Bu Blogda Ara

26 Kasım 2015 Perşembe

KURBAN İBADETİ VE ÖZÜ

Allah boş şeyler yaptırmaz
Müslümanlar kurban kesmeyi İbrahim as’ın anısına yapıldığını düşünür, sembolik ve içi boş bir ibadet olduğuna inanır. Bu yıl acaba kurbanımı nereye versem, hatta gariban bir hayvancık ölmesin, bunun bedeli neyse ben parasını bir yere vereyim denilip geçilir. Kurban ibadetin ne olduğu, neyi amaçladığı, ne için indirildiğini ve hayatımıza nasıl bir katkıda bulunduğunu hiç ama hiç bilmeyiz. Şimdi kendinize şu soruları sorun, bir; Allah boş şeyler ile uğraşır, insanları uğraştırırmı? Tabiiki hayır; “ve onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Boş yere söylenilen sözden ve işlerden sakınırlar“ (Mü'minun Süresi, 3). İki; nefis, şeytan, iş, eş ve akraba, dostlar; Allah bizleri imtihan etmek için bunlardan daha fazla yük omuzlarımıza bindirirmi; tabiiki bindirmez. İnsanoğlu yeterince sınanmakta, nefiş şeytan, iş ve eş bunların her biri zaten hayatınızı yeterince sınar. Özetleyelim; Allahın indirdiği ibadetler ne sizleri sınamak ne de sizleri boş şeyler ile oyalamak için yeryüzüne indirildi, ibadetleriniz hayatınızı kolaylaştırmak, sıkıntılarınızı gidermek için var edildi. Bu ibadetler hayatımızı nasıl kolaylaştırır, nasıl bizleri sıkıntılarımızdan kurtarır, bunun araştırmasıda bizlere bırakılmış. Örneğin; kurban ibadeti! Kurban ibadetin bir görünen yüzü var; fakirlerin et yüzü görmesi, akrabaları bir araya getirmesi, farzlara sadık olunduğunu göstermesi gibi birde görünmeyen yüzü. Kurban ibadetin gizemi görünmeyen boyutta yatar; bu yazımız ile dünyada bir ilk olarak bizler sizlere kurban ibadetin asıl amacını, ne için yeryüzüne indirildiğini açıklıyoruz, umarız yazımızdan ilham alır ve bir sonraki kurban ibadetlerinizi daha şuurlu yerine getirirsiniz; sizlere hayırlı ve aydınlatıcı okumalar dileriz.

K
urban ibadeti üç temel unsür içerir, bunlardan birisi birinen verilen SÖZ diğeri CAN üçüncüsü ise SİHİR.
1- Kurban ibadeti ve birisine verilen SÖZ
Kurban ibadetin bizlere aktardığı temel mesajlardan biri; verdiğiniz sözü yerine getirmektir! Hz. İbrahim as ahdini yerine getirmek üzereyken gökten oğluna karşılık bir kurbanlık indirilir. Allahu Teala; ey İbrahim ahdini yerine getirdin, oğlunu sana bağışladık diyebilirdi ama demez illa kan akıtılmasını, bir kurban kesilmesini ister. Neden; çünkü Hz. İbrahim Allah'a bir kurban sözü verir, Allah’ta verilen bu sözün yerine getirilmesini bekler! Ahit Allaha bir canı kurban etmekti, Allahu Tealada bir canın kurban edilmesini ister. Bu kurban İsmail as olmayacaksa ona bedel bir kurban olmalı denilir ve bir koç indirilir. Bir koç bir İsmail as'a bedel olabilirmi? Bu koç Adem as’ın oğlu Habil’in Allaha sunduğu kurban olursa, bin yıllarca melekler katında otlanırsa bedel olur! Kurban ibadetinden çıkaracağımız ilk ders; kime söz verdiyseniz o sözü mutlaka yerine getirin ve tutamayacağınız sözleri asla vermeyin! Örneğin; hz. Eyüp hastalık süreci içinde bir olay yaşar ve bundan dolayı hanımına yüz sopa vuracağını söyler. Hastalık sürecinde çok vefalı davranan hanımına verilen bu sözü Allahu Teala bağışlayabilirdi ama bağışlamaz, Allahu Teala bir hafifletme getirir, sopa yerine yüz başak sapından bir demet çözümünü sunar ama sonuçta hanımı sopa ile vurulmaktan kurtulamaz (Sad Süresi, 44). Allah'ın Peygamberleri bile verdiklere sözden kaçamamışlar, verdikleri sözleri yerine getirmeleri beklenmiş. Bu, Allahu Teala için o kadar çok önemliki bunu farklı Ayetlerde anma ihtiyacı duyar; ... verilen sözü de yerine getirin. Şüphesiz verilen söz, sorulacaktır” (İsra Süresi, 34). “....Allah'a verilen söz, mutlaka sorulur” (Ahzab Süresi, 15). “Bir de anlaşma yaptığınızda, Allah'a verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah'ı kendinize kefil kılmışken, sağlamlaştırdığınız yeminleri bozmayın. Şüphe yok ki Allah, ne yaparsanız bilir” (Nahl Süresi, 91).
   - Allahu Teala birine verilen SÖZ üzerinde neden bu kadar hassas durur?
Söz ağızdan çıkan kelimelerden ibaret değil, söz ağızdan çıktığından Allahu Teala bunu levh-i mahfuza yani kader kitabına işler, bunu yazılı bir anlaşma haline getirir. Söz hangi güne verildiyse o gün o kişinin rızkına o söz eklenir. Eğer o söz o gün yerine getirilmezse o kişinin rızkı o gün kısa düşer, Allahın rızık dağıtımı aksar, o kişi sıkıntı yaşar ve bundan dolayı Allahı suçlar Allahın rezzak sıfatını sorgulamaya başlar. O yüzden lütfen tutamayacağınız sözü vermeyin ve ileri bir tarihe söz verirken her zaman “Allah izin verirse” kelimelerini cümlenize ekleyin. Bu şekilde son sözü, takdiri Allaha bırakmış olur vebale girmekten kurutulursunuz; “hiçbir şey için, Allah'ın dilemesi dışında: "ben yarın onu yapacağım deme" “ancak Allah dilerse (yapacağım de). Ve unuttuğun vakit Allah'ı an ve "umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın olana eriştirir, de” (Kehf Süresi, 23-24). Kurban ibadetinden çıkarmamız gereken ilk ders; tutamayacağınız sözleri vermeyin, bu Allah katında çok çirkin bir hareket olarak görülür, yer ve gökte düzeni bozan bir davranıştır. Günümüzün çağında sizce Müslümanlar verdikleri sözlere ne kadar sadık? İşte bu Müslümanlar kurban ibadetini yerini getirir ama o kurban ibadetin ne için indirildiğini bilmez!
2- Kurban ibadeti ve bir CAN hakkını kazanmak
Kurban ibadetinden çıkaracağımız ikinci mesaj ise; kurban demek hayat demektir. Bazı bilgisayar oyunlarında olduğu gibi kurban ibadeti size yedek CAN verir. Kaderinizde belirli bir gün bir kaza veya bela yaşamanız, hayatınızı yitirmeniz öngörüldüyse siz kurban ibadeti sayesinde bir can hakkınızı kullanır, o belayı bir yara izi almadan atlatabilirsiniz. Bunu açalım; Allahu Teala herhangi bir kan akıtılmadan hz. İbrahim'in verdiği sözü yerine getirilmiş sayabilirdi ama bunu yapmaz, kan akıtılmasını ister. Neden? Allahu Teala bir sorun ile onun çözümü arasında ilmi bir bağlantı yaratır ve çözümün her defasında, istisnasız o kurallar doğrultusunda gerçekleşmesini ister. Sorun; Allah'a bir söz verilir, bu söz bir can bağışıdır ve levh-i mahfuzda kağıda alınır, yani bir söz ağızdan çıktığı an o kişinin kaderine işlenir. Allahta kadere işlenenlerin mutlaka yaşanılacağını söyler; “..Allah'ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir” (Ahzab Süresi, 38). Ortada bir sorun var, nedir bu sorun; belirli bir tarihte ölüm veya kaza yaşamanız takdir edildi. Çözümü var mı? Var; ölüm veya kaza vakti geldiğinde bunu geri dönüşümü olmaz, ama gelmeden levh-i mahfuzda yazılı olanı lehinize çevirebilirsiniz; “….her şeyin vakti ve süresi yazılıdır.” “Allah dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır; Ana Kitap O'nun katındadır” (Rad Süresi, 38-39). Demek yazılı bir şeyin silinişi mümkün. Nasıl silebiliriz? Orada yazılı olana eş değer bir şey ile; yardıma yardım, bağışa bağış, kan’a kan. Bir insana ne yaparsanız, Allahtan ne isterseniz Allaha ona eş değer birşey sunmalısınız; "..hür'e hür, kadına kadın, köleye köle (Bakara Süresi; 178). Eğer siz canınızı kurtarmak istiyorsanız, Allaha başka bir can sunmalısınız! İnsanı öldürmek haram olduğu için, Allahın kabul ettiği tek can size helal olan hayvanların canları; "hayvanlarıda o yarattı, onlarda sizi ısıtacak şeyler ve bir çok faydaları vardır. Onların etlerinide yersiniz." (Nahl Süresi; 5). Hayvanlar sadece sizlerin yükünü taşımak, et/süt ve derilerinden faydalanmak için var edilmemiş, onlar ayrıca sizlere CAN hakkı kazandırır. Nasılmı;
vejeteryanlar, hayvanların kendilerine CAN hakkı kazandırdığını bilmiş olsalar, herkesten önce onlar hayvanları boğazlar ve etini yerdi çünkü onlar hayata ve yaşama diğer insanlardan daha düşkün!
Bizler kendi ellerimizle kendimizi nice farklı sıkıntılara sokarız, bu sıkıntıların arasında ama en önemlisi canımıza gelebilecek hasar. Kurban ibadeti işte tam burada devreye girer, kurban ibadeti canınıza dokunabilecek belaları başınızdan uzaklaştırır. Eğer hayatınızın belirli bir döneminde bir kaza geçirmeniz takdir edildiyse, bir kurban keserek siz bunun önüne geçebilirsiniz. Kim bunu istemez, kim bilgisayar oyunları gibi yedek CAN veya KALKAN İSTEMEZ? Bu mümkünmü, levh-i mahfuzda yazılı kaderiniz ile yeryüzünde akıtılan bir kan arasında bilimsel bir bağlantı varmı? Var ve olması gerekiyor, çünkü tarihte ne zaman bir can bağışlanması gerekiyorsa veya bir ölü ayağa kaldırılması gerekiyorsa Allah başka bir can'ın kurban edilmesini emrettiğini görüyoruz. Örneğin; hz. Peygamberimizin sav dedeside hz. Peygamberimizin sav babasını kurban edeceğine dair Allaha söz verir ve onada bu sözleşmeden kurtulabilmesi için kurban kesmesi söylenir. İnsan farklı tarihlerde aynı sorun ile karşı karşıya kalır, Allahın sunduğu çözüm yoluda hep aynı olur, bu bizlere sorun ile çözüm arasında bilimsel bir bağ olması gerektiğini gösterir. Bilim nedir diye sorarsanız, bilimin en temel açıklaması; aynı malzeme ve ortamda elde edilen sonuçların her defasında tekrarlanabilinmesidir. Eğer bir sorun hep aynı uygulama ile çözüme kavuşturuluyorsa, bunun altında bilimsel gerçek yatar. Allahu Teala'da istisnasız her defasında bir CAN karşılığı o CAN’ı bağışlar. Örneğin; Yunus as'ın öyküsünde, gemide olanların canları Yunus as kurban edilerek yani denize atılarak bağışlanır ve o fırtınadan sağ salim kurtulurlar veya Hızır as ve Musa as'ın yolculuğunda bir çocuk ölüdürülürki Allah daha hayırlısını o anne ve babaya bağışlasın (Kehf Süresi- 74,81). Peygamberler tarihine baktığımızda bizler farklı dönemlerde bir kişinin can'ı farklı bir can'ı adak vererek bağışlandığını görüyoruz. Sizlere daha çarpıcı bir örnek verelim, bir kurbanın başka birisine nasıl HAYAT verdiğine yönelik; Musa as döneminde bir cesed bulunur ve iki kabile birbirini suçlar; birisi biz öldürmedik der, diğeri biz öldürmedik der ve olay Musa as taşınır. Musa as tarafları dinler, ilahi bir vahiy alır ve israiloğullarına bir inek kesmelerini emreder. İsrailoğulları ineği kesmemek için bahaneler arar, bu ineği bize tarif et, nasıl özellikleri olması gerek gibi Musa as’dan bilgi isterler. Kesilmesi gereken inek onlara tarif edilir ve inek bulunur, kesilir. Musa as kurbanın bir parçası ile ölü adama vurun der ve bu yapıldığında ölü adam canlanır ve kimin kendisini öldürdüğünü söyler (Bakara Süresinin 67-73). Bu hadise bizlere bir kurbanın birine nasıl CAN kazandırdığını çok net anlatır. Dikkat ederseniz bu yazımızda diğer yazılarımızdan daha fazla Ayetlerden örnekler veriyoruz, bunu olayı anlamanız için yapıyoruz, umarız kurban ibadetin altında yatan hikmeti anlar ve bir sonraki kurban adağınızı daha bilinçli ve şuurlu yerine getirirsiniz.  
   - bir CAN’a karşı bir HAYAT
“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı....” “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır....” (Bakara Süresi, 178-179). Ayet çok net, yoruma açık değil; Allahın emrettiği şekilde suçlu bir CAN'ı alırsanız Allahu Teala karşılık olarak başka bir zaman ve mekanda suçsuz bir CAN'ı size bağışlar ve Ayetin dediği gibi ortaya bir HAYAT çıkar. Bazılarınız 50 yıl boyunca kurban keser ve sadece bir CAN kazanır, bazılarınız ise kurban ibadetin altında yatan hikmeti bilir, ibadeti o samimiyet içinde yapar ve her yıl bütün aile fertlerine birer ekstra CAN kazandırır. Özetleyelim; tarihin farklı çağlarında Allahu Teala bir CAN’ın bağışlanmasına karşın bir CAN talebinde bulunmuş, benden bir can istiyorsanız bana bir can göndermelisiniz demiş, istisnasız. Bir çağda bir şey, farklı bir çağda farklı bir çözüm değil, insan tarihin farklı dönemlerinde insanoğlu bu sorunla karşılaşmış Allahta çözüm olarak hep aynı yolu göstermiş. Eğer siz bir sorunun çözümünde hep aynı yolu kullanıyor ve hep aynı sonuca varıyorsanız, o zaman sorun ile çözüm yolu arasında bilimsel bir bağ yatması gerek. Nedir bu bağ?
   - Sorun ile çözüm arasındaki bağı ruh kurar!
Kurban ibadetin sırrı ruhta yatar. Sorun yeryüzünde, çözümü ise Allah katında. Allah katına çıkabilecek tek güçte ruhtur! Not: Peygamberimizin sav fiziki hali ile Allahın huzuruna çıkması bir mucize, istisnadır! Ruh, Allah katına nasıl çıkabiliyor? Ruh'u bütün canlılardan farklı kılan, ruh'un bizzat Allah'ın bir parçası, Allahtan yaratılmış olmasıdır. Yani evrende canlı olan tek Allahtır, bizler ise sadece Allahın bir emaneti, Allahın bir parçası (ruh) ile ayaktayız. Allah görmenin koklamanın ve yaşamın tadını başkalarında çıkarmasını arzulamış ve canlıları ilk heykel olarak var etmiş, sonrada kendi ruhundan üfleyerek onlara hayat vermiş; “sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir...!” (Secde Süresi; 9). Meleklerin bile çıkamadığı bir yere yani Allah katına, bizler o katta var olan birşeyi (levh-i mahfuz) nasıl değiştirebiliriz; elinizde mucize yok ise, bunu anca o kattan gelen birisi ile yapabilirsiniz, o da; ruh. Siz yeryüzünde bir ruhu serbest bırakırsanız, bu sizin için Allah katına çıkıp orada lehinize iş görebilir. Bunun içinde tabi bir canlının hayatına kıymak zorundasınız. Hangi canlar? Masum insanların hayatların kıymak bizlere haram olduğu için, bizler ancak Allahın bizlere helal kıldığı hayvanları kesebiliriz. Not: Allah düzenini kurar, ilmini indirir sonrası buna müdahele etmez. O ilmin gereğini kim uygularsa o ilimden faydalanır. Cinler levh-i mahfuzta yazılı bir kaderin kurban adağı ile değiştirilebilineceğini bilir ve bunu kendi lehlerine kullanmaya çalışır, işbirlik içinde oldukları insanlara anlatır. Bilhassa şeytan, işbirliği içinde olduğu hükümdar, kahin veya büyücülere bireysel veya toplumsal katliamlar yaptırarak, bunu sihirli kelimeler eşliğinde yaparak Allah katına bol ruh gönderir ve ilahi kaderin önüne geçmeye çalışır. Bu şer odakları bol kan akıtır, bunu sihirli kelimeler eşliğinde yapar ve o serbest bırakılan ruhların Allah katında kendi lehlerine değişimler yapmasını bekler. O yüzden biz Müslümanlar et yerken, o şer odakların sihir ve büyülerinden etkilenmemek için o etin kimin kestiğini çok iyi kontrol etmeliyiz; "üzerinde Allahın adı anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allahın yolundan çıkmaktır.." (En'Am Süresi, 121).
   - Soru ve cevap
Bu yazımızı okuduktan sonra kurban ibadetin ne amaçladığını anladığınızı ümit ediyoruz, şimdi size bir soru; kurban kesmek yerine para verseniz bu Allah katında kabul edilirmi? Cevap; tabiiki hayır. Kurban ibadeti, bazı bilgisayar oyunları gibi bu hayat maceranızda size bir kaç CAN hakkı kazanmanızı sağlar, başka bir can’ı kurban etmedende bu hakkı kazanamazsınız! İnsanı öldürmek haram olduğu içinde, Allahu Teala anca insanın hizmetine sunulan hayvanların canı’nı kabul eder, helal sayar. Eğer para bağışı ile CAN hakkı kazanabilinmiş olunsaydı, o zaman Peygamberimizin sav dedesine yüz deve yerine para bağışlaması tavsiye edilir, İbrahim as’a kurbanlık bir koç yerine fakirlere dağıtmak için bir küp altın indirilirdi! Eğer benim canım bana yeter, ne benim ne de sevdiklerimin kaza ve belalardan korunmaya ihtiyacı var diyorsanız; buyurun bol, bol para bağışı yapın, fakirleri doyurun, etten uzak durun.
3- SİHİR ilmi
Kurban ibadetin içinde barındırdığı üçüncü sır ise SİHİR ilmi. Allahu Teala yarattığı herşeyi (en küçük atomlar dahil), bunların geleceği ve yaşayacakları olayları levh-i mahfuz adında kutsal bir kitapta kağıda almış. Bu kitap Allah katındadır ve bunda yapılacak her hangi bir değişim ilahi takdire bağlı, ancak Allah bir açık kapı bırakmış ve o noktadan insanın kendisininde o içeriği yani geleceğini, yaşadığı olayları bizzat kontrol etme ve kendi kaderini tayin etme imkanını vermiş. Yeryüzündeki yaşamınız ile Allah katındaki kaderinizi nasıl değiştirebilirsiniz? Bunun iki yolu var, birisi; yaşantınız, ikincisi; sihir ile! Sihir ile naısl değiştirebiliriz? Evren bir yazılım programı ile hareket eder, aynı bir bilgisayar gibi; bilgisayarlar cansıztır, ama onlara bir yazılım yüklediğiniz an o yazılım doğrultusunda canlanır ve iş görür. Evrenin kendiside cansıztı ama kendisine ilahi bir program yüklendi ve o programlar doğrultusunda canlandı. Bizler bu yazılıma fizik yasaları deriz. Sihir ilmin içerdiği program bu ana işletim sistemine dıştan yüklenebilecek şekilde tasarlanmış. Harut ve Marut isminde iki melek bu ilmi yeryüzüne indirmiş ve bu yazılımın dağıtımını ve tanıtımını yapmış (Bakara Süresi, 102). Kurban ibadetin sihir içeriğini biraz açalım; kurban kesme seremonisinde siz ilahi sözler eşliğinde kan akıtarak hayvanı bi’ nevi büyülersiniz, o hayvanın etinden yiyen insanlarda bu büyüden etkilenir. Örneğin; o insanlar kaza ve belalar yaşayacaksa yaşayacağı gün o büyü onları sihir altına alır ve onlar olay anı bir adım önde veya bir saniye geride bırakılarak o kazadan kıl payı kurtulur. Kurban ibadeti ile yeryüzünde yapılan büyüler arasındaki fark nedir? İkiside sihir, ikiside bir virus programı gibi evrenin işletim sistemine el atar, onun içeriğini değiştirir. Aralarındaki tek fark; sihir cinlere indirilmiş, kurban ise insanlara. Sihir ilmini insan alemine sokanda cinler ve onların insan işbirlikçileri. Sihir, ilahi rızık dağıtımında canlıların sağlığına kadar herşeyi felç edebilen bir güçtür. Özetleyelim; evrenin kendisi bir bilgisayar gibi cansız maddelerden var edilmiş, sonrası Allah buna bir işletim sistemi yüklemiş. Evreni harekete geçiren, belirli bir yörüngede tutanda bu işletim sistemi. Bu işletim sistemi ayrıca bugünki eylemlerinizden yarınki nasibinizi hesaplar. Büyü denilen güç bu ilahi hesaplama sistemine el atar, kime büyü yapıldıysa o büyü bir virüs gibi o kişinin kaderini, o büyü neye proramlandıysa o doğrultuda manipüle eder. Örneğin; o kişi ya hak ettiği rızıkı alamaz ya hak ettiği sağlığı elde edemez ya da hak ettiği hayat düzenine kavuşamaz. Büyü direk ilahi kontrol merkezini hedef aldığı için affı bulunmaz; “.....yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkiyle bilselerdi, uğruna canlarını sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.“ (Bakara Süresi, 102).
   - kurban ibadeti hakkında bilinmesi gerekenler
İslam değerlerine hasmani tutum besleyenler tanrılara kurban adamanın bin yıllardır var olduğunu, bunun din ile bir ilgisi olmadığı, bunun daha çok geleneksel bir uygulama olduğunu iddia eder. İslami terminolojiye yabancı olanların böyle bir düşünceye kapılması gayet doğal. Onlar İslam dinin Peygamberimiz sav ile başladığını düşünür, onlar İslam dinin ilk insan hz. Adem ile başladığını nereden bilsin. Yeryüzünde yaşayan ilk insan hz. Adem olduğu için, İslam dini hz. Adem ile başladığı için İslamdan önce kurban kesme diye bir adet olmadı ve olamazda. 2) Cinler, insanların kaderi kurbanlar ile değişebileceğini bilir. Allahın, insanların yararlanması için levh-i mahfuzta açtığı bu arka kapıyı bunlar bilir ve bu açık kapıdan levh-i mahfuzu manipüle edebilmek için işbirliği içinde oldukları insanlara, yeryüzünde katliamlar yaptırır. Bu zalim hükümdarlar ve tarikatlar Allah katına ulaşabilmek, insanlığın kaderini ve geleceğini Allah değilde kendileri tayin etmek ister, Allah değilde kendileri levh-i mahfuzu kontrol etmek ister, bunun içinde yeryüzünde bol kan akıtırlar. Ne amaçlarlar bununla? Levh-i mahfuzta ne yazılıysa insan onu yaşar, yaşayacağınız herşey ilk önce kağıda alınır sonrası siz onu yaşarsınız. Eğer siz levh-i mahfuzta yazılanları kontrol edebilirseniz, insanlığın yaşayacaklarınıda kontrol edersiniz. Kontrol edebilirmiyiz? Allah katına ruhlar çıkar, ancak Allah katına sadece masum ruhlar çıkabilir. Siz eğer masum insanları öldürür (bakire, çocuk ve bebekler) ve bunları sihirli kelimeler eşliğinde yaparsanız o zaman o ruhları Allah katına gönderir ve o ruh üzerinden levh-i mahfuzta bazı değişimlere sebep olabilirsiniz. Sizce israil yanlışlıklamı çocukları hedef alır veya sizce tarikatlarda öylesinemi bakireler kurban edilir? Bunlar çok bilinçli yapılır. Ölüm sonrası sadece temiz ruhlar Allah katına çıkıp Allahla görüşebilir, temiz değilseniz çıkamazsınız. Bunu batıl odaklar bilir ve masum insanları katleder, suçluları değil. Bu kurbanlar ile insanların kaderini kontrol edebiliyorlarmı? Azıcıkta olsa, evet; Allah kısmende olsa onlara levh-i mahfuza el atma iznini veriyor. Bunu ama onların günah yükünü artırmak için yapıyor ve kurdukları tuzakları sonunda hep boşa çıkartıyor. 3) Doğru birşeyi birileri kötüye uygulamaya başladıysa veya uyguluyorsa bu hak ve doğru olan birşeyin batıl olduğu anlamına gelmez. Bir uygulamanın hak veya batıl olup olmadığını görmekmi istiyorsunuz, o zaman ilk önce kim çıkarmış o uygulamayı, ilk önce batıl odaklarmı çıkarmış yoksa hakmı; sonrası o uygulama bin yıllar üzerinde hiç değişmişmi ona bakınız. 4) Birileri bin yıllardır kurban kesmeyi batıl yönde kullandı diye bu ilahi emir batıl olmaz. Örneğin; nükleer bilim dalıda Allahın indirdiği bir ilim, bu ilimi nasıl kullanmak size bırakılmış; birisi bununla atom bombası yapar ve milyonlarca insan öldürür, başka birisi bununla hastalıkları tedavi eder ve milyonlarca insanın hayatını kurtarır. Birileri sihir ilmi ile katliamlar yapar, başkaları ise bununla insanlara yeni hayatlar kazandırır; seçim sizde, yani insanda!
   - Büyü ile kurban ibadet arasındaki fark

Büyü yapanlar, rızıktan sağlığa kadar hedef alınan kişinin yeryüzündeki nasibini kendileri belirlemeye kalkışır. Kurban ibadetinde de siz kan akıtır ve büyü yapma gücünü ortaya çıkarırsınız ama, siz o gücü bir kişiye kilitlemezsiniz, siz o gücü belirli bir şey yapması için programlamazsınız yani büyünün ikinci, üçüncü aşamalarına geçmezsiniz. Siz o gücü olduğu gibi göğe gönderir, o gücün nasıl kullanılacağı iradesini Allaha bırakırsınız. Siz kalkıpta bilinçli bir şekilde insanların kaderleri ile oynamaya kalkışmazsınız. İnsanın kaderini değiştirecek malzemelerin tedarikini yaparsınız ama, aşçılığı, kim neyi ve ne kadarını hak ediyor kararını Allah bırakırsanız; fark bu! Allahu Teala’da malzemeyi siz sağladğınız için hayatını pozitif yönde değişmesine vesile olduğunuz her bir kişiden sevap payınızı, onlar ve onların nesilleri var olduğu müddet alırsınız. Özetleyelim; kurban kesme esnasında kan akıtılır, dualar okunur; bu ritüel ruhu büyüler. Ruh, Allah katına çıkar ve eğer Allah bu adağınızı kabul ederse o zaman Allah o etten yiyen kişilerin kaza ve belalarını o yıl için siler. O yüzden kurban etini sevdikleriniz ile paylaşmaya özen göstermelisiniz. Artı, unutmayınız kurbanınızı ne kadar çok helal kazanç ve samimi bir niyet ile yerine getirirseniz kendinize ve sevdiklerinize bu dünyada bir kaç CAN hakkı kazanma şansını o kadar artırırsınız.

Sihir bir ilimdir (Bakara Süresi, 102), kurban ibadetide sihir içerdiği için kurban ibadetin bilimsel bir altyapı içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. 
biyoenerji.net ( Alıntı)

8 Ekim 2014 Çarşamba

Esmaları neden belirli sayılarda zikrediyoruz?

Esmaları neden belirli sayılarda zikrediyoruz?
Evren matematik üzerine oturmuştur. Her şey matematikseldir. Size çok spritüel gelen, ruhani gelen pek çok şey aslında matematiksel ve fizikseldir. Evrenin her yerinde altın oran vardır, yaşadığımız dünyada zaman ölçülür, kuantasal (parçacıksal) bir yapıya sahip olan bu evren belirli ritimlerle titreşir aynı notadan gelen müzik sesi gibidir ve matematikseldir. Ses bir titreşimdir ve yaydığı frekanslar da belli bir müzik ritmindeki ritim gibidir, ölçülebilir. Esmaların tekrarı ile ortaya çıkan enerjilerin frekansı kendiyle eş olan frekansla eşleşmektedir. Yani siz elinizdeki kumandayla nasıl X kanalını tuşladığınızda karşınızda X kanalını bulur ve seyrederseniz, zikrettiğiniz esmanın da yaydığı frekans kendi manasının içeriği olan frekansla eşleşecektir. Bu eşleşmeyi gerçekleştirmek için beyinden yayınlanacak dalganın belirli bir doygunluğa erişmesi gerekmektedir ki beyinden çıkan ışınlar(fotonlar-kuantalar) etkili hale gelebilsin. Beyin bir kelimeyi tekrar etmeye başladığında beyin önce belirli bir bölgesinde sonra genelinde aydınlama yani aktivasyon başlar, bu nöro kimyasal bir olay olarak bilim tarafından da ortaya konmuştur. 1994 yılında Bilim adamı John Horgan, Scientific American dergisinin 11. sayısında bir makale yayınlamış ve listesini verdiği deneklerde uygulağı araştırmayı bilme sunmuştur. Bu araştırmaya göre beyin aynı kelimeyi, belirli bir süre tekrarlamaya devam ettiğinde beyinin genelinde güçlü bir nöron aktivasyonu gösterdiği ve beyinden dışarı doğru hertz cinsinde güçlü frekanslar yani ışınlar yaydığı tespit etmiştir.
Bir esmayı tekrar ederek zikretmenin beyinde güçlü bir ışıma oluşturduğu ve evrene yayın yaptığı anlaşılıyor. Bu nedenle tekrar etmek önemli çünkü; ışıma ne denli güçlü olursa esmanın manasıyla ilgili kozmik enerji alanıyla bağlantı o denli güçlü oluyor.
Şimdi gelelim sayılarla zikretmenin önemine Kuran alfabesinde her harfin sayısal bir değeri olduğu bilgileri bu konularla ilgilenen âlimlere verilmiş. Esmaları oluşturan bu harflerin toplamından çıkan sayılar ve bu sayıların kendisiyle yapılan çarpımları sonucunda belirli rakamlar ortaya çıkıyor. Bu çalışmaya ebcet hesaplanması denir. Her harfin 1 den 1000 e kadar belirlenmiş bir rakamsal değeri vardır. Eski Arap ve Fars âlimleri, matematikçileri sayıları yerine harf yazarlarmış. Ebced hesabı kadim bir bilgi olarak kabul edilmektedir. Hesaplamalar sonucunda her esmaya denk gelen bir sayı ortaya çıkıyor ve esma bu sayı kadar zikrediliyor. Nasıl ki kapınızın anahtarını her anahtar açamaz, sadece o kapının anahtarı açarsa, nasıl ki her kilidin beli bir şifresi varsa Esmalarında belli bir şifresi vardır. Siz belirlenmiş sayıda esmanızı zikrettiğinizde beyninizden çıkan ışın kozmik enerji alanında kendisiyle bağlantılı olanla eşleşiyor ve kilit açılıyor. Ben buna kozmik kapıdan geçmek diyorum. Kozmik kapıdan geçtiğinizde artık ilgili esmanın manası devreye giriyor ve esma hangi niyetle çekilmişse, o niyetin oluşumu gerçekleşmeye başlıyor. Bu kadim bilgiler de bir gün gelecek ve bilimsel biçimde açıklanacak çünkü evren tamamen matematik üzerine kurulu.
Yukarıda bahsettiğim sebeplerden dolayı seçtiğiniz esmayı ilgili yıldız saatlerinde ve esmanın ebced değerindeki sayıda çekerseniz yaşadığınız mucizeler karşısında hayranlıkla şükredeceksiniz.
 Esmaları neden kendi dilimizdeki anlamıyla zikretmiyoruz?
Birincisi; esmaların Türkçe anlamı hiçbir zaman kendi öz anlamını veremez içerik ve anlam olarak çok yetersiz kalır. İkincisi ve asıl püf noktası esmaların orijinal hallerindeki harflerin yan yana gelişinden oluşan sinerji, beynimizdeki ve genetik kodumuzdaki enerjiyi açığa çıkarıyor. Tekrarlanarak beynimizden yayılan ışımayla aktivasyon artıyor ve güçlü enerji alanlarıyla kontak kurmamızı sağlıyor. Bu yüzden anlamını kesinlikle bilerek, üzerine düşünüp idrak etmeye çalışarak, orijinal haliyle yani Kuran dilinde zikretmeliyiz esmalarımızı.
Zikretmenin etkisine ya da Allahın varlığına inanmasak da zikir çalışması işe yarar mı?
Zikretmek, yerçekimi yasası gibi, güçlü ve zayıf çekirdek yasası gibi, suyun kaldırma gücü gibi tamamen evrensel yasa ile bağlantılıdır. Siz inansanız da inanmasanız da bir objeyi yere atarsanız yerçekimi yasasından dolayı yere düşecektir. İnansanız da inanmasanız da içi hava dolu bir objeyi suya bıraksanız suyun üzerinde yüzecektir. Çünkü evrensel kuvvetler söz konusudur. Zikrettiğinizde de aynı durum geçerlidir. İnansanız da inanmasanız da belirli bir esmayı belirlenmiş sayılarla zikrettiğinizde yayılan manyetik enerjinin etkisiyle esmanın manası ve işlevi harekete geçecektir. Zikretmek sadece inanç meselesi değildir tamamen bir yasadır. Bununla beraber siz zikretmeye başladığınızda yaşadığınız deneyimlerden dolayı zaten Yaradanın varlığına ve Yaradanın muhteşem düzenine ve işleyişine inanırsınız

SALAVAT VE AYNA NÖRONLAR

Ahmed Hulusi’nin “Dua ve Zikir” kitabında SALAVAT konusunda aktardığı bilgileri izleyelim:
“ -Okunuşu:
“İnnallahe ve melâiketehu yusallûne âlennebîy ya eyyühelleziyne âmenû, sallu aleyhi ve sellimu tesliyma.” (ayet)
Anlamı:
Muhakkak ki Allah ve melekleri, nebîsine çok salat ederler… Ey imân edenler, siz de O’na salat edip layıkiyle selam verin…
“-Buyuruyor ki Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem:
“İNSANLARA ŞÜKRETMEYEN HAK’KA ŞÜKRETMİŞ OLMAZ”
Allah, mutlak gerçeği bize göstermek ve idrâk ettirmek için Rasûlullâh Salla’llâhu Aleyhi ve Sellem ile bize ihsanda bulunduğuna göre; Rasûl-u Ekrem’e şükür Allah’a şükür olacaktır!..
“Her DUA semâya yükselmekte güçsüzdür; bana salat edince gücüne kavuşur, yükselir (icabet makamına)”
“Kim bana bir kere salât ederse, Allah ona on kere salât eder; onun on günahını siler; onu on derece yükseltir…”
“Hangi topluluk bir yerde oturur da, Allah’ı zikretmeden, bana salât getirmeden oradan kalkıp giderlerse, üstlerine Allah’tan hasret siner!..”
“Her biriniz Allah’tan bir dilekte bulunmak istediği zaman, evvelâ O’na şanına yakışır şekilde hamd etsin, sonra Rasûlüne salât etsin, ondan sonra duâsını yapsın. Bu amacına ulaşmak için daha elverişlidir…”
“Kim kabrimin yanında bana salât ederse,ben onun sesini işitirim. Kim uzaktayken benim üzerime salât getirirse,o bana ulaştırılır…”
“DUA eden kimse, Nebilere ve Rasûllere salat etmedikçe,duâsı perdelidir.”
Sahabeden bir zât, Rasûlullâh Salla’llâhu Aleyhi ve Sellem ile şöyle konuştu:
• Yâ Rasûlallâh, ben senin üzerine çokça salâvat getiriyorum… Buna zamanımın ne kadarını ayırayım?..
• Dilediğin kadarını!..
• Dörtte biri nasıl?..
• Dilediğin kadarını yap… Artırırsan senin için daha hayırlıdır!..
• Üçte biri nasıl?..
• Dilediğin kadar yap… Artırrırsan senin için daha hayırlı olur!..
• Yarısını ayırsam zamanımın?..
• Dilediğin kadar yap… Artırırsan senin için daha hayırlı olur…
• Ya zamanımın hepsini ayırırsam salâvata?..
• Bu takdirde yeter, günâhların bağışlanır!..”
* * *
– Ak saçlı bilgenin bugünkü bilimsel gerçekler ışığında, yukarda ki anlatımları “ AYNA NERONLAR ” adlı makalesinde nasıl açıkladığını tekrar hatırlamadan geçemezdik.. Yazının tamamını burada okuyabilirsiniz. Burada izleyicilere yazının özetini veriyoruz..
* * *
SALÂVAT VE AYNA NÖRONLAR
“- Beyinler çeşitli frekanslara açık alıcı-vericilerdir, tıpkı çeşitli frekanslara açık radyo alıcıları gibi…
Dolayısıyla o beynin alıcı frekanslarına uygun dalga yayan, hiç tanımadığı kişilerden gelen dalgaları da alırlar farkında bile olmadan… Sonra da “Aklıma geliverdi” derler! Nereden?!
“Üzüm üzüme baka baka kararır”!
Evet, beraber olduğunuz kişilerin veya içinde bulunduğunuz toplumu oluşturan beyinlerin yaydıkları “dalga”lar sizin beyninizde akis bulur ve o yönde programlanmaya tâbi tutulursunuz. İyi veya kötü… Toplumsal cinnet veya toplumsal huzur nasıl oluşuyor sanıyorsunuz?
Bu olayda olduğu gibi beyin ayrıca yöneldiği kişiyle de iletişime girebilir. “Telepati” de derler bunun bir türüne…
Evet, bir diğer deyişle, yöneldiğiniz yapı tarafından beyniniz yönlendirilir; siz hiç farkında olmadan.
İşte beyindeki bu özellik dolayısıyla…
Rasûlullah, kendisine inananlara çokça “salâvat” getirmelerini tavsiye etmiştir.
“Kesinlikledir ki Allah ve melekî kuvveleri Nebi’sine yönlenmektedir. Ey iman edenler, siz de O’na yönlenin ve teslim olun, selâmet bulun” uyarısı işte buna işaret eder.
“Allah ismiyle işaret edilen, tüm varlığı yaratan hakikatin “nokta”sındaki varlığı; ve O’nun isimlerinin özelliklerinin açığa çıkışı olan melekî kuvveler, “Nübüvvet” dediğimiz sistemin gerçeklerini, “Sünnetullah”ı okuma hâline yönlendirir O’nu… Siz de O’na yönlenerek, O’ndan yayılan bu frekansı alıp, “ayna nöron”larınızın bu “dalga”ları (gelen yayını) değerlendirmesi sûretiyle selâmete erin” denmektedir belki de Kurân-ı Kerîm’deki bu âyette! (özden gelen bilginin bilinçte açığa çıkması için oluşan işlev=yusallune)
İşte bu yüzdendir ki, kişi, Rasûlullah (aleyhisselâm)’a ne kadar çok yönelir ve O’nu ne kadar çok anarsa, O’na salâvat getirirse, o nispette O’nun ruhuyla, bilinciyle bağlantı kurup, o yayın kanalından kendisine bilgi akmaya başlar; kapasitesi kadarıyla da bu gelen bilgiyi değerlendirir.
Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’dan gelen “bilgi” ile “Sünnetullah”ı daha iyi fark ederek sistemin gerçeklerini idrak etmeye başlar ve yaşamına bu gerçeklere göre yön verir. Bu da geleceğinin selâmet olmasını sağlar.
Esasen bu olay, sadece O’na mahsus bir olay değildir; bu bir sistemdir! Bir tür mekanizmadır! Beynin sayısız işlevlerinden biridir.
Anlayışı sınırlı insanların oluşturduğu, gök tanrılı gökten inme din anlayışından korunabileyim!.. “Allah” adıyla işaret edileni daha iyi tanıyabileyim…
Zira, tanrılık kavramından münezzeh “Allah” adıyla işaret edilenin “Zât”ını kavramak imkânsızdır! O, ancak açığa çıkarttıkları kadarıyla seyredilebilir…”
* * *
 Üstad tarafından tavsiye edilen SALAVAT ŞERİF’lerden bazıları
“-Okunuşu:
Allahümme salli alâ seyyidina ve mevlâna Muhammed’in şeceretil aslin nuraniyyeti ve lem’âtil kabzatir rahmaniyyeti ve efdalil haliykatil insaniyyeti ve eşrefis suveril cismaniyyeti ve menbâil esrâril ilâhiyeti ve hazainil ulûmil ıstıfaiyyeti, sahibil kabdatil asliyyeti ver rütbetil âliyyeti, vel behcetis seniyyeti men in derecat; en nebiyyûne tahte livâihi fehüm minhü ve ileyhi ve salli ve sellim aleyhi ve alâ âlihi vesahbihi adede mâ halakte ve razakte ve emette ve ahyeyte ilâ yevmin teb’asu men efneyte ve salli ve sellim aleyhi ve aleyhim tesliymen kesiyra.
Bilgi:
Zamanının en önde gelen Evliyâullahından olan Seyyid Ahmed Bedevî Hazretlerinin tertiplemiş olduğu bu Salâvatı Şerîfenin şöyle bir olayı vardır…
Bir zâtı muhterem, Efendimiz’e salâvatları ihtivâ eden “Delâili Hayrât” nam kitabı tam ondört kere okumuş, bir gün içinde… Ve o huzûr veren yorgunluk ile uykuya dalmış!..
Rüyasında Efendimiz Aleyhi’s-Selâm’ı görmüş ve kendisine şöyle denilmiş:
“- Ondört kere Delâili okuyacağına bir kere bu salâvatı okusaydın,sana kâfi gelirdi!..”
Düşünün Delâili Hayrat kitabı yüzlerce salâvatı şerifeyi ihtiva eden bir salâvat kolleksiyonudur!.. Ve çok değerli bir eserdir… Böyle bir kolleksiyonu on dört kere okumaktan daha değerli olarak anlaşılıyor bu salâvat… Hiç olmazsa günde bir kere okusak!
Okunuşu:
Cezallâhu anna seyyidenâ Muhammeden ma huve ehluh
Anlamı:
Allah’ım Efendimiz Muhammed’e lâyık olduğu şekilde ihsanda bulun bizim tarafımızdan, biz onu değerlendirmekten âciziz…
Bilgi:
Bu salâvatı bize öğreten Bizâtihi Hazret-i Rasûl Aleyhi’s-selâm… Hadîs-î şerîfte buyuruyor ki:
“Her kim bu şekilde derse, yetmiş melek,bin sabah ona ecir yazar”
Okunuşu:
Allahümme salli alâ men ruhuhu mihrabül ervahi vel melâiketi vel kevni; Allahümme salli alâ men huve imamul enbiyâi vel mürseliyn; Allahumme salli alâ men huve imamu ehlil Cenneti ibâdillahil mü’miniyn.
Anlamı:
Bütün rûhların, melâikenin ve varolanların mihrabı olan o yüce rûha salat eyle Allah’ım; bütün Nebilerin ve Rasûllerin imamı olan o zâta salât eyle Allah’ım; Allahın kulu bütün Cennet ehlinin önderi olan zâta salât eyle Allah’ım…
Bilgi:
Bundan üç yüz sene evvel zamanın “GAVS”ı olan Seyyid Abdülaziz Ed Debbağ, bu manevi görevi dolayısıyla ,bütün “DİVAN” toplantılarına da katılırdı.
İşte bu toplantılardan birinde , Rasûlullah Salla’llâhu aleyhi ve Sellem’in kızı olan Hazret-i Fâtıma Radı’yallâhu Anha ile arasında cereyân eden olayı şöyle anlatıyor:
“DİVAN” toplantılarından birindeydik…Ben,Rasûlullâh Efendimiz’in sağında oturuyordum diğer arkadaşlarla beraber… Karşı tarafta da bazı kadın evliyâlar ile diğer mânâ büyükleri oturuyordu…
Derken Hazret-i Fâtıma geldi ve onların önüne oturarak , cennet lisanı ile şu salâvatı şerîfeyi okudu… Cennet lisanından her bir kelime veya cümle bir harf ile ifade edeilir…Kur’ân-i Kerîm’in bazı sûre başlarında yer alan Elif, lâm, mim, nun, ra, ta, ha, gibi harfler dahi bu cennet lisânındandır. Bu şekilde okunan bu salâvatı dinledikten sonra,yanına gidip sordum Hazret-i Fâtıma’ya…
– Nedir bu salâvatın ecri ya Fâtıma?.. Cevap verdi:
• Herkim bu salâvata devam ederse, onun hakkını ödemeye yeryüzündeki bütün ağaçlar, yapraklar, taşlar ve molozlar mücevher olsa,genede yetmez!..
Bu kadar büyük ecri olacağına inanamadım!.. Hemen Rasûlullâh Salla’llahu Aleyhi ve sellem’in yanına gittim ve sordum , buyurdu ki:
• Fâtıma söylemiş ya, daha ne istiyorsun!.. Aynen O’nun dediği gibi!..
Bunun üzerine ilk işim, bu salâvatı şerifeyi Arapçaya çevirmek oldu.
İşte size yukarıda nakletmiş olduğum salâvat, böyle bir toplulukta, böyle bir zevat arasında tesbit olmuştur… artık siz bu salâvatı nasıl arzu ederseniz öyle değerlendirin… Hiç olmazsa günde yüz defa okumaya çalışalım.
Okunuşu:
Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin bahri envarike ve ma’deni esrârike, ve lisâni hüccetike ve arûsi memleketike ve imamı hazretike ve tırazi mülkike ve hazâini rahmetike ve tariyki şeriâtikel mütelezzizi bitevhidike insani aynil vücûdi ves sebebi fiy külli mevcûdin ayni â’yâni halkıkel mütekaddimi min nuri zıyâike; salâten tedûmu bidevamike ve tebkâ bibekâike, lâ münteha lehâ dûne ilmike, salâten turdıyke ve turdiyhi ve terda biha anna yâ Rabbel âlemiyn.
Bilgi:
Ruhâniyet kazanmak isteyenlere bu salâvat ehemniyetle tavsiye ederiz. Zirâ, bu salâvatı şerîfeye Batın âleminin sultanı Hazret-i Âli efendimiz devam ediyordu ve değerinin yetmiş bin salâvata denk olduğunu kendileri söylemişlerdi… İlim, hikmet şehrinin kapısı olarak tavsif edilen Zâtın devam etmekte olduğu salâvatın değerini ne kadar idrak edebiliriz, bilmiyorum…”
Allahümme salli ala ruhı seyyidina muhammedin fil ervahı.
Allahümme salli ala cesedi seyyidina muhammedin fil ecsadi.
Allahümme salli ala kabri seyyidina muhammedin filkuburi.
Allahümme belliğ ruha seyyidina Muhammedin minniy tahiyyeten ve teslimen
”.
Anlamını da yazalım:
Allahım, ruhlar içinde Efendimiz Muhammed’in ruhuna salat eyle…
Allahım, cesedler içinde Efendimiz Muhammed’in cesedine salat eyle…
Allahım, kabirler içinde Efendimiz Muhammed’in kabrine salat eyle…
Allahım, Efendimiz Muhammed’in ruhuna benden bir tahiyye ve teslim
(Selam ve teslimiyetimi) ulaştır
…”

15 Kasım 2013 Cuma

OKSİJEN MUCİZESİ : YEŞİL AĞAÇTAN ÇIKAN ATEŞ

”O ki,size yeşil ağaçtan ateş çıkardı da siz ondan tutuşturup duruyorsunuz.”(yasin:80)

Plastitler bitkilere has dizayn edilmiş moleküllerdir. Bilindiği üzere kromoplastlar kloroplastlarda bulunup turuncu renk içerirler. Lökoplastlar (beyaz kloroplastlar) ise yeşil renkte ışığı emen düğmeler olup şeker imal ederler. Zira fotosentez olayında kloroplast içerisinde yer alan klorofil maddesinin ışığı absorbe etmesiyle (tutma eylemi) birlikte tutulan ışık kimyasal enerjiye dönüşüp ayrıca ATP taşıyıcı enerji elde edilir. Aynı zamanda bitkiler fotosentez sayesinde oksijen üretmiş olurlar. Yani bitkiler atmosferde on binde üç oranında (% 0,03) bulunan gazdan yaprakları marifetiyle aldıkları 6 molekül karbondioksit ve kökleriyle aldıkları 6 molekül suyu güneş ışığı yardımıyla bünyelerinde var olan klorofille özümleyerek glikoz (besin) ve 6 molekül oksijen üretirler. Böylece su ve karbondioksitin birlikteliğiyle şekere kavuşmuş oluruz. Baksanıza artık tek hücreli yeşil bitki olarak kabul edilen fitoplanktonlar bile güneş ışığını kullanıp CO2, H2O, besi elementlerini (azot, fosfor, kükürt vs.) oksijene ve organik maddelere dönüştürüp denizlere hayat veriyorlar. Bu arada fotosentez sonucu üretilen oksijeni soluyan insan ve diğer canlılar beslendiği gıdaları yavaş yanmayla yakıp dışarıya karbondioksit verirler. Karbondioksit vücut içerisinde devamlı üretilmesi hasebiyle elbette ki dışarı atılması gayet tabiidir. Aksi takdirde az bir karbondioksit birikiminin vücuda vereceği zarar ciddi sonuçlar doğuracaktır. Kuşkusuz karbondioksiti vücutta yeteri kadar dengede tutan akciğerden başkası değildir. Demek ki canlı cansız âlemde her şey ayarlanmış bir denge hesabıyla karşılıklı “al gülüm ver gülüm” misali biri karbondioksit ikram ederken diğeri de oksijen sunuyor. İyi ki de karşılıklı ikramda bulunuyorlar. Zira onlarsız yaşamak anlamsız. Mesela beyin oksijensizliğe ancak 4 dakika dayanabiliyor. Sonrası malum beyin ölümü, akabinde gerçek ölüm vuku bulmakta. Kaldı ki gıdalarla elde edilen enerji, oksijen molekülleriyle sentezlenmeden asla kullanılamıyor. Dolayısıyla oksijen molekülleri olmaksızın istediğiniz kadar yeyip içiniz aldığınız besinler işlenilemeyeceği için hiçbir işe yarayamayacaktır. Her şey sanki oksijenle sentezlenmeye muhtaç durumda. Zaten oksijen sentezleme konusunda mahir bir element. Öyle bir element ki herhangi bir maddeyle reaksiyona girdiğinde hızlıca bileşik oluşturabiliyor. Nitekim kesilen elmanın kahverengimsi renk hal alması, demirin pas tutması bunun tipik bir misali. Bundan da öte oksijenin vücutta sergilediği faaliyet sayesinde karbondioksit molekül haline gelebiliyor. Gerçekten biz kullar Allah’a iman etmiş olmanın verdiği güçle bu muazzam işleyen sistem karşısında şaşkınlığımızı gizleyemeyip, “Bu ne güzel karşılıklı döngü ve yardımlaşmadır” diye haykıransımız geliyor.
Yanma olayı tabiatta da gerçekleşir, nasıl mı? Tabiî ki havada ki oksijen vücudumuza besin kaynağı bir madde ile reaksiyona girip yanma olayının vuku bulmasıyla. Bu yüzden Allah-ü Teala; “Rızkınız semadadır” (Zariyat, 22), “ Size gökten ve yerden rızk veren” (Neml, 64), “O Allahtır ki, arzın içinde ne varsa hepsini sizin için yarattı” (Bakara, 29) beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiştir. Yani güneş, yağmur, hava ve orman hepsi rızkımız.
Işığın kaynağı elbette ki güneştir. Her şeyde ölçü tayin edildiği gibi güneşinde kendine has belli bir ölçüye göre ayarlanmış kütlesi, hacmi ve enerjisi var. Zira güneşin merkez katmanlarında 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüşüp ısı ve ışık oluşturuyor. Düşünebiliyor musunuz atmosferin üst katmanlarında % 21 oranında bulunan oksijen tıpkı azot gibi güneşten gelen kısa dalga boya sahip zarar verici mor ötesi ışın ve X ışınlarını yutarak yeryüzüne filtre edilmiş halde iniveriyor. İşte bu inen ışık bir anda bitki maharetiyle kimyasal enerjiye çevrilip zerreden kürreye; “Senin verdiğin nimetlere sonsuz şükürler olsun” dedittirecek türden her şeye hayat kaynağı olabiliyor. Bu nimetin bilimsel anlamı karbonhidrat sentezi ve oksijenin canlıların istifadesine sunulmak üzere serbest salınması demektir. Yani hidrojen alınıp oksijen hizmetimize sunuluyor. Karbondioksit ise sudan ayrılan oksijen için alıcı rol konumunda olup karbonhidrat bileşiği üretiyor. Oluşan bu bileşik hem bitkinin beslenmesine hem de bizim için gerekli protein, yağ ve nişastaya ayrıştırılır. Şöyle ki; maddenin molekül ağırlığı kendisini oluşturan atomların ağırlıklarının total miktarı kadardır. Buradan hareketle glikoz maddesini (C6H12O6) meydana getiren karbon atom ağırlığı 12, oksijenin 16, hidrojenin ise 12 olduğuna göre; total glikoz atom ağırlığı (6 x 12) + (12 x 1) + (6 x 6) = 180 gram olduğu görülecektir. Demek oluyor ki karbondioksit suyla izdivacında glikoz ve oksijen üretiyor. Üstelik üretilen besinin % 40 pasta dilimine denk düşen kısmın büyük bir bölümünü karbon oluşturmakta. Nihayetinde bu pasta bize gerektiğinde gıda, gerektiğinde meyve oluyor, her şeyden öte yeşil bir manzaramız olmakta. Dahası kloroplastlar hava ve suyun özünde bulunan en temel üç elementimiz olan karbon, hidrojen ve oksijeni sentezleyerek hayat buluruz. Aynı zamanda serbest salınan oksijenle atmosferimiz temiz havaya bürünüp teneffüsümüz sağlanır. Bugün teknolojik imkânlarla havadan oksijen ayırt edebilmek için bin bir türlü ayırımsal damıtma işlemlerine zahmetle katlanan insanoğlu bitkilerin 6CO2 + 6H2O → (C6H12O6) + 6O2 formülüyle bu işi gayet rahat bir şekilde yaptıklarını gördükçe şaşa kalıyorlar.
Atmosferin en önemli gazlarından olan oksijenin doğuşu bundan 2000 milyon sene öncesine dayandığı tahmin ediliyor. Genel olarak yeryüzünde oksijen değişik şekillerde sahne almaktadır. Hatta bulunduğu alana göre de unvan almaktadır. Şöyle ki litosferde oksitlendiği için maden oksidi, hidrosferde su, atmosferde ise moleküler oksijen diye isimlendirilir. Kur’anda oksijen var mı derseniz şu ayeti kerimeyi okumak sanırım hepimize fikir verir. Bakın Allah-ü Teala: “Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin ayet–80), “Şimdi bana (yeşil bir ağaçtan) çatmakta olduğunuz ateşi söyleyiniz onun ağacını siz mi yarattınız. Yoksa onu yaratan biz miyiz?” (Vakıa,71–72) ayetiyle oksijeni bitkilerin ürettiğine işaret etmenin yanı sıra oksijensiz yanma olayının gerçekleşemeyeceğini bildirmektedir. Yani oksijen olmalı ki karbondioksit elde edilebilsin. Dolayısıyla ateş yeşil ağaçtan çıkan oksijen demektir. Ateş (oksijen) olmadan karbon içerikli kömür karbondiokside dönüşemez zaten. Keza ateş olmadan yemek pişmez, savaş aleti ve zirai aletler de yapılmaz. Karbondioksit olacak ki bitkiler yetişebilsin, bitkiler olacak ki hayvanlar beslenebilsin, hayvanlar olacak ki biz insanlar etinden sütünden hatta derisinden yararlanabilelim. Görüyorsunuz bir karbon kelimesinden nerelere kadar geldik. Belli ki yaşadığımız hayatta birbirine bağlı muazzam bir trofik diye tabir edilen beslenme zinciri mevcut. M. Hamdi Yazır ayette geçen ifadelerin sadece odun ve kömürle sınırlı kalmayıp sürtünme ve dokunma sonucu oluşan elektrik manasına da gelebileceğine dikkat çekmiştir. Ayrıca nasıl ki fotosentezle besin maddeleri üretilebiliyorsa, aynı zamanda gece fotosentezin tam tersi aerobik (oksijenli) solunum sonucu besin maddeleri oksijenle yakılıp açığa karbondioksit, su ve bir miktar enerji çıkabiliyor. Anlaşılan bitkiler her sabah güneşin doğuşuyla birlikte fotosentezi aracı kılarak ilahi mektubun gereği hummalı bir faaliyete geçip ürettikleri meyveleri bizlere takdim ediyorlar. Yine hakeza gece karbondioksit, gündüz ise oksijen üretip, böylece ormanlar oksijen deposu haline geliyorlar. İşte oksijen ve su dengesi denen mucizevî olay bu olsa gerektir. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet; Kim ki ormanlardan bir ağaç keserse boynunu kopartırım demiştir. Yani yaş kesen baş kesendir demek istemiştir. Bundan da öte Yüce Peygamberimiz(s.a.v); “Yarın kıyamet kopacağını bilseniz bile ağaç dikiniz” emri her şeyi anlatmaya yetiyor.
Hakikat şu ki yeşil bitkiler güneş ışığını en iyi işleyebilecek düzeyde olan biyomotorlardır. Güneş ışığı eşliğinde yaşadığımız hayat ise bir noktada yeşilden mora kadar yedi tayf üzerine kurulu renkler manzumesidir. Bu yüzden tüm canlılar güneş ışığına mest olurlar. Malum olduğu üzere beyaz ışık esas itibariyle kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi lacivert ve mor ışıkların karışımından meydana gelmektedir. Peki, bu ışıklar hangi mekanizmayla seçilip bize sunulur derseniz, belli ki ışık yapraklarda bir mercek misali süzülüp uzun dalga boyunda turuncu-kırmızı ışınlar ve daha kısa dalga boylu mavi-mor ötesi ışınları filtre ederek seçim gerçekleşir. Nitekim beyaz ışık cam prizmadan geçirildiğinde bunu gözlemlemek mümkün. Hatta gök kuşağı da bunu doğrulayan bir hadisedir. Dolayısıyla orta boy dalga ışınlar yaprak tarafından yansıtıldığında klorofil bitkinin bulunduğu kısımda bizim tarafımızdan yeşil renkte algılanır. Anlaşılan klorofil bu işi kırmızı ve mavi ışığı kuvvetle absorbe edip kendisinde bulunan yeşil rengin çok az bir bölümünü yansıtarak gerçekleştirir. Hakeza bilim adamları okyanuslarda var olan bir nevi bitki sayılan alglerin (diatomlar) kara bitkilerinden daha büyük misli derecede fotosentezde aktif rol oynadıklarını belirlemişlerdir. Ayrıca yerden 80 kilometre uzaklıkta yer alan strosfer tabakasının bünyesinde taşıdığı azot gazı sayesinde güneşten gelen mor ötesi zararlı ışınlar filtre edilip korunmaya alındığımız tespit edilmiştir. Şayet bu filtre işlemi olmasaydı hayat felç olacaktı.
Atmosferde mevcut gaz oranların belirli oranlarda bulunması mucizevî rabbaniyedir. Mesela azotun % 78, oksijenin % 21 oranında atmosferde sabit değerde bulunması belli bir ilahi planın işleyişine yönelik amaç içindir. Kesinlikle bu oranlar tesadüfen tayin edilmiş rakamlar değil. Nasıl olsun ki, baksanıza bu sabit değerler sayesinde dünyamızı bir baştanbaşa kadar kaplayan gerek bitki, gerek hayvan ve gerekse insan toplulukları hayat bulmaktadır. Allah korusun mevcut denge ayarının hedefinden şaşması her şeyin allak bullak olması demektir. Düşünsenize oksijenin atmosferde iki katı oranda fazla olduğunu bir anda varsaysak arzımızda hafif ateş kıvılcımı yakmakla hem solduğumuz havayı hem de yeryüzünü cehenneme çevirmemiz an meselesidir diyebiliriz. Ya da tam tersi oksijen % 21 değilde yarısı kadar düşük değerde olsaydı nefessizlikten acaba halimiz nice olurdu, isterseniz bunu da siz düşünün. Bir kere nefes almak için oksijen almamız şart. Fakat bu ön şart sadece azot ve oksijen dengesi için mi, elbette hayır. Ayrıca karbon gerçeği var. Bu yüzden karbondioksit gazının varlık nedenini görmezden gelemeyiz. Zira bu gazın doğuşu da incelemeye değer bir bambaşka bir âlem. Nitekim karbon dengesi öyle ayarlanmış ki atmosferin dış tabakalarına gelen kozmik ışınlar burada birtakım kimyasal reaksiyonlarla yüksüz parçacıklara (nötron) dönüşüp derhal azotla birleşerek radyoaktif karbona (C14 izotopuna), bu izotop da oksijenle birleşerek radyoaktif karbondioksit gazına dönüşüyor, derken hava akımları yardımıyla bu gaz atmosferin en alt katmanlarına hızla diffuze oluyorlar. Böylece birçok canlı ve cansız varlıkların kimyasal bileşenlerini birbirine bağlayan karbon dengesi sağlanmış oluyor. Dahası şeker 6 karbon atomuna, gliserin 3 karbon atomuna, keza protein yapımında önemli rol oynayan amino asitlerde karbon atomuna bağlı faaliyet gösteriyorlar. Tabir caizse canlının en temel maddesi karbon atomudur.
Bu arada gökyüzünde çakan şimşeklerde rızkımız. Çünkü şimşekle birlikte havanın nemi kimyasal reaksiyona girip bitkiler için vazgeçilmez azot bileşikleri (tabi gübre) meydana gelmektedir. Rabbül âlemin; “Göğü ve yeri, rızkınıza iki hazine gibi hazırlayan, oradan yağmuru, buradan bitkileri çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve zemini iki itaatkâr haznedar hükmüne kim getirebilir? Öyle ise, şükür Ona mahsustur” (Yunus, 31), “Yere girenleri ve ondan çıkanları, gökten inenlerle oraya yükselenleri Allah bilir”(Hadid, 4) buyurmakta.
Karbondioksit sadece atmosferde yüksüz parçacıklardan oluşmuyor. Yeryüzünü kaplayan her cins bitki özellikle sonbaharda yaprak dökümüyle birlikte tüm elemanları toprağa karışıp çürümesi sonucu karbondioksit gazı imal ediyorlar. Yani bitkinin ölüsü bile bir anlamda canlılık demek. Nasıl ki toprak ananın bağrına tohum serpilip zamanla toprakta neşvünema bulup dirilişe geçiyorsa, bu dünyadan bir kuş misali göç eden insan elbet haşirde dirilecektir. Malumunuz peygamberimize inanmak istemeyen müşrikler;‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemikler mi dirilecek’ diye itiraz etmişlerdi hep birlikte. Bugün müşrikler yaşasaydı o ufalmış dedikleri kemikleri yandığında veya karbon haline geldiğini gördüklerinde bitkilerin gaz haline gelmiş karbondioksiti fotosentez kanunu ile özümseyip glikoz ve oksijen ürettiğine şahit olduklarında acaba ne diyeceklerdi, doğrusu merak konusu. Galiba glikozun, yani şekerin canlı varlığa geçerek hayat verdiğini görüp ‘Allah’ demekten başka çareleri kalmayacaktı. Vesselam.

Karıncanlar ve Enformasyon Teorisi



Enformasyon, alınan veya gönderilen verinin sayısal ölçüsünün yanında işlenmesi manasına gelir. Claude Shannon’un 1948 yılındaki enformasyon tarifiyle birlikte [1], enformasyona önceleri sadece nicelik (miktar) olarak bakılıyordu. Fakat sibernetik, fizik, biyoloji, tarih gibi çok geniş bir sahada kullanılmasıyla birlikte, kainatta icra edilen hadiselerde, enformasyonun maddeye ait olmayan bir özellik olarak ele alınmasının gerekli olduğu ve böylece enformasyona, madde ve enerjiye ilave olarak üçüncü bir unsur olarak bakılması gerektiği düşüncesi ağır basmaya başlamıştır. ;;
Enformasyon teorisine göre, enformasyon üretiminin gerçekleştiği her hadisede, mutlaka “mesaj veren” ve “mesaj alan” olmak üzere iki taraf söz konusudur. Bu sebeple insanoğlunun, kainatta icra edilen hadiseleri anlamaya çalışırken “alıcı” konumunda olduğunu ve o hadise ile “Verici”nin (yani Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celaluhu)) vermek istediği mesajı doğru anlamak ve fiiliyata dökmekle mükellef olduğunu anlayabilmesi önemlidir. Fakat unutulmamalıdır ki, enformasyon sürecinin unsurlarından birisi de “gürültü (noise)”dür ve insanoğlu, gündelik yoğun hayatın verdiği telaştan ve rutin faaliyetlerin getirdiği ünsiyetten dolayı, etrafında cereyan eden hadiselerin kendisine verdiği mesajı anlama ve kainattaki gerçek misyonunu keşfetme noktasında oldukça fazla gürültüye sahiptir. Gürültü, mesajın doğru olarak alınmasını zorlaştıran nesne, hadise v.b. gibi şeylerdir. Gürültüye misal olarak, bir televizyon ekranındaki karıncalanma, iki kişinin konuşması esnasında etraftan gelen gürültü, telefon görüşmelerindeki parazitler v.b. verilebilir ve her hadisede mutlaka gürültü dediğimiz şey az veya çok vardır. Bu bağlamda gürültüyü azaltmak ve mesajı doğru olarak anlamak o kadar büyük önem arzeder ki, bilim dünyasında tamamen gürültü olarak gözüken sonuçların içinden dahi, fiziksel hadise ile ilgili bir sonuç çıkarmaya yönelik özel algoritmalar geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bilgisayar programcılığında takip edilen yolu özetleyerek bu hususu açıklamaya çalışalım. Bilgisayar simülasyonları gerçekleştiren bir bilim insanı, öncelikle inceleyeceği sisteme ait özellikleri, yazacağı kodun içinde tanımlamalıdır. Mesela Fortran programlama dilini kulanarak böyle bir kod yazmayı planladığını varsayalım. Bunun için öncelikle Fortran programlama dilini, komutlarını, çalışma algoritmalarını iyi bilmesi gereklidir. Çünkü her bilgisayar programlama dilinin kendine ait bir komut sözlüğü ve algoritma kuralları vardır. Söz konusu bilgisayar programında hata olup olmadığı, o programın, yazıldığı bilgisayar programlama diline ait bir derleyiciden geçirilmesiyle anlaşılır. Aynen bunun gibi, inanan bir insan kainat kitabını okurken, Kur’an ve Sünnet-i Seniyye kendisi için önemli bir rehber vazifesi görür ve kainatın içinde cereyan eden hadiselerdeki gürültünün, kendisini yanlış yollara ve çıkarımlara sürüklemesine mani olur.
Kainattaki her varlık ise, kendine mahsus bir lisanla bazı hakikatleri insanoğluna anlatmaya çalışırken, tefekkür edebilen insanoğlu ve hususen bilim insanları da, gözlediği davranış modellerini kendi hayatına adapte etmeye ve yeni şeyler icat etmeye çalışır. Bu süreci daha iyi anlayabilmek için, enformasyon teorisinin mertebeleri olan istatistik, söz dizimi, anlam (semantik), eylem (pragmatik) ve gaye/hedef (apobetik) seviyelerinden bahsetmek faydalı olacaktır [2]. Yazının geri kalan kısmında ise, ayağımızı sokağa attığımız her an karşımıza çıkan ve birçok insanın önemsemeden üzerine basarak geçtiği karıncaların, tefekküre açık ruhlara fısıldadığı bazı hakikatlerin, fen ve mühendislik bilimlerinde bulduğu uygulama sahaları anlatılmaya çalışılacaktır.

İstatistikî Seviye. Bir kitap, bilgisayar programı, insan genomu v.b. şeyler, çok sayıda yapıtaşlarından meydana gelir. “Bu kitapta/programda/insan genomunda kaç tane harf/karakter/kelime vardır?” sorularının cevabı, birer istatistiki enformasyondur. Mesela Kur'an-ı Kerim'de, çeşitli kelimelerin kaç defa geçtiği, bazı ayetlerin kaç defa tekrar edildiği, surelerin kaç ayetten oluştuğu v.b. istatistiki bilgilere sahip olmak, “istatistik seviyesi”ndeki bilgilerdir. Benzer şekilde, kainat kitabıyla ilgili olarak, “Bir gün kaç saatten oluşur?”, “Bir yıl kaç günden oluşur?”, “Mandalin ağacı yılın hangi aylarında meyve verir?”, “Güneş bir devrini kaç yılda tamamlar?”, “Samanyolu Galaksisi'nde kaç yıldız vardır?”, “Bir su molekülünün inşâsı için kaç hidrojen ve oksijen molekülüne ihtiyaç vardır?” v.b. sorulara verilecek cevaplar da istatistiki bilgidir. “İstatistikî seviye”, en temel ve en düşük seviyedeki bilgidir. Bu seviyeye dair verilen cevaplar, metin içindeki manâ ile alâkalı değildir. Bu sebeple, istatistik seviyesi, o dille yazılan cümlelerdeki manâya bakmaz. Bu seviye, sadece madde ile mesajdaki manâ arasında (yani madde ile manâ alemleri arasında) bir köprü kurar.
Söz Dizimi Seviyesi. Bu seviyede, öncelikle metnin/programın/lisanın ne olduğuna bakılır. Hangi dilde yazılmışsa, o dilin söz dizimine göre oluşturulan kelimelere, kodlara, motiflere dikkat edilir. Artık kelimelerin manâsı vardır. Fakat bu seviyede, yine cümlenin/programın/genomun ne demek istediği tam olarak anlaşılamaz. Metin içindeki bir kelimede veya cümlede yanlışlık olup olmadığı kontrol edilir. O dile ait kurallar çerçevesinde anlamlı kelimeler dizimi, bir niyetin, bir kasıt ve iradenin olduğunu ima eder. Bu iki seviyenin, kainattaki her şeye “manâ-yı ismi” ile bakmaya karşılık geldiği söylenebilir. Mesela Kur'an-ı Kerim'deki bir ayetin içinde geçen bir kelimenin, kullanıldığı yerdeki manâsı, “söz dizimi seviyesi”ne ait bilgiler ihtiva eder. Kainat kitabında ise, bir elma ağacındaki herbir elma, Güneş Sistemi'ndeki herbir gezegen, maddenin içindeki herbir atom, birer kelime olarak düşünülebilir ve “söz dizimi seviyesi”ndeki enformasyon paketçiklerini oluşturur. Bu seviye bütündeki manâyla değil, sadece cüz içindeki kelimelerin manâsı ile ilgilenir.
Manâ Seviyesi (Semantik seviye). Bu seviyede, artık kelimelerin, komutların, v.b. şeylerin bir araya gelmesiyle oluşturulan cümleler söz konusudur. Ancak bu seviye, enformasyonun iletilmesinde kullanılan dil, kelimelerin sayısı, harflerin sayısı gibi konularla değil, mesajın muhtevasıyla, yani manâsı ile ilgilenir. Buna misal olarak, Kur'an-ı Kerim'deki her bir ayetin manâsı verilebilir. Bu seviyede artık ayetlerle verilen mesajlar önemlidir. Kainat kitabında da, her bir sistem içinde kurulan cümlelerin manası çözülmeye çalışılır; mesela bir insan vücudundaki savunma mekanizmasının işlettirilmesinde icra edilen herbir fiil bir cümle gibidir. Alyuvarların çalışma mekanizmaları ile akyuvarlarınki farklı farklıdır ve bunların çalıştırılmasındaki her bir faaliyet, savunma sistemi içinde kurulan cümleler gibidir. Dolayısıyla vücudun herhangi bir yerindeki bir faaliyet, sinir sistemi tarafından gerekli yerlere bildirilir ve enformasyon akışı sağlanır. Bir meyva ağacında, meyvanın teşekkül ettirilmesinde icra edilen herbir fiil de, yazıldığı dile ait birer cümledir. Bir ağacın tohumlarının içine derc edilen programın çalıştırılması esnasında, kullanılan programlama dilinin komutları icra edilir ve gayeye uygun şekilde ürün teşekkül ettirilirken, topraktan hangi minerallerin hangi ölçüde alınacağı, fotosentezin nasıl yapılacağı v.b. cümleler yazılıdır. Materyalist bir bakış açısıyla bakan bilim insanları, bu cümleleri sadece madde ve enerji açısından okumaya çalışarak temelde büyük bir hata yapmakta ve bunun sonucunda da, yapılan işlerde kullanılan elemanlara birer ilâhlık vermek zorunda kalmaktadır. Fakat enformasyon maddî bir kavram olmadığından, bunun doğru bir yaklaşım olduğunu söylemek mümkün değildir. Bütün varlık ve hadiseler enformasyon kalıpları kullanılarak “kün fe yekün” tezgahında dokunmakta ve icraatler, bütün kainatı kuşatan bir bilgi ağıyla gerçekleştirilmektedir.
Fonksiyon (aksiyon) Seviyesi (Pragmatik seviye). Bu seviyede, cümleler doğru okunsun veya okunmasın, alıcıdan fonksiyon beklenir. Bu seviye, enformasyonu alan kişinin enformasyonu gönderen kaynağın istediği gibi davranıp davranmadığı ile ilgilenmez. Fakat her mesaj iletildiğinde, gönderici (kaynak) tarafından bir beklenti de ihtiva eder. Mesela televizyonlardaki veya gazetelerdeki belli bir ürünle ilgili en basit bir reklam dahi, rakipleri arasından o ürünün tercih edilmesine yönelik beklenti mesajlarına sahiptir. Bu sebeple bu seviyeye, “aksiyon seviyesi” denir. Gönderen de artık aksiyonun içinde rol alır; istediği durumu elde etmek üzere mesajı tanzim eder ve mesajı mümkün olduğunca geniş bir çevreye ulaştırmaya çalışır. Aynen bunun gibi, Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerin verdiği mesajları doğru okumak, insanoğlu için kritik öneme sahiptir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ve “Allah'ın ipine sımsıkı sarılın” mealindeki ayetler, cümlelerin doğru okunarak amele dönüşmesi gerektiğini çok açık bir biçimde ifade etmektedir. Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi vesellem) hayatının Kur'an-ı Kerim'in temessül etmiş hali olduğundan, sünneti seniyye, Cenab-ı Hakk'ın (celle celalühü) bizden beklediği davranışları göstermektedir.
Gaye/Hedef Seviyesi (Apobetik seviye). Gaye ve maksat, enformasyonun en son ve en yüksek seviyesine karşılık gelen bilgidir. Her mesaj bir maksat ihtiva eder. Bu perspektifte, mesajı alanlarda gözlenen fonksiyonlar, göndericinin istediği hedefe uygunluğuna göre değerlendirilir. Çünkü bu seviye, göndericinin niyet ettiği hedefle ilgilidir ve enformasyonun beş seviyesi arasında en önemlisidir. Kainat kitabını yazarak ve arkasından semavi kitaplar göndererek mesaj veren Cenab-ı Hakk (celle celaluhu), alıcı konumundaki kullarında beklediği davranışların sergilenip sergilenmediğine bakar. Materyalist bakış açısı ise, kainattaki her hadisede verilmek istenen mesajı okumaya çalışırken, enformasyonu bir yaratıcı ve idare edici Allah’a vermeden, sadece madde-enerji etkileşmesine bağlamaya çalışır. Bu sebeple süreç içinde bulunan her varlığa sonsuz bir ilim, kudret ve irade vermek zorunda kalmaktadır.

Karıncaların Davranış Motifleri Ve Bilimsel Uygulamaları
Karıncaların enteresan davranışları ile ilgili önemli çalışmalar özellikle son elli yıl içinde yapılmıştır [3-5]. Bu çalışmalarda kullanılan algoritmalardan birisi “karınca koloni optimizasyonu (ant colony optimization)” dur. Birçok mühendislik uygulaması, karınca koloni optimizasyonu algoritmalarına dayanır. Karıncaların davranışları incelendiğinde, davranışlarının, ferdi hayatlarının devamı için değil, koloninin hayatının sürdürülebilmesi üzerine programlandığı görülmüştür. Bilim insanları, karınca ve arı gibi hayvan türlerinin sergiledikleri davranışlardan ilham alarak ortaya koydukları çalışmalar neticesinde, “Karınca Koloni Optimizasyonu”, “Böcek Sürüsü Zekası”, “Robotbilim”, “Bulanık (Fuzzy) Sistemler”, “Yapay zekâ” ve buna benzer başlıkları olan yüzlerce kitap ve makale yazmıştır [6]. Karınca ve arı gibi hayvan türlerinin davranışları, komplekslilik biliminin araştırma konuları arasındadır. Kompleks davranışlar sergileyen sistemlerdeki her birey, bir ağ (network) üzerinde bulunmakta ve birisinin hareketindeki değişiklik ağ üzerindeki diğer bireylere iletilmektedir. Mesela bir karınca kolonisi bir ağ oluşturmakta ve kolonideki her karınca ise o ağın bir bireyini temsil etmektedir. Dolayısıyla ağ üzerindeki bir karıncanın davranışı diğer karıncaların davranışına tesir edebilmektedir. Şimdi karınca aleminin, bilim insanlarına ilham kaynağı olan bazı davranış motiflerinden bahsetmek faydalı olacaktır.
Yiyecek Ararken En Kısa Yolu Buluyorlar: Karıncalar, yuvalarından yiyecek aramak için çıktıklarında, önce katı cisimlerde atomların yaptıkları Brown hareketini andırır bir salınım hareketi sergileyerek yiyecek ararlar [7]. Karıncalar da adeta atom veya moleküllerin yaptığı hareketlerin değişik bir şeklini yerine getirmektedir. Yiyecek aramaları esnasında “pheromone” denilen bir hormon salgılayarak geçmiş oldukları yerleri işaretler. Bu “hormonal işaretler”, diğer karıncalar için bir rehber vazifesi görür. Mesela bir karınca yiyecek bulur bulmaz, hemen yiyeceğin miktarını ve kalitesini değerlendirerek bu yiyeceğin bir kısmını yuvaya götürür. Yuvaya dönüşü sırasında pheromone hormonunu zemine bırakmaya devam eder fakat bu defa yiyeceğin miktarına ve kalitesine göre zemine bıraktığı pheromone hormonunun miktarı da değişir. Böylece diğer karıncalar, karşılaştıkları pheromone'un miktarına göre, o yol üzerindeki yiyeceğin kalitesi ve miktarı hakkında bilgi sahibi olurlar. Bu mükemmel organizasyon neticesinde, yiyeceğe giden en kısa mesafe tespit edilmiş olur ki, bu da kainattaki bütün hadiselerde müşahede edilen “kainatta israf yoktur” hakikatini işaret eder (Şekil 1). Fizik'te bu hakikat, “en az iş ilkesi” olarak bilinir. Fiziki sistemleri inceleyen bilim insanlarının yaptığı birçok hesaplama işlemi, sisteme ait bağ koşulları altında “en az iş ilkesi”ne dayanmaktadır.
Şekil 1. Karıncalar, yuvaları (N) ile yiyecek kaynağı (F) arasındaki en kısa yolu, kendi lisanları ile kurdukları cümleler sayesinde bulurlar.

Bir Ekosistem Mühendisi Gibi Çalışıyorlar: Karıncalar mükemmel bir ekosistem mühendisi gibi iş görürler. Mesela yeraltındaki yuvalarını inşa ederken, çok büyük miktarda toprak taşıyarak toprağın altını üstüne getiriler. Avustralya veya Kuzey Amerika çöllerinde, her yıl hektar başına 400 ila 800 kg toprak taşırlar [8]. Dolayısıyla karıncalar toprağın fiziki özelliklerinde çök önemli değişikliklere sebep olurlar. Sadece toprağın altını üstüne getirmekle kalmaz, nebatî kalıntıları yuvalarına götürür, biriktirir ve dışkı olarak çıkarırlar. Böylece toprağın kimyevi özelliklerini değiştirirler ve yuvanın etrafındaki toprak parçasının nitrojen, fosfor, potasyum ve organik madde bakımından zengin olmasını sağlarlar. Yapılan bir araştırmada [8], Brezilya'daki “Atta Capiguara” karıncalarının yuvası civarında, 1.5 metre genişliğinde ve 5 metre derinliğindeki toprak parçası içinde 500 kg kadar organik madde bulunduğu tespit edilmiştir.
“Seyahat Eden Satıcı” Problemine İlham Oluyorlar: Özellikle son 20 yıldır yapılan çalışmalarla birlikte, karınca, arı ve hatta bakterilerin göstermiş oldukları kompleks davranışlar yavaş yavaş anlaşılmaya başlanmıştır. Bunun neticesinde bilim insanlarının ve mühendislerin, kendi sahalarındaki kompleks problemlerin çözümü için, böceklerin davranışlarından esinlenerek çözüm üretme gayretine girdikleri göze çarpmaktadır [9]. Bu problemlerin en önemlilerinden birisi, “Seyahat eden satıcı” problemidir. Bu problemde satıcı, elindeki malları satmak üzere ziyaret edeceği şehirleri belirler ve mallarını en az enerji harcayacak şekilde satabilmek için, sırasıyla hangi şehirleri ziyaret etmesi gerektiğinin hesabını yapar. Karıncalar bu tür optimizasyon problemlerinin çözümünde ilham kaynağı olmaktadır. Mesela bilgisayar simülasyonlarında, bu problemin çözümü için öncelikle hayali bir karınca kolonisi oluşturulur. Her bir hayali karınca, bir tur esnasında, her şehri sadece bir defa ziyaret eder. En sonunda yolculuğa başladığı şehre geri dönerek bir tur tamamlamış olur. Turunu tamamladıktan sonra, o turda ziyaret ettiği şehirleri aynı sırada ziyaret ederek, her iki şehrin arasındaki yolu, yaptığı turun uzunluğuna bağlı olarak “pheromone” hormonu ile işaretler. Arkasından gelen karıncalar seyahati sırasında şehir seçerken, yolu üzerinde daha fazla pheromone olan yolu tercih etmeye çalışır. Pheromone hormonları buharlaşabildiği için, en kısa turların bulunduğu ağlar en fazla pheromone içeren ağlar olacaktır. Böylece en fazla pheromone hormonunun olduğu turların oluşturduğu ağlar, daha uzun seyahat eden karıncaları da kendisine çekmeye başlar ve malların satılması için hangi yol güzergâhının takip edilmesi gerektiği bulunmuş olur.
Karıncalar Beyin Doktorlarına Mesaj Veriyor: Beyin üzerine çalışan tıp uzmanlarının da karıncalardan esinlenerek keşfedebileceği şeyler olsa gerek. Nitekim Pulitzer ödüllü kavrambilimci Douglas Hofstadter, “Gödel, Escher, Bach” adlı kitabında karınca kolonileri ile beyin arasında bir benzerliğin olduğunu ifade etmektedir [10]. Hem karıncalar hem de beyin birer kompleks sistemdir. Her ikisinde de, aralarındaki iletişimi sağlayan basit elemanlar vasıtasıyla kompleks global bir davranış sergilenmektedir. Beyinde, bu basit elemanlar “nöron”lardır. Beyin, nöronlara ilave olarak bir çok farklı türden hücreden yaratılmıştır. Fakat beyin üzerine çalışan bir çok bilim insanı, nöronların eylemlerinin ve nöron grupları arasındaki bağlantı motiflerinin, algılama, düşünme, hissetme, şuur ve diğer beyin aktivitelerine sebep olduğuna inanmaktadır. Nöronlar üç temel kısımdan yaratılmıştır: a) soma (hücre bedeni), b) dendritler (diğer nöronlardan gelen hücre veri girişini ileten dallar), c) aksonlar (hücre veri çıkışını diğer nöronlara ileten gövde). Genel olarak bir nöron, aktif veya inaktif (aktif olmayan) durumda bulunur ve inaktif olan bir nöron, dendritler vasıtasıyla diğer nöronlardan yeteri kadar sinyal alırsa aktif hale gelir. Aktif hale gelen nöron “akson”lara bir elektrik pulsu gönderir ve bu puls kimyasallar vasıtasıyla, adına nöro-verici denilen kimyevi bir sinyale dönüştürülür. Bu kimyevi sinyaller, dendritler vasıtasıyla diğer nöronların sırayla aktif hale getirilmesinde kullanılır. Bir nöronun aktif hale gelme sıklığı ve kimyevi çıkış sinyalleri, veri girişine ve nöronun son zaman dilimlerinde ne kadar aktif hale geldiğine bağlı olarak zamanla değişiklik gösterir. Nöronların bu çalışma prensipleri, bir karınca kolonisinde gözlenen ve yukarıda özetlenen prensipleri akla getirir: Her birey (nöron veya karınca) diğer bireylerden sinyaller alır ve bu sinyallerin yeterince güçlü olması diğer bireylerin davranışına tesir eder ve onların da ilave sinyaller üretmesine vesile olur.
Trafik Akışının Düzenlenmesinde Karıncalardan Alınan İlhamlar: Bilim insanlarının karıncalardan ilham aldığı diğer bir saha trafik akışıdır [11]. Günlük hayatımızdaki trafik akışının düzenlenmesi için kullanılan çeşitli tekniklerden birisi, yol üzerine yerleştirilen ve günün belli saatlerinde ortalama kaç tane motorlu aracın geçtiğinin belirlenmesini sağlayan sistemdir. Yol üzerine yerleştirilen kablolar sayesinde, belirli saatlerdeki trafik yoğunluğuna göre trafik ışıklarının düzenlemesi yapılır. Bu bakış açışıyla, trafik ağının da kompleks bir sistem olduğu düşünülebilir. Karayolları bir trafik ağı olarak düşünüldüğünde, her bir araç karınca ve araçların üzerinden geçtiği kablolar ve trafik ışıkları ise pheromone'ların bırakıldığı yerler olarak düşünülebilir. Böylece eğer belli bir yerde trafik sıkışması söz konusu ise (yani pheromone fazla ise), bu sıkışıklık ağ üzerindeki bütün merkezlere gönderilmekte ve trafik ışıklarının yanma süreleri ayarlanarak ağ üzerinde verimli bir trafik akışın sağlanması mümkün olabilmektedir.
Karınca Koloni Optimizasyonu” Fabrikalarda Uygulanıyor: Karınca davranışlarının optimizasyon problemlerinde kullanıldığı diğer bir saha, belli bir ürüne ait parçaların farklı binalarda imalâtı problemidir. Bu tür problemlerde maksat, tesisler arasında, toplam mesafeyi en küçük yapacak şekilde parça transferlerinin gerçekleştirilmesidir. Bu çalışmalardan birisi, İngiltere'de Unilever şirketinden David Gregg ile Santa Fe Enstitüsü'nde BiosGroup'tan Vincent Darley'in gerçekleştirdiği çalışmadır [9]. Bu çalışmada, verilen bir iş dizisinin fabrikadaki makinelerde gerçekleştirilmesi işlemi, karınca davranışlarından esinlenerek modellenmiş ve iş dizisi en kısa sürede gerçekleştirilebilmiştir. Karınca davranışlarının uygulaması, süreç içinde vazifeli olan bir makinenin arızalanması gibi beklenmedik hadiselerle karşılaşıldığı durumlara dahi uygulanabilmektedir. Çünkü karıncalar, yolları üzerinde engellerle karşılaştıklarında, alternatif yollar ararlar ve yeni yollar keşfettiklerinde pheromone salgılayarak bir “B planı” oluştururlar. Bu özellikleri, ekolojik başarılarının altında yatan en önemli husustur ve bilimsel çalışmalar için kritik bir öneme sahiptir. Mesela telefon hatlarında meydana gelen beklenmedik bir problem düşünelim. İzmir'den İstanbul'a yapılan bir telefon çağrısı için, birkaç ara düğüm (node) noktası vardır. Çağrının İstanbul'a iletilmesi sırasında bazı düğüm noktaları meşgul olabilir ve bu sebeple boş olan düğüm noktalarının kullanılması zamanın en verimli şekilde kullanılmasını sağlar. Çünkü boş olan düğüm noktaları kullanılmaz ve o an dolu olan düğüm noktalarının boş hale gelmesi beklenirse, zaman kaybı söz konusu olacaktır. Bunun yerine dolu düğüm noktasına en yakın boş düğüm noktalarının araştırılarak çağrının en kısa sürede İstanbul'a iletilmesi sağlanabilir. Düğüm noktalarının boş hale gelmesi, karıncaların kullandığı dile göre “pheromone”nun buharlaştığı manâsına gelmektedir.
Yuvayı Ölülerinden Temizleme Metodu Fabrikalarda Kullanılıyor: Karıncaların hayranlık uyandıran davranışları, yuvalarını ölülerinden temizleme işlerinde de görülmektedir. “Messor Sancta” türü karıncalarda, işçi karıncalar yuvalarını temiz tutmak için koloninin ölen bireylerini biriktirirler. Yapılan bir deneysel çalışmada, karıncalar başlangıçta rastgele olarak dağıtılmış ve işçi karıncaların bir kaç saat içinde yığınlar oluşturdukları gözlenmiştir [9]. Bu süreç içerisinde, karıncalar yakınlarında buldukları cesetleri belli noktalarda toplayarak biriktirmişlerdir. Bilgisayar simülasyonlarında ise, ölü karınca yığını ne kadar büyükse, canlı bir karıncanın o yığından bir cesedi alarak başka bir yere götürmesi ihtimali o kadar az ve bulduğu bir cesedi o yığın üzerine koyması ihtimali de o kadar fazla olacak şekilde gerçekleştirilir [12]. Bu sebeple koloninin net davranışı, yığına ceset bırakmanın artması ve yığından ceset toplamanın azalması şeklinde cereyan eder.
İnternetteki “Pheromone”lar: Rutger Üniversitesi'nden Paul B. Kantor, dünya internet ağı (www: world web wide) üzerinde bilgi bulmak maksadıyla bir “sürü zekası (swarm intelligence)” yaklaşımı geliştirmiştir [9]. Mesela ansiklopedik bilgi arayan insanlar kendi aralarında bir koloni oluştururlar; bazı koloni üyeleri diğer koloni üyelerinin ilgisini çekecek bilgiler bırakır ve bu bilgilere “dijital pheromone” olarak bakılabilir. O konuyla ilgilenen kişiler çeşitli arama motorlarını kullanarak o “dijital pheromone”ları ararlar. Bu da internette, tıklanan bir sitenin kaç defa ziyaret edildiği, hangi dosyaların kaç defa indirildiği v.b. istatistikî bir veri oluşturur. Öyle ki, bazı siteler bozuk veya bazı linkler kırık ise, bunu farkeden bazı koloni üyeleri bu durumu web sitesine bir mesaj (yani dijital pheromone) olarak bırakırlar ve bu da kırık olan linkin kullanılma ihtimalini azaltarak üyeleri zaman kaybından korumuş olur.
Yukarıda anlatılan konu başlıklarını genişletmek mümkündür. Bilim camiasının, “sürü zekası”, “karınca koloni optimizasyonu”, “yapay zekâ” gibi algoritmaları kullanarak yeni şeyler üretmenin gayreti içerisinde olduğu, yazılan kitaplardan ve yayınlanan makalelerden anlaşılmaktadır. Fakat burada mühim olan husus, karıncaların ve diğer varlıkların, kendi lisanlarıyla iletmeye çalıştıkları mesajı doğru okumak ve yorumlamaktır. Enformasyon teorisindeki mertebeler ise, verilen mesajları doğru olarak okumayı ve anlamayı kolaylaştırmaktadır.
Bu açıdan kainata ve içindekilere baktığımızda her birisi Allah’ın ayrı bir sanatıdır. Her bir varlık Allah’ı tesbih etmektedir. Nitekim varlıkların kendi lisanlarıyla Yaratıcılarını tesbih ettiklerini anlatan Nur Suresi’nin 41. ve İsra Suresi’nin 44. ayetleri çok manidârdır: Baksana göklerde olan, yerde olan herkes, kanatlarını çarparak uçan dizi dizi kuşlar, hep Allah’ı tesbih ederler. Onlardan her biri kendi duasını ve tesbihini pek iyi bellemiştir. Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilir. (Nur Suresi, 41. Ayet - Suat Yıldırım)”, “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah'ı takdis ve tenzih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O'nu hamd ile tenzih etmesin. Ne var ki siz onların bu tenzih ve takdislerini iyi anlayamazsınız. Bunca azametiyle beraber, kullarının gaflet ve cürümlerine karşı O, halimdir, gafurdur (çok müsamahalıdır, affedicidir)” (İsra Suresi, 44. Ayet – Suat Yıldırım).
Karıncaların da varlık kitabında çok önemli bir yeri vardır. Yukarıda bahsettiğimiz üzere onlardan ilham alınarak geliştirilen pek çok teknoloji vardır. Kur’an-ı Kerîm’de karıncalardan şu şekilde bahsedilmektedir: “Derken karıncalar vadisine geldiklerinde (Hz. Süleyman ve ordusu), onları gören bir karınca: “Ey karıncalar, haydin yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları, sizi farketmeyerek ezip çiğnemesinler!” diye seslendi.
Onun sesini işiten Süleyman tebessüm ederek: “Ya Rabbî!” dedi, “beni nefsime öyle hâkim kıl ki gerek bana, gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim, Seni razı edecek güzel ve makbul işler yapabileyim. Bir de lütfedip beni hayırlı kulların arasına dahil eyle!” (Nahl suresi, 27/18-19)
Karıncanın özelliklerini çok veciz bir şekilde özetleyen bu ayetler, “Nahl” (karıncalar) adlı surede yer almaktadır. Sûrenin ismi de mesaj yüklüdür. Zira karıncalar sistemli topluluklar halinde yaşarlar. Bu hakikate hem surenin adı hem de bahis mevzusu olan ayet işaret etmektedir. Ankebut (örümcek) gibi diğer hayvanlar tekil olarak zikredilirken karınca çoğul olarak gelmiştir. Çünkü örümcekler tek başlarına hayat sürerlerken, karıncalar sadece topluluklar halinde yaşarlar ve faaliyetleri koloninin (yerleşkenin) hayatını sürdürebilmesi üzerine inşa edilmektedir. Eğer bir karınca beraber yaşadığı topluluğunu kaybederse veya herhangi bir sebepten dolayı onlardan ayrılırsa, ya başka bir topluluğa katılır veya bir müddet sonra ölür. Çünkü karınca tek başına hayatını sürdüremez. Bu hususa, mealini verdiğimiz ayet-i kerîmede “karıncalar vadisi” (وادي النمل ) ifadesiyle işaret edilmektedir. Sayıları ise on milyonlara kadar ulaşır ve bu topluluklar sevk-i ilahî ile çok hassas dengeler üzerine hayat sürmektedirler. Karıncalar çok farklı iş ve mesuliyetleri olmasına rağmen hepsi görevlerini son derece özenle, fedakarca, sabırla, yılma ve yorulma bilmeden mükemmel bir şekilde yerine getirirler. Bu noktada da onlardan alacağımız çok ders olsa gerektir.
Kur’an-ı Kerîm, karıncaların toplu halde yaşamasını ve diğer varlıklarla iletişimini nazara vermektedir:
حَتَّى إِذَا أَتَوْا عَلَى وَادِ النَّمْلِ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَا أَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمَانُ وَجُنُودُهُ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ "Derken karınca vadisine geldiklerinde onları gören bir karınca : "ey karıncalar, haydin yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları farkında olmadan sizi ezip çiğnemesinler" diye seslendi.”
Ayette bildirildiği üzere karıncaların kendilerine mahsus dilleri vardır. Yapılan araştırmalara göre karıncaların 1 mm ile 7 mm arasında değişen boyları ve tuz tanesi kadar beyinleri olmasına rağmen iletişime geçmede bir çok dile sahip oldukları tespit edilmiştir. Her bir karınca yerleşkesinin kendine özel dili vardır. Bunun yanında diger yerleşke karıncalarıyla iletişimde de farklı bir dil kullanırlar. Ayrıca diğer hayvanlar ve haşerelerle de farklı dille konuşurlar. Ne var ki günümüzün gelişmiş ilmi araçlari bu dilleri tam olarak keşfedememiş sadece konuşma anında gösterdikleri olgu, çıkardıkları ses, yaptıkları hareketlerle alakalı kısmi bilgilere ulaşmıştır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

  1. Kimyasal Dil: Karıncanın vücudundan salgılanan uçucu kimyasal hormonlar şeklinde kendini gösterir. Hormonun içeriği kendine has manâ ifade eder: emir verme, yönlendirme, uyarma, yemek yada yapı malzemelerinin yerlerini işçi karıncalara gösterme gibi.
Bu kimyasal salgıların karınca türlerine göre farklılık gösterdiği tespit edilmiş ve böcek araştırmacılarına göre "izleri gösteren salgılar"olarak tanımlanmıştır.
Tehlike durumlarında, adına "uyarı salgıları" denilen ve uyarı için kullanılan kimyasal salgılar salgıladıkları da tespit edilmiştir.

  1. Fiziksel Dil: Bu dil ile iletişim, karıncaların elleri, ayaklari, karınlarını hareket ettirme ve sezi antenleriyle dokunma şeklinde gerçekleşmektedir. Bilim adamları bu hareketlere bir manâ verebilmek için yoğun bir şekilde çalışmaktadır.
C- Akustik Dil: Bu dil, karıncaların çıkardıkları cızırtı türünden yankılı akustik titreşimlerin, ayaklarındaki duyu hücrelerince algılanıp iletişime geçmelerinde kullanılmaktadır. Akustik dil, karıncaların akustik titreşimlerle iletişime geçme gibi bir yetenekleri olduğunu gösterse dahi, Süleyman aleyhisselam’ ın işittiği ve anladığı dil haricinde bir dil olsa gerek.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus ta, karınca topluluğunda kraliçe karıncanın konumudur. Karınca topluluğu kraliçe arı ile başlar ve karınca yerleşkesini, bir kraliçe veya topluluğun büyüklüğüne göre birden çok kraliçe karınca yönetir. Ayette konuşan ve diğer karıncalara yuvalarına girmelerini emreden de نَمْلَةٌ dişi karıncadır. İşçi karıncalar da yerleşke inşa etme (bir yuva veya bir cok yuvalar), ulaşım yolları açma ve o yerlerin temizliği, korunması, savunması gibi görevlerinin yanında, yiyecek toplanması ve depolanması gibi görevleri de yerine getirirler. (13)
Netice itibariyle Kur’an, asırlar öncesinden karıncaların topluluk halinde yaşadıklarına, en önemli özellikleri olan kendi aralarında ve diğer varlıklarla olan harika iletişimlerine dikkat çekilerek, araştırmacılara keşfedilmeyi bekleyen ufuklar göstermiştir. Günümüze kadar karıncaların koloni halinde yaşamalarından, birbirleriyle iletişimlerinden ilham alınarak değişik teknolojiler geliştirilmiştir. Bununla birlikte keşfedilerek teknolojiye dönüştürülmeyi bekleyen daha birçok özellikleri olduğu da bilim insanları tarafından ifade edilmektedir. 

 doç.dr.Özhan kayacan