerdir ve hıl’atlarını yıkayıp kuzunun kanında beyaz ettiler. Bu sebepten Allah’ın tahtı önündedirler ve heykelinde (ma’bedinde) gece gündüz ona ibadet ederler. Tahtta oturanın meskeni dahi üzerlerinde sâyebân olacaktır. Artık ne acıkacaklar, ne de susayacaklardır. Onları ne güneş ne de bir nevi hararet vuracaktır. Zira tahtın ortasında olan kuzu onları güdüp, onları diri su pınarlarına götürecektir (yani Hz. Mehdî ve Hz. İsa A.S. onları tarik-ı hakikate sevk edecektir). Allah dahi gözlerinden her gözyaşını silecektir”.

İşte İncil’in bu ayetleri aynen yukarıda da zikredilen şu hadîslerin manasını göstermektedir:

بيض و راياتهم سود يكون على مقدمة المهدى ولا يلقاه احد الا قتله

Temim oğullarından orta boylu, esmer, meczum (hafif sakallı), kevsec (sakalı yanlarda az, aşağı tarafı uzun olan; diğer bir manası da Yemen asıllı) bir adam ki, ona Şuayb bin Salih denilir. Beyaz elbiseli, siyah sancaklı 4000 kişinin kumandanıdır. Mehdî’nin öncüsü olur ve kiminle mukatele ederse, harbde kim ona karşı çıkarsa onu öldürür.

(Fetava-i Hadîsiyye, İbni Hacer-i Heytemî -41)

تخرج رايات سود لبنى العباس ثم تخرج من خراسان اخرى, سود قلانسهم و ثيابهم بيض على مقدمتهم رجل يقال له شعيب بن صلح من تميم يهزمون اصحاب السفيانى حتى ينزل ببيت المقدس يوطئ للمهدى سلطانه و يمد اليه ثلثمائة من الشام يكون بين خروجه و بين ان يسلم الامر للمهدى اثنان و سبعون شهرا

“Siyah sancaklılar, Abbasoğulları için çıkar. Sonra bir başka def’a da Horasan’dan çıkar ki; takkeleri siyah, elbiseleri beyazdır. Onların kumandanı Temim’den Şuayb bin Salih denilen bir adamdır ki, Süfyanî’nin adamlarını hezimete uğratır. Ta Beyt-i Makdis’e iner, Mehdî’nin hakimiyetine zemin hazırlar, ona Şam’dan üçyüz kişi yardım eder, onun hurucuyla Mehdî’ye emrin (vazifenin) teslim edilmesi arasında yetmiş iki ay zaman vardır.”

( Fetava-i Hadîsiyye, İbni Hacer-i Heytemî -42)

Aynen bu hadîsin, bu kimselerin tâ Beyt-i Makdis’e inmelerini haber vermesi gibi İncil’in mezkur bölümünün 14. Bab’ının 1. – 7. ayetlerinde de şöyle yazılıdır:

“Ve gördüm ki; kuzu Sıhhıyyun dağı (Kudüs’ün üstünde bulunduğu dağ) üzerinde durup, onun ile beraber onun pederinin ismi alınlarında yazılmış olan yüzkırdörtbin kimse var idi. Ve çok sular sadası gibi ve büyük gök gürültüsü gibi semadan bir sada işittim. Ve kendi tamburlarını çalan tamburcuların sadasını işittim. Ve bunlar tahtın önünde ve dört zîruhun ve ihtiyarların önünde gûyâ yeni bir tesbih terennüm ediyorlar idi. O tesbihi dahi, zeminden satın alınan o yüzkırkdörtbin kimseden gayrı kimse öğrenmeye kadir değil idi. Bunlar nisa ile napak olmamış olarak tahirdirler. Bunlar kuzunun her gittiği yere ardınca gidenlerdir. Bunlar adamlar arasından Allah’a ve kuzuya turfanda olmak üzere satın alınanlardır. Ve bunların ağzında hile bulunmadı. Çünkü Allah’ın tahtı önünde kusursuzdurlar.

Ve zemin üzerinde sakin olanlara, yani her millet ve kabile ve lisan ve kavme beşaret-i ebediyeyi tebşire memur olarak, sema ortasında uçan diğer bir melek gördüm ve yüksek sesle “Allah’tan korkunuz ve ona hamdeyleyiniz. Zira hükmünün saati geldi ve sema ile zemini ve denizi ve suların pınarlarını halkedene secde kılınız” der idi.

İncil’de ve Hadîs-i şeriflerde belirtilen bu yer isimleri asıl metinden olabileceği gibi, hadîs’in ravilerinin ve İncil’i tefsir edenlerin içtihadlarının asıl metne karışmış olması da mümkündür. Fakat her halukarda Müslümanların galebesine işaret vardır.

19. Bab’ın 11. – 21. ayetlerinde de şu anda şarkta Amerika’ya karşı mücahede eden zat ve onun askerleri hakkında şöyle denmektedir:

“Ve semayı açılmış gördüm. Ve işte bir beyaz at var idi. Ve ona rakib olana (binene) sadık ve hak denilir. Ve adaletle hükm ve harbeder. Ve gözleri ateş-i ulvi gibi olup başı üzerinde çok taçlar bulanarak kendisinden maada kimsenin bilmediği muharrer bir ismi var idi. Ve kana boyanmış bir libas giymiş olup kelamullah ismiyle yad olunur.

Ve semada bulunan cünud, beyaz atlara rakib (binen) ve beyaz ve pak ve zarif kumaş giymiş olarak onun ardınca gidiyorlar idi. Ve onun ağzından taifeleri vurmak için bir keskin kılıç çıkıyor idi. Kendisi dahi onlara demir asa ile hükumet edip herşeye kadir Allah’ın hışım ve gadabı şarabının ma’sarasında basacaktır. Ve libas üzerinde ve budu üzerinde melik-ul mulük diye muharrer ismi var idi.

Ve güneşte duran bir melek gördüm. O dahi yüksek sesle nida ederek semanın ortasında uçan cümle kuşlara; “geliniz, azim Allah’ın ziyafetine cem’ olunuz. Tâ ki meliklerin etini ve binbaşıların etini ve kuvvetlilerin etini ve atlar ile onlara rakib olanların (binenlerin) etini ve hür ile kul ve küçük ile büyük cümlesinin etini yiyesiniz” dedi. Ve canavar ile dünya melikleri onların cünudlarının ata rakib olan (binen) ile ve onun cünudu ile muharebe etmeye cem’ olduklarını gördüm. Ve o canavar ve onun önünde alametler icra edip onlar vasıtasıyla canavarın damgasını kabul edenleri ve onun suretine secde eyleyenleri idlal eden yalancı peygamber, onun ile beraber tutuldu. İkisi de kükürtle yanan ateş gölüne diri diri atıldılar. Ve bakiyyesi ata rakib olanın (binenin) ağzından çıkan kılıçla katl olundular. Ve onların etinden cümle kuşlar doydular”.

İşte burada o zatın ve ordularının beyaz ata binmeleri; maksadlarına kavuşmalarından ve muzaffer olmalarından kinaye olduğu gibi işarî manasıyla o mücahid zat ve onun ordularının Deccaliyet ve Süfyaniyete karşı dağ ve tepelerde atlara binerek mücahede etmelerine işarettir. Hem o zatın başında çok taçların olması; onun dünya melikleri üzerine galibiyetinden kinaye olduğu gibi sarıklı bir zat olduğuna da işarettir. Libası ve budu üzerinde melik-ul muluk yazılı olması; o zatın cümle melikleri mağlub edip onları cizye ve haraca bağlayacağına işarettir.Ve onun kelamullah ismiyle yad olunması; ilhama mazhar olduğuna işarettir. Kuşların Allah’ın ziyafetine ve kafirlerin etini yemeğe çağrılması; ölen peygamberlerin ve velilerin ve melaikenin Müslümanların galebesi ve kafirlerin mağlubiyetinden dolayı bayram etmeleri ve onlara yardıma gelmelerinden kinaye olmakla beraber Hz. Mehdî’ye kuşların musahhar edileceğine işaret etmektedir. İncil’in bu ayetleri bu taife-yi mücahidinin cümle küffara galebe edeceğine de işaret etmektedir.

12. Bab ise, Hz. Mehdî’nin zuhuru ve Yahudilerin onun peşine düşüp mağlub etmeye çalışacaklarını haber verip , fakat Allahu Teâla’nın onu inâyetiyle muhafaza edeceğini bildirmektedir. Şöyle ki:

“Ve semada büyük bir alamet göründü. Bu dahi; güneş giymiş, ay dahi ayakları altında ve 12 yıldızdan bir taç başında olduğu halde bir karı idi. Ve hamile olmakla ağrı çekip doğurmak üzere ziyadesiyle eziyette olarak feryad eder idi.

Ve semada diğer bir alamet göründü. Ve işte yedi başı ve on boynuzu ve başları üzerinde yedi taç bulunan bir büyük kızıl ejder var idi. Ve onun kuyruğu sema yıldızlarının üçte birini sürükleyip onları zemine attı. Ve ejder, doğurmak üzere olan karının doğurduğu gibi, çocuğunu yutmak için önünde duruyor idi. Ve merkume cümle taifeler demir asa ile hükümet edecek bir erkek çocuk doğurdu ve çocuğu Allah’ın ve tahtının huzuruna alınıp karı dahi Allah tarafından bir yerde hazırlanmış bir mahalle firar eyledi ki orada 1260 gün onu besleyeler.

Ve semada cenk vaki olup Mikail ve melaikesi ejder ile cenk ettiler. Ejder ve melaikesi dahi cenk ettiler ise de ne galebe edebildiler ve ne de artık semada mekanları bulundu. Ve iblis ve şeytan tesmiye olunan o büyük ejder, o kadim yılan -ki bütün dünyayı idlal eder- zemine atıldı. Melaikesi dahi onun ile beraber atıldılar.

Ve semada büyük bir sada işittim ki; “şimdi Allah’ımızın halası ve kudreti ve melekutu ve Mesih’in hükümeti vukua geldi. Zira biraderlerimiz aleyhinde gece gündüz Allah’ımızın huzurunda şikayet etmekte olan şikayetçi aşağı atıldı. Onlar dahi kuzunun kanıyla ve kendi şehadetlerinin kelamıyla ona galip olup canlarını ölümden bile esirgemediler. Bu sebebden ey semavat ve onda sakin olanlar! Mesrur olunuz. Vay size ki zeminde ve denizde sakinsiniz. Çünkü iblis az vakti olduğunu bilerek azim hiddetle yanınıza indi” dedi.

Ve ejder kendinin zemine atıldığını gördüğünde o erkek çocuğu doğuran karıya taaddi eyledi. Ve karıya beriyyede zaman ve zamanlar ve nısf-ı zamanlar kendi besleneceği mahalle yılanın önünden uçmak için büyük bir kartalın iki kanadı verildi. Ve yılan karıyı sel götürsün diye onun ardınca ağzından ırmak gibi bir su çıkardı. Ve zemin karıya yardım etti. Şöyleki zemin ağzını açıp ejderin kendi ağzından çıkardığı ırmağı yuttu. Ve ejder karıya gadablanıp Allah’ın emirlerini hıfz etmekte ve İsa Mesih’in şehadetini tutmakta olan bakiyye-i zürriyyeti ile muharebe etmek için çıktı”.

Burada ejder ünvanıyla bahsedilen Yahudilerin, demir asa ile hükumet edecek olan ve Allah’ın emirlerini hıfzedip, İsa Mesih’in şehadetini tutan, yani Müslüman olan Hz. Mehdî’nin peşine düştüğünü, onu öldürmeğe ve mesleğini mahvetmeye çalıştığını fakat Allahu Teala’nın Hz. Mehdî’yi muhafaza edip Yahudileri mağlub edeceğini haber vermektedir.

Hem İncil’de Amerika’nın neticede helak olacağından da bahsedilmektedir. Şöyle ki: Aynı bölümün 18. Bab’ında şöyle yazılıdır:

“Ve bu şeylerden sonra, azim hükümet sahibi olarak semadan nazil olmakta bir melek gördüm. Zemin dahi onun celaliyle münevver oldu. Ve kuvvetle ve büyük sesle nida ederek dedi ki:

“Yıkıldı Büyük Babil, yıkıldı! Ve cinlerin mekanı ve her nâpâk ruhun mahfezi ve her nâpâk mekruh kuşun kafesi oldu. Çünkü onun zinasının azgınlığı şarabından cümle milletler içtiler ve dünya melikleri onunla zina ettiler. Ve dünyanın tüccarı onun kesret-i israfından zengin oldular”. Ve semadan diğer bir sada işittim. O dahi dedi ki:

“Ey kavmim! Onun içinden çıkınız. Tâ ki günahlarına şerik ve onun belalarına giriftar olmayasınız. Zira günahları semaya kadar yetişip, Allah haksızlıklarını tezekkür eyledi. Onun size ettiği misillü siz dahi ona mukabele ediniz. Ve amellerine göre ona iki katını eda eyleyip, doldurduğu kaseyi ona iki kat doldurunuz. Kendi kendini her ne kadar izzetledi ve zevk ettiyse ona o kadar azab ve hüzün veriniz. Zira, kendi kalbinde ‘ben melike olarak oturuyorum ve dul değilim ve asla hüzün görmeyeceğim’ diyor. Bu sebebten onun belaları, yani ölüm ve hüzün ve açlık bir gün içinde gelecek, o dahi ateşe yakılacaktır. Zira onu hükmeden Rab Allah kudretlidir. Ve onunla zina edip zevk eden dünya melikleri, yanmasının dumanını gördüklerinde üzerine ağlayıp dövüneceklerdir. Ve onun azabının korkusundan uzakta durup ‘Vay! Vay sana ey büyük Şehr-i Babil! Ey kutlu şehir! Çünkü, aleyhine olan hüküm bir saatte geldi’ diyeceklerdir.

Ve dünyanın tüccarı onun üzerine ağlayıp mahzun olurlar. Çünkü, emtialarını; yani altun ve gümüş ve mücevherat ve inci ve zarif kumaş ve erguvani ve ipek ve kırmızı metaını ve her gûnâ buhur ağacı ve her gûnâ fildişi kaplar ve her gûnâ pek kıymetli ağaç ve bakır ve demir ve mermerden olan kaplar ve tarçın ve buhurlar ve hoş rayihalı yağ ve günlük ve şarap ve zeytinyağı ve has un ve buğday ve sığırlar ve koyunlar ve atlar ve arbeler ve cesetler ve insan canlarını kimse satın almaz. Ve nefsin arzu ettiği meyveler elinden gitti. Ve nefîs ve zarif eşyanın cümlesi elinden gitti. Ve onları artık bulamayacaksın. Bu şeylerin tacirleri -ki onun sebebiyle zengin oldular- onun azabının korkusundan uzak durup ağlayarak ve mahzun olarak diyecekler ki; ‘Vay! Vay zarif kumaş ve erguvani ve kırmızı elbise giyip, altun ve mücevherat ve inci ile donanmış olan ol büyük şehre! Çünkü bu kadar zenginlik bir saatte harab oldu. Ve her gemi reisi ve gemi ile gidenlerin cümlesi ve gemiciler ve denizde iş görenlerin cümlesi, uzakta durup onun yanmasının dumanını gördüklerinde figan edip, ‘bu büyük şehre benzer hangi şehir vardır’ derler idi. Ve başları üzerine toprak saçıp ağlayarak ve feryadla, ‘vay! vay o büyük şehre ki, zîkıymet emtiası vasıtasiyla denizde cümle gemi sahipleri zengin oldular. Çünkü bir saatte harab oldu’.

Ey Sema ve ey mukaddes Resuller ve Peygamberler! Ondan dolayı mesrur olunuz. Zira Allah ondan intikamınızı aldı” derler idi.

Ve bir kutlu melek bir büyük değirmen taşı gibi bir taş kaldırıp denize atarak dedi ki:

“O büyük Şehr-i Babil böyle şiddetle atılıp, artık hiç bulanmayacaktır. Ve sende tamburcular ve hânendeler ve neyzenler ve borazanlar sadası artık işitilmeyecektir. Ve sende artık hiçbir san’atın bir üstadı bulanmayıp, sende artık değirmen sesi işitilmeyecektir. Ve sende artık kandil ziyası görünmeyecek. Ve sende artık güvey ve gelin sesi işitilmeyecektir. Çünkü senin tacirlerin zeminin büyükleri idiler. Zira senin sihirlerinle cümle milletler idlal olundular. Ve peygamberler ile mukaddeslerin ve zemin üzerinde cümle katlolunanların kanı onun içinde bulundu”.

Hem 14. Bab’ın 8. – 11. ayetlerinde de bu mevzuda şöyle demektedir:

Ve onun ardınca diğer bir melek gelip; “yıkıldı! O büyük Şehr-i Babil yıkıldı! Çünkü kendi zinasının azgınlığı şarabından cümle milletlere içirdi” dedi.

Ve onların ardınca üçüncü bir melek gelip yüksek sesle dedi ki:

“Her kim canavara ve suretine secde kılıp damgayı kendi alnı üzerine veya eli üzerine kabul eder ise o kimse Allah’ın gadabının kasesine doldurulmuş hışmının safi şarabından içecek ve mukaddes melaikenin huzurunda ve kuzunun huzurunda ateş ve kükürtle azab olunacaktır. Ve onların azabının dumanı ilelebed yukarı çıkar ve canavara ve onun suretine secde kılanların ve onun isminin damgasını her bir kabul edenin gece gündüz rahatı olmaz. Mukaddeslerin sabrı bundadır. Allah’ın emirlerini ve İsa’ya olan imanı hızf edenler bundadır”.

20. Bab’da da şöyle yazılıdır:

“Ve elinde Haviye’nin anahtarı ve bir büyük zincir bulanarak semadan nüzul eden bir melek gördüm. Ve ejderi, o kadim yılanı -ki iblis ve şeytandır- tutup onu bin sene müddet için bağladı. Ve onu Haviye’ye atıp, kapayıp üzerini mühürledi. Tâ ki artık bin sene tamam olmayınca taifeleri idlal etmeye. Ve ondan sonra biraz vakit için çözülse gerektir.

Ve tahtlar gördüm ve üzerlerinde oturdular. Ve onlara hüküm selahiyeti verildi. Ve canavara ve onun suretine secde etmeyip alınlarında ve elleri üzerinde damgayı kabul etmeyerek İsa’nın şehadeti ve Allah’ın kelamı için katl olunan kimselerin canlarını gördüm. Bunlar yaşayıp Mesih ile beraber o bin sene müddet saltanat ettiler. Lakin emvatın bakiyesi o bin sene tamam olmayınca dirilmediler. Birinci kıyamet budur. Birinci kıyamette hissesi olan kimse mübarek ve mukaddestir. Bunların üzerine ikinci ölümün hükumeti yoktur. Ancak onlar Allah’ın ve Mesih’in kahinleri olup onun ile beraber bin sene saltanat edeceklerdir (Hz. İsa’ya A.S. hakiki iman edenler Müslümanlar olduğu için onlardan bahsetmektedir, yoksa Hıristiyanlardan değil).

Bu cümleler bininci seneye kadar Müslümanların galibiyetine ve ondan sonra Müslümanların nisbeten zayıflaşıp kafirlerin bir derece galibiyetine ve Müslümanlara tecavüzlerine işaret etmektedir. Bu tarih hicrî dördüncü asrın sonlarına tekabul etmektedir ki aynen vuku bulmuştur. Bu tarihden itibaren Müslümanların za’fa düşmüş, hatta neticede Abbasi Devleti’i yıkılmış ve Alem-i İslam küffarın istilasına maruz kalmıştır.

Bundan sonra aynı babın devamında ikinci bir binden bahsedilmektedir ki bu da içinde bulunduğumuz zaman olan miladî 2000 tarihine tekabul etmektedir. 2000 yılından sonra şeytanın yeryüzündeki ekser insanları saptırarak Müslümanların üzerine saldırttığını, fakat akıbette Müslümanların galib gelerek küffarın helak olduğunu ifade etmektedir. Şöyle ki:

“Ve bin sene tamam olduğunda, şeytan kendi zindanından salıverilip zeminin dört köşesinde olan taifeler yani Ye’cûc ve Me’cûc’ü (ifsadata giren milletleri) –ki miktarı deniz kumu gibidir- idlal ve muharebeye cem’ etmeye çıkacaktır. Ve yeryüzüne çıkıp mukaddeslerin ordusunu ve sevgili şehri ihata ettiler. Ve Allah tarafından semadan ateş inip onları telef etti. Ve onları idlal eden iblis, canavar ile yalancı peygamberin bulundukları ateş ve kükürt gölüne atıldı. Ve gece gündüz ebed-ul âbâd azab olunacaklardır.

Ve bir büyük beyaz taht ve üzerinde oturanı gördüm. Onun huzurundan zemin ile sema firar edip, onlara bir mahal bulunmadı. Ve emvatı, küçükleri ve büyükleri Allah’ın huzurunda durur gördüm. Ve kitaplar açıldı ve hayat kitabı olan diğer bir kitap açılıp emvat, kitaplarda muharrer olan şeyler üzerine amellerine göre hükmolundular. Ve deniz, kendi derununda bulunan emvatı teslim etti. Ölüm ve Haviye dahi kendilerinde bulunan emvatı teslim eylediler. Ve herkes amellerine göre hükm olundu. Ve ölüm ile haviye ateş gölüne atıldılar. İkinci ölüm budur. Ve herkim ki hayat kitabında kayd olunmuş bulunmadı ise ateş gölüne atıldı”.

CAY-I DİKKAT BİR MES’ELE: İncil’in bu bölümlerinde ve sair bazı yerlerinde hakikatler teşbih ve temsiller suretiyle anlatılmaktadır. Eğer bu teşbih ve temsillerin hakikatleri bilinmezse ve zahirinde olduğu gibi hükmedilirse hilaf-ı vaki ve hatta muhal manalara yol açtığı gibi, insanı dalalete atan fikirlere de meydan verir. Hem hakikatlere kendi hevasının penceresinden ve batıl nazarlarla mutaassıbane bakılırsa, hakikat tamamen aksi bir surette gözükür. İşte Hıristiyan alemi bu hatalara düşmüş, bu sebeble hak yoldan sapmışlardır. Mesela yukarıda geçen ölümden murad; kalbin dinî hayatının ölmesidir. Hayattan murad; kalblerin hayatlanması ve din-i İslam’ın kalblerde hakim olmasıdır. Hem buradaki kıyametten ve yeniden dirilişten murad; bütün Peygamberlerin ve evliyanın hakiki dini olan İslamiyet’in ekser insanlık aleminde terk edilmesiyle o Peygamberler ve evliyalar manen ölmüş iken, İslamiyet’i ders veren Kur’an-ı Azimuşşan’ın alemde hakim olmasıyla o Peygamber ve evliyanın ve bütün insan nev’inin yeniden hayat bulup dirilmesidir. Hem ölüm ile Haviye’nin ateş gölüne atılması ve 21. Bab’da geçen ve Hz. İsa’nın (A.S.) nüzulünden sonra ki dönem için söylenen “ölüm artık olmayacak ve artık hüzün ve feryad ve ağrı bulunmayacaktır” gibi ifadeler, Müslümanların artık zulme uğramıyacakları, yer yüzünün adaletle dolacağı gibi manalara gelmektedir. Yoksa hâşâ kıyametin kopmayacağı ve dünyanın harab edilmeyeceği manasına gelmemektedir. İncil ve Hz. İsa (A.S.) aynen Kur’an’ın ve Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) gösterdiği tarzda kıyamet ve haşr-i cismaniyi ve ahiretteki mücazat ve mükafatı ümmetlerine ders vermişlerdir.Hal böyle iken Hıristiyan alemi, İncil’in bazı yerlerindeki bu gibi mecazî ifadelerin zahirine hasr-ı nazar ederek ve hakiki manada kıyametten ve haşr-i cismanîden haber veren sarih ifadeleri de bunlara tatbik ederek, ittifaken haşr-i cismanîyi inkar etmişler, hatta bir kısmı kıyameti dahi inkar ederek nüzul-ü İsa’dan sonra dünyanın ebedî olacağını itikad etmişlerdir. Böylelikle asıl İncil’in ve Hz. İsa’nın (A.S.) din-i hakikisinden uzaklaşıp dalalete düşmüşlerdir. Onlara göre kıyametin kopması; dünyanın harab olup sonra baki bir surete tebdil edilmesi ve insanların huzur-u İlahîde mahkeme-yi kübrada adilane muhakeme olması ve Cennet ve Cehennem’e girmesi suretinde değildir. Gûya Hz. İsa (A.S.) nüzul ettikten sonra, insanlar arasında bir mahkeme-yi kübra kuracak ve insanlar arasında hükmedecek ve bundan sonra ölüm olmayacak, ebedî bir hayat olacak diye inanmaktadırlar. Dikkat edilirse Resul-i Ekrem (A.S.M.) da bizlere, Hz. İsa (A.S.) adil bir hakim olarak inecek ve insanlar arasında adaletle hükmedecek, o dönemde insanlar saadete kavuşacaklar diye müjde vermiş ve Hz. İsa’nın (A.S.) nüzulü kıyametin alametidir, ondan sonra kıyamet kopacaktır diye bildirmiştir. Hıristiyanlar da aynı şeyleri söyledikleri halde hakikatin suretini nasıl değiştirmişlerdir. Cenab-ı Hakk’a hadsiz hamd u senalar olsun ki bize bu nev’î hakikatli ders veren Resul-i Ekrem (A.S.M.)’a ümmet etmiştir. Bu noktadan Tevrat ve İncil’de ne şekilde tahrifat yapıldığı ve Kur’an-ı Hakim ve onun müfessiri olan Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ın nasıl Tevrat ve İncil’in ve sair kütüb-ü semaviyenin, aslını tasdik edici ve yapılan tahrifatları da tashih edici olduğu anlaşılır.

Elhasıl: Gavs-ı Gelanî’nin Feth-ur Rabbanî isimli eserinde de mevcud olduğu üzere; Hz. İsa (A.S.) gelecek, yeryüzünde 40 sene kalacak, evlenecek ve ölecektir. Cenaze namazını Müslümanlar kılacak ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ın yanına defnedilecektir. Amennâ...

Hem yine aynı batıl nazarla, mü’minler hakkındaki, yani Hz. Musa ve Hz. İsa’ya (A.S.) hakiki manada iman edenler, yani ümmet-i Muhammed hakkındaki müjdeleri, Yahudi ve Hıristiyanlar taassubla kendileri üzerine tabir etmişler, millet-i İbrahim’i yine aynı taassubla kendilerine mal etmişlerdir.

Hem yukarıda geçtiği gibi aynı şekilde zahire hasr-ı nazar ederek, Babil şehri hakkındaki yanlış hükümleri sebebiyle Amerika Irak’ı vurmakta, aslında Babil kendisi iken, dünyayı Babil’den kurtaran kimse olarak kendini görmektedir.