Bu Blogda Ara

30 Mayıs 2010 Pazar

Sirius'un Gizemi ve Uzaylılar

Sirius Takımyıldızı, kitabımız Kuran-ı Kerim'de dahi bahsedilen gizemli bir yıldızlar topluluğudur. Ama insanın içinden "Neden Sirius?" demek geliyor. İnşaAllah burada geniş bir şekilde konuyu sizlere sunacağım. Ayrıca konu oldukça uzun ve eğer birşeyler öğrenmek istiyorsanız sıkılmadan okumalısınız.
49,9 Yıl ve Yay Şeklinde İki Adet Yörünge
Kuran'da geçen bazı kavramlar, 21. yüzyılın bilimsel verileriyle araştırıldığında karşımıza bir Kuran mucizesi olarak çıkmaktadırlar. Bunlardan biri, Necm Suresi'nin 49. ayetinde geçen Sirius yıldızıdır:
Doğrusu, 'Şi'ra (yıldızı)nın' Rabbi O'dur. (Necm Suresi, 49)
Arapça karşılığı "Şi'ra" olan Sirius yıldızının, sadece "yıldız" anlamına gelen Necm Suresi'nin 49. ayetinde geçmesi son derece dikkat çekici bir durumdur. Çünkü bilim adamları geceleri gökyüzünün en parlak yıldızı olan, Sirius yıldızının hareketlerindeki düzensizliklerden yola çıkarak, onun bir çift yıldız olduğunu keşfettiler. Dolayısıyla Sirius, Sirius A ve Sirius B olarak ifade edilen iki yıldızdan oluşan bir takım yıldızdır. Bunlardan daha büyük olan Sirius A, Sirius B'den Dünya'ya daha yakındır ve özelliği çıplak gözle görülebilen en parlak yıldız olmasıdır. Sirius B yıldızının özelliği ise teleskopsuz görülememesidir.
Sirius takım yıldızları, birbirlerine doğru yay şeklinde bir eksen çizerler ve her 49,9 yılda bir birbirlerine yaklaşarak gökyüzünde sarkarlar. Bu bilimsel veri, günümüzde Harvard, Ottawa ve Leicester Üniversiteleri'nin astronomi bölümlerinin fikir birliğiyle kabul ettikleri bilimsel bir gerçektir. Bazı kaynaklarda bu bilgiler şöyle aktarılır:
En parlak yıldız Sirius gerçekte bir çift yıldızdır... Dolanım periyodu 49.9 yıldır. (Exposes Astronomiques, La troisième loi de KEPLER,
http://www.astrosurf.com/eratosthene/HTML/exposetheoastro.htm)

Bilindiği gibi, Sirius-A ve Sirius-B yıldızları birbirleri çevresinde her 49,9 yılda bir çift yay çizerek dolanırlar. (http://www.dharma. com.tr/dkm/article.php?sid=87)
Burada, dikkat edilmesi gereken nokta, iki yıldızın birbirleri etrafında dolanırken yay şeklinde iki adet yörünge çizdikleridir.
Ancak 20. yüzyılın sonlarına doğru anlaşılabilmiş bu bilimsel gerçeğe, mucizevi bir şekilde bundan 14 asır önce Kuran'da işaret edilmiştir. Necm Suresi'nin 49. ve 9. ayetleri beraber olarak okunduğunda bu mucize karşımıza çıkmaktadır:
Doğrusu, 'Şi'ra (yıldızı)nın' Rabbi O'dur. (Necm Suresi, 49)
Nitekim (ikisi arasındaki uzaklık) iki yay kadar (oldu) veya daha yakınlaştı. (Necm Suresi, 9)
Necm Suresi'nin 9. ayetinden anlaşılan "ikisi arasındaki uzaklık" anlatımı bizlere bu iki yıldızın çizdiği yörüngede birbirlerine yaklaştığını ifade etmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Kuran'ın vahyedildiği dönemde bilinmesi mümkün olmayan bu bilimsel gerçek, bize, Kuran'ın Yüce Rabbimiz'in bir sözü olduğu gerçeğini bir kez daha kanıtlamaktadır. (www.kuranmucizeleri.com)
Sadece Necm Suresi'nde mi?
Kutsal kitabımız Kuran'da bahsedilen Sirius Takımyıldızı'ndaki yıldızlardan, Sirius A'ya Tarık Suresi'nde de rastlıyoruz. Birazdan sizlere Hakan Yılmaz Çebi'nin bu konuyla ilgili yazısını sunacağım. Burada bahsedilen Tarık Yıldızı'nın Sirius Yıldızı olduğundan bahsedilmemiş ama siz şu an bunu biliyorsunuz.
PEYGAMBERLER PEYGAMBERİ’NİN
SANCAĞI- TARIK YILDIZI- UKAB
Bir topluluğun en önemli sembollerinden biri bayrak ve sancaktır. Her ikisi de, en küçük birimden en büyük birime kadar o topluluğu sembolize eder…

Sancaklar arasında bir sancak vardır ki taşıdığı anlam ile ve önem ile diğer sancaklardan ayrılır. 1400 yıldır İslam'ın sembolü olan bu sancak kutlu Peygamberimiz, Hz. Muhammed (s.a.v)'in Ukab isimli emaneti olan Sancak-ı Şerifi'dir.
HZ. PEYGAMBER HER KATILDIĞI SAVAŞA UKAB İLE GİRMİŞTİR..

Arap kabileleri arasında sancağın yere düşmesi yenilmek anlamına geliyordu. Böyle bir şey olduğunda askerler mağlubiyeti kabul ederek dağılırlardı. Bu yüzden sancağı taşıyan kişi yaralandığında veya öldüğünde onu taşıyacak sonraki kişi belliydi ve hemen sancağı devralırdı.


UKAB/OKAB
Ukab (okab) arapçada Toz,Duman ve Kartal Takımyıldızı anlamına gelir. Kartal Takımyıldızının diğer bir ismide "DENEB EL OKAB" DIR. Bu manada Resulullah Efendimizin (SAV) sancağı Ukab, (okab) kainatın içindeki risaletini ve Allah'ın (c.c) Halifesi olduğunun delilidir. 1400 yıl önce Peygamber Efendimiz Henüz gökler keşfedilmemişken kendisi kainattaki bütün galaksilerin ve yıldızların ilmine sahip olduğunun delili olarak kainatın genel rengindeki siyah zemin üzerine yine bir gök cismi olan hilali koyarak zamanımıza ilmi bir mucize bırakmıştır. Unutmayın ki kainattaki bütün gezegenlerin bağlı olduğu bir güneş vardır. Bu güneşin etrafında dönen her gezegen belli dönemlerde hilal şeklini alırlar. Bu sebepten Resulullah Efendimizin sancağının siyah rengi kainatı, hilalide bütün kainat içerisindeki gezegenleri temsil eder. UKAB'IN BİR MANASIDA "DUMAN"DIR. Kainat ilk yaratıldığında henüz gezegenler oluşmadan önce duman halinde idi. (www.hakanyilmazcebi.com) 
 

"SONRA DUMAN HALİNDE OLAN GÖĞE YÖNELDİ. GÖKLERE VE YERLERE İSTEYEREK VEYA İSTEMEYEREK GELİN DEDİ. YERLER VE GÖKLER İSTEYEREK GELDİK DEDİLER" Fussilet Suresi-11

   Yine Resulullah Efendimiz bugün kainat içerisinde kartal bulutsusu'da (okab) yerleri ve gökleri temsil eden sancağının ahir zamandaki mucizesini ispat etmektedir
. AYRICA UKAB DÜNYAMIZ İÇİN ÖNEMLİ OLAN ÜÇ AYRI TAKIMYILDIZININ KUĞU(CYGNUS), VEGA(LYRAE), KARTAL (OKAB) YAZ AYLARINDA BİRARAYA GELEREK YAZ ÜÇGENİNİ OLUŞTURURLAR. BU YILDIZTAKIMLARININ LİDERİ KARTAL (UKAB) TAKIMYILDIZIDIR. (www.hakanyilmazcebi.com) 
 
 
 
Kuğu takımyıldızı musevilik dinini temsil eder, Vega takımyıldızı hıristiyanlık dinini temsil eder,Kartal (Ukab) takımyıldızı İslam dinini temsil eder. İşte uzun süren kış ve karanlık dönemden sonra Resulullah Efendimizin müjdesi ve mucizesi olarak bu uyanma baharının ardından o Mubarek Peygamberin Sancağı tüm insanlarla beraber diğer dinleride Ukab'ın altında birleştirmek üzere tüm insanlığa bu baharda gönderilmiştir.
 
 
DENEB EL UKAB SAMANYOLUNDAKİ
EN PARLAK YILDIZDIR.
 Güneşimizden kat kat büyüktür.
Kuran-ı Kerim'de Resullulah Efendimizin sancağı olan Ukab'dan şöyle bahseder;

1-Göklere yemin ederim ki, Tarık'a yemin ederim ki,

2-Tarık nedir bilir misin?

3-O parlayan bir yıldızdır.   
(Tarık Suresi 1-2-3)

Bu üç ayette bahsedilen Tarık, Allah'a giden yolu gösteren Resulullah Efendimizin, Mubarek sancağında temsil edilmiştir. Ve ahirzamanda da hak ile batılı ayıracak yerlerin ve göklerin sembolü olacaktır. Bu mubarek sancağın temsil ettiği Hz. Peygamber Efendimiz, İslam dini ve Kuran-ı Kerim işte bu dönemde gerçek manada hak ile batılı ayıracaktır.

"Kuran (Hak ile batılı) ayıran sözdür." Tarık Suresi-13
"ONLAR BİR TUZAK KURARLAR,BENDE BİR TUZAK KURARIM." Tarık Suresi 15-16

   Resulullah Efendimiz'in sancağı mubarek Ukab ahirzamanda cehalet ve inkar karanlığını delen yıldız olarak Kuran-ı Kerim'de anlatılmıştır.
 


Yukarıdaki resimde de siyah fon üzerine Hilallerin bütünlediği Resulullah Efendimizin sancağı olan Ukab'ın kainattaki gerçek görüntüsüdür. (www.hakanyilmazcebi.com)
Fethullah Gülen Hocaefendi de Behsediyor
Hocaefendi, hizmeti her daim yayacağından bahsederken bir de Sirius Yıldızı'ndan bahsediyor Zihin Harmanı'nda. Sözü kendisine bırakalım;
"Hatta bir gün yeryüzünde hiç kimse kalmasa, dış dünyalarda, Sirius yıldızına bağlı bir kolonide, Herkül burcunun etrafında ayrı bir sistemde, Samanyolu'nun bilmem hangi bucağında insanlar olabileceği ihtimaliyle oralara doğru kentler kura kura sıçrayacak, atlayacak, ferden olmasa bile nev'en o noktalara ulaşmayı düşünecek, düşleyecek ve gönlümüzün ilhamlarını orada bulunan (eğer varsa) insanların sinelerine de boşaltacağız. Onlarla hemhâl olacak ve onlara da Allah'a giden yolları göstereceğiz. Efendimiz'in (aleyhissalâtü vesselâm) dediği gibi "Lâ ilâhe illallah deyin, felah bulun, kurtuluşa erin." diyecek ve hep bununla soluklanacağız. Bu, bizim vazifemiz. Onların vazifesi de bu sese kulak vermek, kendilerini huzura çağıran bu nidayı dinlemek ve gezdikleri her yerde doğru yolu araştırıp onu bulmaya çalışmaktır." (tr.fgulen.com)
Görüldüğü gibi Hocaefendi, Sirius Yıldızı'ndan bahsetmekle kalmıyor, başka yerlerde akıllı canlıların olabileceğini söylüyor. Sizler de durup durmadık yerde niçin uzaylılardan konu açma gerekliliği duyduğumu düşünebilirsiniz. Amacım, Afrika'daki Dogonlar kabilesiden söz etmek için ortam oluşturmaktı.
Dogonlar
Dogonlar gerçekten ilginç bir topluluk. Bunu biraz sonra sizler de anlayacaksınız. Sahip oldukları bilgileri acaba bir peygamber sayesinde mi yoksa uzaydan gelen canlılar sayesinde mi öğrendiler? Hocaefendi de acaba neden galaksimizin başka bir yerlerinde insanlar olabileceğinden bahsetti?
Ancak gelin ilk önce wikipedia'dan edindiğim bilgilere bakalım;
Dogonlar Afrika'nın Mali cumhuriyetinde yaşayan bir kabile halkıdır. Kabilenin nüfusu 250.000 civarındadır. Dogonlar hakkında en fazla araştırma yapmış ve Dogon kültürünü 1930’lu yıllarda Batı'ya tanıtmış olan etnolog Marcel Griaule'dür. Totemleri bulunan ve inisiyasyona dayalı bir örgütlenmesi olan bu kabile, tradisyonlarını sözlü aktarım yoluyla sürdürmüştür. Tradisyonlarındaki astronomi bilgileri, özellikle Sirius sistemi hakkındaki bilgileri tüm astronomları şaşırtmıştır. Dogonlar’ın 1930’lu yıllarda bildirdikleri bazı bilgiler, sonradan modern astronomik keşiflerle doğrulanabilmiştir. Kimilerince ilkel olarak nitelendirilebilecek bu halkın geleneksel olarak bildiği, teleskopa sahip olunmaksızın bilinmesi imkânsız denilen astronomik bilgilerden bazıları şunlardır:
  • Dünya yuvarlaktır ve Güneş etrafında döner, Ay da Dünya etrafında döner.
  • Satürn’ün halkaları
  • Jüpiter’in uyduları
  • Sirius bir çift yıldızdan oluşur, birbirleri çevresinde 50 yılda bir dönerler, biri çok küçüktür, gözle görülemez ve onun maddesi çok ağırdır. (Bu bilgileri bilebilmek için teleskop da yeterli değildir.)
Dogonlar, bu kadarla kalmayıp, Sirius Sistemi’nde henüz varlığı halen doğrulanamamış üçüncü bir bileşen yıldızın olduğunu, dolanım süresini ve gezegenin bulunduğunu bildirmektedir.
Dogonların bu bilgileri nasıl bilebildikleri hakkında şimdiye dek çeşitli spekülasyonlar yapılmışsa da, spekülasyonların ötesinde, doğrulanabilir bir veri elde edilebilmiş değildir.
Sirius yıldızına en fazla önem vermiş topluluklardan biri olan, Dogonlar'ın Sirius ile ilgili olarak, sembolizm içerdiği sanılan diğer inanışları şöyledir:
Po tohumunun en yüksek gök katındaki ifade edicisi, temsil edicisi ve kopyası Sirius-B yıldızıdır (Po-tolo). Po tohumu alemi döndürmeyi bitirmiş olduğundan dış zar Sirius-B’ye dönüştü. Sirius-B’de Po’nun döndürmüş olduğu alemin kanından arta kalan kısım vardır. Bu, onun yarattığı her şeyin kanından arta kalan kısımdır. Sirius-B küçük olmasına karşın en ağır yıldızdır. Tüm yıldızların ilki Sirius-B’dir. Alemdeki her şey onda vardır. O, âlemin desteği, dayanağı, yıldızların direğidir. Âlem Sirius-B yıldızının sayesinde dönmektedir. Sirius Sistemi Güneş Sistemi’mizle evlenmiş bulunmaktadır. Dünya’ya Sirius-B yıldızından Nommo'nun gemisi ile aktarılan tohumlar yalnızca Dünya üzerinde değil, yaratılan tüm “üst üste konulmuş alemler” de çimlenip çoğaldılar. Dünya’ya kelâmın hepsi açıklanmadı, daha gelecektir. "Emirler Sirius-B'den Sirius-A'ya Sirius-C vasıtasıyla aktarılmaktadır".
Sirius ve Uzaylılar
Sirius'tan sürekli bahseden Dogon'ların torunları hala Afrika'da ilkel bir hayat yaşıyorlar ama bildikleri onca bilgi bu ilkel insanlara kim ya da kimler aracılığı ile öğretildi? Gerçekten de uzaydaki akıllı canlılar, bu insanlara bazı konularda yardımcı mı oldular? Kuran-ı Kerim'de Sirius'tan bahsettiğine göre bu yıldız gerçekten önemli mi? Hocaefendi'nin de bahsettiği gibi yakınlarda bir yerde canlılar mı var?
Bunu cevabını da en doğrusu Hocaefendi versin;
Uzayda Canlılar Var mı?
"Göklerin ve yerin yaratılması ve oralarda bütün canlıları yaratıp üretmesi, O'nun kudretinin ve hikmetinin delillerindendir. O elbette dilediği zaman onları mahşerde toplamaya da kadirdir." (Şûrâ sûresi, 42/29) âyetinde geçen "dâbbe" kelimesi, hayvanlara ve insanlara şamil olduğuna göre, bu âyet göklerde hayvanların veya insanların varlığına delil olabilir mi? Göklerde dâbbenin yayılmasını nasıl anlamalıyız?
Kur'ân'da "dâbbe" kelimesinin geçtiği her yerde, siyak ve sibak itibarıyla umumiyetle insanlar ve sair cismanî canlılar anlaşılmaktadır. Meselâ bir yerde "Allah her canlıyı sudan yarattı. Kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağıyla gezer, kimi dört ayağı üstünde yürür."[1] denilmiş ve bunlar dâbbe kelimesiyle anlatılmıştır. Bir başka yerde "Gökte ve yerde hiçbir dâbbe (debelenen, kımıldayan) yoktur ki onun rızkı Allah'a ait olmasın."[2] denilmiştir.
Evet, Kur'ân-ı Kerim'de nerede dâbbe anlatılmışsa, orada hep cismanî bir varlıktan bahsedilmiştir. Bu âyet-i kerimede de "dâbbetün" sözüyle anlatılıyor. "Vemâ besse fîhimâ"daki zamir tesniyedir. Âyette sanki Allah'ın hem gökte, hem de yerde yaydığı, neşrettiği ve çoğalttığı dâbbelerden söz ediliyor. Bundan da yeryüzünde bizler, dört ayağının üzerinde yürüyen diğer canlılar ve yerlerde sürünen, yürüyen sürüngenler gibi göklerde de bu türlü canlıların var olduğu anlaşılıyor.
Şu ana kadar yapılan araştırmalarda henüz böyle bir şey keşfedilemedi ama, semavat o kadar geniş ki, fezanın derinliklerinde bir yerde küre-i arz gibi böyle bir kürenin bulunması ve onun üzerinde bizim bildiğimiz hayvanlar ve diğer canlılar gibi varlıkların bulunması ihtimal dahilindedir. Bu ve benzeri âyetlerin "işaret"lerinden de bu anlaşılabilir. Ancak yine de her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
Bizim dışımızda canlıların olabileceği ihtimali biraz da şu âyetle teyit görmektedir: "Ve hüve âlâ cem'ihim izâ yeşâu kadîr - O Allah, hem semadaki canlıları, hem de yerdeki canlıları, meşîeti taalluk ettiği zaman bir araya getirmeye muktedirdir."[3] Öyle anlaşılıyor ki, insanoğlu gibi yiyen, içen canlılar belki dünyanın dışında başka bir yerde de vardır. Belki bütün insanlar oraya ferden gidemeyecek ve belli bir nesil oraya ulaşamayacak ama, insanlık nev'en buna nail olabilecektir. Yani meşîet-i ilâhiye taalluk edince; bu canlılar o canlılarla içli dışlı olabilecekler.
Ama oralarda insan var mıdır, yok mudur? sorusuna gelince bu da kudret-i ilâhiyeden uzak değildir. Allah orada da insan yaratabilir. Bu varlıklar insan olmayıp insanlığın emrinde olan diğer canlılar gibi varlıklar da olabilirler. Allah orayı da hazırlamıştır; ne var ki, orayı da ancak insanlık göç ettiği zaman görecek, belki de istifade edecektir. Önümüzdeki yıllarda, herhâlde Cenâb-ı Hak bizlere daha çok şey gösterecektir. Zira teknik ve teknoloji çok hızlı gelişiyor ve yolda çok sürprizler var.
Bununla beraber âyetin mânâsı sarihtir. Ancak, yine de biz mülâhaza dairesini açık bırakıyoruz. Zamanın tefsiri içinde bu meselenin aydınlığa kavuşmasını beklemek en muvafık yol olsa gerek...
Bu âyetteki ikinci mesele, yeryüzünde ve göklerde canlıların yayılması meselesidir. Âyette geçen "besse" kelimesi, dağılıp saçılmayı ifade eder. Hz. Yakub da, münacatında ruh hâlini, "İnnemâ eşkû bessî ve huznî ilallah Allahım, ben dağınıklığımı, perişaniyetimi, derbederliğimi ve bir de tasamı sana şikâyet ediyorum."[4][5] Bu âyette insan ve sair canlıların yeryüzüne yayılması anlatılmıştır ki, insan yeryüzüne nasıl bir anne ve bir baba ile yayılmışsa, hayvanlar da aynen öyle yayılmışlardır. Her hayvan nev'i, kendi nev'inden, kendi nev'i adına, kendi nev'ini ve nev'inin karakterini korumak üzere, o nev'iden olarak yeryüzüne yayılmıştır. diyerek hislerini aynı kelimeyle dile getirir. İncelediğimiz âyetteki mânâ ise, bir şeyin bir noktada çoğalıp yayılması, yeryüzünü işgal etmesidir. Bu durum başka bir âyette de aynı kelimeyle anlatılıyor: "Sizi bir erkek bir dişiden yarattı, sonra onlardan sizi yaydı, çoğalttı yerin her tarafına neşretti."
* * *
Burada bir başka mesele de Darvin'in, bütün nev'ileri bir nev'e irca etme gayretidir. Ona göre bütün varlıklar gibi insan da belli devirlerde, belli bir canlıdan dönüşerek meydana gelmiştir. Kur'ân'ın sair bütün âyetleri de sahih hadisler de bunu nefyetmektedir. Kur'ân'a göre her nev'i, kendi nev'ini devam ettirmek üzere yayılmıştır. Yani insan, insan olarak yayılmış, insan olarak devam etmiş ve bundan sonra da insan olarak devam edecektir. Yılanlar ve akrepler de aynı şekilde. Hayvanlarda belki zâhiren cüz'î değişiklikler olabilir; fakat bunların karakteri ve nev'i değişmez. Yani bunların hayvanlığı değişmez, her hayvan, hayvan olarak devam eder.[6]
[1] Nur sûresi, 24/45
[2] Hûd sûresi, 11/6
[3] Şûrâ sûresi, 42/29
[4] Yusuf sûresi, 12/86
[5] Nisâ sûresi, 4/1
[6] Aynı konu için ayrıca bakınız: Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar, 2/347-348
(tr.fgulen.com) 

Yanlış Sitelere Takıldıysanız
Bu yazıları okuduktan sonra birçoğunuz merak edip buradaki terimleri araştırma uğraşına başlayabilir. Bundan dolayı da sizleri uyarma ihtiyacı duyuyorum. İnternette "sirius", "dogon", "uzaylı", "darvin" gibi kelimeleri arattığınızda karşınıza çok ilginç ve tehlikeli siteler gelebilir. İslam ile evrimi bağdaştırmaya çalışan sitelerden tutun ateizmi savunan sitelere kadar birçok tehlikeli yerlere takılmak zorunda kalabilirsiniz. Bundan dolayı sizlere Adnan Oktar'a ait sitelerden evrimin, saçmalıktan ibaret olduğunu delilleriyle gösteren materyallere bakmanızı öneriyorum.
www.evrimaldatmacasi.com
www.evrimmasali.com
www.harunyahya.net
www.harunyahya.org
Ve en önemlisi www.yaratilisatlasi.com adlı sitelere bakmalısınız.
Yorumlarınızı bekliyorum ve gerekli bir iş yapıp yapmadığımın farkına varmak istiyorum. (İnşaAllah daha ayrıntılı bilgi ve yazılarla konumuza devam etmek nasip olur. Amin.)
Hakan Demir(alıntı)

29 Mayıs 2010 Cumartesi

RUHLARIN CESEDDEKİ YERLERİ!!! SIRR'UL ESRAR........‏(letaifler)

RUHLARIN CESETTEKİ YERLERİ
VE DONANIMLARI...

 

Ruh mevzusunda en kapsamlı çalışma Tasavvuf âleminin kendisine bağlanmaktan şeref duyduğu Peygamber Efendimiz’in (sav) güzide emanetlerinden Abdülkadir Geylani’ye lütfedilen, tasarruf ettirilen keşiflerdir. Şahsen bu konuda yaptığım çalışmalarda az sonra bahsedeceğim eser, şahsen içimde sakladığım gerçeği ortaya çıkarıp iç dünyama ait taşları yerli yerine oturtmamı sağladı.

 

Geylani, Asıl ismi “Sırrül Esrar Fima Tehtacü İleyhil Ebrar” bugünkü manada “Dostlar Zümresinin İhtiyaç Hissettiği Sırların Sırrı” olan kısaca “SIRRUL ESRAR” isimli eserde bilinenin dışında insanın başka ruhlar taşıdığından da bahsetmektedir.


Bu eser yukarıda da belirttiği gibi ebrar zümresine yönelik kılavuz bilgiler kitabı olup makamı ve sırları henüz olgunlaşmamış talebeye sunulmaz. Zira bu bilgiyi anlayacak ve de hazmedecek bir deneyimden geçmediği için zaten kendisi de okuduklarından pek bir şey anlamayacaktır.

Biz şimdi kitabımızın konularından olan Ruhi degajman yoluyla istihbarat mevzusuna girmeden önce bu önemli eserden Ruhla ilgili başka eserlerde rastlayamayacağımız bilgiler alalım. Ayrıca Değerli okuyucumuza konu iyice anlaşılsın diye parantez içi cümlelerin bana ait olduğunu hatırlatmak isterim.

“Yüce Allah cemal nurundan ilk defa Hazreti Muhammed’in (sav) Nurunu yarattı. Bu durum şu kutsi hadiste şöyle anlatılır:

Muhammed’in ruhunu cemalimin nurundan yarattım”

Bu durumu Allah’ın Elçisi ise şöyle açıklamıştır:

Allah önce ruhumu yarattı, Allah önce nurumu yarattı. Allah önce kalemi yarattı. Allah önce ‘aklı’ yarattı.”

Haliyle ortada “Ruh-Nur-Kalem/ilim-akıl” şeklinde sıralanan birbirini bütünleyen tek bir yaradılış zinciri var/H.Y.ÇEBİ)

Hz.Muhammed’in (sav) Ruhu yaratılanların mayası, kâinatın evveli ve aslıdır. Allah’ın Resulü bu durumun akabinde ki gelişmeyi:

Ben Allah’tan müminler de benden...” cümleleriyle anlatır

 (...)

Geylani Hazretleri daha sonra

Ruh’un özünün “Nur” (yani ilahi kudrete has enerji) olduğunu söylüyor. Daha sonra bu Ruh’un çeşitli işlemlerden geçerek “ceset alemi”ne girme aşamasına kadar geldiğini ise şu ayetle açıklıyor:

“Sonra onu aşağıların en aşağısına/esfeli safiline gönderdik.”

RUH’UNUN SEYRİ (MODİFİKASYONU)

Geylani Hazretleri bu defa Ruh’un öyle ham halde bırakılmadığını çeşitli işlemlerden geçtiğiyle ilgili o günkü benzetmelerle bilgiler veriyor:

 “Yani o nur, ilk önce Lâhut âleminden ceberut (büyüklük, azamet) âlemine gönderdi. O nurdan olan ruhlara iki harem arasında ceberut nurundan kisveler gidirdi. Buna SULTANİ RUH denilir.

Sonra bu kisveler ile “Melekût Âlemi”ne saldı. Buna da Orada da melekût nurundan kisveler giydirildi (yeni sistemler yüklenildi). Buna da (Bu işlemden geçen Ruha’da) RUHANİ/NURANİ RUH denilir.

Sonra (yeni bir işlem için) ;
(Bu defa) MÜLK ALEMİ’ne gönderildi. Burada MÜLK kisvesine büründü. Buna da CİSMANİ RUH (Halk arasındaki ismi “Can” olup; insanoğlunun bildiği sadece bu ruhtur) dendi.

Sonra;

Sonra da Allah (çeşitli sistemler yüklenen) o ruhlara (bu ceset denen) cisme girmeleri için emir verdi. Onlar da Allah’ın emriyle girdiler. Bu durumu şu ayet haber vermektedir:

“Ona Ruhumdan üfledim” (Sad, 72)

Zaman oldu o Ruhlar; bu cesetle olan ilgisini (cesede ait arzulara takılı kalıp) artırdılar. Bu yüzden de ahdi (İnsanların ve cinlerin Ruhlar halindeyken Allah’la yaptıkları sözleşme) yi unuttular. Hâlbuki Allah onları yarattı ve:

_ Sizin Rabbiniz değil miyim? Buyurdu

Onlar da (hep birlikte):

-         EVET...

Cevabını verdiler...

İşte bu sözlerini unuttular. Asli vatanı (Ruhlar âleminde sözleşmenin yapıldığı anı ve yemini) unuttular.
Fakat... Rahman onlara acıdı. Bu sebeple elçiler ve ilahi kitaplar gönderdi. Bununla (geldikleri ve dönecekleri) asli/asıl vatanı hatırlatmak istedi. Bu durum şu ayetlerle haber verilir:

Onlara Allah’ın günlerini hatırlat” (İbrahim, 5)

Yani, Allah’la sözleştikleri o günleri hatırlat...

Terbiye edicilerin Terbiyadarı olarak anılan Abdülkadir Geylani Hazretleri yine kısaca “SIRRÜL ESRAR” isimli eserde Ruhlar’ın cesedlerin (bedenlerin) hangi bölgesine yerleştirildiğini de açıklıyor:

CİSMANİ RUH:

Bedendeki yeri sinedir. Bedeni-fiziki duygularla beraberdir. Sorumluluğu Allah’ın sosyal hayattaki kurallarına uymaktır. Eğer ibadetleri gösteriş yapmayacak şekilde has yaparsa keramet tabir edilen ruhbanlara ait işlere kavuşabilir, şöyle ki: “suda yürümek, havada uçmak, az zamanda çok yer katetmek, uzaktan söyleneni duymak ve iç âlemdeki gizli şeyleri haber vermek gibi”

 

REVANİ /NURANİ RUH:

Revani Ruh’un yeri kalptir. Kazancı manevi sahaya ait ilimdir. Bu ruhun kendini geliştirme kuvveti ve çabası Allah’ın zatına ait isimlerin ilk dördü iledir. Diğer on iki isimde olduğu gibi bu dört isimde de harfle dahi olsa sesli yakarışlar, davetler olmaz.

Güzel isimler O’nundur, onunla çağırınız.” (Araf, 180)

ON İKİ İLAHİ İSİM ise “LA İLAHE İLLALLAH” cümlesinin esasına dayanır. Çünkü bu cümlenin harfleri “on iki”dir.

Revani/Nurani Ruh melekler âlemine şahitlik eder. Gördüğü şeylerin bir kısmı cennetler ve içinde bulunan nimetlerle meleklerdir. Konuşması iç âleme dair olur. İlahi isimlerin derin anlamını düşünür. Ötelerden haber verir. Ahiretteki yeri ise Naim cennetidir.


SULTANİ RUH:

Bu Ruhun kendini geliştirdiği yer kalp’te “Fuad/Yücelik” denilen yerdir. Bu Ruhun marifeti varlıkların, “yaratılanların ve olayların içinde saklı olan gerçek nedenleri, hakikatleri bilmesidir.” Bu ruhun gücünü aldığı kendini geliştirdiği işe gelince “kalb dili” ile yalvarılan ilahi isimlerin hepsidir. Öbür âlemdeki mekânı FİRDEVS cennetidir.


Ve “KUDSİ RUH”

Bu ruh’u hali şu kutsi hadisle anlatılır:
İnsan benim sırrım ben de insanın sırrıyım.”Bu Ruh’un gücünü aldığı kaynak “hakikat ilmidir”. Bu ilim aynı zamanda Allah’ın tekliği ile ilgili sırlara ulaşmakla ilgili ilimdir. Kendini geliştirdiği işe gelince Allah’n Birliğini ve tekliğini anlatan isimlere devamdır. Burada gizli yakarışlar esastır. Bu ruhun ötelere bakışı “sır gözü” iledir. Allah’ın “cemal” ve “celal” sıfatlarını görür.

Durak yerine gelince o da “SIR”dır.

Değerli okuyucularımızın bu konuya kitabımızın dışında ilgi göstermeleri halinde bu Ruh’un Kuran’ı Kerim’de pek az kişiye verildiği ilgili ayetlere dikkat etmelerini ve birçok tefsircinin bu Ruhla kastedilenin dört büyük melekten Cebrail olduğunu söylemelerine rağmen nacizhane Hz. İsa ile ilgili ayette de O’na “Ruh’ül Kudüs” verdik ifadesine dikkat etmelerini ona göre düşünmelerini öneririz.

Ayrıca değerli okurlarımıza şu düşüncemi de iletmek isterim: Kitle psikolojisinde Milli ve manevi konularda zaman zaman atalarımızın “Hissi Müşterek dediği şekilde “ortak tavır/hal” alma hali belirir. Bendeniz bu durumun yukarıda adı geçen “Kudsi Ruh’ sayesinde oluştuğunu sanıyorum.

Yani ortada “bir mıknatıs ve çevresinde toplanan milyonlarca kılıç, kalkan,”  İnşaallah teşbihte hata olmamıştır(!) Şüphesiz hakikati sadece YARADAN layıkıyla bilir!..

Selametle kalınız…

HAKAN YILMAZ ÇEBİ(alıntı)

11 Mayıs 2010 Salı

Kaf Dağı'nın Ardına Açılan Kapı

insan bir bedenden oluşur. Tasavvufta, “insanın beyni ile kalbi arasına aklı, kalbi ile dizi arasına nefsi hükmeder” denir. Akıl ebedi hayatı isterken, nefis ise günlük, bu dünyalık heveslere yönlendirir. Bu da insanı, “dünya için mi, ahiret için mi çalışması lazım” ikilemine getirir. Tabiî ki bu dünya için de çalışılacak ama ahireti yıkarak değil aksine ebedi olan ahiret hayatını imar ederek çalışmayı tercih etmesi gerekir.
* * *
Bakmak, görmek…
Duymak, dinlemek…
Fark etmek, hissetmek…
Yürümek, gitmek…
Hangisi doğru-tam, hangisi yanlış-eksik…
Neye göre, kime göre?
Âlemin kitabı Yüce Kur’an, her insan, bir insan için indi, her şey ve herkese göre diye cevap vermemiz gerekir. Herkes için ama, bulunduğu konum itibarı ile güneş bile her şeye aynı etkiyi vermiyor.
ez-Zümer suresi, 9; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Aynen görenle görmeyenin bir olmadığı gibi.
Bununla birlikte algılama konusunu da hafife almamak gerekir, belki de pencere veya kapı (bab) olması açısından çok önemlidir. Doğru kapıdan veya doğru açıdan mı bakıyoruz?
Örnek vermek gerekirse, Kemal Gökdoğan’ın, “Allah Nurunu Serpti” yazısındaki örneği; güneşin karanlık olmasını ele alabiliriz. Aslında o sadece enerji yayan bir kütledir ve o kadar yoğundur ki, bizim bir şey görebilmemiz mümkün değildir. Ama biz bu enerjiyi ilahi bir rahmet olarak, bir ışık huzmesi olarak algılarız. Işığından ayrı, ısısından ayrı istifade ederiz. Toprak ana! Dersek eğer, mutlaka güneşe de baba! dememiz yanlış olmaz teşbih aleminde… Modern bilim bunu son yüzyılda belirlese de, Peygamber Efendimiz 1400 yıl önce bu gerçeği bakın nasıl anlatıyor, zamanı aşan bir hitapla;
Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki:
Allah (cin ve ins dahil) mahlukatını bir karanlık içinde yarattı. Sonra üzerlerine kendi nurundan serpti. Bu nur, kimlere isabet ettiyse hidayeti buldular, kimlere de isabet etmediyse sapıttılar. Bu sebeple diyorum ki: “Kalem, Allah Teala`nın ilmi hususunda kurumuştur.” (Ravi: İbnu Amr İbni`l-As/Kütübü Sitte/Hadis No: 4839)
Allah cc. mahlukatı bir karanlık içinde yaratmış, sonra nurundan serpmesi (Nuru ilahi) ile biz hidayet bulduk… Sonsuz hamdolsun.
Kalem, Allah Teala`nın ilmi hususunda kurumuştur.”
İlmin kuruması, sınır konmasıdır. Belli bir halde durdurulmasıdır.
Çünkü fıtratın acziyyet ve aciliyyeti bunun gereğidir. Takdir edilmiş, levhi mahfuzda “kurutulmuş” belirlenmiştir.
Kimya derslerinde öğrendiğimiz, suda eritilen tuz örneğini hatırlayalım. Çözelti halindeki mineralin içindeki tuz, su ayrıştığı zaman tekrar katı hale geçer kristal olur, yani “kurur”. Aynı bizim yaşadığımız “kalu bela” hayatından dünya hayatına gönderilişimiz gibi, Enbiya-30. ayeti celilede de “göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı görmediler mi?” denilerek buna işaret edilmektedir. Nur’dan  nar’ın yaratılması ayrıştırma demektir. Ayeti celiledeki ayrılma demektir.
Yaratılış aşamasında, nur’dan enerji, enerjiden de, yoğunlaşarak madde oluşması halini düşündüğümüzde, maddenin en ufak yapısı olan atomların oluşumunu, atomların çeşitliliğinde ise “onların” hitabının önemini pek rahat görebiliriz. “onları ayırdığımızı görmediler mi” hitabında atomun bölünmesi, dolayısıyla atom enerjisine işarettir bile diyebiliriz. Atom çekirdeği, proton ve nötronlardan oluştuğunu öğrendiğimizde ayrıştırmadaki gerçeği “aynel yakin” gözlemliyoruz.
“Göklerle yer…” pekâlâ atomun pozitif ve negatif hali de olabilir. O kadar çok seçenek var ki, veya o kadar çok değişik pencereden bakılabilir ki, ne de olsa kesret (çokluk) âlemindeyiz, değil mi? Şablon (sünnetullah) bir ama; yaratılmışın tekrarları, benzerleri, işaretleri, düşünenlere göre değişiklikler arz ederek hep hitap edecek.
Kaleme gelince; meşhur kalem, elif’in yazan hali, her şeyi yazan el!… “El” dedik, bildiğimiz el değil tabii ki, tabir olarak “el” dedik.
Bir şeyin canlı olması, ruh dediğimiz yapıya sahip olmasına bağlıdır. Ruh candır. Harekete sebep ruhtur, ruh olmazsa hareket olmaz. Elin ruhu ilahi emirdir. El neyi yazdı?
Kalem suresi, ayet 1: “Nun, Kaleme ve kalem ehlinin satıra dizdiklerine ve dizecekleri hakkı için”
El “kün” emrini yazdı. Yani “ol”acakları yazdı. Bize göre olmuş, olan ve olacakları yazdı. “Nun” Nur’dan nar’ın, nar’dan da madde evreninin oluşum sembolünün harf karşılığıdır. “Big bang” teorisindeki gibi bir açılımı, anlatıyor gibi…
Yine algı meselesi geldi önümüze, üç hal ile “zaman” kavramına kısılıp kaldık. “Ol” dediğimiz, kalemin yazdığı hayattır; yaşam, yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olan… Sanatçı yapacağı işi el’i ile yapar, bakanları hayran bırakan eserler o elden çıkar, nice güzel nakışlarda el emeği vardır, desen desen dokunmuş halıda, kilimde, nice el sanatları vardır ki, güzelliği, özelliği neler anlatır neler, aşk olur, ayrılık acısı olur, hasret olur kokar buram buram, candan öte bir haldir. Bunlar  “fatır” özelliği gereği belirlenmiştir. Bize yansımış misallerinden birine bakalım:
Bir yıl 365 günden oluşur, on iki aydır, dört mevsimdir. Sabah ve akşam olarak belirlenmiştir. Astrolojik olarak bakıldığında, üzerine yemin edilen yıldızlarda saklı olan… Kalem, halk edilen takdirdir. Yaratılmış olduğumuz Fıtrattır.
Yaratılış, aşama olarak tamamlandı.
Yani: “Kalem, Allah Teala`nın ilmi hususunda kurumuştur.” “Kün” (ol) emri gereği nurdan nar, nardan sonra da adem (madde) yaratılmıştır.
Yaratılan adem(madde)e esma sırrını bilme özelliği verilmiş, halife tayin edilmiş, eşrefi mahlukat olmuştur.
TİN 4. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”
Allah(c.c.)’ın yarattıkları arasında, en teferruatlı varlık insandır. O’na özellikle o’na, kendinden özel bir şey vermiştir. Akıl ve irade etme özelliği vermiştir. Peki, bunu neden vermiştir? Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle insan sorumluluğu üstlenmiştir.
Ahzab suresi 72. Ayet şöyledir: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi.”
Davet icap gerektirir. Selahiyet (yetki), sorumluluk gerektirir.
Yaşamsal fonksiyonlar hatta beyinsel işlev açısından tüm canlılar incelendiğinde bilimsel olarak fark görülmez. Tabiî ki zahiri olarak. Her varlık hayatını sürdürebilecek kapasitededir. Ruhu kabul etmek istemeyenler, o kadar cüretkâr davrandılar ki, insanı maymun veya suyun içindeki larvadan geldiğini iddia edenler, bu gün bile mevcuttur. Fakat akıl ve irade özelliğine geldiklerinde tıkanıp kalmışlar, süklüm püklüm, maymunlardan aldıkları kuyruklarını kıstırarak, “karanlık” köşelerinde yok olacakları günü bekleyerek, türlerinin son temsilcileri olarak yaşam mücadelesi vermektedirler. Ama biliyoruz ki, her “karanlık” gece “aydınlık” sabaha gebedir. Yeter ki onlar düşünsünler, akıl etsinler, mutlaka tan yeri ağaracak sabah olacak. Yoksa perçemlerden tutulacak olan gün mutlaka bilecekler.
Nebe suresi:
4. “Hayır, ileride bilecekler.”
5. “Yine hayır; ileride bilecekler.”
Akıl ve irade dedik,  insan aklını kullanarak doğruyu bulabilir. Buna en belirgin örnek Hz. İbrahim a.s. dır. Arayan buluyor mutlaka, bir şekilde aramak bizim fıtratımızda zaten mevcut, daha iyisi, daha güzeli aramak bu nedenle her tabiatta zaten var. Yeter ki insan, irade etsin. İbrahimiyyet bu nedenle “Halilurrahman” oldu. Rahman dostu, maddi ve manevi füyuzatın en üst yaşandığı makam ibrahimiyyet makamıdır. Kısaca bu özellik hepimizde mevcuttur. Özde var. Fiile çıkması ise kişinin nefsine muhalefetine bağlıdır.
İnsan ya aklına göre hareket eder, ya da nefsine göre hareket eder. Dümeni olmayan gemi misali, dümen veya rotası olmayan bir gemi düşünelim. Nereye gidecek? Neden gidecek? Nasıl gidecek? İşte bu soruların cevabını Cenabı Allah cc. vahiy ile bize vermektedir. Peygamberler bu nedenle gönderilmiş, getirdikleri kitaplarla bizlere ilahi nuru göstermişler, yaşayarak bizzat en güzel öğretilerle, sünnetleri ile bizlere aktarmışlardır. Her peygamber tabiatsal bir özelliğimizdir. Hele ki son peygamber hatemül enbiya hazreti Muhammet Mustafa s.a.s. efendimiz insanı kamil (en mükemmel) olma özelliği ile bize ebediyyet kapılarını sonuna kadar açmıştır. Onun zatında tüm insanlık için nurun ala nur en mükemmel şekilde inkişaf etmiş, gözler ve gönüller sürura ermiştir. Selam ve salavat ona, onun ali ashabına ve ona tabii olanlara olsun.
İnsan bir bedenden oluşur. Tasavvufta insanın beyni ile kalbi arasına aklı, kalbi ile dizi arasına nefsi hükmeder denir. Akıl ebedi hayatı isterken, nefis ise günlük, bu dünyalık heveslere yönlendirir. Bu da insanı, “dünya için mi ahiret için mi çalışması lazım” ikilemine getirir. Tabiî ki bu dünya için de çalışılacak ama ahireti yıkarak değil aksine ebedi olan ahiret hayatını imar ederek çalışmayı tercih etmesi gerekir.
Bu aşamada ebedi düşman şeytan, hemen harekete geçer ve muhtelif vesveselerle bizi kandırmaya çalışır. Yanında dostları olan muhtelif sahte güzellikler ile yalan cennetler sunar, olmazsa bizi yine biz ile kendimiz ile kandırmaya çalışır. Bizi biz ile kandırmak ne demek? Çünkü bizim damarlarımızda dolaşır kardeşleri cinler (enerji varlıkları), hannas (sinmek-içine işlemek) olmuşlardır. Öz değilseler de öyle iç içedir ki insanla, sanki içinden bir parçadır. İnsanın enerji bedeni bunun açıklamasıdır. İşte nefis, işte hannas, işte cin. Bize itaat etmeyen şeytan da cinlerden değil mi? Siz nerede arıyorsunuz? Dışarıda mı? Kaf dağını uzaklarda aramayın, o da içimizde enerji bedenimizi aştığımız zaman hemen ileride, bir nefes kadar yakın aslında ama dileriz bu son nefesimiz olmaz. Çünkü son nefesten önce geçen kurtuluyor yoksa hüsrandayız, aman ha dikkat.
Mü’min gücünü cesaretini Kur’an’dan alır. İlahi vahiy onun batısından (batınından) doğar. Bedeninden doğanlar hep nefistir, nefsidir. Üzerinizde on dokuz var ayeti bir anlamda nefsin on dokuz kapısına işarettir. Ana başlık olarak on dokuz engel, merhale…
Müddesir 31. “Onun üzerinde 19 vardır.”
Ayeti celilede belirtilen on dokuzun ne olduğu açıklanmamış fakat sonraki ayetten cehennem zebanilerinin sayısı olduğu anlaşılmaktadır.
Madde âleminden çıkış, manevi yolda gitmek perde perdedir. Rasulullah s.a.s. efendimiz sitretül müntehaya çıktığında yetmiş bin perde geçtiği rivayet edilmiştir. Bu perde sidrede geçilmiş, ya oraya çıkıncaya (geçinceye) kadar kaç perde geçilmiştir? Bu bağlamda ayeti celilede ifade edilen üzerimizde ki on dokuz perde olabilir. Nefsin hastalıklarına işaret edilen tabiat olarak nefiste mevcut on dokuz perdedir de denilebilir.
Zebanilerin on dokuz adet olması, “bir anlamda” on dokuz çeşit azap dolayısı ile bu dünyada on dokuz çeşit “yanlış” olduğuna işarettir denebilir. Demek ki kadim düşmanımız, nefsimiz temelde bizim için on dokuz çeşit tehlike arz ediyor. On dokuz çeşit sahte cennet demektir. On dokuz çeşit vesvese, sadece vesvese mi? Evet sadece vesvese, başkasını düşünmek, aramak vahyi anlamamak demektir. Kendini tanımamak demektir. Kaf dağını karşı dağın ardında sanmaktır, zan etmektir. Zannın birçoğu ise günahtır.
Hucurat suresi 12, “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır.”
İrade, aklın hareket hali alması. Evet irade, iş iradede bitiyor. Cüz’i de olsa iradede bitiyor. İlahi vahiy işareti ile akla yapılan uyarılara, hitaplara bakıyoruz ve “Kul (de ki)” hitabı ile yapılan uyarıları görüyoruz. Kitabımız peygamber efendimize indi. Efendimizin zatında tüm insanlara, çünkü peygamberimiz tüm insanlığa değil tüm varlık âlemine gönderildi. O “vema erselnake illa rahmetellil alemin” hitabı ile “Alemlere rahmet olarak gönderildi.” Eşref olma özelliğimizden insanlar arasında Hazreti Muhammet s.a.s. olarak gönderildi. Salat ve selam ona, onun aline ve ashabına ve ona tabi olanlara olsun.
“Kul” (de ki); “Ey akıl nefsine şöyle söyle (de ki)…” o’na şöyle de, tabiatımda gizli on dokuz şekilde beni aldatmaya çalışan nefsim. “Kâfirler” olarak yapılan hitap afaktaki kâfirler kadar, büyük cihat olması dolayısı ile enfüsümüzdeki nefsimize de yapılmalıdır. Ki, işte o zaman hitabın hedefe ulaşması gerçekleşmiş olsun. Uzun emel, acelecilik, haset, kibir, riya vb.
Bizdeki kâfirler, bize sinmiş içimize işlemiş, ayeti celilede “hannas” ismini almış kâfirler! Kâfirler demesinin bir diğer sebebi de nefsin hiçbir zaman insana tabi olmayacak (asi-secde etmemiş) olmasıdır. Çünkü o, yaratılış aşamasında secde etmemiştir. İşte şeytan, işte şeytansı nefise bu nedenle Cenabı Allah c.c. Kâfirun suresinde “kafirler” diye hitap etmektedir. Buyurun beraber ilahi uyarıyı dinleyelim (oku’yalım).
Kafirun suresi 1-6:
l. De ki: “Ey kafirler”
2. “Ben sizin taptıklarınıza tapmam.”
3. “Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz.”
4. “Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.”
5. “Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.”
6. “Sizin dininiz size, benim dinim bana.”
Ey akıl, onların dinine (yaşamlarına) uyma. İradene hâkim ol ve mücadele et. İşte nefis ve akıl ikileminden çıkmak için insanın yapması gerekenler. Öneminden dolayı tekrar edilmiş, kesinlikle onun taptığına tapılmaması emredilmiştir. “De ki; ey Kâfirler” hitabı
Yaratılış aşamasında herkesin bir enerji beden ile yani cin kardeşi ile beraber yaratıldığını biliyoruz. Cin kardeşimizin bizi, sıra dağlar gibi on dokuz kademeden oluşan “kaf dağı”mızla bir anlamda muhasara altına aldığını, ardındaki Nur alemini görmemizi istememektedir.
Tehditkar nefse- şeytana karşılık, ilahi uyarı (yardım) gelmiş, “Âlemlere rahmet olarak gönderilen” Hazreti Muhammed s.a.s. efendimiz ile karanlıklar delinmiş, asırlar süren cehalet gecesinin sabahına ulaşılmıştır. İşte Kafirun suresindeki en önemli uyarılardan biri de nefsin, asla insanın menfaatini istemeyeceği gerçeğidir. Nefsin taptığı dünya (geçici) menfaatlerine tapılmaması istenmekte, nefsinde, yaratılış aşaması esnasında ki şahit olamama nedeni ile, içindeki gizli hased duygusundan dolayı madde(adem)nin istediğini kabul etmeyeceğini beyan etmektedir. Cihad ayetleri indikten sonra zahiri hükmü kalkarak batınlarda  “sizin dininiz size, benim dinim bana” ayeti celilesinin enfüsteki baki’liği, afaktaki “uzay gülü” misali enfüsteki açılımı dolayısı ile, muhteşem bir ilahi rahmeti işaret etmektedir.
Enfüsteki açılım Kaf dağının kapısı dostlar, sıradağları aşmak için dördüncü boyutumuzdan başlayıp beşinci boyutumuza geçiş ile sonlanacak yol haritası, güzergâhın seyrini inceleyeceğiz inşallah… gerisi sizin eşsiz beyninizdeki inkişafta belirecek.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
1. De ki: Sabahın Rabbine sığınırım.
2. Yarattığı şeylerin şerrinden,
3. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
4. Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden,
5. Ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden.
Besmele hakkındaki Hz. Ali k.v. efendimizin sözü bizim için büyük bir ışıktır. Hz. Ali k.v. “Kur’ân-ın sırrı Fâtiha’da; Fâtiha’nın sırrı Besmele’de; Besmele’nin sırrı da başındaki “B”dedir!” şeklindeki sözüyle Besmele’nin başındaki “B” harfinin sırrına dikkat çekmiştir. Bu büyük sır, bizim de manalara bakışımızda mihenk taşımız olsun. Kur’an’a bakalım, içindeki surelere; hepsi bize gönderilmiş özel sözler, sözlerdeki mana derinlikleri, bizi, bize anlatacak ve “düğüm-sorun-sıkıntı”ları çözmemizi sağlayacaktır.
Birinci ayetteki “felak” kelimesinin tefsirine bir bakalım. “Fetha ile felâk sade çatlağın, çatlayışın kendisinden ibaret değil, daha çok ondan belirip inkişaf ederek meydana gelen neticenin vasfı demek olur. Mesela bir çekirdeği çatlatmak bir felk, çatlaması bir infilâk, bir infitâr, o çatlayış bir fıtrat, onda iki taraflı meydana gelen durum bir çatlak, bir felk, bir şaktır. Onun bir tarafı bir filk, bir şıktır. O çatlağın iki şıkkı arasından netice olarak pörtleyip beliren, inkişâf eden ve genişleyen tomurcuk, yaprak veya su veya ışık, parıltı, açıklık veya herhangi bir mahlûk, (fetha ile) felâk demektir.”
Lütfen tefsirdeki kelime açılımına dikkat edin. “Filk” bir çatlak ama “felak” iki taraflı çatlamak demek. Bizde akıl ve irade sonucu oluşacak fiilin iki taraflı da olabileceği, yani “şer” veya “hayır” bizim, akıl ve irademiz sonucu oluşandır.  Ya gidip saldırırız, kainattaki düzene itiraz edercesine,  ya da hoşgörü ve af seçeneğini seçerek kainat ile barışık yaşarız. Yalan söyleyerek nefsimize kolay geleni söyleyerek, zihinlerdeki su’ya zehir katabiliriz, ya da dosdoğru oluruz, pırıl-pırıl bir berraklık kazandırırız ufkumuza. Bunların tercihlerini biz yaparız beynimizdeki “şafak-felak” ile.
Surenin iniş sebebi de peygamber efendimizin “sihir”den korunması olunca, insandaki bir kapıya, kullanması gereken bir güce işaret edilmekte olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Sığınma kapısı olarak açılan bu kapı dışarıda değil insanın içinde özünde ve “sihir, cin” gibi yine bizim zaaflarımız sonucunda ortaya çıkan tehlikeli durumlarda, aynen sabah gibi aydınlığa erdiren bir kapıdan bahsedildiği ortaya çıkıyor. Cincilere, muskacılara, bakıcılara, sahte din tüccarlarına değil. Dışarıdan bir kapı değil, bu kapı içimizde bulunan ve bizzat bize, özellikle verilmiş, yaratılışın gereği, imtihan sırrınca, özel bir kapıya işaret edilmektedir. Ve tabii ki bu kapının sahibine sığınmamız, “de ki:” emri ile içimizdeki bizi sahte putlara teslim olmaya götüren nefsimize söylememiz emrediliyor. Bu kapı, aynı zamanda bizim nefs (kaf dağı) engelini aşabilmemiz için gidebileceğimiz, gidip de gerçek yaradanımıza ulaşabileceğimiz, hakiki sahibimize “sığınma- euzü” kapısı…
Burada bir şey dikkatimizi çekmeli; kapı diyoruz, bu kapı nerede? Ne kapısı bu? Bu aşamada şu açıklamayı yapmamız gerekiyor. Varlık âleminin bir birimi olarak “Er-rahman c.c.” esmasından el’an nasibimizi almaktayız. Yağmur misali, yağmura da rahmet denmez mi? Bununla birlikte bir etki daha almaktayız, enerji evreninden ve aura (enerji beden) bedenimizde etkilerini görmekteyiz. Beyin enerjimiz ile çevreye yaydığımız enerjimiz ile çevresel bazı etkilerle buna yine biz yön vermekteyiz, olumlu (+) veya olumsuz (-) olarak. Evet Kitabımızda da bildirildiği üzere, vesvese almaktayız. Nass suresinde bildirildiği gibi, ama bizim bilemediğimiz veya düşünmenin zor gelerek dönüp de bakmadığımız bir nokta var ki, bu etki yine bizden kaynaklanmaktadır. Çevresel etkiler sadece yüzde 2-3 düzeyinde kalmakta ve bizim bir anlamda meydanı boş bırakmamız sonucu, yine bizde oluşmaktadır. Belki de nefsin bu dünya menfaatlerini hoş göstermesinden de olabilir.
Kapı, Kaf dağının ardına açılan kapı, ilahi rahmetin yağmur misali yağdığı kalbimizle (akıl), irademizi kullanarak, beynimiz ile karar mekanizmasını harekete geçirerek nefsimizin ve şeytanın verdiği vesveseleri ki bunları şu başlıklarda ele alabiliriz; sevgisizlik, ümitsizlik, üzüntü ve hayıflanma, sabırsızlık ve acelecilik, şükürsüzlük, korku, vakarsızlık, nefse tabi olmak ve ilimsizlik. Bu duygular fıtrat gereğidir. Her canlıda mutlaka ama mutlaka az veya çok bir yerlerde bulunur. Sorun bunların bulunması değil, bunların tedavi edilmemesidir. İnsanın kemali bu ve bu zaaflara bağlı; hased, kibir, riya vb. oluşan hastalıklarını tedavi edebilmesinde gizlidir. Bunların birinin veya bir kaçının bulunması, kişide ahlaksızlık dediğimiz zayıflığın oluşmasına sebep olur. Peygamber efendimiz de “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim ” buyurmuyor mu?
Akıl ve güç (irade)… Akıl kalbin kabul ettiğidir, irade ise beynin karar verdiği ve sonuç olarak sinelerden çatlayıp çıkacak olan “felak” klasik deyimle sabah; işte kapı; Hz. Yusuf’un, “Rabbimden korkarım…”“Rabbim bana yeter…” dediği kapı, “Kaf Dağı” kapısı işte burası… “Yol bilenin Kılıç kuşananındır” demişler. Bilmek ve kuşanmak size de akıl ile yapılan “bilmeyi” ve irade ile yapılan “kuşanmayı” çağrıştırmıyor mu? diyerek açtığı, Hz. İbrahim(a.s.)’in
Eğer “felak”tan aksi fiil (nefse, vesveseye itaat) çıkarsa işte o zaman “şer” ortaya çıkar ki, bu nedenle, “Yarattığı şeylerin şerrinden,” denilmiştir.
Yazımızın başında Dünya’nın bir karanlık diyar olduğundan bahsetmiştik. Algımız sonucu, aydınlıkmış! gibi gördüğümüzü sanıyoruz, demiştik. İşte buyurun 3. ayet;  “Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden…” Karanlık, dünya hayatı demektir, nefsin, şeytanın bizi kandırma aldatma arzusu demektir. Sahte putlar demektir. Putlara tapıldığı zaman, nefsin istek ve arzularına uyulduğu zaman oluşacak gece, bizim enerji yönümüze bağlanmamız, dolayısı ile ruhsal özelliklerimizden uzaklaşmamız demektir.
“Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden” düğümlerin içine girdiğimiz zor durumlar olduğu ve bunlara üfüren kadınlardan maksadın ise dişil özelliği itibarı ile nefis olduğu çok açıktır. Her insanla doğan cin kardeşimiz (enerji bedenimiz-aura) gibi, bir de şeytan (negatif) doğar.
“Ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden…” Ve ebedi düşman, hasedcilerin ilki olan şeytandan, bunlara itaat etmekle oluşacak “şer”lerden sadece ve sadece Rabbe “euzü” yönelmekle, sığınmakla, akıl ve irade özelliğimizi kullanarak, kurtulunacağı ifade edilmektedir.
İşte bu nedenle hadisi şerif uyarınca diyoruz ki, “eğer Allah dilemezse kimse sana bir zarar veremez. Allah seni korursa bütün dünya birleşse sana zarar gelmez.” Ama bunun için senin de Allah(c.c.)’ın her şeye kadir olduğuna inanman lazım. Çünkü kâinatı yaratan Allah(c.c.)’tır ve yarattığı her şey üzerinde Allah(c.c.)’ın otoritesi vardır. Yeter ki sen Allah(c.c.)’ın dostluğunu kazanmaya bak. Eğer Allah (c.c.) ile aranda dostluk bağını kurmayı başarırsan artık dünyada da ahirette de güvendesin demektir. Allah taraftarı olalım ve Allah’ın Fatiha suresinde bize söylememizi istediği: “İyya ke na’büdün ve iyya ke nestain”,“Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım dileriz” vazifesini yerine getirelim.
Değerli OKU’rlar, okumanız gereken ilk şeyin kendimiz olduğunu unutmayın lütfen. Kendini oku’yamayan, değil âlemi, gazete bile oku’yamaz. OKU’mak gerçekten çok önemli, bu nedenle ilk emir de ikra “oku” olmuştur.
Sözün özü, uzun lafın kısacası, “Kim, kiminle beraber yaşarsa onunla ölür, kiminle ölürse onunla dirilir ve haşrolur.” Biz Rabbimiz ile beraber olalım ki, yarın huzuru mahşerde de onunla olalım inşallah ve “selam-kurtuluşa”a ulaşalım.
Selam ve dua ile…

Sırların Sırrı Rezonansta mı?

Rezonans, kelime olarak bile söylendiğinde ister yüksek sesle ister içinizden, anlamını taşıyor: Titreşim. Hem bilimsel yönden önemi büyük, hem de günümüzdeki bir takım ruhsal ve enerji boyutundaki çalışmalara açıklayıcı niteliğinde ışık tutan bir konu. Kuantum keşfinden sonra önem kazanmaya başlayan Rezonans, bazı sırları, gizemleri açıklamada önemli rol oynuyor…
Mühendislikte “genliğin sonsuza gitmesi” deniyor. Periyodik olarak bir nesneye salınım uygulayınca, normal durumuna göre yaptığı yer değiştirme mıktarı “genlik”tir. Eğer bu genlik o nesnenin doğal frekansına eşit olursa genlik sonsuza kadar artar işte buna REZONANS denir.
Frekans ise 1 saniyedeki titreşim sayısıdır. Her cismin, her maddenin, her organın, kısacası tüm sistemin bir frekansı vardır. Yani evren titreşen canlı bir organizedir. Böylelikle sabit gördüğümüz tüm madde alemi titreşen canlı bir organizedir.
Şimdi, uygulanan kuvvetin frekansı, uygulanan nesnenin frekansı ile aynı olursa, frekansın büyüklüğü artar buna REZONANS denir.
Beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim. “ (Bakara, 152)
Evrensel sevgi dönüşümünü, Yaradan sevgisinin varlıklar arasındaki iletişimini, titreşimini, en iyi açıklayan ayetlerden biridir. Kuantum fiziğinin bilgileri ışığında rezonans bilgileriyle bunun ne kadar önemli olduğunu da anlamış oluyoruz.
Eskilerin el alma olayı, ya da günümüzde enerji boyutundaki şifa çalışmalarındaki uyumlanmaların temeli de; siz karşınızdaki kişinin titreşimi, frekansı ile uzaktan ya da yakından, aynı rezonansa girdiğiniz için (niyet ve düşünce) uyumlanıyorsunuz. Frekans aynı, niyet aynı, düşünce aynı. Aynı rezonansta titreşimi, ritmi yakaladığınızda güçlü bir etki ortaya çıkıyor…
Frekanslar aynı ise, ve birden fazla ise birlikte titreşerek, diğer titreşimleri de etkiler ve çok güçlü bir REZONANS ortaya çıkar.
Sevgi evrende var olan en büyük rezonans örneğidir. Sevgi bir titreşimdir ve Yüce Yaradan’ın sonsuz sevgisi sayesinde evren varlığını sürdürmektedir.
Gerçek aşk, yani ilahi aşk da, bir rezonans durumudur. Huşu halinde olmak, transa girmek de, Allah’ın evrende var olan, her zerreye işlemiş olan yüce sevgi enerji ile rezonansa girmektir. Yani aynı titreşimsel ritmi yakalamaktır. O ritim yakalandığı ve sürekliliği sağlandığı sürece, ilahi aşkla dopdolu olunur.
İnsan o ilahi enerjiye, sevgi enerjisine ne kadar yoğunlaşırsa, düşüncelerini, bedenini ve ruhunu rezonans durumuna getirir.
Toplu meditasyonlar, dünya barışı için yapılan toplu eylemler, pozitif düşünce meditasyonları, ortak şifa çalışmaları, aşk, telepati, telekinezi…. Bir orkestrayı dinlerken rezonansa geçmeniz…
Tüm bunların oluşması için, ortak titreşim ve bütünsel bir enerji alanının oluşması gerekir. Olmaz ise rezonans olmaz.
Herşey bir enerji. Düşünce bir enerji. Madde bir enerji. Enerji hem titrer hem salınır. Evren, titreşen salınan enerji bütünü. Ve her şeyin bir titreşme sayısı var. Örneğin insanlar 62-64 Hertz titrerler. Hertz, saniyedeki titreme sayısı demektir. Organların da titreme sayıları bellidir. Ve işin ilginç yanı bir karaciğerin, böbreğin kalbin ne kadar titrediği biliniyor. Cihaza giriyorsunuz, bütün vücudunuzu tarıyor ve titreme sayılarının farklılığından, azalmasından sorun olduğu tespit edilebiliyor…
İşte şifacıların da yaptığı bu. Elektriksel akımın geçmediği yerlerde sorun olduğu bazı hassas insanlar tarafından tespit edilebiliyor. Ve oraya şifa verme yöntemleriyle, yani elektrik geçmeyen, titremesi farklılık gösteren organ ile rezonansa giriliyor. Ve şifacı belli düşünce ve niyet ile oradaki titreşimin eski haline dönmesini sağlayıcı şifa yöntemini uyguluyor. Şifa da aslında, niyet ile niyeti kabul eden arasındaki rezonanstır. Kabul ettiğiniz anda karşınızdaki insanın düşünce niyeti ile rezonansa girmiş oluyorsunuz ve iyi niyet titreşimleri alıyorsunuz. Zihniniz kabul ettiği anda olumlu etki yaratıyor ve benzer benzeri çeker kanunu işleme başlıyor. Ve rahatsız organ zamanla iyileşme durumunu gerçekleştiriyor.
Elbette burada çok önemli bir durum var. Hasta organın titreşim ve rezonans sayesinde şifalanması durumu ne kadar gerçekleşse de, kişinin bunu kabullenmesinin uzun sürmesi gerekiyor. Çünkü yeniden rahatsızlanmak mümkün. Hastalıkların tekrarlanması, zayıflayan kişilerin tekrar eski kilolarına dönmesi, sigarayı bırakanların bir gün tekrar başlaması gibi olaylar gerçekleşmesi bundan dolayıdır. Düşünce yapısı değişmediği sürece, düşüncelerimizin olumlu düşüncelerle rezonans halinde olmadığı sürece bu devam etme olanağı taşır.
Rezonans yani titreşim sadece organlarda, maddesel alemde işlemiyor. Hani eskilerin deyimi vardır; “etme bulma dünyası” diye. Bir olay gerçekleştiğinde, o olayla ilgili olan kişilerin etkileri, evrende bir enerji alanı yaratıyor. Ve o enerji alanı asla kaybolmuyor. Çünkü var olan yok olmuyor, yok olan var olmuyor. Sadece dönüşüyor. Bunu artık herkes biliyor. Kaybolma yok, sadece dönüşme var. İşte o enerji alanı kaybolmuyor ve titreşime devam ediyor. O olayın derinliği, insanların o enerji alanını düşünceleriyle beslemeleri ne kadar yoğun ise, olaya sebep olan kişilere etki etmesi de muhtemelen kaçınılmaz oluyor. Çünkü “sebep sonuç yasası” işliyor. “Benzer benzeri çeker” kanunu işliyor. Enerji bütünü, olaya sebep olanlara etki etmeye başlıyor. Ve işte o zaman diyoruz ki, “etme bulma dünyası” hali gerçekleşebiliyor. Yapan kişiye olmasa da, onun soyunu devam ettiren kişilere de etkileri dokunuyor.
Anadolu’nun pekçok yöresinde, evlerin duvarlarına mavi boncuk, nazarlık gibi cisimler asma adeti nereden geliyor? Acaba gerçekten bilinçli yapılmış bir adet midir? Çünkü eşyaların negatifi çekme (kem göz ya da olumsuz bakış) ve sonra da evde başka bir eşya ile rezonansa girerek bu enerjiyi yayma özellikleri artık biliniyor. Evinize gelen kişilerin sizin hakkınızdaki düşünceleri eşyalarınıza sinebiliyor. Ya da sizin o an ürettiğiniz olumsuz bir düşünce, biriyle tartışırken sarfettiğiniz olumsuz cümleler düşünce formları, eşyalara sinebiliyor. Ve bu form dalgaları titreşerek mekanın enerjisi ile rezonansa girerek yayın yapabiliyorlar. Bu yüzden evlere, nazar boncukları, bereket duaları asılır, adaçayı otu ile tütsülenir ve olumsuz enerjilerden korunduğuna niyet edilir. Çünkü bu işlem yapılırken iyi niyet ile asılan dua ya da nazar boncuğu, orada olumlu bir enerji yayar. Siz bilmeden olumlu enerjiyi yüklediğiniz eşyayı kapı girişine ya da evin en görünür yerine koyarsınız. Tüm olumsuz enerjiler absorbe(emme) edilirken, mekanla rezonansa giren olumlu titreşim yayılmaya başlar.
Aslında rezonans bir çok sırlı olaylara ışık tutuyor. Etme bulma dünyası, ah alma, lanetli yerler, lanetli eşyalar, maji, büyü, kem göz, nazar değmesi vs. gibi olaylara bilimsel olarak ışık tutabiliyor. Çünkü rezonansa girdiğiniz her şeyle etkileşim halindesiniz. Bu yüzden düşünce temizliğinden bahsedilir. Düşüncen ve niyetin neyse sen de O’sundur. Çünkü düşünce titreşir ve titreşen tüm enerji bütünleri ile iç içesin. Rezonansa girdiğin vakit etkilenmen söz konusu olur.
Bilimsel çalışmalar ilerledikçe, aslında maddeciliğe dayalı bilimin, ruhsallık ile nasıl bütünleştiğini görmek gerçekten çok güzel. Ve bilimin, kuantum alanındaki çalışmalar sayesinde, ruhsallığı ve bütünselliği, fiziki evrenin dışında, görünmeyen evrenin varlığına gün geçtikçe yaklaşması kaçınılmaz oluyor. Ve birçok bilinmeyenin, açıklanamayanın temeline açıklayıcı ışık tutuyor.
Her zaman rezonans halinde kalmak kolay değil hatta imkansızdır. Aynı tınıyı, aynı ritmi, aynı titreşimi, aynı rezonansta olma halini sürekli kılamayız. Herkesin bir hayatı ve yaşantısı vardır ve bunu devam ettirmek zorundadır. Önemli olan, bu bilgilerin, bizim anlayışımıza katkıları ve bilinmeyenlere, soru işaretlerine biraz ışık tutması, az da olsa açıklama getirebilmesidir.