Bu Blogda Ara

30 Mayıs 2009 Cumartesi

kuranda 19 sayısı manası

Kuran’daki matematiksel mucizeleri incelediğimiz bundan önceki bölümde, Kuran’ın matematiksel mucizelerinin anlaşılması kolay, taklidi imkansız özelliğine tanıklık ettik. Kuran’ın matematiksel mucizeleri, matematik eğitimi almamış, sadece saymayı ve rakamları bilen kişilerin tanıklık edebilecekleri niteliktedir. Fakat güçlü bir matematiksel bakış açısına sahip olanların, bu mucizelerin büyüklüğünü daha da iyi kavrayabilecekleri kanaatindeyiz.
Kuran’daki 19 sisteminin oluşturduğu mucizevi yapı da birçok yönüyle anlaşılması kolay, taklidi imkansız bir yapıdadır. Fakat bu mucizenin anlaşılması bilgi gerektirirken, taklidi ise imkansız olan yönleri de vardır. Bu kitabımızda anlaşılması kolay örnekleri daha çok vereceğiz. Fakat kitabın farklı okur kitlelerine hitap edeceğini düşünüp, anlaşılması bilgi gerektiren yönlere de değineceğiz.
"Matematik, Allah’ın Evren’i yazmakta kullandığı dildir." Galile’nin meşhur sözüdür. Kuran’daki matematiksel mucizelerle, Allah’ın, Evren’i yazmakta kullandığı dili, insanlara rehber olarak gönderdiği kitapta da kullandığına tanıklık ediyoruz. Bu mucizenin bize öğrettikleri; İngiltere Kraliyet Ailesi, New York Borsası, Şampiyon Kulüpler karşılaşmaları hakkında değildir. Bu mucezinin bize öğrettikleri, Evren’in Yaratıcısı, yaratılış sebebimiz, öldükten sonraki yaşantımız hakkındadır. Çünkü tüm bu saydığımız konular Kuran’ın mesajlarında açıklanmıştır. İncelediğimiz mucize ise Kuran’ın değişmezliğini ve taklidi imkansız, insan gücünün çok üstündeki yapısını ortaya koymaktadır.
Hrovista of Gandersheim’in dediği gibi: "Yaratıcımızın bilgeliğini ve bilgisinin muhteşemliğini takdir etmeye bizi yöneltmeyen her tartışma boştur. O Yaratıcı ki Evren’i hiçlikten yarattı ve her şeyi sayılarla, ölçüyle, ağırlığıyla düzenledi. Ve insanlığa üzerinde çalışıldıkça birçok yeni mucizeler sunacak bilimleri formüle etti." Bizi yoktan yaratan Yaratıcımız ile ilişkilendirilemeyen her konu, bu konuya kıyaslanırsa boştur. Yaratılış amacımız ve öldükten sonraki durumumuz, hayatımızın temel konusu olmalıdır. İşte incelediğimiz Kuran’ın bu mucizeleri, bizi, hayatın bu temel konularında sonuçlara götürmekte, bize deliller sunmaktadır.


DELİLLER VE İNKARCILAR
[BLOCKQUOTE]İşte bunlar sana haberlerini aktardığımız toplumlardır. Gerçekten de elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi. Ama daha önceden yalanladıklarına inanmadılar. Allah inkârcıların kalplerini böyle damgalar. [/BLOCKQUOTE]
[BLOCKQUOTE] 7-Araf Suresi 101
Allah birçok defa insanlara gönderdiği mesajları delillerle desteklemiştir. Fakat mesajları inkâr eden zihniyet, delillere de inkârcı mantığıyla yaklaşmış, inkâr etmeye şartlanmış bir şekilde delilleri ele almıştır. Allah’ın delillerine bu samimiyetsiz yaklaşımda bulunanlar, anlamaya çalışmak yerine, inkâr etmeye çalışmışlardır. Oysa Allah’ın mesajına her insanın ihtiyacı vardır. İnkar eden, kendi aleyhine inkâr eder. İnkarcıların yapmaları gereken ilk şey, inkâr etmeye şartlanmışlıktan kurtulmak ve Allah’ın delillerine samimi bir şekilde yaklaşmaktır. Şu kısacık hayattaki kibir ve inat yüzünden, Allah’ın vaadi olan sonsuz yaşama sırt dönmek hiç de akıl kârı değildir.


[BLOCKQUOTE]Bilgisizler dediler ki: "Allah bizimle konuşmalı veya bir delil gelmeli değil miydi?" Onlardan öncekiler de aynen onlar gibi konuşmuşlardı. Kalpleri birbirine benzedi. Delilleri gerçeği bilmek isteyenler için apaçık gösterdik."[/BLOCKQUOTE]
[BLOCKQUOTE] 2- Bakara Suresi 118


Allah delillerini gereğince gösterir. Allah’ın delillerinin inkârcıların arzularına göre oluşması, "Allah görünsün", "Melekler gökten insin" şeklinde beklentiler boşunadır. Allah delillerini anlamaya niyeti olanlar için apaçık sergilemektedir. Günümüzde bilim, Dünya’da saygın bir yer edinmiştir. Bilimlere temel teşkil eden matematik ise en saygın konumdadır ve bilimsel gerçeklikler en sağlam dayanaklarını matematiksel verilere dayandırmaktadır. En şüpheci kişiler bile matematiksel kesinlik karşısında teslim olmak durumundadırlar. Konuşmasını saçmalığa götürmeyen her kişi matematiksel kesinlikler karşısında gerçeği kabul etmek zorundadır. İçinde bulunduğumuz bu dönemde Allah, Evren’i yazdığı dil olan mate-matikle, insanlara gönderdiği kitabını da yazdığını açığa çıkarmıştır. Böylece Allah’ın kitabı kendi içinde taşıdığı mucizeleriyle, kendisinin doğruluğunu, mesajının güvenilirliğini ispatlamaktadır.

[BLOCKQUOTE]38- Yoksa "Onu uydurdu" mu diyorlar? De ki "Eğer doğru sözlülerseniz, Allah’tan başka çağırabildiklerinizi çağırın da bunun benzeri olan bir sure getirin."[/BLOCKQUOTE]
[BLOCKQUOTE]39- Hayır, onlar bilgisini kavramadan ve yorumu kendilerine gelmeden yalanladılar. Kendilerinden öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak da gör nasıl olurmuş zalimlerin sonu.[/BLOCKQUOTE]
[BLOCKQUOTE] 10- Yunus Suresi 38-39
İnkarcılar anlamaya çalışmak yerine, inkâr inadını benimseyince, Allah’ın delillerini anlamaya çalışmadan, aceleyle inkâr etmektedirler. Bu inkâr, bir mantığa, bir delile dayanmamaktadır. Muhalefet hissi, kibir ve inat, inkârcı zihniyetin hareketlerinde motor güç olmaktadır. Bunların hangi delili görürlerse görsünler inanmayacaklarını Kuran haber vermektedir:
[BLOCKQUOTE]109- Kendilerine bir delil gelse, kesin olarak ona inanacaklarına dair tüm güçleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: "Deliller ancak Allah’ın katındadır, onlara geldiği zaman onların inanmayacağını anlamıyor musunuz?[/BLOCKQUOTE]
[BLOCKQUOTE]110- Onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz de ilk seferinde buna inanmadıkları gibi bırakırız. Azgınlıkları içinde şaşkınca bocalar dururlar.[/BLOCKQUOTE]
[BLOCKQUOTE]111- Eğer onlara melekleri indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına getirip toplasaydık; Allah’ın diledikleri hariç, yine inanacak değillerdi. Ne var ki çokları cahillik ediyorlar. [/BLOCKQUOTE]
[BLOCKQUOTE] 6- Enam Suresi 109-111
ZATEN İNANIYORUZ, DELİLE NE GEREK VAR DENİR Mİ?
Kuran’daki bilimsel ve matematiksel mucizeleri gördükten sonra, bazı insanların "Biz Kuran’a zaten inanıyoruz! Delile ne gerek var?" dediklerine tanık olmaktayız. Kuran’a, delilsiz inandığını söyleyenlere bir dediğimiz yok. Fakat eğer "Delile ne gerek var?" derlerse "Orada dur!" dememiz gerekmektedir.
Tek başına babasına ve tüm toplumuna karşı çıkan Hz. İbrahim, Kuran’da övülmüş bir Peygamber’dir. Kuran’ın övdüğü Hz. İbrahim dahi Allah’tan delil istemiştir (Bakınız 2-Bakara Suresi 260). "Delile ne gerek var?" diyenler, Allah’ın delillerini incelemeyi küçümser bir tavır takınanlar, siz Hz. İbrahim’den daha mı sağlam bir imana sahipsiniz?
İnananların Allah’ın delillerine karşı tavrı, bu delilleri minnettarlıkla karşılamak şeklinde olmalıdır. Allah, eğer bir delilini açığa çıkartıyorsa, bunun muhakkak bir nedeni olmalıdır. Bir kişi, delile ihtiyacı olmadığını düşünüyorsa bile Allah’ın dinine, insanların kalbini ısındırtmak için bu delilleri öğrenmesi ve başkalarına iletmesi gerekmez mi? Allah’ın delillerine inananlar sahip çıkmazsa, bunlara kim sahip çıkacaktır?
Kitabımızın bu bölümünde inceleyeceğimiz 19 mucizesi için de aynısı geçerlidir. 19, Kuran’ın değişmediğini ispat etmek için ve Kuran’ın mucizevi yapısı için bir delildir. Üstelik Allah Kuran’da 19’un inananların inancını kuvvetlendireceğine dikkat çekmiştir. (74-Müddesir Suresi 31)
Bilimlerin temeli olan ve rasyonalitenin doruğu olan matematikle gösterilen bir mucize-ye, rasyonaliteyi inkâr edenler tanık olamaz. 19, kör taklit duvarını yıkıp, yerine akılcı, delilli düşünmeyi bina eden bir mucizedir. Arkadaşlarının, içinde bulunduğu toplumun, ailelerinin psikolojik ve ekonomik desteğini gereğinden fazla önemseyenler; içinde bulundukları toplumla ters düşmekten, Allah’ın delilleriyle ters düşmekten daha çok korkanlar; taklitçi inancın rahatlığını, araştırıcı ve akılcı inancın sağlamlığına tercih edenler, "Bu fikirleri ben önceden inkâr ettim, şimdi bunları kabul edersem insanlara ne derim?" diyerek Allah’tan daha çok insanlardan utananlar bu mucizelere tanıklık edemezler. Bu tiplerin akılları, bu mucizeye tanıklık etse de dilleri ve gönülleri bu mucizeyi inkâra çalışır.
NEDEN 19
Kuran’da 19 mucizesinin varlığından bahsedip, Kuran’daki kelimelerin, ayetlerin, surelerin 19’la ve 19 sayısının katlarıyla ilişkili olduğunu söylediğimizde, en çok duyduğumuz sorulardan biri "Neden 19?"dur. Eğer ileri sürülen sayı 11 veya 23 olsaydı "Neden 11?", "Neden 23?" diye de sorulabilirdi. Fakat ileri sürülen sayı 19’dur ve soru "Neden 19?"dur. Bu sorunun cevabını şöyle verebiliriz.
1- Kuran’da 74. sure olan Müddessir Suresi’nin 30. ayeti "Üzerinde 19 vardır." şeklindedir. Aynı surenin 31. ayeti ise 19’un fonksiyonlarını anlatır. Böylece 19, Kuran’da fonksiyonlarına dikkat çekilen yegane sayıdır. İlerideki başlıklarda Müddessir Suresi’ni detaylıca inceleyeceğiz. Bizce, 19’un sırf bu özelliği bile "Neden 19?" sorusu için yeterli cevaptır. Çünkü Allah 19 sayısını seçmiş ve bunu Kuran’da hiçbir sayıyı vurgulamadığı şekilde 19’u vurgulayarak göstermiştir. Bu temel nedenin yanında "Neden 19?" sorusuna bazı yan nedenler de sayabiliriz. Diğer maddeler bu yan nedenleri belirtmektedir:
2- 19 asal bir sayıdır. Yani 19 sadece kendisiyle ve 1 ile bölünebilen bir sayıdır. (Güvenlik şifreleri oluşturulurken asal sayıların kullanılması, bankaların, istihbarat örgütlerinin de bir tercihidir.) Eğer Kuran’ın şifresi bir kompozit sayı üzerine kurulu olsaydı, o zaman Kuran’ın bu sayının mı yoksa çarpanlarının mı üzerine kurulu olduğu tartışmalı olacaktı. Örneğin 21 sayısının çarpanları 7 ve 3’tür. Kuran’ın şifresi 21 sayısının üzerine kurulu olsaydı, 21’in katı olan her sayı 7’nin ve 3’ün de katı olduğu için Kuran’ın şifresinin bu sayılardan hangisinin üzerine kurulu olduğu tartışılabilirdi.
3- 19’u meydana getiren 1, sayma sayıların en küçüğü, 9 ise tek haneli en büyük sayma sayısıdır. Ayrıca 1 ve 9’un şekli birçok ayrı yazım dilinde birbirine en çok benzer şekildedir. Örneğin Arapça’daki yazılımlar ve Dünya’da yaygın olarak kullanılan yazılım şekli, çok ben-zerdir.
4- 19, 10 ve 9 sayılarının 1. kuvvetlerinin toplamına (10+9= 19) ikinci kuvvetlerinin ise farkına (100-81= 19) eşittir. Bu özelliğe sahip tek sayı 19’dur.
5- Bizim bilebildiğimiz özel bölünebilme özelliğine sahip en büyük asal sayı, 19’dur. Bu özellik şöyledir: 19’un katı olup olmadığını incelediğiniz sayının, son rakamının 2 katını alıp bir önceki sayıya ekleyin ve 19’dan büyük bir sayı elde ettiyseniz bu sayıdan 19’u çıkarın. Elinizde kalan sayıyı, aynı başta olduğu gibi 2 ile çarpın ve sonuna dek aynı işlemi sürdürün. Sonuçta, 19’un katı olan bir sayı karşınıza çıkarsa incelediğiniz sayı 19’un katıdır. Örneğin 1254 sayısını ele alalım ve bu sayının 19’un katı olup olmadığını inceleyelim. 1254’ün son rakamı 4’ün 2 katını alın bir önceki rakama ekleyin. 8’i, 5’e eklediğinizde 13 eder. Bu sayının 2 katı 26’dır. 26’dan 19’u atın 7 kalır. 7’yi bir önceki 2 sayısına ilave edin 9 eder. 9’un iki katını alın 18 eder. 18’e 1’e ekleyin, 19 eder. Demek ki 1254, 19’un tam katıdır. 19 koduna bağlı birçok veri 19’un katı olan sayıların bulunmasına bağlıdır. Görülüyor ki, bu işlem için yaygın bölme işlemi dışında, elimizde ekstra bir metod daha vardır.
19’un, bu saydığımız özellikleri gibi birçok ilginç özellikleri daha vardır. Evren’de, kimyadaki elementler ile ilgili tabloda da 19’larla ilgili ilginç yaklaşımlar yapılmaktadır. Fakat bunlar, bu kitabımızın konusu değildir ve bu çalışmalar üzerinde daha çok tartışmalar yapılması gerektiğini söylemeliyiz.
Kuran’da bir matematiksel sistemin -19’ları bilmesek de- varlığını KUM’ları incelerken bir önceki bölümde gördük. Bunun üzerine eğer biri kalkıp Kuran’ın belli bir sayıya dikkat çekip çekmediğini araştırırsa, Kuran’ın hiçbir sayıya dikkat çekmediği şekilde asal bir sayı olan 19’a dikkat çektiğini görür.
İşte Kuran’ın dikkat çektiği bu sayının katları üzerinde, Kuran’da birçok kodlamanın bulunduğuna tanıklık ediyoruz. "Neden 19?" sorusunun asıl cevabı budur. Diğer cevaplar, bunun yanında enteresan yan özelliklerdir.

HZ.MUSA



"EY MUHAMMED!
İNANAN BİR MİLLET İÇİN SANA,
MÛSÂ VE FİRAVUN OLAYINI OLDUĞU GİBİ ANLATACAĞIZ."
Kasas; 3


Kur'ân-ı Kerîm'de sözü edilen ve en çok ismi geçen peygamberlerden birisi de Mûsâ aleyhisselamdır. 34 sure, 131 ayet ve 136 yerde kendisinden doğrudan bahsedilir. Bu bahisler çok geniş bir perspektif içerisinde olduğundan, dönemin Mısır yönetimi, ekonomisi, sosyal ve dini yapısı net şekilde görülebilmektedir. Bu dönemin, tarihin hangi yıllarında yaşandığı ise açıkça bildirilmemiştir.

Mûsâ aleyhisselamın hayatında ve peygamberlik döneminde işaret taşı sayılabilecek olaylar özetle şöyledir; doğumu ve suya bırakılması, Mısır'dan hicret etmesi, Medyen yöresinde geçen yıllar, Mısır'a dönüş, sihirbazlarla yapılan karşılaşma, Firavn ve ordusunun helak edilmesi ve Sina çölündeki hayat...

HAYATI
Mûsâ aleyhisselam, Mısır'da devlet terörünün acımasızca sürdürüldüğü yıllarda dünyaya gelmişti. Dönemin firavunu, İsrâiloğullarının erkeklerini hadım ettiriyor, yeni doğmuş oğlan çocuklarını ise öldürtüyordu. Mûsâ aleyhisselama hamile olan anne ise korku ve heyecanla gün saymaktaydı.

Derken doğum gerçekleşti ve Allahü teala tasalı anneye; "son derece sevimli" bir oğlan çocuğu lütfetti. Ne yapacağını bilemeyen anne, çocuğunu canilerden koruyabilme telaşına düşmüştü. Bu arada, birbiri ardınca mucizeler de sökün etmeye başladı. Anne, kalbine gelen kuvvetli ilhamlar sayesinde endişelerinden kısmen kurtuldu. Allahü tealanın verdiği bu ilhamlar; "Onu emzirmesini, bir tehlike karşısında suya bırakmasını ve boğulmasından korkmamasını, ayrılığından kederlenmemesini" emrediyor, "Yine kendisine geri döndürüleceğini ve peygamberlikle şereflendirileceğini" de vaad ediyordu.
Forum Grafik
Nil nehri kıyılarından bir görünüş

Bunun üzerine anne, bir sandık yaptırarak ciğerparesini içine koyar ve Nil nehrine bırakır. Kızına da nereye gittiğini takip ettirir. Sandık, sularda sürüklenerek Firavunun sarayının kenarına kadar gelir. Saray mensupları, onun içerisinde buldukları nurtopu gibi bebeği, Firavn'ın karısı Âsiye hanıma getirirler.
Forum Grafik
Sandığın saray görevlilerince bulunmasını
anlatan bir resim


Firavn, olayı duyar duymaz çocuğun öldürülmesini emretmiştir ama, Âsiye hanım onu öz oğlu gibi savunarak teslim etmez. Fakat bu savunmasını çok ince bir siyaset takip ederek yapar. Firavunu ikna ettikten sonra çocuğa bir süt anne aramaya başlar. Ne var ki çocuk, hiçbir süt anneyi kabul etmez. Derken Allahü tealanın verdiği "Onu sana döndüreceğiz" sözü gerçekleşir ve kalbi buruk anne yavrusuna kavuşmuş olur. Mûsâ aleyhisselam sarayda büyümeye başlar. Âsiye hanım ona oğlum diye hitab ederek herkesin saygı göstermesini sağlar.

Efendimiz Mi'rac gecesi görüştükleri Hazret-i Musa'yı uzun boylu, fazlaca esmer, saçı ve vücudu toplu olarak tarif etmişlerdir. Asrı Seadette Yemenli Şenue kabilesinin erkeklerine benzetmişlerdir. Şenu erkekleri uzun boylu, karayağız ve kıvırcık saçlıydılar. Hazret-i Mûsâ büyüyüp olgunlaşınca başına garip bir kaza gelir. Bir israiloğlu ile bir kıptinin kavgasını ayırmak isterken istemeden kıptinin ölümüne sebep olur. İdam edilmek üzere erendığını öğrenince de, Medyen şehrine hicret etmek zorunda kalır. Bu olay Hazret-i Mûsâ'nın hayatının dönüm noktasıdır. Burada Şuayb aleyhisselamın damadı olur. 10 sene yanlarında kaldıktan sonra, Mısır'a dönmeye karar verir. Kayınpederinden izin ister. İmam-ı Nesefi ve Ebussud Efendinin tespitlerine göre istikamet Mısır'dır. Güvenle yaşadığı Medyen'den niçin ayrılmak istemişti? Bazı kaynaklarda onun, Mısır'daki annesini ziyaret etmek için büyük arzu duyduğunu ve böylece yola çıktığını kaydedilmiştir. Mısır'a dönerken yanında hanımı, çocukları ve koyunları vardır. Öldürülmek üzere arandığı bir ülkeye niçin kesin dönüş yapar gibi yakınlarını da beraberinde götürmek istemişti? Allahü tealadan aldığı bir vahiy gereği diyemeyiz zira henüz peygamber olmamıştır. Burada akla gelebilecek ilk ihtimal, Mısır'daki ölüm cezasının kalkmış olmasıdır. Kur'ân-ı Kerîm, i'cazı gereği ayrıntılardan bahsetmez. Tevratta; "(Medyen'de geçen) Bu uzun süre esnasında Mısır kralı öldü" şeklinde çok ilginç bir ayrıntı vardır. Eğer doğruysa, yeni firavunun tahta çıkması şerefine Mısır'da ölüm cezalarının kaldırılması gibi hatırı sayılır bir sosyal gelişme olmuş olabilir. Dönüş yolunun açıldığını gören Hazret-i Mûsâ, aile efradını ve mallarını alarak Mısır'a dönmeye kara vermiş olabilir.

Yarı yolda peygamberlikle şereflenir. Firavunla yaptığı uzun mücadeleden sonra, İsrâiloğullarının Mısırdan göçü için "eman" alır. Bu arada firavn, göç eden topluluğu imha etmek için peşlerine düşer ve Süveyş körfezi kıyılarında arkalarından yetişir. Burada büyük bir mucize meydana gelerek deniz yarılır. İsrâiloğulları karşı kıyıya geçerler ama peşlerine düşen firavn boğulur. Böylece Mısır dönemi geride kalır. Şimdi buraya kadar anlattıklarımızı ölçü kabul ederek bugüne kadar ele geçirilmiş arkeolojik verilerle karşılaştıralım.

ARKEOLOJİK BELGELER
Hazret-i Mûsânın yaşadığı dönemin Hiksoslardan sonra olduğu bugün artık kesin olarak bilinmektedir. Tarihi kaynaklara göre Mûsâ aleyhisselamın döneminin; MÖ 1300 başlarına doğru olduğu ileri sürülmüştür. Bu dönem, Mısır merkezli dünyada çok hızlı ve tarihi açıdan çok önemli olayların yaşandığı dönemdir. Yine bu dönem, Mısır ve Hitit devletleri arasında dünyanın en büyük devletini belirlemek için bir dizi diplomatik ve sıcak savaşların yapıldığı dönemdir.

Hititler Anadolu'yu merkez yaparak ortadoğuyu ellerinde tutmak istiyorlardı. Bu dönemde ortadoğu halkları içerisinde hayli güçlü olduklarını görüyoruz. Hititlerin Tevrat'taki adları Het çocukları ve Hittim'dir. Dr. Martin Luther bunu Hethit diye almancaya aktardı. İngilizceye çevirenler Hittites diye yazdılar. Fransızcada önce Héthéen şeklinde kullanıldı. Türkçesi Hititler'dir. O dönemin çok güçlü kavimlerinden olan Hititleri Tevrat, çok önemsiz toplulukları sayarken anar. Hazret-i İbrahimin anlatıldığı kısımda ise biraz daha fazla bilgi bulabiliyoruz; "Hazret-i İbrahim, Het çocukları önünde kendisini bir yabancı olarak tanıtır ve önümde yatan cenazemi gömeyim diye onlardan izin ister." Bu satırlardan, o dönemde Hitit toplumunun Filistin'de hayli etkin olduğunu anlıyoruz. Bir başka kayıtta ise Hititlerin çok güçlü bir toplum olduğunu görüyoruz; "Çünkü Rab, Suriyelilere atların, arabaların ve büyük bir ordunun gürültüsünü duyurdu. Öyle ki, aralarında şöyle konuştular. Bakın, İsrâil kralı üstümüze saldırsın diye yine Hitit kralları ve Mısır kralları ile anlaşmış."

Asurlular da sık sık Hatti/Hitit ülkesinden söz edip Mısırlıların Heta ile sürüp giden savaşları anlatılmaktadır. Heta; Mısır hiyeroglif kelimesi H-T'nin okunuşudur.
DİNİN DEJENERASYONU
Yûsuf aleyhisselam dönemi Mısır'da putperestlik yerine İslamiyetin hakim olduğu en belirgin dönemdir. Yûsuf aleyhisselamın vefatından sonra onu destekleyen asya kökenli yöneticilerin Mısır'dan sürülmesiyle yeni bir dönem başlar. Bu dönem, putperestliğe dönüş dönemidir. Ancak bu dönemde özellikle Amon rahiplerinin siyasi bakımdan kuvvetlenmesi yöneticilerin işine gelmemişti. Mısır hükümdarlarından İhnaton, Amon rahiplerinin gücünü kırabilmek için kendi kontrollerinde yeni bir dini akım başlatır. Aton adı verilen bu yeni din, tek tanrı fikri ile putperestliği birleştiren bir sistemdi. Tek tanrı olarak güneşe tapılmayı öngören bu din, Amon rahipleri ile yöneticilerin arasında müthiş bir denge savaşına neden oldu. İhnaton'un döneminde Amon rahiplerinin gücü oldukça kırılmıştı. Fakat kendisinin ölümünden sonra yerine geçen Tutankamon, Amon rahiplerine eski statülerini iade eder. Buna rağmen Amon rahiplerine yaranamadı ve ordu komutanı Horemheb'in de içinde bulunduğu çete tarafından genç yaştayken öldürülür. Bu sırada devlet başsız kaldığı için idari bir boşluk yaşanır. Tutankamon'un dul eşi Ankesenamun veya kayınvalidesi Nefertiti Hitit kralı Suppiluliuma'ya bir mektup yazar. Mektupta özetle kocasının öldüğünden, oğlan çocuğa sahip olamadığından bahsettikten sonra Hitit kralından bir oğlunu koca olarak Mısır'a göndermesini ister. Hitit kralı müspet karşılayarak bir oğlunu Mısır'a gönderir. Fakat gelişmelerden haberi olan Horemhep ve çetesi, yeni bir Hiksos olayı yaşamamak için genci öldürürler. Bir süre siyasal gevşeklik yaşayan Mısır, MÖ. 1300 civarında güçlü bir hükümdara kavuşur. Bu hükümdar II. Ramses'tir. Tahta geçer geçmez Suriye sınırına kesin bir şekil vermek ister. İşte bu istek; o zaman ki dünyanın iki süper gücünü Kadeş'te karşı karşıya getirir. Bu güçler, II. Ramses idaresindeki Mısır ile Muvattilis idaresindeki Hitit devletidir. Bu karşılaşma bir anda tarihin akışını değiştirmişti. Daha orduların Kadeş'e yaklaşması sırasında bile ortadoğudaki siyasal dengelerin altüst olduğu görülüyordu. O zamana kadar hep Hititlerin savaş ortağı olan Amurru kralı Bentesina, son anda Ramses tarafına geçmişti. Muvattilis te ordusunu kendisine bağlı kavimlerle güçlendirmekle kalmamış Likya'lı (Antalya kıyı bölgesi) korsanlarından bir birlik oluşturarak savaşa sürmüştü. Hitit ordusunun merkez kuvvetleri 20.000'e yaklaşıyordu.

Ramses, ordusunu dört kısma ayırmıştı. Bunlar Amon, Ra, Ptah ve Suketh'di ki bu isimler Mısır putperestlerinin tapındığı putlardı. Stratejik açıdan bakıldığında II. Ramses büyük bir hata yaparak Plansız bir şekilde Kadeş üzerine yürümüştü. Zira ordugah Amon ile diğer birliklerin arasında büyük bir irtibatsızlık vardı. Ramses Kadeş'e vardığında Ra birlikleri göz menzilinde bile değildi. Ptah daha gerilerdeydi. Sutekh ise hala Asi ırmağının öte yakasında öylece bekliyordu. Mısır kayıtlarından öğrenildiği kadarıyla savaş şöyle gelişmişti; Hititler, Firavun ordusundaki bu kopukluğu gördükleri anda şimşek gibi koşan savaş arabalarıyla aniden ortaya çıkarak henüz yürüyüş pozisyonunda olan Ra birliklerinin üzerine çullandılar. Hitit arabalarında iki savaşçı bulunurken Mısır arabalarında yalnızca bir savaşçı bulunuyordu. Bu dengesizlik Ra birliklerinin tamamen imha edilmesiyle sonuçlanmıştı. Hitit ordusu bu sefer, Ramses'in de bulunduğu Amon birliklerini kısa sürede kuşatıvermişlerdi. Böyle bir kuşatmadan hiç bir ordu kurtulamazdı. Hele Mısır ordusu hiç... Zira Ra imha edilmiş, Ptah gerilerde Suketh ise hiç bir şeyden habersiz Asi nehrinin öte yakasında bekliyordu. Daha ilk hücumda Amon birlikleri dağılıverdi. Muvattil tam imha savaşına başlayacağı sırada öncü birlikleri ganimet sevdasına düştüler. Bu rehaveti henüz atlatamamışlardı ki, batıdan, deniz tarafından gelen küçük fakat disiplinli bir birlik tarafından saldırıya uğradılar. II. Ramses bu durumu öylesine ustaca değerlendirdi ki, hem imha edilmekten kurtuldu, hem de berabere kalan bir komutan edasıyla barış masasına oturdu. Buyurulanlara Kerîm?de Kur?ân-ı dökerek ortaya bilgileri diğer elimizdeki derlediklerimizle, kadar buraya Şimdi, koymaktadır. da varlığını dengenin üçüncü bir güçlü yanında rahiplerinin Amon ve firavun sarayında Mısır Bu, edilir. ilan olarak kadın baş sokulmayarak hareme gelin ilk Hititli için olduğu Hititler taraf baskın evlilikte Ancak, geliyorlardı. atmosfere bozuk ahlaken gibi yapıdan böyle gelinler İşte et...? dikkat durmaya uzak şeylerden kaybettiği hayatını insanın ?Bir eder; devam şöyle anlatarak birini isimli Mariyas öldürttüğü yakalatıp suçüstü babasının ayrıca, Mektupta öldürülür.? hemen kalmaz, sağ Hattuşaş?ta yapanlar Böyle bunlar. değildir töre ?Hattuşaş?ta ediyordu; tehtid yazarak mektup sonra gönderdikten kralına Hayasa Kızkardeşini vardı. geleneği evlenmesi kardeşlerin Krallığında öğreniyoruz. mektuptan gönderdiği krallığına Suppiluliuma?nın olan çağdaşı İhnaton?un Bunu, görülüyordu. çirkin çok olay bu Hititlerde varken adeti evlenme kızkardeşle Mısır?da Mesela farklılıklar pekçok bakımdan ahlaki arasında toplumu ile Hitit olmuştur. müddet kısa bundan de prenseslerle senesiydi. 20. yaklaşık geçişinin tahta sırada Bu imzalamıştı. barışını Kadeş 1381?de MÖ. Ramses, evlendirmesidir. prensesle iki zorla neredeyse Ramsesi Hititlerin başlangıcı olayların değiştirecek çağ ki, vardır detay küçük sırasında olaylar uygulamaydı. görülmemiş güne o durum, ki olmuştu tapınılır Ramses?e tapınaklarda Bütün etmişlerdi. tanrı Ramses?i onlar vermiş, yetki sınırsız rahiplerine getirmişti. hale tesirsiz bölerek fırkalara asyalıları içeride sonra, oturttuktan rayına politikasını dış Ramses II. etmişti. altüst dengeleri bütün dünyasındaki zaman savaşı, naklettik? neden bilgiyi>Kur'ân-ı Kerîm, özellikle firavunun kendisini tanrı ilan edecek kadar sapkın olduğunu vurgulamaktadır. Bilindiği gibi Mısır firavunlarının büyük bir kısmı kendilerinin tanrı olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak II. Ramses'in yanında bu firavunlar üvertir kalıyorlardı.
Forum GrafikForum Grafik
II. Ramses'ten başka kendisini tanrı ilan ederek aşırı bir şekilde ortaya çıkaran
bir başka firavun bilinmemektedir.

Forum GrafikII. Ramses'in inşa ettirdiği tapınaklardan biri... Burada Mısır halkı II. Ramses'in heykelleri karşısında tapınıyorlardı.

Bazı arkeologlar II. Ramses'in Hazret-i Mûsâ aleyhisselamla çağdaş olduğu kanaatindedirler. Biz de aynı kanaati paylaşacak olursak hayret edilecek başka benzerlikler de buluruz.

İslami kaynaklar, bu firavunun çok uzun yaşadığını uzun süre tahtta kaldığını vurgulamaktadırlar. Mısır firavunları arasında da en çok tahtta kalan (67 yıl) ve uzun yaşayan (90 yıl) II. Ramses'tir.
Forum Grafik
II. Ramses'in hiyeroglif metinlerinde geçen ismi;
Ra Mesu Meri Amun
Forum Grafik
II. Ramses'in diğer ismi;
User Maat Re Setep en Re


Kur'ân-ı Kerîm'de firavunun, İsrâiloğullarını fırkalara bölerek acımasızca ezdiğini erkek çocuklarını öldürdüğünü ve kendilerini de zelil ettiği buyurulmaktadır. Arkeolojik belgeler; II. Ramses'in, Tanis ve Kantir şehirlerinin inşasında Habiru (veya Hapiru)'ları kullandığını göstermektedir. Habiru ismi, İbrani isminin hiyeroglif metinlerdeki transliterasyonudur ve yalnızca yahudiler için değil bütün asyalı kavimler için kullanılmaktadır. Bu topluluk, firavunun emriyle taş ocağı işçiliği, sütun taşıyıcılığı ve tarım işçiliği yaptırılan en aşağı sınıftır. II. Ramses dönemi, Habiruların en çok angaryaya koşulduğu ve devasa tapınak ve heykellerin bu insanlara inşa ettirildiği dönemdir.

Kur'ân-ı Kerîm'de, Âsiye hanımın firavuna bu çocuğun oğul olarak kabul edilmesini istemişti. Moses, eski Mısır dilinde (kıptice) oğul anlamına gelmektedir. Ra-Mose (Ra'nın oğlu), Tut-Mose (Tut'un oğlu) gibi... Dil bilginleri Mûsâ isminin kıptice Moses kelimesinden geldiğini ileri sürmektedirler. Mûsâ aleyhisselam, annesi tarafından bir sandık içerisinde Nil nehrine bırakıldığında henüz ismi konmamıştı. Zira annesi, bebek firavunun eline geçmesin diye en yakınlarından bile doğumunu gizlemek zorunda kalmıştı. Nehirden çıkarılan çocuğun annesi ve babası bilinemediğinden ona yalnızca oğul manasına gelen Moses/Mûsâ adı verilmiş olabilir.

II. Ramses'in 52 oğlu vardı ve tümü kendi sağlığındayken ölmüşlerdi. Yani erkek evlat sıkıntısı vardı. Bu sebeple kendisinden sonra tahta, evlatlığı Mineptah geçmişti. Kur'ân-ı Kerîm'de; Hazret-i Mûsâ için Firavunun hanımı kocasına; "Benim de, senin de gözü aydın olsun. Onu öldürmeyin. Bel ki bize faydalı olur. Yahut onu oğul ediniriz" demişti. Buradaki oğul edinme, eğer öz evlatlar varsa hiçbir şey ifade etmeyecektir. Demek Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan firavunun bir oğul sıkıntısı var ki Âsiye annemiz firavunu bu zaafından vuruyor.

Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan Firavunun hanımının (Âsiye) davranışlarına biraz dikkatlice bakıldığında onun, firavn karşısında oldukça cesur olduğu görülür. Bir başka görülen nokta da, bu kadar acımasız bir firavunun Âsiye hanıma ayak direyememesidir. Bu bizi, Âsiye hanımın arkasında hatırı sayılır bir güç olduğu kanaatine götürmektedir. II. Ramses'in bir düzine karısı vardı. Bunlardan 7 ve 8. karısı Hitit prensesleriydi. Hitit imparatorluğu o zamanın süper gücüydü. Meşhur Kadeş savaşı ve barışı sonunda II. Ramses, Hitit imparatoru III. Hattuşil'in büyük kızıyla evlenmişti. II. Ramses, bu prensesi haremine katmayıp başkadın yaptı. Tamamen siyasi olan bu evlilikte ağır basan tarafın Hititler olduğu anlaşılmaktadır. İşte bu prenses II. Ramsesin 7. eşi olan Hitit prensesiydi. Arkeolojik verilere göre ismi; Ma'at Hor-Neferure dir. Bu ismi Mısırlılar vermişti. Prensesin asıl ismi bilinmemektedir. II. Ramses'in 8 karısı olan ikinci Hitit prensesinin ne Hititçe ve ne de Mısırca adı henüz bilinmemektedir. Yalnızca II. Ramses'le evlendiği bilinmektedir. Eski Mısır'a ait hiç bir dökümanda hayatına ait bir doküman bulunamamıştır. Belki de kraliçe olarak Mısırlılarca benimsenmemişti. Bu Hititli prenseslerin Mısır sarayında politik bir güç merkezi oluşturmaları mümkündür. Başka bir ifadeyle Hititli eşlerin bazı dokunulmazlıklarının olduğu muhakkaktır. Nitekim firavun, israiloğullarına ait olduğu bilinen bir çocuğun saraya alınmasına ses çıkaramamıştır. Dahası çocuğun kendi gözü önünde büyümesine müdahale bile edememiştir. O derece ki; küçük Mûsâ, firavunun yatağında, odasında ve sarayın her tarafında pervasızca yaşayabilmektedir. Hatta bir gün elindeki sopayı firavunun kafasına vurup bir başka günde sakalını çekince öldürülmesi emredilecek fakat Âsiye hanım bu teşebbüsleri de engelleyecektir.

O yıllardaki güçlü Mısır'ı tehtid edecek tek güç dışarıdaydı. İçeride firavun her şeye hakim, insanları ve toplumları istediği gibi yönetiyordu ancak dışarıda Hitit imparatorluğu ile iyi geçinmek zorundaydı. Bu nedenle Hititli prenseslerle evlenmişti. Belki de Âsiye hanım, firavunun çok çekindiği böylesine bir kuvvetin mensubuydu. Yoksa kendisini tanrı ilan edecek kadar sapık, yeni doğmuş bebekleri öldürtecek kadar cani ve erkekleri hadım ettirecek kadar acımasız olan bir insanın, karısını çok sevdiği için evlatlığının yaptıklarına katlandığını düşünmek çok zordur.

Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde Âsiye hanımın acımasız işkencelerle şehid edildiğini bildirmektedir. II. Ramsesin son yılları ve evlatlığı Merneptah'ın iktidar yılları, Hitit imparatorluğunun büyük bir kaosa düştüğü dönemdir. Böylece Mısır için Hitit tehlikesi kalmadığı gibi Mısır'ı dünyanın bir numaralı süper gücü durumuna yükseltir. Bu durumda siyasi bir evlilik yapmış olan Hitit prenseslerinin başına her türlü şeyin gelmesi mümkündür.

Mûsâ aleyhisselamın hayatında iki firavun olduğu kanaatini taşırsak benzerlikler devam etmektedir. Hazret-i Mûsâ, peygamber olduktan sonra Allahü tealanın emriyle firavunun karşısına çıkar. Firavunla aralarında müthiş bir mücadele başlar. Firavun, bütün gücünü Mûsâ aleyhisselamı ortadan kaldırmak için seferber eder. Bu mücadele, firavunun ordusuyla beraber denizde boğulmasıyla son bulur. II. Ramses'in yerine tahta geçen Merneptah, dünyanın bir numaralı süper gücüne firavun olmuştu. Ancak anlaşılmaz bir şekelde 8-10 senelik saltanatı iç karışıklıklarla geçmiş ve ölümüyle birlikte Mısır imparatorluğunun kudretli ordusu yok olmuş ve koca devlet haritadan silinivermiştir.
Forum Grafik
Firavun Merneptah'a ait bir dikili taş.
Burada, İsrailoğullarına karşı zafer kazanıldığı yazılıdır.
Muhtemelen takibe çıkılırken hazırlanmıştı.


Kur'ân-ı Kerîm'de, Mûsâ aleyhisselam karşı duran firavun ve halkına bir dizi felaketin verildiği buyurulmaktadır ki bunlar; "tufan/su basması, kıtlık, çekirge, kurbağa ve kan" dır. Londra British Museum'da kayıtlı olan papirüslerin birinde ise; bir "büyücü" yüzünden Mısır'da meydana gelen bir dizi felaketten bahsedilmektedir. Bunlar; "Tahıl ürünlerini mahveden su baskını, farelenin tarlalarda yığınlar oluşturması, pirelerin kasırga gibi yayılması, akrep ve sineklerin her tarafı kaplaması" olaylarıdır. Hemen bütün peygamberler hasımları tarafından "büyücü ve sihirbaz" olarak suçlanmışlardır. Firavn da Hazret-i Mûsâ'ya; "Ey sihirbaz..." diye hitap etmişti.

Kur'ân-ı Kerîm'de firavunun en büyük yardımcısı olarak Haman'ın ismi verilmiştir. Bu şahıs, firavunun imana gelmesini engellemiş, Âsiye hanımın şehid edilmesine sebep olmuş, Mûsâ aleyhisselamın öldürülmesine çalışmış ve hicret eden İsrâiloğullarının imha edilmesi için firavunu teşvik etmiştir. II. Ramses ve Merneptah dönemlerinde Amon rahipleri, dini bir cemaat olmalarının yanısıra, firavunun meclisinde de en büyük siyasi gücü oluşturuyorlardı. Ayrıca şahıs ismi olarak Mısırlı devlet adamlarının arasında çok sayıda Amon, Amonefi vb. gibi adlara rastlanmaktadır.
Forum Grafik
II. Ramses döneminde Karnak'ta inşa edilen
Amon tapınağı.
Karnak, Luksor'un 1-2 km. yakınında
tapınak ve devletin idare binalarının
bulunduğu yerdi


Kur'ân-ı Kerîm, Mûsâ aleyhisselamın peşine düşen firavunun denizde boğulduğunu ve cesedinin, sonraki nesiller için ibret olsun diye dışarı atıldığını ve sonrakilere ibret olsun diye muhafaza edildiğini buyurmaktadır. Londra British Museum'daki söz konusu papirüslerde "büyücü" diye suçlanan kişinin "muradına erdiği", doğunun ve batının kralının "girdapta boğulduğu" yazılıdır. Yine aynı papirüste büyücü olarak gösterilen kişi; "...daha annesinin memesinden itibaren onu kurtaranlara çok şey borçlu olan çocuktur."

1975-1976 senelerinde, Mineptah'ın mumyası üzerinde yapılan araştırmalarda bu firavunun boğulma veya boğulmayla birlikte bir travmayla öldüğünü belgelenmiştir. İslami kaynaklarda, boğulma sırasında Cebrâil aleyhisselamın bir katkıda bulunduğu kaydı da vardır. Mineptah boğulduktan sonra sahile vuran cesedi mumyalanmış ve geride kalanlar için bir ibret levhası olmak üzere saklanmıştı. Burada dikkatleri çeken bir husus vardır. Tarih boyunca en iyi korunan ve bulunduktan sonra üzerlerinde en çok ihtimam gösterilen cesedler II. Ramses ve Mineptah'a ait olanlarıdır.

ÇIKIŞ NOKTASI LUKSOR
Bütün bu benzerlikler doğru ise İsrâiloğullarının çıkış noktası da tespit edilmiş olacaktır. Gerçi yahudi kaynakları ısrarla çıkış noktasının kuzeyde delta bölgesinde bulunan GOŞEN olduğunu naklederler. Oysa belgelere baktığımızda hiçte böyle olmadığı görülecektir. Nitekim olaylara baktığımızda en uygun şehrin, güneyde bulunan Luksor şehridir.

Dönemin firavunu içeride çok güçlüdür. Bu kudretini insanları sınıflara ayırarak zayıf düşürmesinden alıyordu. Bunlardan İsrâiloğullarını kendi civarına yerleştirmişti. Bunu, Hazret-i Mûsâ'nın doğumundan hemen sonra bir sandık içerisinde Nil nehrine bırakılmasında ve saraylılar tarafından görülüp kenara alınmasından anlıyoruz. Hatta Hazret-i Mûsâ'nın ablası sandığı Nil boyunca takip etmiş onun Firavunun adamlarınca çıkarıldığını görmüştür.

İsrâiloğulları, Firavunun öylesine elinin altındadır ki, onlara her istediği zulmü yapabilmektedir. Bunlardan birisi de onların çoğalmalarını engellemekti. Bu nüfus planlaması için üç kademeli bir plan uyguluyordu. Mesela erkeklerini hadım ediyor, seçtikleri kadınlara el koyuyorlar ve onların kıptilerden çocuk sahibi olmasını sağlıyorlar bu arada kazara dünyaya gelen erkek çocuklarını da öldürtüyordu. Bunları kolayca yapabilmesi İsrâiloğullarının kaçacak bir yerleri olmadığını göstermektedir.

Hazret-i Yûsuf, İsrâiloğullarını kuzeyde, delta bölgesinde bulunan Goşen diyarına yerleştirmişti. Burada rahat ve özgür bir şekilde yaşıyorlardı. Hazret-i Yûsuf vefat edince durumları değişmiş ve ağır baskılar altına alınmışlardı. Bir topluluğu zayıf düşürmek için başvurulan yollardan birisi de tehcir/sürgündür. Dolayısıyla Goşen'deki sağlam Yahudi toplumun belini kırmak için vurulan ilk darbe sürgün olmalıdır. Dolayısıyla Hazret-i Mûsâ döneminde Goşen'de değil çok uzaklarda bir yerde olmaları gerekmektedir. Tarihi kaynaklara göre en uygun yer güneydeki Luksor'dur. Burası, İsrâiloğulları için adeta dünya ile irtibatlarının kesildiği bir yerdir.

Çıkış öncesi İsrâiloğulları Firavun'dan, çölde 3 günlük mesafede bir yerde bayram için izin isterler. Kuzeydeki Goşen dolaylarında böyle bir bölge ancak Sina yarımadasında bulunmaktadır. Oysa Sina'ya denizin yarılması sonucu geçilmişti. Bu da çıkış noktasının Goşen'den başka bir yer olmasını gerektirmektedir.

Firavun, 3 günün sonunda İsrâiloğullarının dönmediklerini öğrenince veya çıkış için verdiği izinden vazgeçince civar şehirlere/nomlara asker toplayıcıları gönderir. Kuvvetli bir ordu kurarak bizzat başlarına geçer. Niyeti İsrâiloğullarını tamamen imha etmektir. Bütün bu hazırlıklar ve asker toplama işleri, o zaman şartlarında en az 9-10 günlük bir iştir. Buna 3 günlük çöl yolunu da katarsak 15 gün civarında bir süre çıkar ki, bu süre GOŞEN-SÜVEYŞ arası için çok fazladır. Fakat LUKSOR-SÜVEYŞ arası için en ideal süredir.

Kur'ân-ı Kerîm'de Hazret-i Mûsâ'nın öldürüleceğini haber veren saraya mensup mümin kişiden bahsedilir. Bu zat, aksa'l medine/şehrin en uç noktasından gelmiştir. Bu tanımlamaya eygun yer Luksor ve Karnak şehirleridir. Bugün iki ayrı şehir yeri gibi gözükse de o dönemde birleşiktiler. Nil kenarındaki Luksor daha ziyade yerleşim yeriyken bir iki km. içeride bulunan Karnak tapınakların ve sarayların bulunduğu bir yerdi. Bir başka ifadeyle her ikisi de birbiri için aksa'l medine'dir.

O halde neden yahudi kaynakları Goşen'de ısrarlılar diye bir soru akla gelebilir. Yahudi bilginleri tarihlerindeki pek çok noktayı sanki hiç yaşanmamış gibi göstermek istemişlerdir. Bundan, bir şeylerin gizlenmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. İsrâiloğullarının tarihi gibi gizlenmeye çalışılan bir başka toplum tarihi yoktur. Burada da aynı gayretkeşliği görebiliriz. Hahamların bundaki amacının ne olduğunu araştırmacılar ortaya koyacaklardır.

Arkeolojik buluntularda pek çok müphem nokta bulunmaktadır. Kazıların eski hızında devam etmemesi ve şimdiye kadar ele geçen bulguların İslami kaynakların süzgecinden geçirilmemiş olması, bu müphem noktaların anlaşılmasına mani olmaktadır. Kazılarda ele geçenleri inceleyecek "ehil ellere" şiddetle ihtiyaç vardır.

II. Ramses ve Mineptah'ın, Mûsâ aleyhisselamla çağdaş olduğu kesinleşir ise; "Onbinlerce suçsuç bebeği öldürtten, insanlara zulmeden ve Mûsâ aleyhisselamın henüz küçük bir çocuk iken değnekle kafasına vurduğu firavun işte bu, II. Ramses'tir. Diğeri de Mûsâ aleyhisselamın tebliğine ayak direyen, hicret ederken imha etmek için takip eden ve bu uğurda helak olanın mumyalanmış bedende müşahhas tanığıdır" diyebileceğiz.

Forum Grafik
Çıkış güzergahında bulunan Süveyş körfezi kıyılarından
bir görünüş.


SUYUN ÖBÜR TARAFI
Mûsâ aleyhisselam, israiloğullarını Sina tarafına geçirdiğinde yaşanan olayları detaylı bir şekilde Kur'ân-ı Kerîm'de görmekteyiz. Tahrif edilmiş olmasına rağmen bazı benzer olayları Kitab-ı Mukaddeste de görmekteyiz. Kitab-ı Mukaddes detaylı bir şekilde incelendiğinde olayların etrafının bulandırıldığını ve sanki bir şeylerin gizlenmek istediğini görürüz. Kur'ân-ı Kerîm'de ise bu gizlenen noktaların detaylı bir şekilde açıklandığına şahid olmaktayız. Gizlenmek istenen olaylar, İsrâiloğullarının karakter zaaflarını gözler önüne seren refleksleridir. Bu nedenle olsa gerek, yahudi bilginler, Tevrat'ı tahrif etmek bahasına gerçek bilgileri yok etmişlerdir. Yine Kur'ân-ı Kerîm, Sina çölünde yaşanan olayları, onların başına kakarcasına anlatmıştır.
NE ZAMAN DOĞDU?


Hıristiyan dünyası Hazret-i İsa'nın doğumunun ikibininci yıldönümünü kutlamak için hazırlıklara başladılar. Onların inancına göre Hazreti İsa tam 2.000 yıl önce dünyaya gelmiş. Bu sebeple takvimi onun doğumuyla başlatırlar. Dolayısıyla "0" takvim başlangıcıdır. Peki bu tarih doğru mu? Bunun cevabını verebilmek için hıristiyanlığın temel kaynaklarına bakmak gerekmektedir. Ancak bunun için muazzam bir sabra sahip olunması gerekir. Zira hiç birinden detaylı bir bilgi elde etmenin imkanı yoktur.

Piyasada bulunan incillerden birine göre Hazret-i İsa, MS. 6 tarihinde yapılan bir nüfus sayımında doğmuştur. Ancak aynı incile göre Hazret-i İsa, MÖ. 4'te ölen Herod'un iktidar yıllarında dünyaya gelmiştir, yani bu tarihten önceki yıllarda...

Bu, aklımıza şu meşhur fıkrayı getirdi. Hıristiyanlar Hazret-i İsa'yı tanrı(!) olarak görürler. Onlara göre baba, oğul (İsa) ve Kutsal ruh üçlemesi bir olan tanrıyı simgeler. Bir gün bir manastırda kilise babası 10 yaşındaki papaz adayına ders vermektedir; "Bak yavrum" der, "Tanrı birdir. Ancak üç parçadan oluşur; Baba, oğul ve kutsal ruh... Bunların üçü de tanrıdır. Ancak tanrı birdir anladın mı yavrum?" Çocuk bilgiç bir şekilde kafasını sallayarak; "Anladım aziz peder" diye cevap verir. Kilise babası bu cevaba çok sinirlenir ve basar tokadı; "Gidinin oğlu" der, "ben 40 senedir bu kapının ekmeğini yediğim halde anlamadım da sen beş dakikada nasıl anlarsın?!.." İşte Hıristiyan kaynakları Hazret-i İsa ile ilgili hep böyle müphem ifadelerle doludur. Onun hangi tarihte doğduğu, nerelerde yaşadığı, neyi nasıl tebliğ ettiği hep karmaşık ve birbirini tutmayan ifadelerle anlatılır. Bu durum batı dünyasında pek çok araştırmacıyı Hazret-i İsa'nın varlığını inkar etmeye götürmüştür. Bunda bugünkü hıristiyanların bir suçu yoktur, İsa aleyhisselamın kutlu yolunda giden ilk kuşağın da bir hatası yoktur elbette. Ancak arada gelen birileri Hazret-i İsa'dan geriye kalanları öylesine tahrif etmişlerdir ki ilahi din adeta pagan/put dini haline gelmiştir. Bu arada Hazret-i İsa'nın yaşadığı tarihlerin de üzeri örtülmüştür. Hal böyle olunca Kiliseler de Hazret-i İsa'nın doğum tarihinde uyuşamamışlardır. Kimi 19 Nisan, kimi 20 Mayıs olarak kabul etmişlerdir. Genellikle doğu kiliseleri 6 Ocak, batı kiliseleri ise 25 Aralık olarak inanmışlardır.

HAZRET-İ İSA'nın DOĞUMU
Markos ve Yuhanna incillerinde Hazreti İsa'nın doğumuyla ilgili hiç bir bilgi yoktur. Matta İncili'nde ise tesadüfi bir bilgi vardır ki işimize yaramaz. En geniş bilgiye ise Luka incilinde raslıyoruz. Buna göre Hazret-i İsa MS. 6 yılında yapılmış bir nüfus sayımında doğmuştur. Yine Luka'ya göre doğum, MÖ. 4 yılında ölen Herod döneminde olmuştur. Matta ve Luka incilinde Hazret-i İsa'nın Bethlehem'de doğduğu yazılıdır. Markos'ta ise Nasıralı olduğu yazılıdır. Nüfus sayımı sırasında annesi Hazret-i Meryem Galile'deki Nasıra şehrindedir ve 9 aylık hamiledir. Nedense sayım için o zamanki ulaşım şartlarında 120 km.den fazla yol giderek Bethlehem şehrine gitmiştir. Oysa Nasıra zaten baba ocağıdır. Luka'ya göre Adem ve İsa arasında 26 kuşak geçmiştir. Yine Luka bir başka liste verir. Bu listede ise 42 kuşak geçmiştir.

Sözün kısası inciller okunduğunda şu anlaşılır; Hazret-i İsa sanki hiç yaşamamıştır. Doğduğu yer, çocukluğu, gençliği, büyüdüğü çevre, görüştüğü insanlar, annesi, akrabaları ve arkadaşları hakkında hiç bir bilgi yoktur. İfadelerin tümü havadadır. Kırıntı kabilinden bulunan bilgilerde ise sapla saman birbirine karışmıştır. İncilerde doğumdan hemen sonra peygamberliğinden bahsedilir. Aradaki yıllar ile ilgili bir satır bile yoktur. Yalnız Luka incilinde 12 yaşında olduğu bir devresinden kısaca bahsedilir. Oysa incillerin kaleme alındığı tarih ile Milad/0 yılı arası pek fazla değildir. En eski İncil MS. 60 senesine aittir. Yani bir kuşaklık ara vardır. Ortadoğu gibi o zamanki dünyada iletişimin ve kültürün en ileri olduğu bir coğrafyada bu bilgi kopukluğu neden olmuştur? Çok önemli ve kitleleri çalkalayan bir insanla ilgili hatıralar nasıl unutulmuştur? İşte bu bilgi kopukluğu bizi miladdan çok öncelere götüren ilk noktadır.

SARI ÇİZMELİ AUGUSTUS ile HİRODES
İncillerde Hazret-i İsa'nın İmparator Augustus ve onun valisi Hirodes zamanında doğduğundan bahsedilir ancak bunlar hangi Augustus ve Hirodes'tir? Augustus, o dönemlerde imparator anlamında kullanılmaktadır. Tıpkı padişah. kral, çar vb. gibi. İmparator Augustus'un emriyle Hirodes devrinde yapılan nüfus sayımı yapıldığı yazılıdır. Ancak 30 sene sonra bir başka Hirodes'e rastlayabiliyoruz. Bu tarihlerin önceki ve sonraki tarihlerinde ise onlarca Hirodes'in gelip geçtiğini görürüz. Augustus'tan vazgeçtik, bu Hirodes kimdir, nerelidir, hangi aileye veya kabileye mensuptur bilinmez. Oysa dönemin en güçlü kişisiydi.

700 FARKLI İNCİL
Miladdan hemen sonrası sayılabilecek 325 tarihinde ellerde dolaşan 700'den fazla incil vardı. Daha 3. asırda birbirinden farklı bunca incilin yazılmış olması mümkün müdür? Oysa o dönemde bir eseri çoğaltmak kolay bir iş değildi. 300 senelik bir sürede bu rakama ulaşılması mümkün değildir. Bu da bize, İsa aleyhisselamın miladdan çok önceki yıllarda doğduğu fikrine götürmektedir.

YAŞANAN OLAYLAR
Hazret-i İsa dönemi, çok büyük sosyal çalkantıların yaşandığı dönemdir. Hazret-i İsa mucizevi olarak dünyaya gelmiştir. Hazret-i Meryem bakire olduğu halde doğum yapmıştır. Hazret-i Zekeriyya ve Hazret-i Yahya gibi iki büyük peygamber şehid edilmişlerdir. İnciller ve Miladın başında kaleme alınan tarih kitapları neden suskundur? Yaşanılan büyük olayların kayda geçirilmemesi imkansızdır. Olayların yaşandığı coğrafya onlarca milletin bir o kadar farklı dille konuştuğu ve yazdığı bir bölgedir. Eğer bir bilgi yoksa bu, milad da doğmadığını gösterir.

MUCİZELERİ
Her peygamber, dönemin revaçta olan mesleği ile ilgili mucizelerle gelir. Hazret-i İsa'nın mucizelerinde hekimlikle ilgili olanlar çoğunluktadır. Anadan doğma körlerin ve deri hastalıklarının tedavisi, ölülerin diriltilmesi gibi mucizeler göstermiştir. Bunun sebebi, o dönemde hekimliğin moda meslek olmasıdır. Milad başlarında hekimlik moda meslek değildi. Hekimliğin revaçta olduğu dönem ise; MÖ. 400-200 seneleri arasıdır. Mucizeler, Hazret-i İsa'nın milad başlangıcından çok önce yaşadığını göstermektedir.

O DÖNEMDE YAŞANAN OLAYLAR
Hazret-i İsa dönemi, çok büyük sosyal çalkantıların yaşandığı dönemdir. Hazret-i İsa gibi doğum öncesi ve sonrası muhteşem olaylar yaşayan bir insanın hayatından kesitler olmaması imkansızdır. Yaşanılan olayların kayda geçirilmemesi imkansızdır. Olayların yaşandığı coğrafya onlarca milletin bir o kadar farklı dille konuştuğu ve yazdığı bir bölgedir. Eğer bir bilgi yoksa bu, milad da doğmadığını gösterir. Ancak arkeolojik araştırmalar süprizlerle doludur.

HANGİ YILDIZ?
Matta incilinde kral Hirodes'in günlerinde Hazret-i isa doğduğunda doğudan Kudüs'e bir grup müneccim gelerek krala yeni doğan oloğanüstü bir çocuğu görmek istediklerini söylerler. Müneccimler bu çocuğun yıldızının doğuda gözüktüğünü görmüşlerdir. Bu yıldız bir kuyruklu yıldızdır. Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde bu yıldızın görüldüğü zamanlarda Hazret-i Nuh döneminde tufan, Hazret-i Musa döneminde ise denizin yarılması olaylarının yaşandığını buyurmuşlardır. Bunun hangi kuyruklu yıldız olduğu astronomlarca tespit edilebilir. Söz konusu yıldız eğer 76 yılda bir dünyamızı ziyaret eden Halley ise; MS. 10 ve MÖ. 66 senelerinde görülmüştü.

HAZRET-İ İSA'yı TANIMIYORLAR
Bütün kaynaklar Hazret-i İsa'nın 30 yaşında peygamber olduğunu ve 3 sene gibi çok az tebliğde bulunduğunu nakletmektedir. Göğe çekildiğinde ise 33 yaşındadır. Yeryüzünde yapılmış bütün İsa heykelleri ve ikonolarında daima 50-60 yaşları arasında olarak resmedilmiştir. Bu da teslisçi kilise babalarının ilimden bi haber olduklarını gösterir. Bırakın başka kaynakları, kendi kitaplarını bile okumadıkları ortadadır.

TARİHTEKİ KAYIP KUŞAK
Gelelim bizi bu kanaate sahip kılan asıl belgeye ki bu, Kitab-ı Mukaddes'e göre yapılan kronolojilerdir. Tevrat ve İncillere göre yapılan bütün tarihlemelerde MÖ. 400-0 tarihleri arası hep atlanmaktadır. Bu dönemde sanki önemli hiçbir şey olmamış gibi davranılır. Oysa tam 4 asır süren bu dönemde büyük olaylar yaşanmıştı. Bu tarihlemelerde Hazreti Adem'den itibaren bütün olaylar en ince ayrıntısına kadar verilmiş, adeta tarihler gergef gergef işlenmişken MÖ. 400 senesine gelindiğinde pat diye 0 senesine Yani Hazret-i İsa'nın doğduğu seneye atlanır. Aradaki bu 400 senede neler yaşandı da şahıslar, mekanlar ve olaylar gizlenmek istendi?


Gizlenmek istenen 4 asırlık süre de neler olup bittiğini tarih bir gün bize gösterecek ve bütün dünya Hazret-i İsa'nın gerçek kimliğini ve Efendimizi nasıl müjdelediğini öğrenecektir.

İNKAR ET KURTUL(!)
Hıristiyan kaynaklarındaki tutarsızlıklar sebebiyle batıda, Hazret-i İsa'nın gerçekten yaşayıp yaşamadığı tartışmaları yaşanmıştır. İncilleri okuyan yığınlar arasında yazılanları kıyaslayan ve tutarsızlıkların sebebini araştıran insanlar gerçeği görmüşler ancak bilgi kıtlığının verdiği çaresizlik sebebiyle Hazret-i İsa'nın varlığını inkar etmekten başka bir yol bulamamışlardır. 1808'de Napoleon Bonaparte ünlü Alman yazar Wielan'la karşılaştığında sohbetleri siyaset veya askeri konularda değil Hazret-i İsa'nın tarihi varlığı üzerine olmuştur. 19. yüzyılda Almanya'da David Strauss ve Fransa'da Ernest Renan inkarcıların önde gideni olmuşlardır.

Batı dünyasındaki bu atmosfer hala devam etmektedir. Hazret-i İsa'nın gerçek kimliği ve müjdeleri hala bilinmezliğini korumaktadır. Hazret-i İsa'nın tam olarak nasıl yaşadığı ve diğer insanlarla olan günlük ilişkilerinin gerçekte nasıl olduğu hiç bilinmemektedir. Oysa bahsedilen şahıs alelade bir insan değildir. Peygamberlerin en büyüklerindendir. Doğumu, peygamberlik görevini ifa edişi ve göğe alınışı harikalarla doludur. Yaşadığı günlerde müthiş sosyal çalkantılara sebep olmuştur. Böyle bir insanın iz bırakmaması imkansızdır. Hakkında hiçbir bilgi ve belge bulunmuyorsa, birileri tarafından tarihten silinmek istendiğini göstermektedir. Kim tarafından hasıraltı edilmek istenmiş olabilir? Bunun cevabını Hazret-i İsa'nın misyonunda bulabiliriz.

İŞTE GERÇEK TARİH
Kur'an-ı Kerim ve onu insanlara tebliğ eden Efendimizin hadis-i şerifleri Hazret-i İsa'nın kimliğini her yönüyle berrak bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu iki kutlu kaynağı bizlere açıklayan İslam alimleri de hedefi 12'den vuran mahir avcılar gibi isabetli teşhisler yapmışlardır. Çünkü gerçek İslam alimi bir tespitin doğru olduğunu kesin bilirse kitaplarına alırdı. Onların kitaplarında kilise kitaplarındaki gibi tutarsızlıklar, yalan ve yanlış bilgiler bulunmaz. Tereddüt ettikleri yerlerde de açıkça belli ederler ve o bilgilere sahiplenmezler.

İmam-ı Rabbani hazretleri bir mektubunda meşhur Eflatun'un Hazret-i İsa aleyhisselamın tebliğini duyduğundan bahseder. Hazret-i İsa'nın insanları arındırdığı kendisine söylendiğinde; "Biz temiz, olgun ve ilerici insanlarız. Bizim temizlenmeye ihtiyacımız yok!.." diye tavır koymuştur. Tarihçiler Eflatun'un MÖ. 429-347 yılları arasında yaşadığını söylerler. Bu Eflatun'un talebesi Aristo, meşhur İskender'in hocasıdır.

İmam-ı Rabbani hazretleri açıkça Hazret-i İsa ile Eflatun'un aynı çağda yaşadığını yazmaktadır. Eğer Eflatun'un dönemi gerçekten iddia edildiği gibiyse Hazret-i İsa'nın da MÖ. 300'lerde yaşamış olması gerekir. Buna göre Hazret-i İsa; Roma İmparatoru Augustus ve valisi Hirodes zamanında değil. Eflatun ve Büyük İskender'in babası Filip zamanında yaşamıştır. Öyleyse gerçek Milad 0 değil, MÖ. 384 senesidir. MÖ. 73-4 yılları arasında yaşayan Augustus ve Hirodes değil, MÖ. 400-300 yılları arasında yaşamış bir başka Augustus ve Hirodes olmalıdır.

KUTLU MÜJDE
Kısacık süren tebliğ hayatında Allahü teala'nın emirlerini tebliğ etmekle kalmamış, Saf suresinde belirtildiği üzere çok belirgin bir şekilde kendisinden sonra gelecek ve ismi AHMED olacak son peygamberi, Muhammed aleyhisselamı müjdelemişti. Hazret-i İsa'nın bu tebliği bir kısım yahudiyi çileden çıkarmış ve getirdiği şeriati bozmak için tarihte görülmemiş bir bozgunculuğa girmelerine sebep olmuştu. Aslında Hazret-i İsa yeni bir şeriat getirmemişti. Hazret-i Musa'nın artık kaybolmuş şeriatini dönemin şartlarına göre yeniden günyüzüne çıkarmıştı. Bozguncuları kahreden konu, son peygamberin kendi aralarından çıkmayacağının açık seçik bildirilmeseydi. Öyle ki Hazret-i İsa, insanlara Efendimizi müjdelerken hem ismini, hem fiziki özelliklerini, hem arkadaşlarını ve hem de doğup hicret edeceği şehirlerin isimlerini açıkça vermişti. Bu müjdeyi duyan fesat komitesi adeta Allahü tealaya savaş açmışlardı. Bu savaş, Hazret-i İsa'nın göğe alınmasıyla bitmemiş, inananların arasına sızan bozguncular, dini tahrif etmek için çalışmışlardı. Bu durum, Efendimizin dünyayı şereflendirmesiyle birlikte yeniden başlatılmıştır ki halen sürmektedir.

KURAN'DAGEÇEN 'HAMAN" KELİMESİ ESKİ MISIR YAZITLARINDA DA YER ALMAKTADIR
Kuran'da Eski Mısır hakkında verilen bilgilerin bazıları yakın zamana kadar gizli kalmış tarihsel bilgileri açığa çıkarmaktadır. Bu bilgiler, Kuran'daki her kelimenin belirli bir hikmete göre kullanıldığını da bize göstermektedir.

Kuran'da Firavun'la birlikte adı geçen kişilerden birisi "Haman"dır. Haman, Kuran'ın 6 ayrı ayetinde, Firavun'un en yakın adamlarından biri olarak zikredilir.

Buna karşılık Tevrat'ta Hz. Musa'nın hayatını anlatan bölümde, Haman'ın adı hiç geçmez. Fakat Haman ismi Eski Ahit'in sonraki bölümlerinde, Hz. Musa'dan yaklaşık 1100 sene sonra yaşamış, ve Yahudilere zulmetmiş bir Babil Kralının yardımcısı olarak geçmektedir.

İşte Kuran'ı Peygamberimiz Hz. Muhammed'in Tevrat ve İncil'den bakarak yazdığını iddia eden gayrı müslim bazı kişiler, güya Peygamberimiz (sav)'in bu kitaplarda anlatılan bazı konuları Kuran'a yanlış aktardığı gibi bir safsatayı ortaya atarlar.

Oysa bu iddianın tümüyle dayanaksız olduğu Mısır hiyeroglifinin bundan yaklaşık 200 yıl önce çözülüp, eski Mısır yazıtlarında "Haman" isminin bulunmasıyla ortaya çıktı.

O zamana kadar Eski Mısır dilinde yazılmış kitabeler ve yazılar okunamıyordu. Eski Mısır dili hiyeroglifti ve çağlar boyunca bu dil varlığını sürdürdü. Fakat M.S. 2. ve M.S. 3. yüzyılda Hıristiyanlığın yayılması ve kültürel etkisiyle Mısır, dinini olduğu gibi dilini de unuttu, yazılarda hiyeroglif kullanımı azaldı ve sona erdi. Hiyeroglif yazısının kullanıldığı bilinen en son tarih M.S. 394 yılına ait bir kitabedir. Bundan sonra bu dil unutuldu ve bu dilde yazılmış yazıları okuyabilen ve anlayabilen kimse kalmadı. Ta ki bundan yaklaşık iki yüzyıl öncesine dek…

Eski Mısır hiyeroglifi 1799 yılında, Rosetta Stone adı verilen ve M.Ö. 196 tarihine ait bir kitabenin bulunmasıyla çözüldü. Bu tabletin özelliği üç farklı yazıyla yazılmış olmasıydı: Hiyeroglif, demotik (hiyeroglifin el yazısı şekli) ve Yunanca. Yunanca metinin de yardımıyla tabletteki eski Mısır yazısı çözülmeye çalışıldı. Tabletin tüm çözümü, Jean-Françoise Champollion adlı bir Fransız tarafından tamamlandı. Böylece unutulan bir dil ve bu dilin anlattığı tarih aydınlanmış oldu. Bu sayede eski Mısır uygarlığı, onların dinleri ve sosyal yaşantıları hakkında bir çok şey öğrenildi.

Hiyeroglifin çözümüyle konumuzu da ilgilendiren çok önemli bir bilgiye daha erişilmiş oldu: "Haman" ismi gerçekten de Mısır yazıtlarında geçiyordu. Viyana'daki Hof Müzesi'nde bulunan bir anıt üzerinde bu isimden söz ediliyordu. Aynı yazıtta Haman'ın Firavun'a olan yakınlığı da vurgulanıyordu. (Walter Wreszinski, Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien, 1906, J C Hinrichs' sche Buchhandlung)

Tüm yazıtlara dayanılarak hazırlanan "Yeni Krallıktaki Kişiler" sözlüğünde ise, Haman"dan "Taş ocaklarında çalışanların başı" olarak bahsediliyordu. (Hermann Ranke, Die Ägyptischen Personennamen, Verzeichnis der Namen, Verlag Von J J Augustin in Glückstadt, Band I,1935, Band II, 1952)

Ortaya çıkan sonuç önemli bir gerçeği ifade ediyordu. Haman, Kuran'a karşı çıkanların iddiasının aksine, aynen Kuran'da geçtiği gibi Hz. Musa zamanında Mısır'da yaşayan bir kişiydi ve Kuran'da bahsedildiği gibi o, Firavun'a yakın ve inşaat işleriyle ilgili bir kişiydi.

Nitekim Kuran'da, Firavun'un kule yapma işini Haman'dan istemesini aktaran ayet de bu arkeolojik bulguyla tam bir mutabakat içindedir.

Firavun dedi ki: "Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum." (Kasas Suresi, 38)

Sonuçta, Eski Mısır yazıtlarında Haman'ın adının bulunması Kuran aleyhinde birtakım zorlama iddialar getirenlerin bir iddiasını daha boşa çıkarmakla kalmayıp, Kuran'ın gerçekten Allah katından olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Zira Kuran'da Peygamber devrinde ulaşılması ve çözülmesi mümkün olmayan bir tarihi bilgi mucizevi şekilde bizlere aktarılmıştı.

29 Mayıs 2009 Cuma

PETROLÜN OLUŞUMU

Rabbinin yüce ismini tesbih et, ki O, yarattı, 'bir düzen içinde biçim verdi', takdir etti, böylece yol gösterdi, 'yemyeşil-otlağı' çıkardı. Ardından onu kuru, kara bir duruma soktu. (A'la Suresi, 1-5)

Bilindiği gibi petrol, denizlerdeki bitki ve hayvanların çürüdükten sonraki kalıntılarından oluşur. Bu kalıntılar deniz yatağında milyonlarca yıl boyunca çürüdükten sonra, geriye yalnızca yağlı maddeler kalır. Çamur ve büyük kaya katmanları altında kalan yağlı maddeler de petrol ve gaza dönüşür. Yerkabuğundaki hareketlenmeler bazen denizlerin kara parçaları haline gelmesine ve petrol içeren kayaların binlerce metre derine gömülmesine yol açar. Oluşan petrol de bazen kaya tabakalarındaki gözeneklerden sızarak kilometrelerce derinden yüzeye çıkar ve burada buharlaşarak (gaz haline dönüşerek) geriye zift birikintisi bırakır.
Ala Suresi'nin ilk dört ayetinde dikkat çeken üç husus petrolün oluşum aşamalarıyla son derece parelellik içindedir. Öncelikle otlak, kır, çayır anlamlarına gelen "elmer'a" ifadesi ile petrolün oluşumundaki organik kökenli maddelere işaret olması son derece muhtemeldir. Ayette ikinci dikkat çekici kelime ise siyaha çalan yeşil, yeşile çalan siyah, karamsı, esmer, isliahva" kelimesidir. Bu kelime de yer altında biriken bitki atıklarının zaman içinde siyaha dönüşmesi olarak düşünülebilir. Çünkü bu kelimeler üçüncü bir kelime ile -"gusaen"le- desteklenmektedir. Kimi meallerde çer-çöp, süprüntü olarak çevrilen "gusaen" kelimesi, sel suyunun otları, çöpleri birbirine katarak sürükleyip getirdiği ve derelerin etrafına fırlattığı ot, çöp, yaprak ve köpük gibi karışım anlamına da gelmektedir. Bu kelime, içerdiği "kusma, istifrağ etme" anlamından ötürü kimi kaynaklarda "sel kusuğu" olarak tercüme edilmekte ve toprağın petrolü kusması olarak tarif edilmektedir. Nitekim petrolün oluşumu, ortaya çıkış şekli, köpüklü görünümü, rengi göz ününde bulundurulduğunda, ayetlerde kullanılan kelimelerin ne kadar hikmetli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
Görüldüğü gibi ayetteki bitkinin kara ve akışkan bir sıvıya dönüşmesi petrolün oluşumu ile son derece benzerdir. Petrolün oluşumu hakkında bilgi sahibi olunmadığı bir dönemde, böylesine uzun yılları kapsayan bir oluşumun tarif edilmesi, kuşkusuz Kuran'ın Allah'ın vahyi olduğunun bir başka delilidir.
renkleri tarif etmek için kullanılan "

ÇAMURDAN YARATILIŞ

Allah Kuran'da insanın yaratılışının mucizevi bir biçimde olduğunu haber verir. İlk insan, Allah'ın çamuru şekillendirip insan bedeni haline getirmesi ve ardından bu bedene ruh üflemesiyle yaratılmıştır:
Hani Rabbin meleklere: "Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yaratacağım" demişti. "Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın." (Sad Suresi, 71-72)
Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa Bizim yarattıklarımız mı? Doğrusu Biz onları, cıvık-yapışkan bir çamurdan yarattık. (Saffat Suresi, 11)

Bugün insan dokuları incelendiğinde, yeryüzünde bulunan pek çok elementin insanın dokularında da bulunduğu ortaya çıkar. Canlı dokuların %95'i karbon , hidrojen , oksijen , nitrojen , fosfor (P) ve sülfür 'den oluşur ve canlı dokularda toplam 26 element bulunur.94 Kuran'ın bir başka ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. (Müminun Suresi, 12)

Ayette "süzme" olarak çevrilen "sulale" kelimesi, "temsili örnek, öz, hulasa, esas" gibi anlamlara gelmektedir. Görüldüğü gibi Kuran'da 14 asır evvel bildirilenler, modern bilimin bize söylediklerini -insanın yaratılışındaki malzeme ile toprağın içerdiği temel elementlerin ortak olduğu gerçeğini- tasdik etmektedir.
Aşağıda ortalama 70 kiloluk bir insanın vücudunda bulunan elementlerin dağılımı yer almaktadır.
ElementSembolAna Rolü%

AğırlıkMakro-minerallerGramOksijen

Karbon
Hidrojen
Nitrojen
Kalsiyum
Fosfor
Potasyum
Sülfür
Klor
Sodyum
Magnezyum
Silikon
O

C
H
N
Ca
P
K
S
Cl
Na
Mg
Si
Hücrelerin/dokuların solunumu,
su bileşeni
Organik yapı
Su/doku bileşeni
Protein/doku bileşeni
Kemikler ve dişler
Kemikler ve dişler
Hücre-içi elektrolit
Amino asitler (saç ve deri)
Klorür olarak bir elektrolit
Hücre-içi elektrolit
Metabolizmaya ait elektrolit
Bağ dokusu/kemik65.0

18.5
9.5
3.3
1.5
1.0
0.35
0.25
0.15
0.15
0.05

0.05
43,000


12,000
6,300
2,000
1,100
750
225
150
100
90
35

30
Mikro-mineraller%MiligramDemir
Çinko

Bakır
Boron
Kobalt
Vanadyum
İyot
Selenyum
Manganez
Molibden
Krom
Fe
Zn

Cu
B
Co
V
I
Se
Mn
Mo
Cr
Hemoglobin/oksijen taşıyıcısı
Enzim içeriği/DNA sentezi,
bağışıklık desteği
Enzim kofaktörü
Kemik yapısı
B12 vitamin özü
Yağ metabolizması
Tiroid hormonu
Enzim, antioksidan, bağışıklık desteği
Metal içeren enzimler
Enzim kofaktörü
Glikoz tolere eden faktör0.01
0.01

0.01
0.01
0.01
0.01
0.01
0.01
0.01
0.01
0.01
4,200
2,400

90
68
20
20
15
15
13
8
6

İNSANIN DOĞUMU

Kuran'da insanlar iman etmeye çağrılırken oldukça farklı konulardan bahsedilir. Allah, kimi zaman gökleri, kimi zaman yeryüzünü, bazen hayvanları ve bitkileri insana delil olarak gösterir. Yine birçok ayette insanın bizzat kendi yaratılışına dönüp bakması öğütlenir. İnsanın nasıl yeryüzüne geldiği, hangi aşamalardan geçtiği ve temel maddesinin ne olduğu sık sık hatırlatılır. Örneğin aşağıdaki ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz? (Vakıa Suresi, 57-59)

İnsanın yaratılışındaki mucizevi yönler, daha pek çok ayette vurgulanır. Ancak bu vurgular arasında öyle bilgiler vardır ki, bunlar 7. yüzyılda yaşayan insanların asla bilemeyeceği detaylardır. İşte bunlardan bazıları:
1) İnsan, meni sıvısının tamamından değil, aksine çok küçük bir parçasından (spermadan) yaratılır.
2) Bebeğin cinsiyetini erkek belirler.
3) İnsan embriyosu ana rahmine adeta bir sülük gibi yapışır.
4) İnsan ana rahminde üç karanlık bölge içinde gelişir.

Yukarıda sıraladığımız bilgiler Kuran'ın indirildiği dönemde, bilinmesi mümkün olmayan ve gözlemlenemeyecek detaylardır. Bunların keşfedilmesi, ancak 20. yüzyıl teknolojisinin kullanılmasıyla mümkün olmuştur.
Şimdi bu bilgileri sırasıyla inceleyelim.

Meniden Bir Damla

Üstteki resimde rahme dökülen meni görülmektedir. Erkekten atılan 250 milyon kadar spermden çok az bir miktarı yumurtaya ulaşmayı başarır. Yumurtayı dölleyecek olansa, sağ kalmayı başaran 1000 kadar spermden sadece bir tanesidir. İnsanın bütün meniden değil, meninin içindeki çok küçük bir parçadan oluştuğu, Kuran'daki "akıtılan meniden bir damla su" tanımlaması ile haber verilmiştir.

Spermler yumurtaya ulaşana kadar annenin vücudunda bir yolculuk geçirirler. Bu yolculukta 250 milyon spermden ancak bin kadarı yumurtaya ulaşmayı başarır. Beş dakika sonra sona erecek yarışın sonunda, yarım tuz tanesi büyüklüğündeki yumurta, spermlerden yalnızca birini kabul eder. Yani insanın özü, meninin tamamı değil, ondan küçük bir parçadır. Kuran'da bu gerçek Kıyamet Suresi'ndeki ayetlerde şöyle açıklanmıştır:
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? (Kıyamet Suresi, 36-37)

Dikkat edilirse Kuran'da, insanın meninin tamamından değil, onun içinden alınan küçük bir parçadan oluştuğu haber verilmektedir. Bu ayetteki özel vurgunun, ancak modern bilim tarafından keşfedilen bir gerçeği açıklaması ise, Kuran'ın Allah sözü olduğunun delilidir.

Menideki Karışım
Meni olarak adlandırılan ve spermleri taşıyan besleyici sıvı, sadece spermlerden oluşmaz. Aksine meni, birbirinden farklı sıvıların karışımından oluşur. Meni; sperm kanallarından, seminal keseciklerden, prostat bezinden, idrar yollarına bağlı salgı bezlerinden salgılanan maddelerin bir bileşimidir. Meni diye adlandırılan sıvının detaylı analizi yapılırsa bu sıvının; sitrik asit, prostoglodinler, flavinler, askorbik asit, ergotionein, fruktoz, fosforilkolin, kolesterol, fosfolipidler, fibrinolizin, çinko, asit fosfataz, fosfaz, hiyolurinadaz ve spermler gibi birçok ayrı bileşenden oluşmaktadır. Bu sıvıların, spermin gerek duyduğu enerjiyi karşılayacak olan şekeri bulundurmak, baz özelliğiyle ana rahminin girişindeki asitleri nötralize etmek, spermin hareket edeceği kaygan ortamı sağlamak gibi görevleri vardır.
Kuran'da erkeklik ve dişiliğin, "rahme dökülen meniden" yaratıldığı bildirilmiştir. Oysa yakın zamana kadar cinsiyetin anne hücreleri tarafından belirlendiği sanılıyordu. Kuran'da verilen bu bilgiyi bilim 20. yüzyılda keşfetmiştir. Kuran'da insanın yaratılışı ile ilgili olarak buna benzer pek çok detay asırlar öncesinden haber verilmiştir.

Kuran'da meniden söz edilirken, modern bilimin ortaya çıkardığı bu gerçeğe de işaret edilmekte ve meni "karmakarışık" bir sıvı olarak tarif edilmektedir:
Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. (İnsan Suresi, 2)

Başka ayetlerde ise yine meninin karışım olduğuna işaret edilir, insanın ise bu karışımın "özünden" yaratıldığı vurgulanır:
Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun ****** bir özden, basbayağı bir sudan yapmıştır. (Secde Suresi, 7-8)

Burada "öz" diye çevrilen Arapça "sulale" kelimesi, öz ya da bir şeyin en iyi kısmı demektir. Hangi şekilde alınırsa alınsın "bir bütünün bir kısmı" anlamına gelir. Bu durum, Kuran'ın, insanın yaratılışını en ince detayına kadar bilen Allah'ın sözü olduğunu açıkça göstermektedir.
Bebeğin Cinsiyeti

Yakın bir zamana kadar insanlar, bebeğin cinsiyetinin anne hücreleri tarafından belirlendiğini sanıyorlardı. Ya da en azından, anne ve babadan gelen hücrelerin birlikte cinsiyet belirledikleri zannediliyordu. Ancak Kuran'da bu konuda farklı bir bilgi verilmiş ve erkeklik ve dişiliğin, "rahime dökülen meniden" yaratıldığı bildirilmiştir:
Doğrusu, çiftleri; erkek ve dişiyi, yaratan O'dur. Bir damla sudan (döl yatağına) meni döküldüğü zaman. (Necm Suresi, 45-46)
Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.' Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı. (Kıyamet Suresi, 37-39)


X kromozomu dişilik, Y kromozomu ise erkeklik özelliklerini taşır. Anne yumurtasında yalnızca dişi cinsiyeti belirleyen X kromozomu bulunur. Babadan gelen menide ise hem X hem de Y kromozomu taşıyan spermler bulunur. Dolayısıyla bebeğin cinsiyeti annenin yumurtasını dölleyen spermin X ya da Y kromozomu taşımasına bağlıdır. Yani ayette belirtildiği gibi bebeğin cinsiyetini belirleyen etken, babadan gelen menidir. Kuran'ın indirildiği asırda kesinlikle bilinemeyecek olan bu bilgi, Kuran'ın Allah sözü olduğunu kanıtlayan delillerden biridir.



Kuran'da verilen bu bilginin doğruluğu, genetik ve mikrobiyoloji bilimlerinin gelişmesiyle birlikte bilimsel olarak da ispatlandı. Cinsiyetin tümüyle erkekten gelen sperm hücreleri tarafından belirlendiği, kadının ise bu işte hiçbir rolünün olmadığı anlaşıldı.

Cinsiyet belirlenmesindeki etken, kromozomlardır. İnsan yapısını belirleyen 46 kromozomdan iki tanesi cinsiyet kromozomu olarak adlandırılır. Bu iki kromozom erkekte XY, kadında ise XX olarak tanımlanır. Bunun sebebi söz konusu kromozomların bu harflere benzemesidir. Y kromozomu erkeklik, X kromozomu ise kadınlık genlerini taşır.
Bir insanın oluşması, erkek ve kadında çiftler halinde yer alan bu kromozomların birer tanesinin birleşmesi ile başlar. Kadında yumurtlama sırasında ikiye ayrılan eşey hücresinin her iki parçası da X kromozomu taşır. Oysa erkekte ikiye ayrılan eşey hücresi, X ve Y kromozomları içeren iki farklı sperm meydana getirir. Kadında bulunan X kromozomu, eğer erkekteki X kromozomunu içeren spermle birleşirse doğacak bebek kız olacaktır. Eğer Y kromozomu içeren spermle birleşirse, bu kez doğacak çocuk erkek olur.
Yani doğacak çocuğun cinsiyeti, erkekteki kromozomlardan hangisinin kadının yumurtasıyla birleşeceğine bağlıdır.
Kuşkusuz genetik bilimi ortaya çıkıncaya dek, yani 20. yüzyıla kadar bunların hiçbiri bilinmiyordu. Aksine pek çok kültürde, doğacak çocuğun cinsiyetinin kadın bedeni tarafından belirlendiği inancı yaygındı. Hatta bu nedenle kız çocuk doğuran kadınlar kınanırdı.
Oysa Kuran'da, insanlara genlerin keşfinden 14 yüzyıl önce bu batıl inanışı reddeden bir bilgi verilmiş, cinsiyetin kökeninin kadın değil, erkekten gelen meni olduğu bildirilmiştir.
Rahme Asılıp Tutunan "Alak"
Kuran'ın insanın oluşumu hakkında verdiği bilgileri incelemeye devam ettiğimizde, yine çok önemli bazı bilimsel mucizelerle karşılaşırız.
Anne karnındaki bebek, gelişiminin ilk aşamasında annesinin kanından beslenebilmek için rahim duvarına yapışıp tutunan bir zigot halindedir. Yukarıdaki resimde bir et parçası görünümünde olan zigot görülmektedir. Modern embriyolojinin tespit ettiği bu oluşum, Kuran'da "asılıp tutunan" anlamına gelen, deriye yapışıp kan emen sülükler için de kullanılan "alak" kelimesiyle 14 yüzyıl önceden mucizevi bir biçimde bildirilmiştir.Erkekten gelen sperm ve kadındaki yumurta birleştiğinde, doğacak bebeğin ilk özü de oluşmuş olur. Biyolojide "zigot" olarak tanımlanan bu tek hücre, hiç zaman yitirmeden bölünerek çoğalacak ve giderek küçük bir "et parçası" haline gelecektir.
Ancak zigot bu büyümesini boşlukta gerçekleştirmez. Rahim duvarına asılıp tutunur. Sahip olduğu uzantılar sayesinde toprağa yerleşen kökler gibi, buraya yapışır. Bu bağ sayesinde de, gelişimi için ihtiyaç duyduğu maddeleri annenin vücudundan emebilir.88

İşte burada çok önemli bir Kuran mucizesi ortaya çıkmaktadır. Allah Kuran'da, anne rahmine tutunarak gelişmeye başlayan zigottan söz ederken, "alak" kelimesini kullanmaktadır:
Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir "alak"tan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. (Alak Suresi, 1-3)

"Alak" kelimesinin Arapçadaki anlamı ise, "bir yere asılıp tutunan şey" demektir. Hatta kelime asıl olarak deriye yapışarak oradan kan emen sülükler için kullanılır.
Kuşkusuz, anne karnında gelişmekte olan zigotu bu özelliğiyle tarif eden bir kelime kullanılması, Kuran'ın alemlerin Rabbi olan Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır.

Kemiklerin Kasla Sarılması
Anne karnında gelişimini tamamlayan bebeğin kemikleri tam olarak Kuran'da haber verildiği gibi belli bir dönem sonra kaslarla sarılmaktadır.

Kuran ayetlerinde haber verilen bir diğer önemli bilgi ise, insanın anne rahmindeki oluşum aşamalarıdır. Ayetlerde, anne karnında önce kemiklerin oluştuğu, daha sonra ise kasların ortaya çıkarak bu kemikleri sardığı şöyle haber verilmektedir:
Sonra o su damlasını bir alak (hücre topluluğu) olarak yarattık; ardından o alak'ı bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. (Müminun Suresi, 14)

Anne karnındaki gelişimi inceleyen bilim dalı embriyolojidir. Ve embriyoloji alanında, yakın zamana kadar kemiklerle kasların birlikte ortaya çıkarak geliştikleri sanılmıştır. Ancak gelişen teknoloji sayesinde yapılan daha ileri mikroskobik incelemeler, Kuran'da bildirilenlerin eksiksiz bir şekilde doğru olduğunu ortaya koymuştur.
Bu mikroskobik incelemeler göstermektedir ki, anne karnında, tam ayetlerde tarif edildiği gibi bir gelişme gerçekleşir. Önce embriyodaki kıkırdak doku kemikleşir. Daha sonra ise kas hücreleri kemiklerin etrafındaki dokudan seçilerek biraraya gelir ve bu kemikleri sarar.

Bu durum, Developing Human (Gelişen İnsan) adlı bilimsel bir yayında şöyle tarif edilmektedir:
6. haftada kıkırdaklaşmanın devamı olarak ilk kemikleşme köprücük kemiğinde ortaya çıkar. 7. hafta sonunda uzun kemiklerde de kemikleşme başlamıştır. Kemikler oluşmaya devam ederken kas hücreleri kemiği çevreleyen dokudan seçilerek kas kitlesini meydana getirirler. Kas dokusu bu şekilde kemiğin etrafında ön ve arka kas gruplarına ayrışır.89

Kısacası insanın Kuran'da tarif edilen oluşum aşamaları, modern embriyolojinin bulgularıyla tam bir uyum içindedir.
İnsanın anne karnındaki gelişiminin pek çok aşaması Kuran'da haber verilmiştir. Müminun Suresi'nin 14. ayetinde bildirildiği gibi anne karnındaki embriyonun ilk aşama olarak kıkırdak dokusu kemikleşir. Ve daha sonra bu kemikler kas hücreleri tarafından sarılmaya başlanır. Allah bu gelişimi Kuran'da, "... daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik..." ifadesiyle en açık şekilde tarif etmiştir.

Bebeğin Rahimdeki Üç Karanlık Evresi

Kuran'da insanın anne karnında üç aşamalı bir yaratılışla yaratıldığı bildirilmektedir:
... Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur, mülk O'nundur. O'ndan başka İlah yoktur. Buna rağmen nasıl çevriliyorsunuz? (Zümer Suresi, 6)

Yukarıdaki ayette Türkçeye "üç karanlık içinde" olarak çevrilmiş olan Arapça "fi zulumatin selasin" ifadesi embriyonun gelişimi sırasında bulunduğu üç karanlık bölgeye işaret etmektedir. Bu bölgeler sırasıyla:
a) Batın karanlığı
b) Rahim karanlığı
c) Döl yatağı karanlığıdır.

Görüldüğü gibi bugün modern biyoloji, bebeğin embriyolojik gelişiminin yukarıdaki ayette bildirildiği şekilde, üç farklı karanlık bölgede gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Ayrıca embriyoloji alanındaki gelişmeler bu bölgelerin de üçer katmandan oluştuğunu göstermiştir.
Batın duvarı üç tabakadan oluşur: Dış kas plakaları, iç kas plakaları, çapraz kaslar.90
Benzer bir şekilde rahim duvarı da üç katmandan oluşur: Epimetrium, miyometrium ve endometrium.91
Aynı şekilde embriyoyu saran kese de üç katmandan oluşur: Amniyon (rahimde fetusu saran en iç zar- amnion), koryon (orta amniyon zarı- chorion) ve desidüa (dış amniyon zarı- decidua).92
Ayrıca ayette, insanın anne karnında, birinden diğerine farklılaşan üç ayrı evrede meydana geldiğine işaret edilmektedir.

Gerçekten de bugün modern biyoloji, bebeğin anne karnındaki embriyolojik gelişiminin üç farklı devrede gerçekleştiğini de ortaya koymuştur. Bugün tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan bütün embriyoloji kitaplarında bu konu en temel bilgiler arasında yer alır. Örneğin, embriyoloji hakkında temel başvuru kitaplarından biri olan Basic Human Embryology (Temel İnsan Embriyolojisi) isimli kaynakta bu gerçek şöyle ifade edilmektedir:
Rahimdeki hayat 3 EVREDEN oluşur; preembriyonik (ilk 2,5 hafta), embriyonik (8. haftanın sonuna kadar) ve fetal (8. haftadan doğuma kadar).93


Zümer Suresi'nin 6. ayetinde insanın anne karnında, birinden diğerine farklılaşan üç ayrı bölgede meydana geldiğine işaret edilmektedir. Gerçekten de bugün modern embriyoloji bilimi, bebeğin anne karnındaki embriyolojik gelişiminin üç farklı bölgede gerçekleştiğini ortaya koymuştur.



Bu evreler bebeğin farklı gelişim aşamalarını içerir. Bu üç gelişim safhasının belli başlı özellikleri kısaca şöyledir:
- Preembriyonik evre:
Bu ilk evrede zigot bölünerek çoğalır, bir hücre kitlesi haline geldikten sonra kendini rahim duvarına gömer. Hücreler çoğalmaya devam ederken 3 tabaka halinde organize olurlar.
- Embriyonik evre:
İkinci evre toplam 5,5 hafta sürer ve bu süre boyunca canlı "embriyo" olarak adlandırılır. Bu evrede hücre tabakalarından bedenin temel organ ve sistemleri ortaya çıkar.
- Fetal evre:



Bu döneme girildiğinde, embriyo artık "fetus" olarak adlandırılır. Bu dönem gebeliğin 8. haftasından itibaren başlar ve doğuma kadar sürer. Bir önceki dönemden ayırt edici özelliği fetusun yüzü, elleri ve ayaklarıyla belirgin, insan dış görünümüne sahip bir canlı olmasıdır.
Dönemin başında 3 cm boyunda olmasına rağmen tüm organları ortaya çıkmıştır. Bu dönem 30 hafta kadar sürer ve gelişme doğum haftasına kadar devam eder.
Anne rahmindeki gelişim ile ilgili bu bilgiler, ancak modern teknolojik aletlerle yapılan gözlemler sayesinde elde edilmiştir. Ancak görüldüğü gibi bu bilgilere de, diğer pek çok bilimsel gerçek gibi, mucizevi bir biçimde Kuran ayetlerinde dikkat çekilmiştir. İnsanlığın tıbbi konularda hiçbir detaylı bilgiye sahip olmadığı bir dönemde, Kuran'da bu derece ayrıntılı ve doğru bilgiler verilmiş olması, elbette Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun açık bir delilidir.

ATEŞ OLMAYAN YANMA

Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da ait olmayanateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nur üstüne nurdur. Allah, kimi dilerse onu Kendi nuruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah, herşeyi bilendir. (Nur Suresi, 35)
Nur Suresi'ndeki bu ayette ışık veren bir nesneden bahsedilmektedir. Işık veren cisim ise bir yıldıza benzetilmektedir. Ayette yıldıza benzetilen ışık veren nesnenin yakıtının doğuya veya batıya ait olmaması ise, bu cismin fiziksel boyutta bulunmadığına bir işaret olabilir. Yakıtın kaynağının enerji boyutunda olduğu düşünülürse, ayette tarif edilen yakıtın elektrik enerjisine, ışık veren cismin de elektrik ampulüne işaret ediyor olması muhtemeldir.
Ampul ayetteki tariflere son derece mutabık olan, cam içinde, yıldız gibi parlayan ve ışık saçan bir cisimdir. Ampul, kandil, gaz lambası benzeri aydınlatıcılar gibi yağla yakılmamaktadır ve ampulde ayetteki tariflere uygun olarak ateş olmadan bir yanma gerçekleşir. Ampulün içindeki ısıya dayanıklı tungsten telinin atomları arasındaki titreşim sonucu, 2.000 °C'nin üzerinde ısı oluşur. Diğer metalleri eriten bu sıcaklık o kadar yüksektir ki, gözle görülür güçlü bir ışık ortaya çıkmasına sebep olur. Ancak bu yüksek ısıya rağmen, ampulün içinde oksijen bulunmadığı için ayetteki tariflere mutabık olarak yanma gerçekleşmez. Ayrıca ampulün ortasında parlayan tel de parlak bir yıldızın uzaktan görünümüne çok benzemektedir.
Elektriğin dünya tarihinin en büyük keşiflerinden biri olduğu, dünyanın hemen hemen tümünün elektrik enerjisiyle çalışan ampuller vasıtasıyla aydınlatıldığı göz önünde bulundurulacak olursa, ayetin bu önemli keşfe işaret ettiği düşünülebilir. (En doğrusunu Allah bilir.)
Bu konuyla ilgili bir diğer izah da yıldızlardaki nükleer reaksiyonlar sonucu ortaya çıkan ışık olarak düşünülebilir. Yıldızlar, nükleer reaksiyonlardan kaynaklanan çok büyük miktarlarda ısı, ışık yayan, son derece sıcak, parlak, döner gaz kütleleridir. Yeni oluşan büyük yıldızlar çoğunlukla kendi çekim kuvvetleriyle büzülmeye başlarlar. Bunun sonucunda merkezleri daha yoğun ve daha sıcak olur. Yıldızın merkezindeki madde yeterince ısındığında -en az 10 milyon oC olduğunda- ise nükleer reaksiyonlar başlar.56Bir yıldızın içinde gerçekleşen olay, hidrojenin dev bir enerji ile (füzyonla) helyuma dönüşmesidir. Yıldızlarda kütlenin büyüklüğünden kaynaklanan çekim kuvveti, 4 hidrojen atomunu 1 helyum atomu oluşturmak üzere kaynaştırmaktadır. Bu esnada açığa çıkan enerji, kütlenin yüzeyinden ışık ve ısı halinde dışarı yayılır. Hidrojen tükendiğinde, yıldızda aynı şekilde daha ağır elementler oluşturmak üzere helyum yanmaya (füzyona) devam eder. Bu reaksiyonlar yıldızın kütlesi tükenene kadar devam eder.
Ancak yıldızlardaki reaksiyonlarda oksijen kullanılmadığı için, yanan odunda olduğu gibi sıradan bir yanma gerçekleşmez. Yıldızlarda dev alevler şeklinde görünen yanma da, gerçekte ateşten kaynaklanmaz. Nitekim ayette de bu tür bir yanma şekline işaret edilmektedir. Ayrıca ayette bir yıldızdan, onun yakıtından ve ateş olmayan bir yanmadan -yani reaksiyondan- bahsedildiği düşünülürse, ayetin yıldızlardaki ışık oluşumuna ve yanma şekline işaret ettiği şeklinde de düşünülebilir. (En doğrusunu Allah bilir.
kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse

KARADELİKLER: BüYüK BİR YEMİN

75 Hayır, yıldızların düştükleri yere (mevkilerine) yemin ederim.
76 Eğer bilirseniz, gerçekten bu büyük bir yemindir.
56 Vakıa Suresi 7576
75. ayette yıldızların düştükleri yerler diye tercüme ettiğimiz "düştükleri yeri" deyimi,Arapça'da "mevki" kelimesiyle ifade edilmektedir. Aynı kelime 18. Kehf Suresi 53. ayette de geçer ve orada da suçluların cehenneme düşmesindeki "düşmeyi" ifade etmek için kullanılır. Bu kelimenin kökü Arapça "Vakaa"dır ve Kuran'da düşmek, vaki olmak, gerçekleşmek anlamlarında kullanılır.
Yıldızlar bünyelerinde hidrojen bombaları patlatarak yaşar. Bu patlamalarda bir kısım madde enerjiye dönüşür ve çok büyük bir sıcaklık açığa çıkar. İki milyon kilo kömürü yakarak elde edeceğiniz enerjinin tamamını sadece bir gram maddeyi enerjiye dönüştürerek elde edebilirsiniz. örneğin orta boy bir yıldız olan Güneş'imizde her saniye dört milyar kilo madde enerjiye dönüşür. Yani bir saniye gibi ufak bir zaman diliminde sekiz milyon kere trilyon ton kömüre eşdeğer sıcaklık ortaya çıkar. Bir yıldız bütün maddesinin az bir kısmını yakıt olarak kullanır ve bu yakıt bitince yıldızlar da ölür. Allah'ın canlılar için takdir ettiği doğum ve ölüm yıldızlar için de takdir edilmiştir. Her yıldızın muhakkak bir sonu vardır, Evren'in bir yanında yıldızlar doğarken, diğer tarafta ölen yıldızlar adeta "Biz ölür gideriz, ama bizim Yaratıcımız her zaman vardır, onun yaratışı hep devam etmektedir." demektedirler.
YILDIZLARIN DüŞüŞü VE BüYüK YEMİN
Kuran'da birçok varlığın, olayın üzerine yemin edilerek bunlar vurgulanır. Yıldızların düştükleri yerlere de böyle dikkat çekilmekle beraber, ilgili ayetlerde özel bir durum da oluşmuştur. Yıldızların düştükleri yerlere yemin edildikten bir ayet sonra bu yeminin büyük bir yemin olduğunun söylenmesiyle özel durum oluşur. çünkü Kuran'da bu tarzda birçok yemin olmasına rağmen bir tek burada bu yeminin büyüklüğüne dikkat çekilmiştir. Birazdan yakıtını tüketen yıldızların ölümünde ortaya çıkan müthiş sayısal değerleri göreceğiz. Evren'in en büyük sayısal değerlerinden bir kısmının yıldızların ölümünde ortaya çıkması ayette "Eğer bilirseniz, bu gerçekten büyük bir yemindir." denmesinin ne kadar anlamlı ve yerinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Fizikle uğraşan herkes Evrendeki en ilginç olaylardan birinin karadelikler olduğunu bilir. Büyük yıldızlar (Güneşimizin 3 katından daha büyükler) ömürlerini bir karadelik olarak tamamlarlar. Enerjilerini tüketen bu yıldızlar şiddetli bir şekilde büzüşür. çok küçük bir hacme bürünen dev yıldız müthiş bir yoğunluğa ve çekim gücüne sahiptir. Bu çekim gücü o kadar şiddetlidir ki saniyede 300 bin kilometre hızla hareket eden ışık bile bu çekim gücünden kurtulamaz ve karadelikler yakınlarından geçen ışığı bile yutar. Bu çekim gücü bir yıldızın kendi üstüne düşmesi (büzüşmesi) sonucu oluşur; fakat daha sonra birçok gezegen, birçok yıldız da bu şiddetli çekim alanına düşer. Yani karadelikler kendi dışındaki yıldızların da �düşme alanı�, sonu olmaktadır. Teleskopla görülemeyen karadeliklerin varlığı, çevredeki yıldızların maddesini anafor gibi kendi içlerine çekip X ışınları yaymalarından, civarlarındaki her ışını, yıldızı yutmalarından anlaşılabilir. Stephen Hawking'in en meşhur çalışmaları da karadelikler üzerine olanlardır. Stephen Hawking, Hawking Radyasyonu'nu bularak bir karadeliğin hem radyasyon yaymasının, hem de fiziğin enerji yasalarına uymasının mümkün olacağını keşfederek fizik bilimine büyük katkılarda bulunmuştur.
Yıldızların kendi içlerine çökmesiyle oluşan ve daha sonra diğer yıldızları da çekimleriyle içlerine düşüren müthiş çekim kuvvetine sahip karadelikler Vakıa Suresi'nin 75. ve 76. ayetleriyle tam bir uygunluk göstermektedirler. Kuran'ın indiği dönemde yıldızların sonu, yıldızların son bulup karadeliğe dönüşmeleri ve Evren'in fiziği açısından bunun önemi elbette ki bilinmiyordu. Yıldızların son bulurken karadeliğe dönüşmeleri de, tüm geçirdikleri aşamaları da çok enteresandır.
Yakıtlarını tüketen yıldızlar birden bire ölmezler, yıldızlar önce büyümeye, şişip kabarmaya başlar. önceleri 15 milyon derece olan sıcaklık yükselerek 100 milyon dereceye varır. Yıldız kırmızı dev veya süper dev olur. Bir süper devin kapladığı alan o kadar büyüktür ki 60 milyon taneden fazla Güneşi içine rahatlıkla alabilir.(Tüm bu sayıların büyüklüğü karadeliğin çekiminin büyüklüğü gibi Vakıa Suresi 76. ayette işaret edilen büyüklüğü çağrıştırmaktadır.)
Stephen Hawking, Hawking Radyasyonu'nu bularak karadelikler hakkındaki bilgimizin artmasını sağladı.
Koca kırmızı devlerin bazıları sıkışır ve bir cüce olur çıkar. Bu aşamadaki yıldız, beyaz cüce olur ve insan hacmindeki bir parçasının ağırlığı 10 milyon kiloya gelmektedir. Daha büyük yıldızlar ise nötron yıldızlarına (pulsarlara) dönüşürler. Nötron yıldızlarında madde çok daha yoğundur, burada bir çay kaşığı madde bir milyar ton gelmektedir. Evren'deki tüm bu müthiş gelişmeler her an yaşanırken, biz Dünya'mızda ne müthiş patlamalardan, ne olağanüstü çekimlerden, ne de yüksek ısılı kaynamalardan zarar görmeden yemek yeriz, uyuruz, spor yaparız, koşarız, sohbet ederiz... Kısacası yaşamaktayız, daha doğrusu yaşatılmaktayız. çok mükemmel bir şekilde ve çok ince hesaplarla...