Bu Blogda Ara

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Bir Ölünün Not Defteri’nden

ŞİMDİ ÖLDÜM. Az önce. Bedenimi ameliyat masasının üzerinde görebiliyorum. Doktorlar ölmemem için çok uğraştılar, ama ecelimi bir dakika olsun uzatamadılar. Bu saatten sonra onlara sitem etmemin bir faydası yok. Ellerinden geleni yaptılar çünkü. Şimdi yavaş yavaş toparlanıyorlar. Kan bulaşığı eldivenlerini çıkarıp ellerini yıkıyorlar. Üzerlerinde bir yorgunluk ve yılgınlık hali okunuyor. Ölümle son bulan her ameliyattan sonra onlar için normal hayata dönmenin hiç de kolay olmadığı belli. Ölüm karşısında yaşadıkları acizlik öyle hemen unutulacağa benzemiyor. Belki onların kazancı da, sağlık bahşedenin kendileri olmadığını bir kez de benim üzerimde tecrübe etmiş olmaları.

Her neyse, şu anda kendimi o kadar hafif hissediyorum ki, sanki üzerimden tonlarca yük kalkmış gibi. Size ilk söylemek istediğim şey bu. Fakat yine de bedenimin etkisini bir şekilde üzerimde hissediyorum. Hani parmağınızdan yüzüğünüzü çıkarırsınız ama çıkarmamışsınız gibi hissedersiniz ya, aynen öyle. Cansız cesedimi önümde görmesem, hâlâ bedenimleyim sanacağım.

Ne var ki gerçeği kabullenmek durumundayım, ruhum Azrail’in ellerinde zapt u rapt altında. Allah’ın izniyle beni öldüren o. Ruhumu bedenimden ayırdı ve korumaya aldı. Bu neye benziyor, biliyor musunuz? Hani, düşmek üzere olan uçaktan pilot paraşütle atlar kurtulur, ama uçak yere çakılır ya; işte ona. Yaşayanlar ise hikayenin geri kalanını cesedim üzerinden takip edecekler büyük bir ihtimalle. Önce cenaze namazımda, sonra mezarımda hayat hikayemin sonuna dair ipuçları arayacak gözleri. Ve “İşte faninin son durağı!” diyecekler mezarıma işaret ederek. Oysa o ceset, yere çakılmış uçağın enkazı sadece.

Şimdi siz “Bırak lafı dolandırmayı da, daha sonra başına neler geldiğini anlat!” diyeceksiniz. Sizi çok iyi anlıyorum. Buraların ne kadar emniyetli bir yer olduğunu merak ediyorsunuz. Sizi temin ederim, burada her şey kontrol altında. İlk şok halini atlattıktan sonra bunu çok daha iyi görebiliyorum. Şimdiye kadar yaşadıklarımdan çıkaracağım bir sonuç varsa, o da burasının dünyadan çok daha emniyetli bir yer olduğu. Tüm aşamalar, en ince noktasına kadar belirli burada. Yani, hiç merak etmeyin, organizasyonda kusur yok. Ölmüş ve az da olsa ölüm sonrasını tecrübe etmiş bir kardeşiniz olarak, esas merak etmeniz gerekenin, şu anda yaşamakta olduğunuz dünya hayatı olduğunu söylemek zorundayım.

ÖLÜM, her şeyden önce dünya hakkında gözlerimi açtı. Uykudan uyanmış gibi oldum. Meğer dünyada iken dünya hayatının asıl, ölüm ve ahiret yurdunun ise metafizik inanç konuları olduğunu zannetmek ne kadar büyük bir yanılgıymış. Buradan böyle safsataları insanların kafasına sokan felsefecileri uyarmayı bir borç biliyorum. Dünya hayatı dediğin, meğer sadece şu an bulunduğum ve varoluşun esas yurdu olan âlemin arasına açılmış küçük bir parantezmiş sadece. Tıpkı Allah Resulü’nün (a.s.m.) haber verdiği gibi, dünyada yaşadığımız ömür, bir ağacın altında gölgelenip sonra terkedip giden yolcunun misali gibiymiş.

BULUNDUĞUM yerden dünya hayatına bakıyorum da, Rabbimiz dünyanın bu geçiciliğini vurgulamak, ölümün hepimiz üzerine gelecek bir olay olduğunu bize duyurmak için ne de çok âyet göndermiş. En başta, gördüğümüz rüyalar. Rüyalar, meğer bize yaşadığımız hayatın tek varoluş biçimi olmadığını, varoluşun farklı boyutları olabileceğini fısıldıyormuş. Bu yönüyle bize ölüm sonrası hayattan haber veriyormuş. Meğer kış ve bahar mevsimleri birer provaymış. Kış mevsimi her canlının ölümü tadacağının, bahar mevsimi ise haşir gibi her canlının yeniden diriltileceğinin provasıymış. Her yıl düzenlenen bu provanın biz unutkan insanlara yetmeyeceğini bildiği için Rabbimiz bir de günlük nişanelere yer vermiş. Gündüz ve gece, siyah ve beyaz ipten dokunmuş halı gibi hem varlığı hem yokluğu, hem hayatı hem ölümü bize hatırlatan güçlü birer ayetmiş.

Bunlar Rabbimizin gözümüz önüne serdiği ayetler… Bir de kendi bedenimiz üzerinde görünen ayetler, daha doğrusu ölümü hatırlatan elçiler gönderilmiş bize. Kırk yaşına doğru saça düşen o ilk ak, ölümün öncü elçilerindenmiş meğer. Gözlerin bozulması, hastalıkların artması, güç ve takatten düşülmesi… hep ölümü hatırlatan elçilermiş, son elçi Azrail’den önce gelen. Ama insan yaşarken bu elçilerden alması gerektiği gibi ders almıyor; bunu şimdi anlayabiliyorum. Ne acı ki gaflet denen o kalın perde, ölmeden tam olarak kalkmıyor.

İtiraf etmek gerekirse, öldükten sonra farkına varabildiğim ve çok şaşırdığım başka bir şey de, “benim” diye sahiplendiğim bedenimin sadece bir kabuktan ibaret olduğunu anlamış olmam. Oysa dünyada iken, “ben” deyince ruhumdan önce bedenim aklıma geliyordu. Kendimi ellerim ayaklarımla, gözlerim ve saçlarımla bir ve aynı addediyordum. En azından, bedenim ile ruhum arasında kopmaz bir birlik ve bütünlük var sanıyordum. Hatta çevremde öyleleri vardı ki, kendisini toplumun gözündeki hali sanıyordu; imajı onun her şeyiydi. Şimdi anlıyorum ki, hepsi de nefsin icat ettiği farazi (mevhum) hat ve bağlantılardan ibaretmiş. Nefis, dünyada iken önce ruha bedeni perçinliyor, sonra dünya üzerinde nefse mal edebileceği ne varsa onları perçinliyormuş. Oysa öldüğünüz vakit, ben(im) sandığınız her şey buhar olup uçuyor. Gövdenize demir halatlarla bağlı olduğunu düşündüğünüz malınız, mülkünüz, çocuklarınız, şöhretiniz, imajınız… hepsi birer birer ben’inizden kopuyor; hatta bedeniniz bile! Kala kala geriye bir tek ruhunuz kalıyor; yani asıl özünüz, sizi siz yapan şey. O yüzden ben de şimdi Necip Fazıl gibi diyorum: “[Ölünce] bu dönen şeyler eski yerine, benim diye baktığım şeyler miydi bir zaman?”

ASLINDA bu gerçeğe ilişkin çok şey yaşıyor insan dünyada iken. Mesela ben ölmeden önce yaşanılan son büyük Gölcük depremi böyle değil miydi? Nasıl da uzun emelleri olan insanlar, birden ayılmıştı. Dünyada kalıcı ve güvenli bir hayatı sembolize eden betonarme evler, üç dakika içinde üst üste yığılı tabutlara dönüşmüştü. Dünyanın geçici bir yurt olduğunu bundan daha net hangi olay anlatabilir ki? Hangi olay, bundan daha ibret verici acı bir ders olabilirdi? Ama o gaflet perdesi yok mu, bırakmıyor insanı ayıldığı haliyle. Kısa bir zaman sonra, yine eski tas eski hamam oluveriyor her şey.

Şu an ameliyat masasında kalan cesedime bakıyorum da, kendim de dahil olmak üzere, insanların çoğunun dünya hakkında ne kadar yanıldıklarını düşünüp derin acılara boğuluyorum. Meğer güneş ışıklarının altında çoğumuz, çok zaman, varımız yoğumuzla dünya için çalışmışız. O ihtiyar ama makyajla güzel görünen aşufteye gönlümüzde asude köşeler ayırmışız. Oysa şimdi derin bir acıyla anlıyorum ki, dünya denen o aşufte, arkasını dönüp gidecek bir aldanma metaından başka bir şey değilmiş. Biz onu ne kadar kendimize yar etmek istesek, o bizden o kadar kaçacakmış, elde kalmayacakmış. Asıl acı olan ne biliyor musunuz; bu arada tüm hızıyla üzerimize doğru gelen ahirete (ölüme) doğru dürüst hazırlık yapmamış oluşumuz. Hazreti Ali’nin dediği gibi, “Dünya arkasını dönmüş gidiyor, ahiret yönelmiş geliyor iken, arkasını dönene yönelip, yönelene sırt çeviren insandan daha şaşkın kim olabilir?”

BELKİ duymuşsunuzdur, bir de “ölüm acısı” denen bir kavram var. Bu ölüm acısını, şehitler dışında insanların tümü yaşıyor, kaçış yok yani. İşte bu ölüm acısının esasını ne oluşturuyor, biliyor musunuz? Pişmanlık! Hem de derin bir pişmanlık! İnsan ölüm anında ve hemen ertesinde en çok pişmanlık duygusu yaşıyor. Çünkü kendisine verilen güzel ameller, güzel işler yapma imkanı, ölümle birlikte son bulmakta. Kul, ne kadar istese de bir daha asla kavuşamayacağı dünyaya elveda etmiş oluyor. Bunun ölen insanın ruhunda ne kadar ağır bir yük oluşturduğunu tahmin edemezsiniz. İnsan ancak ölünce, gaflet perdesi yırtılınca, kendisine verilen ömür sermayesinin, güzel işler yapma fırsatının değerini anlıyor. Ve az ya da çok, her ölen insan derin keşke’ler içinde tarifsiz pişmanlıklar yaşıyor: “Keşke şunu şöyle yapsaydım, keşke bunu böyle yapsaydım, keşke şunu hiç yapmasaydım, keşke ona hiç uymasaydım…”

Hangi kul, daha iyi bir ubudiyet yapabileceği halde, yapmamış olarak Rabbinin huzuruna çıkmak ister ki? Hiç kimse istemez, ama bu meselede esas ziyana uğrayan zümreyi Kur’an şöyle ilan ediyor: “Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: “Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık.” (6/27) İşte, esas keşkeci zümre bunlar olacak.

Hasılı kelam, siz geçici dünya hayatının aldanış makamında bulunan insanları! Ölümden sonrasını günü gününe merak edeceğinize, şu an dünyada ne yaptığınıza bakın. Ölüm her canlının yaşayacağı bir olay. Bugün bana, yarın size. İyisi mi siz, sözümü dinleyin de, şu an ne yaptığınıza dikkat edin. Edin ki, yarın keşkeleriniz sizi yiyip bitirmesin.

Şunu iyi bilin ki, ne mallarınız ne de evlatlarınız, öldükten sonra size yarenlik etmiyor. Öldükten sonra insanın yanına kalan tek şey, dünyada işlediği amelleri. Mallar evlatlar, hepsi geri dönüp gidiyor. Melekler, “Ne getirdin?” diye sorarken, onlar daha ilk günden ne bıraktığımı soruyorlar. O sebeple, Necip Fazıl’ın şu dizeleri hepinizin kulağına küpe olmalı:

Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!

Mezarda geçer akçe neyse, onu biriktir!

Hiç yorum yok: