Bu Blogda Ara

30 Mayıs 2008 Cuma

KÂBE’NİN ÖRTÜSÜ

Uçsuz bucaksız ve aklın erişemediği kâinatta, aydınlık, karanlıktan çok azdır. ziya, hava tabakasında görünür.
Dünyanın etrafında bulunan 80 km. hava tabakasının dışında bir öğle zamanı güneş varken çıkıldıkça yani “Stratosfer”de ziyâ yoktur, karanlıktır, hattâ aya giden astronotlar dünyadan ayrılıp hava tabakasını geçtikten sonra aya karanlıkta gitmişlerdir.
Bu en basit olarak sonsuz kâinatta karanlığın galip olduğunu ifade eder.
Kıyamet sûresinde:
“Göz kamaştığı, güneş tutulduğu, güneşin aya girdiği” âyetinde, güneş aydınlığın âlemi ve aydan milyonlarca defa büyük olduğu hâlde aya girmesi ki, ay karanlığının âlemidir.
Bu da karanlığın galip olduğunu ifade etmekle beraber bir gün Dünyanın sonu geleceğini de icazen bildirmektedir.

Şimdi şöyle bir sual sorsak; Geceleyin yıldızlar görünür, gündüz görünmezler.
Acaba yıldızlar kendilerini karanlıkta mı gösteriyorlar, yoksa biz onları karanlıkta mı görüyoruz?
Bu suale cevap vermek güç ve aynı zamanda kolaydır.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere, gündüzün hava tabakasının dışına çıktığımızda karanlık olduğunu söyledik.
O zaman yıldızlan yine görürüz.
Yukarıda bahsettiğimiz ve akla uygun gelip kavradığımız bu sözler ilmî ve fennîdir.
Şimdi mânevî bakımdan ALLAH’ın “ES SETTÂR” Esması vardır.
Yine bir hadis-i kudsîde :
“Gece vakti benden “El DEYYÂN” olan esmanın tecellîsinden isteyin vereyim!” buyurur.
İnd-i ilahide “ALLAH nezdinde” karanlığın büyük kıymet ve yaratılış sevgi ve hakkı vardır.
İslâmda “Es-SETTÂR” Esmasına hürmeten karanlığa önem verilmiştir.
Resûlü Ekrem’e gece namazı farzdır.
Kur’ân-ı Kerim gece inzal olmaya başlamıştır ki, kadir gecesidir.
Bundan dolayı Cenab-ı ALLAH’ın huzuruna Kâbe’ye dönerek girdiğimiz için, karanlığın kıymetine hürmeten, Kâbe örtüsü de siyah olarak sonradan şekillendirilmiş ve bu sûretle SETTÂR’ın kıymeti ifade edilmiştir,
Cebrail,Hira dağında gece vakti Resûl’ü Ekrem’e görünmüş ve ilk âyeti tebliğ etmiştir.
Resûl’ü Ekrem zamanında Kâbe’de siyah bir örtü olduğuna dair hiç bir rivâyet yoktur.
Sonradan, taştan yapılmış olan Kâbe’yi siyah ile örtüp, tası görmeden sonsuz karanlığı insan ruhu seyahat etsin diye, siyah örtülmüştür.
Mi’rac gece vâki’ olmuştur.
Gündüz değildir.
Gece mânevî âleme dalmak ve İlâhî pırıltıları görüp ruha “hoşluk” verdiği için, Kâbe’de buna sembol olarak siyah örtü ile örtülmüştür.
Bu örtünün ilk defa Resûlullah ceseden dünyadan ayrıldıktan ne kadar sonra, örtünün yapıldığını bilemiyoruz.
ALLAHu Âlem bunu yaptıran veya tertipleten, kendi akıl ve düşüncesiyle yapmamıştır.
Herhangi bir İlham-i Rabbanî ile bunu yaptırmıştır.
O hâlde Kâbe’nin Örtüsünün niye siyah olduğu sualine; bir kimseye, senin gözün niye siyah, yahut kahverengi gibi sual sormaya benzer.
Alınacak cevap sualin cevabı olmasa da insanı düşünce ile başını öne eğdirmeye kâfi geldiğinden, biz de Kâbe örtüsünün siyah olduğunu söyleyebiliriz.
Bana kalırsa bu İslama sorulacak sual değildir.


فَإِذَا بَرِقَ الْبَصَرُ
وَخَسَفَ الْقَمَرُ
وَجُمِعَ الشَّمْسُ وَالْقَمَرُ

“Feiza berikalbesaru. Ve hasefelkameru. Ve cumi'aşşemsu velkameru. : İşte, göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay biraraya getirildiği zaman!” (kıyâmet 75/7-9)

Rabbanî : (Rabbaniye) Rabbe âit. Cenab-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî. * Ârif-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim.

29 Mayıs 2008 Perşembe

Harflerin Sırrı


“Herkes laftan anlar , insan odur ki rumuzdan anlaya”

Harflerin Sırrı

İnsan esma’dan esma harflerden mürekkeptir.Kelimelerin ruhu harflerdir.Bir dilin irfani mi yoksa dünyevi mi olduğunu kelimelerinin içinde barındırdığı harflere bakarak anlayabilirsiniz . Harfler tek başlarına ayetlerdir (bknz hurufu mukatta) ancak idraki dar insanın ayetleri anlayabilmesi için harfler kelimelere dönüştürülmüştür. Kelimelerden cümleler kurar , cümlelerden paragraflar örer , paragraflardan uzun, uzun yazılar inşa eder anlatmaya çalışırız .Halbuki insan rumuzdan anlayana denir .Az kelimeyle çok şey anlatmaya şiir denir. Mecazdan anlayana bilgili kişi, alegoriden anlayana arif kişi denir.Az söz söylemek dilin zekatı , az kelime kullanarak çok şey anlatmak yazarlığın şanındandır.Bu anlamda Osmanlı yazı dilinin harekesiz oluşu onun irfani bir çaba içinde oluşunun göstergesidir.

Harfler sırdır . Sırrı ifşa eden S harfinin eSrarını kelimelerin ormanında harflerin peşine düşerek bulabilirSiniz. S hangi harfin içine girmiş ise Sır olmuştur , eSrar olmuştur , efSun olmuştur . Mesela gizem ve Sırrın öz akrabalığı yoktur : inSan gizlemek ister halbuki toprak çömleklerin üzerine çekilen cilaya verilen Sır ismi gibi, Sır açığa çıkarılması istenen beklenen bir şeydir . Açıktadır ancak herkeS göremediği için Sır olmuştur.Ş gösteriŞ’in remzidir. İçinde yer aldığı kelime ulvi olsun süfli olsun göz kamaŞtırır , Bütün bakıŞları üzerine çeker.İçinde Ş harfi olan bir tane iddiasız kelime bulamazsınız . GüneŞ, ateŞ, aŞk, Şehvet , Şevk , nakıŞ, Şhov, Şehit.Oysa bu kelimelerin benzerleri yakın akrabası sayılan diğerlerine baktığımızda daha Sade , daha Sakin bir hal görürüz. Yukarıdaki Ş li kelimelerin S li benzerlerine bakalım isterseniz. AteŞ ten yükselen ıSı , aŞk ile atışan Sevgi, Şehvetle at koşturan köSnü, Şevk ile yola düşen iStek , nakıŞ ile göz okşayan deSen , Şhov ile sahne alan göSteri ne kadar da Sönük kalıyor Ş nin yanında

AŞk ile ateŞin kızı , Şah ile Şeytanın arkadaŞı : Ş.Bir kelimelin önünde yürüdüğü zaman ona Şekil verir ,kelimenin ortasında yer alırsa esası teŞkil eder, kelimenin ayak ucunda bile dursa onu baŞ yapar.

İçinde Ş harfi olmayınca Şah olmaz hiçbir kelime. Ş insanı tanımlayınca insana Şahsiyet verir onu , Ş Şah yapar, Şeyh yapar, Şövalye yapar, Şakir yapar, Şakirt yapar, Şehsuvar eder . Şerefli yapar, Şeytanla iŞbirliğine girer Şaki yapar, Şırfıntı yapar, Şempanze yapar, Şirret yapar, Şerefsiz yapar .

Yakıcıdır; GüneŞ ten alır ateŞini.GüneŞ, ateŞ, Şems, Şahap hep ş ile ıŞıldar.

S Sırları barındırır karnında.Ş nin yanında Sönük kalır ama bir nevi ş’nin akıllı kardeşidir. Aşık olmak yerine Sevmeyi Şüphe etmek yerine Sorgulamayı , teŞhir yerine sergilemeyi Salık verir. TaSnif eder , Soru sorar , Sorgular , Şekillendirmez belki ama sonuçlandırır.

Geveze ve bilge harfler vardır.Türkçede sesli harf dediğimiz A,E,I,İ gibi harfler çok konuşup az söyleyen harflerdendir.Zurnaya , Kavala ses veren nefestir ancak boşluğa üflediğin nefesten ancak tıs sesi alırsın.Sesli harf dediğimiz harflerin bir kısmı bilge bir kısmı yönetici bir kısmı savaşçı mahiyettedir.İttifaklar kurunca farklı kombinasyonlar farklı karakterler ortaya koyarlar ,yükselen burcun ,burçlar üzerindeki etkisi gibi , kaymaklı kadayıf gibi

Yönetici harflerden birisi V dir.Ama baŞ olmaya Şah olmaya talip değildir o. Vasi olur , padiŞah’a akıl veren Vezir olur , Vali olur , Vekil olur ama asil olmaz. Valide olur ama Baba olmaz .Oysa diğer bir yönetici harf B bakan olur amma BaşBakan da olur, Bey olur Buyruk verir , Baş olur emir verir , Baba olur devlet ile özdeşleştirilir.

Hülasa harfler sırdır.Yukarıda ifade ettiğim düşüncelerimin bilimsel bir mahiyeti yoktur . İstatistiklerle , nicel gözlemlerle desteklenmemiştir.Modern hurifiliğin temelini atmak gibi bir niyete de sahip değilim.Ancak uzunca bir süredir harflerin kendi başına manası olduğu , tek başına konuştuğuna dair bir inanca sahibim.Harfler sırdır. Sırrına ulaştır ya Rabbim

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Kadir Suresi Yorumu


Bu Sûre, Bedir harbi günü (17 Ramazan) sabah namazından sonra inzal oldu.
Bilindiği gibi inzâl: Âlem-i gaybdan şühuda çıkma demektir.

Bismillahirrahmanirrahim

Ayet1: Elhak, biz onu kadir gecesi indirdik.

Ayet2 : Ne bildirir ki sana Kadir gecesi?

Ayet3 : Kadir Gecesi bin aydan hayırlıdır.

Ayet4 : Melâike ve ruh peyderpey iner onda, Rablerinin izniyle her bir emirde (bir hikmetle).

Ayet5 : O (gece) tan ağarana kadar, bir selâmdır.

Ayet 1: Bu ayet, Kur’an’ın şanını ve yüceliğini anlatmaktadır.
Ayetin normal edebi üslûpda “innenâ” diye başlaması düşünülürken, “inna” diye başlaması, olayın şiddet ve keskinliğini beyan eder.

“Biz onu en kutsal gecede indirdik (Kadir Gecesi)” vurgulanırken: Kur’an indirilişinin, evren sırlarını açıklamak anlamına geldiğini ve o anda, evrenin gayb perdesinin aralandığını anlatmak için, Allah sûreye başlarken çok şiddetli ve kesin bir emirle başlıyor.
“Biz indirdik (inzal ettik) onu”. “Hu” emrinde bu mutlak hüküm, “Hu” kelimesinde Kur’an’ın benzersizliğini beyan etmektedir. “Hu” bir ilahi esmadır. Ve burada Kur’an’ı anlatır. İşte bu esma sırrı içinde vahdet ve benzersizliği ifade etmektedir.
“Kadir Gecesi” tanımına gelince “Kadir” kelimesi üç ayrı mâna ifade eder:

a) Kader ve Hüküm: Bu manaya göre, evrenin kader sırlarının açıldığı gecedir.
b) Azamet ve Kudret: Bu manaya göre azamet ve şeref gecesi demektir.
c) Tazyik : Bu manaya göre, kudret-i İlahinin evrene intikalindeki hikmetler gecesi demektir.
“Kadir gecesi” tanımında bu üç mana da bir aradadır. Zira sûrede “Kadir Gecesi” üç kez üst üste geçmektedir.


İnzâl: Âlem-i gaybın, şühuda intikal etmesi demek olduğuna göre; bu gece, gaybın aralandığı gecedir.

Ayet 2: “Ne bildirir ki sana kadir gecesi?”
Kur’an’da bu tarz bilinmez kavramları açıklayan bir çok âyetler vardır.
Allah ’ın bu tarz emirlerinde ortak bir tanımı vardır: “….Ne olduğunu kim bildirebilir?” Şeklinde gelen âyetlerde temel vasıf: Bu konu ilmen bilinemez, demektir.
Kadir gecesinin ilmen bilinmezliği yanında; bize, anlayabileceğimiz ölçüde tanımını 3,4,5. ayetler yapacaktır.
Buna rağmen kadir gecesi gayb âleminin bilinmezlik sırrını taşıdığından, zâhirde
Kat’iyen kavranamaz, ancak kalben, enfüsde hissedilir.

Ayet:3 “Kadir Gecesi bin(1000) aydan hayırlıdır.” Kadir gecesinin bilinmezliğini anlatan ayet; yani üçüncü ayet, şühud âleminden bir örnekle tanıma başlıyor:

“O gece, bin aydan hayırlıdır.” Bu misalin yorumuna gelince.

a) Bir mü’minin gönülden hamd niyazı 1000 aylık zahiri ibadetten hayırlıdır.
b) Kesin olduğu bütün tefsircilerce kabul edilen bir hadise göre: Efendimiz, rüyalarında Emeviler’in minbere tırmandıklarını görmüş ve çok müteessir olmuştu. Bu rüyadan sonra Sûre-i Kevser ve Sûre-i Kadir nazil oldu.
Hz. Ali Kadir gecesi şehid edildi. Emeviler’in zahiri saltanatları ise 83 sene 4 ay; yani bin ay sürdü.
Kevser Sûresi’nde Emevi soyunun ebder olduğu; Kadir Sûresi’nde ise Emeviler’in 1000 ay sonra yıkılacakları dile geliyordu.
Hadislerin toplandığı yıllarda, siyasi otorite Emeviler’in elinde olmasına rağmen, bu hadisin yazılmasına karşı çıkmadılar. Kendilerinde az da olsa bir hayra nisbet kurdular. Bu konuda ayrıntılı bilgi isteyenler Tirmizi, Tebarani, Delâilde Beyheki gibi kaynaklara ve Elmalılı merhum Hamdi Efendinin tefsirinde 5972. Sayfaya başvurabilirler.
İşte Horasanlı Ebâ Muslim, Kur’an’ın bu mucizesine inanarak Emeviler’, 30-40 kişilk askeri ile yerle bir etmiştir.
c) Efendimiz bir emrinde : “Bin yıl zahiri feyz yağsa, Fâtiha ’nın sırrı ondan daha hayırlıdır.” buyurmuştur.
d) Bin ay, normal melek zaman saatinde (4.ayete kıyasla) bir gecedir ve bu gece; kadir gecesi, gayb zaman saatinin dünyada işleyiverdiği bir mucize zaman genleşmesidir.
e) Kalbe, gayb dan bir hikmet gelince bin yıllık terakki olur.
f) Bin ay, yaklaşık olarak uzun bir ömrü temsil eder. Bu âyet buyurmaktadır ki: Bu gecede alacağınız gerçek bir kalb feyzi, ömrümüzün tümünden daha hayırlıdır.

Ayet 4: “Melekler ve ruh kesiksiz ve devamlı inerler….”
Henüz Adem’in bedeni yaratılmadığı devirlerde: meleklerde, arza inmek, onu ziyaret etmek hevesi vardı. Sık sık arza inerlerdi. Bu duygu, meleklerin Efendimize karşı ezelde duydukları iştiyaktan doğmaktadır. İnsanların yeryüzüne gelmesinden sonra meleklere genelde bu ziyaretler yasaklandı. Kadir Gecesi Kur’an ’ın inzâli sebebiyle yılda bir gün ruhlarla birlikte melekler arza inerek, Hz. Muhammed (S.A.V) sofrasında bu ilâhi ziyafete katılırlar (Kadir Gecesi şenliği).

Ayetin son cümlesi melek ve ruhun kesiksiz arza intikalini bir forma bağlamıştır.
“Min külli emrin (her emirden) burada “min” atfı, bağlantı kabul edilirse, o zaman âyetteki mâna :
“O Kadir Gecesi Melek ve ruh aldıkları emrin uygulamasına (uygulaması için) Allah’ın emriyle inerler” demektir.
“Min” eki emre atıf ise, o zaman âyetin mânası:
“O gece melek ve ruh her emirden izinle inerler” demektir.
Adem’e secde emri gibi; İlahi emirle inerler demektir. Zira ilâhi tecelli, kalb-i Muhammedi (S.A.V) ‘ye inince, secde emri doğar ve böylece ruh ve melekler, bin gecelik bu intikali bir gecede yaparak büyük bir ilahi tecelli sergiler.
Burada önemli bir nokta ruhun intikalidir. Gerçi bazı yorumcular, “ruh” dan muradın Cebrâil olduğunu savunmuşlardır. Ancak Cebrâil de bir melektir. Ve melek kavramı içindedir. Bazı âyetlerde tek başına ruh geçince Cebrâil’in kasdedildiği olmuştur. Ancak “Melek ve Ruh” kavramında elbette Cebrâil olarak ayrı tanım söz konusu değildir.
Ruhların arza intikali ancak bir ilahi emirle mümkündür. Emr âleminden izin çıkmadan ruh arza intikal edemez.
Bu intikal de sırr-ı Muhammedi (.S.A.V) hikmeti içindedir. Velilerin ruhları, şehidlerin ruhları Efendimize hizmet için arza emr-i ilâhi ile intikal edebilir.
Bu genel kuralın dışında, ölenlerin ruhu emr âlemine intikal eder. Ve arza dönemezler. Ruh çağırma şaşkınlığında olanlar bu hikmeti bilmediklerinden şaşkın maceralar peşindedirler.

Ayet 5: “Ta fecrin tulûuna kadar (tan görülene dek)…”

Bu ayette birinci bölüm Kadir Gecesinin süresini simgeler ki: Arzın dönüşü göz önüne alınırsa; Kadir Gecesi 24 saat sürer. Ve Mekke boylamında başlayarak batıya doğru intikal ede ede sürer ve yine Mekke’de sonlanır.

Ayetin ikinci bölümü
“Fecrin tulûuna kadar bir selamdır” ibaresindeki “selam” kelimesidir.
Selâm-ı ilâhi: ilâhi bir ilgi, bir cereyandır:
a) Zahir, yani gündüz başlayınca çokluk yansır ki; gayb âleminin sırrı perde arakasına çekilir.
b) İslam Güneşi 27 Ramazanda doğmuştur. Bu, tüm insanlığa büyük rahmet ve selamdır. Bu gece yalnız arzda değil, ruhların ve meleklerin intikali dolayısıyla tüm evrenedir. Tüm evrende bir bayram, ilahi bir şenliktir.
c) Her ferdin ruhunun, kalbine tazyik ederek ilâhi hikmeti sezdiği gecedir. Gönülde imân ışığı yanana kadar sürer.
d) Kur’an, gönüllere ilâhi selâmın, Allah cereyanının sırrını yansıtan bir hikmettir. Onun ihtişarı, gaybın açılıp, gerçeklerin Allah emri ile dünyaya sergilenmesini temsil eder.
e) İşte böylece Allah, kadir gecesi dolayısıyla, Kur’an’ın intişarının ve Efendimizn sırrının ilmen bilinemeyeceğini bildirdikten sonra, o sırdan ehline perde perde gerçekleri açıklamıştır.
Şimdi bir noktaya dikkatinizi çekiyorum. Önce Allah, Alak Sûresinde Kur’an’ın ilk intişarını bildirmiş; sonra bu sûre ile Kadir Sûresi’nin ne denli bir evren sırrı taşıdığını Kadir Sûresi ile açıklamıştır.
Alak ve Kadir Sûreleri’ni birlikte sezmeye çalışırsak: Evrendeki büyük hikmetin Alak (ilgi ve câzibe) ile başladığını ve gayb âleminin billurlaştığını anlıyoruz.
Ve Kur’an bu temel hikmetin anahtarıdır.

Denizler kaynayıp tutuşunca

TEKVİR SURESİ 4. âyette bildirilen ilgilerin terk edilmesinin bir sonucu denizlerde müşahade edilecektir. Manyetik şok moleküler ilgiyi yok ettiği için denizlerin temel yapısı olan oksijen ve hidrojen önce birbirinden ayrılacak sonra ise yeniden birleşecek böylece denizlerde şiddetli bir yangın çıkacaktır. Manyetik şokun çok büyük bir özelliği etkisinin nabız gibi azalıp çoğalmasıdır. Denirlerdeki olaylar bu özellikten gelişir. Şiddetli bir rüzgâr gibi gelen manyetik şok, bir anda oksijen ve hidrojeni ayırır. Sonra bilimsel tanımı ile sinizoidial bir safha gelerek etkisini en aza indirir. İşte o sırada oksijen ve hidrojen yeniden birleşme imkânı bularak denizlerde yangın çıkarır. Bu gerçeği âyet ifade ederken hem kaynayacak hem yanacak anlamına gelen Tescir-i bihar kelimesini kullanmıştır.

Nefisler çiftleşince
Nefs kelimesi genelde iki anlam ifade eder. Hem kişiler hem de ruhun negatifi diye ifade ettiğimiz insan yapısının özel bir sırrı olan nefs. Burada nefsin ifade ettiği mânâ daha çok ikinci mânâsıdır. Yani tasavvufta bildiğimiz nefistir. İnsan yaşarken nefsi bir zar gibi ruhunun alt kısmını sarar. Ruhun beden yapısıyla ilgisini temin eder. İnsan ölünce ruh emr âlemine çekilir, yalnız bu noktada zara benzettiğimiz nefs, tek başına kalır ve kıyameti bekler. Haşr sırasında bu nefs ve beden vardır. Manyetik şokun etkisiyle nefs adeta ruhla arasında şiddetli bir cazibeye tabiî olur ve ruh yeniden gelip bedenle birleşir. İşte nefsin çiftleşmesi olayı budur. Burada çok ince bir hikmet vardır. Denizin suyundan dağlara, yıldızların solgunluğundan zamanın emilmesine kadar bütün maddesel yapılar ilgilerini kaybederken, acaba neden nefs her şeyin ayrılıp dağıldığı bir ortamda bir birleşme kabiliyeti kazanıyor?

Çünkü nefs ve ruh madde değildir. Madde yapısının özelliği olan 4 boyuta da mahkum değildir. Her ikisi de çok daha üst boyutlarda yaşayabilecek varlıklardır.

Bundan dolayıdır ki, her şeyin dağılıp yokluğa gittiği bir ortamda nefs birleşerek yeni bir dirilik kazanmaktadır. İşin çok daha önemlisi nefis ve ruhun birleşmesi fizikî açıdan öylesine sağlam bir yapı meydana getirir ki, bu yapıya takılabilen her şey bir tarz ölümsüzlük kazanır. Ve biz kıyamette zamanın bile yok olduğu bir ortamda dirilince eğer bu 7. ayetin hükmü olmasaydı parçalanır, dağılır giderdik. Halbuki ilahî hikmet dirilen insanı başka boyutlarda yeni bir hayata sevk edecektir. Bunun ilk şartı ise Tezvic-i nüfustur yani nefislerin birleştirilmesidir. İste konuyla bir alakası yokmuş gibi görünen 8 ve 9. âyetler bu gerçeğe çok ilginç bir açıklama getirmektedir.

HACER’ÜL ESVED SÜVAD/SİYAH VE SIRLAR...

HACER’ÜL ESVED, Semavi bir taştır. İlmi olarak izah etmek icab ederse semavattaki herhangi bir yıldızdan kopan bir parçanın arza düşmesidir. “HACER’ÜL ESVED’İN sırrını gizlemek için cennet geldiği söylenmiştir. BELKİ DE HANGİ YILDIZDAN DÜŞTÜĞÜ MALUMDUR? SIRRINI VE YILDIZI GİZLEMEK İÇİN Mİ CENNETTEN GELDİĞİ SÖYLENMİŞTİR!.. ALLAH RESULÜNÜN Bu taşa kıymet vermesi bambaşka bir sırdır!.. CENABI- HAKK kelamında, yıldızlara ve mevkilerine KASEM EDERİM buyuruyor... CENABI HAKK, kelamında/ KURAN’DA YILDIZLAR’IN, GÜNEŞ’İN, AY’IN BİR PLAN DAHİLİNDE AKLIN ALMAYACAĞI BİR HESAPLA DEVRİNE KASEM EDERKEN, İSMEN HANGİ YILDIZ’IN RABBİ OLDUĞUNA VURGU YAPIYOR?.. VAKTİ ZAMANINDA “HUZA’A KABİLESİNİN” TAPINDIĞI BU YILDIZ hangi yıldız?.. EN-NECM 49: GERÇEKTEN Şİ’RA YILDIZININ RABBİ O... EN- NECM 9: İKİ YAY ARALIĞI KADAR YAHUT DAHA AZ OLDU?.. Yukarıdaki ayette Peygamber Efendimizle Cebrail Aleyhisselam arasında ki ilk vahiy trafiğini anlatılırken aynı zamanda iki yıldızın arasındaki fizik ve metafizik trafikte anlatılmıştır... Zira Bugünkü Astronomi literatüründe SİRUUS A ve SİRUUS B olarak isimlendirilen ve keşfi yakın dönemde mümkün olan oysa peygamberler ve bir takım uygarlıklar tarafından pek önceleri bilinen bu YILDIZLAR BİRBİRLERİ ETRAFINDA BİR ÇİFT YAY ÇİZEREK DOLAŞIRLAR Kİ BUNUN SÜRESİ; 49. 9 YILDIR. Şİ’RA (SİRİUS A-B) NECM SURESİ 49. AYET İKİ YAY : NECM SURESİ 9. AYET Hacer’ül Esved asırlardan beri tavafta öpülüyor. Sağ el işaret parmağıyla da mesh edilir. Hacer’ül Esved kelimesinin manası “SİYAH TAŞTIR” ANCAK HAKİKATTEKİ İNCE MANASI VE ANLAMI TERCÜME EDİLEMEZ... HACER’ÜL ESVED İSMİ HASTIR DÜNYA YÜZÜNDE TEKTİR. BİR TANESİ DAHA YOKTUR. Hac Mevsimi HACER’ÜL ESVED’İN Dünya’ya düştüğü güne tesadüf eder. Bu taş Allah’ın kasem ettiği bir yıldızdan CUMA GÜNÜ SABAHA KARŞI düşmüştür. ONUN İÇİN HAC CUMA GÜNÜNE TESADÜF EDERSE HACCÜL EKBER olur... BİR GÜN KAYBOLDUĞU ZAMAN NE OLACAK?.. KIYAMET!!! SÜVAD/SİYAH HACER’ÜL ESVED Bilenler bilir ki (!) 7 UYURLAR/ASHAB-I KEHF’İN KÖPEĞİ KUZGUNİ SİYAHTIR... Karanlığı siyah renk temsil eder KA’BE’nin örtüsü siyahtır. Hakiki sarık siyahtır. Hakiki toprak rengi siyahtır. Lekesiz siyah kedi hırsı olmaz Lekesiz siyah tavuk, kesilmezse iyi olur. Yumurtasının yalnız sarısı yenir. Lekesiz siyah horoz ki çok nadirdir, kesilmemesi iyi olur... Siyah saç Siyah göz Siyah elbise Siyah gül ise çok enderdir... MATEM RENGİ SİYAH DEĞİLDİR, HATADIR.. MAZBUT ŞEMAİL KİTAPLARINA GÖRE: Başta Efendimiz ve (sav) Hz. Ali, Hz. Fatıma yani EHL- İ BEYT’in büyükleri ve Peygamberlerin ekserisi olmak üzere; Abdulkadir Geylani Ahmet Rufai Bahaeddin Nakşibendi Hacı Bayram Veli Hacı Şabanı Veli Hacı Bektaşi Veli Ahmet Yesevi Beyazıt Bestami Dıssuki Aziz Mahmud Hüdai Ümmi Sinan Muhidddin Arabi... Gibi büyük velilerin ekserisi siyah saç ve siyah veya siyaha yakın göz rengine sahiptirler...

EBUBEKR ŞATRİ: İNFİTAR SURESİ


İNFİTAR SURESİ

NAMAZIN SIRLARI

Şüphesiz mirac olan namazı anlamak için önce kâinatın en yücesi Efendimizin sırrını, yani mîracı bilmek gerekir. Ne yazık ki Kur'an'ın pek açık hükümlerine rağmen, mîrac pek çok kitaplarda yanlış ve eksik tanıtılmıştır. Bu yüzden bir çok kimse, mîracı ya inkâr etmekte, ya da anlamadan usûlen inanır görünmektedir.

Halbuki mîrac kavramı anlaşılmadıkça, ne evrenler, ne insan ne de Kur'an anlaşılabilir. Bilimin ve duygunun bütün gücünü kullanarak miracı tanırsak; evrende insanın yerini ve Efendimizin akıl almaz sırrını öğrenmiş oluruz. Kur'an mîracın temel ilkelerini âyetler içerisinde çok net şekilde vermiş, ancak ehli olmayana karşı da Kur'an'ın zarif hikmeti içinde gizlemiştir.

Mîrac, Efendimizin çeşitli intikaller sentezi içinde Allah'ı seyretme olayıdır. Kelime olarak perde perde intikal, ya da adım adım ulaşma anlamına gelir. Mîracın bizzat kelime manası bile mîrac olayının temelini iyi şekilde kavramaya yardımcıdır.

Mîracı anlamaktaki en büyük güçlük Allah'ı görme tanımındaki çıkmazlardır. Zihinlerimiz görmeyi hep şekillerle kıyasladığı için; Allah'ı görme denildiği zaman, olayla ilgisi olmayan bir takım şekillendirmeler tasavvur ediyoruz. Bu yüzden de bir çok din bilginleri asırlar boyu; “Allah görülür-görülmez" kavgası etmişlerdir. Biz mîracı açıklamadan önce, evvela, Allah'ı görme kavramını sağlıklı bir şekilde anlatacağız.

Allah kendini Kur'an'da tarif ederken:

"Hem zahir (açık ve yüzeyde) hem bâtın (derinde ve gizli) dır" buyurmaktadır. Yine hepimiz, Allah'ın zaman ve mekânların yaratıcısı olarak bu iki kavramdan ötede olduğunu çok iyi bilmekteyiz. Var olan âlemlerin her noktasında, ilâhi sıfatların her an tecelli ettiği yine ilmin vazgeçilmez ilkesidir.

İşte mîracı kavramak için ewela bu temel kurallar çerçevesinde Allah'ı seyretmenin ne anlam taşıdığını bilmemiz gerekir. Elbette Cenab-ı Hakk'ın güzelliğini seyretmek, O'nun varlığını sezmek, hem evrenin sonsuz mesafelerinde, hem de mesafelerin küçülüp yok olacak kadar ufaldığı mekânlar âleminde mümkündür.

Necm Sûresi'nde mîrac konusunda çok temel olan kurallar net olarak açıklanmıştır:

1) Mîrac, hayalde, tasavvurda olan bir olay değildir. Aksine bedenle birlikte bütünümüzün evrenlere ilâhi bir intikalidir. Allah bu inceliği anlatmak için miracı Mescid-i Aksâ'dan, yani, Kudüs'ten başlatmıştır. Eğer mîrac tasavvurda olan duygusal bir olay olsaydı; Mekke'den başlardı. Halbuki mîraçta Efendimiz önce Mekke'den Kudüs'e intikal etmiş, bu olay maddesel fazda bir kaç saniye devam etmiştir.

2) Mîrac olayı Kudüs'ten Sidre-i Müntehâ 'ya kadar zamanı aşan bir sürat içinde ceryan etmiş: Efendimiz maddesel evrenin tüm katlarına intikal etmiştir. Madde ötesinde olan âlemler, mesele melekut âlemi, ledün âlemi, ruhlar âlemi gibi evrenin diğer mekânları da aynı tarzda süratli intikaller halinde, Efendimiz tarafından önce sezilmiş, sonra intikal edilmiş, sonra da yaşanmıştır.

3) Bundan sonraki intikaller ifade tarzının erişemediği hikmetlerdir. Mîrac, ka'be kavseyn'in sırrı içinde yukarıda izahını yaptığımız tarzda: bütün âlemlerin seyri, yaşanması ve görünmesi tarzında yürümüştür. Mîracın tümünde zaman birimi ise, Mekke - Kudüs intikalindeki bir kaç saniye dışında zaman ötesinde ceryan etmiştir. Çünkü Efendimiz mîractan döndüğünde henüz yatağı soğumamıştır.

Efendimizin mîracında mânevi hikmetler bizzat isminde gizli olan sırlardır (Muhammed Mustafa):

a) Efendimizin nefsi, Mustafa (arınmış) sırrı ile kulluğun ufuk noktasına erişmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak Efendimize mîraçta:

— Habibim bana ne getirdin? Diye sorduğunda:

— Yârabbi sana sende olmayan bir hediye getirdim. Bu, azametli yüceliğinde bulunmayan tek şeydir, niyazında bulundu.

Cenab-ı Hakk'ın sonsuz saltanatı içinde bulunmayan tek şey Efendimiz tarafından Cenab-ı Hakk'a sunuldu:

— Yârabbi ben sana sende olmayan yokluğu getirdim. Bu benim nefsimdir, diye niyaz etti.

b) Efendimizin gönlü ilâhi hamdle (Muhammed sırrı) öylesine dolmuştu ki: Allah'ın tüm güzellikleri, evrendeki ihtişamı, bu hamd sırasında Kalb-i Muhammedi'ye yansımış; âdeta evrenin bir kopyası Efendimizin gönlüne intikal etmişti. İşte nefsin ideal arınması ile gönüldeki sonsuz hamd birleşince, Efendimizin mîrac mucizesi bir sentez gibi otomatikman zuhur etti. Böylece Efendimiz, ilâhi güzelliği sonsuz âlemlerde hem makrokozmosda hem mikrokozmosda seyretti. Bu seyir sidre-i müntehâ'dan sonra bütün âlemleri yeni intikallerle katlayarak devam etti. Allah'ın Efendimize özellikle lütfettiği bu müthiş olay; hem insanın gerçek mânasını, hem de Cenab-ı Hakk'ın yarattığı varlıklarda seyrettiği güzelliğin sentezini sergiliyordu.

Mîrac daha derindeki sırrını anlayabilmek için, ezelde sergilenen elest meclisindeki hikmetleri kavramaya ihtiyaç vardır. Daha ilerde mîracı bir başka yönden; elest meclisi açısından dile getirmeye çalışacağım.

Efendimiz mîractan sonra elfakri fahri (yokluğumla iftihar ederim) hadisi kudsîsini emir buyurdu. İşte bu yüce söz mîrac hadisesindeki yokluk sırrını dile getirmektedir.

Namazda okuduğumuz et-Tahiyyâtü'nün gerçek sırrı mîrac sırasında Efendimizle Cenab-ı Hak arasındaki iletişimdedir. Bütün hadisler içerisinde bu Tahiyyat hadisi çok ayrı bir özellik arz eder. Şöyle ki: Tüm hadisler, bizler için ilâhi hikmetle kalb-i Muhammedi'den zuhur ettiği halde, Tahiyyat hadisi bizzat huzur-u ilâhide zuhur etmiştir. Nakli ise sıra ile Hz. Hatice annemizden Fâtıma annemize oradan

Hz. Ali efendimizedir. Namazın farz olması bizzat bu hadisin sırrı içindedir. Şimdi Tahiyyat hadisini mîracla zuhur eden haliyle inceleyelim:

1) et- Tahiyyâtü lillahi: Senâ, selam ve merhaba sana ey yüce Allahım!

Ve's-salevâtü: Niyaz, dua, yalvarış sana ey yüce Allahım!

Ve't-tayyibât: Arınmışlığın ve güzelliğin en hoşusun. Senden güzel, senden hoş ve arınmış olamaz.

2) es-Selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtüh: Bu selâm, rahmetim ve bereketim ilâvesiyle senin üzerine olsun ey sevgili Peygamberimiz!

Cenab-ı Hakk'ın Efendimize bu iltifatı ile birlikte, gönlündeki dileğini istemesi üzerine, Efendimiz:

3) es-Selâmü aleynâ ve lâ ibâdillahi's-sâlihin: rabbi! Bu selâm bizim ve salih kullarının üzerine de olsun.

İşte, Efendimizin bu isteği üzerine: Allah, "0 halde namaz kılsınlar" buyurdu. Demek ki. Efendimizin mîracta görmek istediği has ümmet için, Allah:"Mirac onlar için ancak namazda arınarak yücelmekle mümkündür" emrini buyurmuştur.

Bu gerçekler nedeni ile namaz motifi enfüs (iç ve özdeki) mânasıyla mîracı temsil etmektedir.

Miraç olan namazı anlatmadan önce; Efendimizin mîracının bir kez daha özetini yapalım. Mîrac, Efendimizin çeşitli intikaller sonucu Allah'ı seyridir.

Kalb-i Muhammed (Mustafa (S.A.V.) sırrı ile arınıp, Hamd sırrı ile ilâhi aşkın hasret sınırını aşınca Allah sevgili habibine boyutlarını ve mekanların açıverdi. İntikaller üç fazda gelişti:

a) Dünya üzerindeki ilk intikal: Mekke'den Kudüs'edir.

b) ikinci intikal: Kudüs'ten madde âleminin ve varlıkların sınırı olan Sidre'ye (Sidre-i münteha'ya) intikaldir.

c) Sidre'nin ötesinde, tüm mesafelerin hem başladığı hem bittiği noktadan âlemlerin tümüne intikal de mîracın son intikal fazıdır.

Miraç namazı, Efendimizin miraçta niyazı yüzü suyu hürmetine, gerçek kulun ilâhi tecelliye kavuşmasıdır. Kulun gerçek namazındaki arınma derinleştikçe: hamd, aşk ve sevgiye döndükçe, derece derece. mîraç namazı tahakkuk eder. Bu namazların her biri birbirinden daha güzele giden biçimdedir. Ancak Efendimizin himmet ve niyazına bağlı olduğu için ona nisbetle vardır. Kul ne kadar yücelse de hiç bir zaman fahr-i kâinat olamayacağı için mîrac olan namaz bir yaklaşımlar demetidir.

1) İlk tekbir: Dünyayı haram kılan hu tekbirden sonra, gerçekten iman eden nefs, huzur-u indinde ilk intikalini yapar. Ellerini çevirdiği kıbleye ışınlanır:

2) Sübhâneke: Mîrac namazında Sübhâneke, Mustafa (S.A.V.) sırrında yok olmak, arınmak içindir. Bu nedenle, arınan insan, Efendimizin Mustafa (S.A.V.) sırrından bir ışık alır ve Sübhâneke'nin sırrına erer:

"Allahım! Seni her sıfat ve isim ötesinde tesbih ve tenzih ederim. Senin lütfunda sana hamd ederim" Bu okuyuş, nefs ve gönlün müşterek niyazıdır. Yeni kuşaklar için tenzih ve tesbih kavranması güç anlamlardır.

Tenzih: Bir şeyi zihin ve düşünceden daha ötelerde tasavvur etme demektir.

Tesbih: Yine bir kavramı, duygulardan ötede hissetme cabasıdır. Böylece düşünce ve duyguda Allah'ın sübhan sırrını arınmış olarak idrak edebiliriz. Sübhâneke'ye devam ediyoruz:

"İsmin tüm yüceliklerin ötesindedir. Ben senin yüceliğini tarif edemem. Ancak Mustafa sırrının ışığı altında seni seziyorum.

Yâ Rabbi! Senden başka hiç bir şey yok ki, bileyim." Ve sonra sırr-ı Muhammedî'nin şiddetli cazibesine takılan kul Eûzü Besmele çekerek Fâtiha'yı okur.

3) Huzur-u ilâhide ruh, mana sırrı içinde Fâtiha'ya başlayarak ilk üç âyeti okur. Gönül bu âyetleri şöyle hisseder:

a) Sen âlemleri yüce Rabbisin, seni sırr-ı Muhammedî içinde hamd etmek için O'nun nurundan bir hikmet ver.

b) Rahman sırrından Rahîm sırrına intikal ettirerek, Fahr-i Kâinat Ümmetine verdiğin ekremle bana, sana ulaşma mecalini ver.

c) Sen zevali olmayan mutlak mâliksin. Aşk hikmetinin benzersiz sahibisin. Ölü olan beni sırr-ı Muhammedî ile tıpkı mahşerdeki gibi ihya et.

işte, kul bu üç âyeti okuyunca tüm kişiliği söner. Enfüste, kâinatın sonsuz yüzeylerinde yeni bir varoluş başlar. Dördüncü âyete gelindiğinde:

d) Mukabili renk olmayan, zıddı bulunmayan çok koyu fakat o denli parlak siyah bir nur intişar eder. Öyle ki, en parlak siyah bile bu nur yanında gri gibi sönük kalır. Bu nur, Nur-u Muhammedî'dir. Mîrac sırasında evrenin her noktasına sinip onun içine işleyen ve bir daha kaybolmayan Efendimizin sırrıdır. Bir mü'min evren kanallarına intikal etmek için bu benzersiz Nur'a muhtaçtır.

O anda gerçek ve mutlak kulluk niyazı Efendimizin tasarrufundaydı O'ndan gelen bir Hamd hikmetidir. Bu sır dördüncü âyette Efendimizin mü'minler için daim olan niyazının kesiksiz hikmetidir. Efendimizin bizleri içine alarak yaptığı Hamd niyazı, bütün müminleri kapsadığı için âyet metninde çoğuldur.

e) Beşinci âyet de yine Efendimizin niyaz hikmeti ile iç içedir. Nitekim mîrac namazındaki mümin Efendimizin nuru ile evrenin kanallarına intikal ettiği zaman, gerçek sırat-ı müstakim tahakkuk eder.

Nitekim, altıncı âyette emredilen nimetlendirilenler'in anlamı, tamamıyla bu mîrac sırrına aittir.

Sırat-ı müstakim'den uzak kalanlar için nasibsizlik ve yanılmışlık otomatik bir sonuçtur.

Fevkalâde ince hikmetler taşıyan yedinci âyetin verdiği mesaj: İnsanın temel amacı Nur-u Muhammedî kanallarından evrenin sonsuzluklarına yansımaktır. Bu amaca erişemeyenler yanılmışlar ve nasipsizlerdir.

Ancak, iman ile müşerref olduğu halde, sağlığında mîraca erişemeyenlere; yine Cenab-ı Hak rahîm sıfatından rahmet ederek, bu intikali cennetinde tahakkuk ettirecektir.

4) Mîraç olan namazda, zammı sûre, Allah'ın verdiği özel bir saltanattır. Bunu kul seçmez, Allah lütfeder. O anda evren yüzeylerine yansımış olan kulu arayıp bulmak kolay değildir.

5) Bu sonsuz intikaller içinde kul rükûa varmış, tekrar tekrar azamet-i ilâhiyi tenzih ederek yeni boyutlara akmıştır. Sûre-i Necm'de: "O bir yere bakmadı, rağbet etmedi" âyetinin hikmeti buradadır (Mâ zâ-galbasarü ve mâ tega).

Mîrac olan namazda kul, sünnet-i Muhammediyeye uyarak; rükûda açılan tüm evren kanallarından hızla intikal ederek rabbini arar. Ve işte o zaman cemâli ilâhi tahakkuk eder ki:

6) Sûre-i Alak'da emredilen "yakın ol, secde et" hikmeti mîrac olan namazın nihayi noktasıdır (Vescud vektarib).

Vescud emri: enfüsî mânada "tamamen yok ol"

Vektarib ise; yakın ol demektir. Bundan dolayıdır ki; mîrac namazı kılanın secdede okuduğu "sübhâne Rabbiye'l-âlâ" tam hikmetini bulur. Çünkü bilindiği gibi "seni kendi güzelliğin ve yüceliğin dışında her şeyden tenzih ederim" hükmü, ancak bu namazda tahakkuk eder. Mü'minin saydamlaşan nefsi gönle düşen ilâhi cemîl tecellisini aksettiren ayna vazifesi görmektedir.

Mü'minin bu andaki secdesinde mü'minden her hangi bir varlık kalmaz; Allah kendi güzelliğini kendi sonsuz sırrı içinde seyreder.

7) Kul tekrar dünyaya dönebilmek için yeniden Tahiyyat hikmetine muhtaçtır, onu okumadıkça kulluğa dönmesi mümkün değildir.

Tahiyyat; burada, evrenlerden tekrar maddeye doğru dürülme mecali vermektedir. Tahiyyat'taki Kelime-i şahâdet okunduktan sonra kul tekrar kulluğuna dönerek, Efendimize salavat niyazlarını okur. O'nun bereketi yüzü suyu hürmetine miraç hikmetine yaklaşım sağladığını zikrederek mekâna döner.

Bu dönüş sırasında, kaybolmuş olan bütünümüzün elamanları, Tahiyyat sırrında yeniden şu şekilde birleşir: Tahiyyatın ilk cümlesini ruh, ikinci cümlesini gönül, üçüncü cümlesini nefs okur. Sonra hep birlikte Kelime-i Şahadet'te toplanırlar.

Elbette tarif edilemeyen, ancak yaşanabilen miraç namazı hakkında söylediklerimiz bir zerredir. Ne çare ki gönül hikmetleri daha açık dile gelemez,

Namazın çeşitleri hakkında çok kısa bir gezinti yaptık. Şimdi de, namazın özü demek olan Fâtiha'yı evren-insan hikmetleri açısından anlatmaya çalışacağım. Namazın hikmetini kavramanın bir yolu da Fâtiha'yı iyi anlamaktan geçer.

Evrendeki Sır ve Onu Açan Fâtiha Anahtarı


Sonsuz miniklerde: Binbir ışık, binbir raks, atomlarında binbir beste; okyanuslarında muhteşem bahçeler renk renk örümcekler. Bir damlacık kuşundan dev müzik şöleni. Sevdasını zerre zerre salan, gülün kadife teninden gönülleri sarhoş, eden kokular. Ve sonra sonsuz mesafelerde serili muhteşem dünyalar.

Ya daha ötelerde, cennetinde, kokulardan, renklerden kurulu dayanılmaz cazibe. Seyrettikçe zevkten çıldırtan güzellikler.

Evrene sinen bu akıl almaz ihtişam nedir?

Bizdeki hasret, bizdeki haşyet neyin nesi? Bu dayanılmaz tutkular denizinde aşk nedir, sevda nedir?

İşte evrendeki bu ilâhi sırrı çözen tek anahtar Fâtiha'dır. Öyle bir şifre ki, her çevirişte ya da tuşlarına her basışta birbirinden ince hikmetleri bir bir gözler önüne seriyor.

İşte Fâtiha ve namazda canlanan Fâtiha sırrı, insanla evren arasındaki bilinmezliğin temel hikmetidir. Onun âyetlerini, evren şifreleri içerisinde tek tek inceleyeceğiz.

Âyet 1: Hamd, âlemlerin rabbi Allaha'dır: Bu âyet, evrenin bütün boyutlarına, fiziğine sinmiş temel yasadır. Allah'ın, sonsuz hilkat hazinesinde, ilim, muhteşem bir güzelliği temsil etmektedir. Sonsuz boyutlardan, düşünülmesi bile güç en küçük mesafelere kadar yaratılan her şeyde mutlak bir güzellik vardır. Sanki Allah, O'nun sanatındaki bu sonsuz güzelliği seyretmemiz için, hilkati böylesine içiçe hikmetlerle doldurmuştur. İnanınız ki, Cenab-ı Hak kendi sanatındaki güzelliği sergilemek istemese, bugün var olan her şeyi, çok daha basit çizgilerle yaratırdı. İsterseniz birkaç örnekle bu gerçeği sezmeye çalışalım:

a) Binlerce molekülünde özel titreşimler yaratmış, her birine ayrı bir beste çaldırmaktadır (Nuclear Magnetic Rezonance). Allah kendi güzelliğini sergilemese idi; bu titreşimler birer beste olmaz, sönük ses dalgaları halinde kalırdı.

b) Milyarlarca galaksisinde, her birine ayrı raks her birine ayrı nakış vermiş. Akıl almaz bir ahenk içinde, ama hepsi de birbirinden güzel bir ihtişam feleğinde yüzüyor. Şüphesiz, Cenab-ı Hak Fizikteki güzelliğini seyretmek istemese, böyle ihtişamlı dekor sergilemez; kalıp yıldızlar yaratırdı.

c) Toprağındaki mikrop, ağacındaki yaprak hayat çarkını döndürürken, bir hamd edene hizmet etmenin zevkini yaşıyor. Bir ibadet çırpınışı içinde hiç durmadan niyaz ediyor. Yaprak oksijeni, mikrop azotu işlerken yalnız ilâhi güzelliği hamd dekoru içinde hissediliyor.

d) Ya su; ne fizikte gönlü, ne de kimyada. Bir kul gibi hamd edene hizmet etme sevdasına düşmüştür. Ne donunca ağırlaşıp denizleri dolduruyor, ne de göklerde -60 dereceye gelen buharını taşlaştırarak arza dökülüyor. O kulluğun vecdi içinde kendi fiziği ne de çareler bulmuş.

e) Elmaya bakın. Hamd edene bir reçete hazırlamış. Sanki bir diyet uzmanı, Şekerini, vitaminlerini, iki değerli demirini ve karbonat iyonlarını öylesine ahenkleştirmiştir ki, ilâhi güzelliğin ve ikramın mâna sırrını yaşıyor.

f) Yoğurt ve ekmek bakterilerine bakın; kendilerine yaramayan, hatta üremesini durdurup onu yok eden nice binbir kimya maddesi işliyor hamd edene ulaşmak için.

İlâhi sanat mimarisinde hamd sırrını tüm âlemlere ilan eden bu yüce âyet, basit ölçülerde saydığımız bu maddeler içerisinde canlı bir hikmet gibi duruyor. Fâtiha'nın birinci âyeti ve onun manasındaki ilâhi hikmet olmasaydı tüm bu saydığımız hilkat sırları kuru matematiğin anlaşılmaz çizgisi arasında kalacaktı.

Demek ki; evrendeki bütün varlıklar, sanki Fâtiha'nın bu âyetini okumuş, sezmiş, anlamış gibi sergilenmiştir. Hikmetlerin en incesi; eşya, insana hizmet ederken onun hamdine katılmak için çaba sarfediyor. Bir gün gelecek; yaprak oksijenini kesecek. Su yağmur olmadan donacak, ne elma vitamin verecek, ne yoğurt bakterisi sütü işleyecek. İşte o gün, sen namaza durmadığına, hamd etmediğine çok dövüneceksin.

Ve yine bir gün, âlemin bu saydığımız canlıları davacı olacak. Yaprak: Ben hamde ulaşmak için oksijen yaptım. Ekmek bakterisi: Ben kendimi tüketip ona hizmet ettim diyecek. Ya elma: Ben. diyecek zavallı bir tohum olarak toprağa düştüm, cılız, ince filizlerimle tonlarca toprağı kaldırdım, yıllarca sabredip ağaç oldum. Sonra bir yıl boyunca didinip nice formüllerle nefis bir diyet hazırladım. O beni yesin hamd etsin diye. Yedi, fakat hamd etmedi, diye dava edecek.

Gerçekten Fâtiha’nın birinci âyeti ne anlatılmakla biter ne söylemekle hikmeti biter. O ancak namazda sezilir ve yaşanarak bilinir.

Âyet 2: O, Rahman ve Râhimdir: Hilkatın temelinde yatan sır bu iki esma ile iç içedir. Allah kendi bilinmezliğini bilmek, kendi güzelliğini seyretmek için tüm varlıkları yarattı. Yaratılışın başlangıcı, Allah'ın zatından zatına tecelli ederek sıfatlarını yaratmasıyla başladı.

Allah zatından zatına ilk tecellisinde Rahman sıfatını yarattı. Bu sıfat: Kudret, sevgi, merhamet gibi üç önemli sırrı bir arada temsil eder. Bundan dolayıdır ki; her varlık var olabilmek için mutlaka Rahman sıfatının tecellisindeki hikmetlere muhtardır. Evrenlerdeki hangi varlığı tanımak istersiniz, önce o varlıkta Rahman sırrını sezmeniz gerekir.

Madde fiziğinin temel dayanağı cazibe(gravidasyon)dir. Gravidasyonun özünde kudretle sevgi iç içedir. Rahman sırrı eşyaya yansıyınca orada şiddetli bir cazibe; onunla iç içe büyük bir kudret meydana gelmektedir.

Milyarca yıldızdan kurulu galaksilerde, varlığın temeli enerji gücü, tamamiyle cazibeden doğmaktadır. Bu cazibenin tesiri altında akıl almaz dönüş sistemleri meydana gelir. Aynı manzara atom çekirdeğinde de gözlenmektedir. Ayın, nazlı çehresiyle bizleri seyrede seyrede dünya etrafında dönerken denizleri nasıl şiddetle çekdiği, kudret ve sevginin açık bir tezahürüdür. Yedi kat semâlarda, yedi kat ayrı manyetik kuşağın varlığı Rahman sırrının ayrı bir hikmetidir.

Dış görünüşü itibariyle birden kavranamayan cazibe sırrı ile onun içinde yatan bir zerrecik atomunda bile dünyaları sarsan kudret; elbette rahman sırrının iç içe sevgi ve gücünü temsil etmektedir.

Rahim sırrına gelince: Cenab-ı Hak rahman sıfatıyla bütün evrenleri yarattıktan sonra, kendini o güzellikte seyrederken, o güzelliğin belli noktalarında yeni bir iştiyak ve sevgi sıfatı tezahür etmiştir. Bu sıfat Rahim sıfatıdır. Tanıdığımız kadarıyla inanan kullara karşı Cenab-ı Hakk'ın sevgi ve merhametini temsil eden bu sıfatın hikmeti; yukarıda arzettiğim gibi evrendeki bütün güzelliklerin içinde, kulluk hikmetinden Allah'ı zikretme sırrında mevcut olan ilâhi bir cazibedir.

Fâtiha Sûresi'nin ikinci âyetinde iki büyük mesaj vardır. Birincisi: Allahın, bütün varlıklara verdiği kudreti, cazibeyi, Rahman sıfatındaki sonsuzlukta tanıtmaktır ve âlemlerin rabbi olan tanıma bir fizik yorum getirmektedir. İkinci mesaja gelince: Cenab-ı Hakk'ın Hamd edene karşı intişar eden sevgi ve merhametidir ki; bu rahim sıfatında toplanır. Dolayısıyla Allah'ın Rahim sıfatı ancak namazın manyetik alanında bilinir. İki âyeti birden beraber kavramak istersek: Allah "Ey kulum! Ben âlemIerin mutlak yaratıcısıyım. Evrenlerdeki bu akıl almaz güzelliği Rahman sıfatımda sergiledim. Bu güzelliği daha yakından seyretmek istersen; bana hamd et ki Rahim sıfatımda ayrı bir cazibe seline katıl ve sevgimdeki sonsuz zevki tat" buyurmaktadır.

Âyet 3: Mâliki Yevmi'ddîn: Din gününün sahibi kavramını çok iyi tanımamız lâzımdır. Dış kalıbıyla din: Allah'ın emrettiği ahlâk ve yaşayış biçimidir. Bu bakımdan din gününün iki farklı mânası vardır. Biri yaşanan her anın ilâhi yasalar açısından değerlendirilmesi; bir anlamda ahlâk-ı Muhammedî ile ölçülmesidir. Bir anlamı da hepimizin tanıdığı din günlerinin toptan hesabının verileceği mahşerdir. (3)

İşte, bir kul namazda "Mâliki yevmi'ddîn" deyince; kendisinin her anının muhasebesini yapmaya hazır olduğunu ve ayrıca mahşerde toplu muhasebeye göre yaşaması gerektiğini ilâhi huzurda dile getirmektedir.

Kâinat hakkında temel şifre niteliği taşıyan Fâtiha'da, din günü kavramının, buna bağlı olan ahlak sorumluluğunun getirilmesi fevkalâde önemlidir. Şöyle ki:

a) İnsan evrendeki her varlıktan farklı bir sorumluluk taşımaktadır. Allah evreni ve yaratılış sistemini birinci ve ikinci âyetlerde net bir şekilde tanıttıktan sonra; şayet kafamızda bir düşünce varsa, "Benim bu evrende yerim nedir?" diye soruyorsak; Allah bu sorunun cevabını bu üçüncü âyette açıklıyor: Sen tüm varlıklardan farklı olarak Rahim sıfatına muhatapsın.Ancak ilâhi sevgideki bu şiddetli cazibeye sahip olmak için, din gününün idraki içinde olmalısın. Her hadisende ve davranışında, örnek olarak yarattığım Muhammedime benzediğin takdirde; Rahim sırrının iştiyakını gönlüne verir, seni evrenlerin sonsuz kanallarına ışınlarım. O zaman âlemlerin rabbi ve rahman hikmetindeki bütün ayrıntıları görür ve yaşarsın.

b) Bütün kudretlerin bende olduğunu ve bütün varlıkları severek yarattığımı idrak edersen, bütün mahlûka karşı dost olur sevgi duyarsın. Böylece yücelmiş ahlakınla, mahşer hesabını verirsin. Cenab-ı Hakk'ın; Mâliki yevmi'ddîn'den önce Rabbi'l âlemin ve rahman sıfatını açıklaması, din gününde bütün mahlukata olan sorumluluğumuzu hatırlatmak içindir. Gerçek insan, "Rabbi'l-âlemin" dedikten sonra kimseye kötülük yapamaz. "Rahman" dedikten sonra taşın toprağın içindeki atomun sevdasını düşünerek tüm yaratılmışları sever. Ve ancak bu tarz davranışla mahşere akyüzle gidilebilir. İşte, ahlâkın çekirdeği de budur, ağacı da budur. Yoksa ahlâk süs eşyası gibi her gün yer değiştiren oyuncak biblo değildir!

c) Mâliki yevmi'ddîn'in asıl özündeki mâna ise elest günüdür, âhiret ve dünya ikilisinin halk edilmesi hikmeti, Elest Meclisi'nin muhteşem sırrında yatar. Daha önce değindiğim gibi, Allah kendi güzelliğini seyretmek için evrenleri yarattığı zaman henüz zaman yaratılmamıştı. Bu bakımdan bu yaratılış anı bir öncelik ya da başlangıç diye tanımlanamaz. Biz bu ana yalnız ezel demekle yetinebiliriz. Bu anın bir saniye sürdüğünü iddia etmek ya da otuz trilyon yıl sürdü demek yanlıştır. Çünkü ezel, zaman ötesinde süren ve hep devam eden bir tazeliktir.

EZEL VE ELEST MECLİSİ

İşte bu ezel döneminde Allah, sonsuz evrenlerde usanılmaz ve dayanılmaz güzellikleri sergilemiştir. Zamanın henüz yaratılmayışı; ezele bakir, değişmez bir tazelik veriyordu.

Mânâ âleminde seher vakti, ezelden minik bir hatıra sayılır.

Ezelin bu şahane güzelliğinde, Allah kendi güzelliğini seyrediyor, kendi bilinmezliğinin sırrını şaheser sanatında tecelli ettiriyordu. Yaratılanlar ise, bu coşkulu ahengin binbir güzelliğe dönüşen intikalIerine hayran olmuşlar, mest olmuşlardı. Ezele ait bu bilgiler ve kavramlar; Kur'an'da, cennetin tanımından gelmektedir. Çünkü cennet bir anlamda elestteki güzelliğin daima olan görüntüsüdür. Ezelde var olan her şey, sonsuz mükemmelliği içerisinde Cenab-ı Hakk'ın rahman sıfatından gelen şiddetli bir cazibe sırrı taşıyordu. Şu ezel güzelliklerini şimdiki kavramlarımıza göre dile getirsek, şekli, ses, koku gibi etkiler şeklinde tasavvur edersek:

Ezel etkileri öylesine güçlü idi ki; onu bir yanıyla seyredip de çılgın gibi o güzelliğin içerisine fırlamamak mümkün değildir. Zaten ezeldeki "hayranlık ve mest oluşa" diye dile getirdiğimiz hal, işte bu sonu gelmez ilâhi cazibenin sırrıdır.

Allah, yaratışındaki bu nâmütenâhî güzelliği en derin noktasında seyrederken, bir an hamd niyazı arzu buyurdu. Ve birden bire ezelin her noktasından bir ilâhi sesleniş doğdu:

Elestü Birabiküm (Ben sizin rabbiniz değil miyim?)

O ana kadar bin bir güzellik içinde, intikalden intikale koşan ruhlar, melekler ve her türlü güzellikler; bir anda bu seda ile irkildi. Çünkü Allah'ın emri, O'nun gerçeğine uygun şekilde ezelin her noktasından, âdeta boyutların her zerresinden geliyordu. Daha önemlisi, bu seda varlıkların hem en özlerindeki derinliklerinden hem de bütün mesafelerin ötesinde aynı besteyi tekrar ediyordu. İdrakler, düşünceler, tamamiyle bu sesle dolmuştu. Hem âfakta, yani evrenin sonsuz mesafelerinde, hemde enfüste en içteki noktalarında tekrarlanan bu seda, varlıkların içine işlemiş, onları tamamen istila etmişti. Bu sedanın dayanılmaz güzelliği yanında aynı zamanda her noktadan gelişi, kudreti, şahane bir celâl etkisi yapıyordu.

Tüm varlıklar, önce hayranlık dolu bir haşyete büründüler Bir yandan da, dayanılmaz bir cazibe duyulan bu seda karşısında gittikçe mecalsiz kalıp tükendiler. Bu tecelli hilkatin en önemli sırrıdır. Zira Allah güzelliği, O'nun zevkine doyum olmayan seslenişinin şiddeti; ancak hamdIe tahammül edilebilir bir lezzettir. İnsanoğlu şaşırıpta bu tecelli karşısında kendinde bir varlık vehm ederek, neyi nasıl hissettiğini kavramaya çalışırsa perişan olur. Çünkü ilâhi güzellik karşısında bir başka kayda bir düşünceye ve bir duyguya mecal yoktur. Kendinde kişilik aramak; kendi varlığında bir adres bulma istemek; nefs dediğimiz yanımızın ilkel bir çabasıdır. Gurur gibi en büyük hastalığın tohumu işte bu kavram yanılgısından doğar. Gururdaki çare bulunmaz felaket işte gerçeğini ta elestten getirir. Varlıklar kendi mecalsizliklerini paniğe dönüştürdüler. Bu paniğin nedeni kendi kişiliklerine ve benliklerine bir yer aramaları idi. Evrenin her noktasında "Elestü Birabiküm" sedası tecelli ettiğine göre acaba kendileri nerdeydi? İşte bu benliğe düşme, bu gaflet, paniğe neden oldu. Bundan dolayı da gurur ilâhi nefrete müstahak olmuştur.

Elestteki bu panik, öyle şiddetlendi ki; varlıklar, yok olmaya doğru hızla koşmaya başladılar. Sanki bu şiddetli cazibenin, güzel ilâhi nağmenin, cevabını bulamamak ezginliği içinde yol olmayı niyaz ediyorlardı. Nitekim boyutlar yavaş yavaş dürülmeye başladı herşey, yokluğa gidiyordu.

İşte her şeyin bitmek, yok olmak üzere olduğu bir anda tüm evrende bir ses daha işitildi. Bu ses bir noktadan geliyordu. Fakat evrenin her noktasından duyuluyordu:

— Evet Rabbimizsin.

Bu ses fahr-i Kâinat Efendimizin bütün evrenleri yok olmaktan kurtaran Hamd niyazıdır. Ve o anda Efendimiz, bu ince hamdı dolayısıyla Allah tarafından Muhammed (S.A. V.) ismiyle şereflendirildi.

Ve sonra, bu hamd niyazının verdiği mecalle yeni "belî" dalgaları yükselmeye başladı. Böylece ard arda gelen rakslar halinde "Evet Rabbimizsin" niyazları evrene yayıldı.

Elestin, bu "evet" hamdleri, evrene öylesine yayıldı ki; nerdeyse herkes evet der oldu. Ancak benliğe düşmeden, ilk cevabı veren kesinlikle yalnız Efendimizdir. Ondan sonra, yine benliğe hiç düşmeden ya da çok erken bir anda benlikten kurtulan mutlu yüceler bu hamde iştirak edebildi. Daha sonra hamde iştirak edenler ise benlikle hamd arasında geçirdikleri bocalamalar nisbetinde değer kazandılar.

Dünya, bu sonradan hamd edenlerin, gecikme hatalarını bir kez daha kontrol ederek kurtulmalarına vesile olacak imtihan sahnesidir. Onun içindir ki dünya imtihanını kazanmanın tek yolu hamdden geçer. Hamdin sırrı da benlikten arınmaktır.

Şimdi, bütün okuyucularımdan ricam: Bandı silinmiş olan hafızalarımızda, bu elest meclisini düşünmeleri ve duygusal olarak Cenab-ı Hakk'a yaklaştıkları zaman hatırlamaya çalışmalarıdır. Özellikle de bize yanlış anlatılan elest kavramından uzaklaşmalarıdır.

Fahr-i Kâinat Efendimizin hamdinden sonra, elest meclisinde dalga dalga yükselen "beli" niyazlarının hepimiz tarafından da bilinmesi lazım gelen öncelik sırası vardır. Daha hiç birimiz bu hamde iştirak edemeden, bir takım hamd niyazları evreni doldurmuştu. Bu dalga dalga coşan iman raksının sahipleri dünyaya intikal ederken de Efendimize yakın şekilde ışınlanmışlardır. Evet niyazında, Efendimize en yakın halka iki kanattır. Birinci kanatta bulunanlar Efendimize soy bakımından da yakın olarak tecelli eden yücelerdir. Bilebildiğimiz kadarıyla bu iman dalgasında:

Hz. Hatice, Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Âmine, Hz. Abdullah, Efendimizin diğer evlâtları ve Ehl-i Beyt vardır. Aynı dalganın diğer kanadında Efendimize ilk iman edenler vardır:

Hz. Zeyd, Hz. Ebûbekir, Hz. Osman, Hz. Hamza, Hz. Cafer, Hz. Sad, Hz. Bilâl, Hz. Sümeyye, Hz. Amr, Hz. Fâtıma (Hz. Ömer'in kardeşi), Hz. Ümmül Fadl (Hz. Abbas'ın eşi) Hz. Nesibe, Hz. Veysel Karani, Hz. Dıhye, Hz. Zeynep, Hz. Ebü Deccani.

Şüphesiz ki bu iman dalgasındaki yücelerden elbette bilmediklerimiz vardır. Biz Efendimizin etrafındaki halkaların elest meclisindeki ilgisi açısından bu Örnekleri verdik.

İkinci iman dalgası: Efendimizin yakınları, ashab-ı güzin, şehitler, başta Hz. Ayşe olmak üzere Efendimizin eşleri.

Yine bu iman dalgasının bir başka kanadında peygamberler veliler ve âşıklar.

Ve sonra aynı fazın bir üçüncü dalgasına diğer bütün mü'minler vardır.

Kalûbelâ (evet dediler) tanımı Elest için halk arasında geçen bir tabirdir. Cenab-ı Hakk'ın, bu evet diyenlerin geciken niyazlarını, dünya ve ahiret çizgisinde nasıl imtihana tabi tuttuğunu Sûre-i Yâsin'in Yorumu'nda bulacaksınız

İşte "Mâliki yevmi'ddîn" âyeti hem elesti, hem ahiret hayatını; hamd niyazı gerçeğine bağlayarak açıklamaktadır. Bu yüzden de Fatiha'nın insanlar ve evren konusundaki kilit mesajıdır. Yine bu âyet, dördüncü âyette açıklayacağımız şekilde; sırr-ı Muhammedi'nin, ezelden gelen rehberlik ilkesini dile getirmektedir.

Ayet 4: Dördüncü âyet, Cenab-ı Hakk'ın, Elestten beri değişmez emri olan mutlak kulluk ve hamd niyazının ahlâk-ı Muhammedî 'de sembolleşen hikmetidir. Allahtan başkasına kulluk etmemek, O'ndan başkasından yardım dilememek ahlâkı; tüm kavgaları ve mutsuzlukları yok eder. Bu formüle uyanların gönlünde gam ve elemden eser kalmaz.

Ne var ki: Bu formül, insanlara pek ağır gelmektedir. Çünkü insan, çevresindeki etkilerden yanlış yargılara kapılır. Daima gizli şirkler edinir. "Yalnız sana kulluk ediyorum" andını unutarak, paraya ve mevkiye tapar, yardımı daima sun'i güçlerden dilenir. Bundan dolayı da kavgadan, musibetten kurtulmaz. Namazın harika formülü içinde günde kırk kez, hem de Allah huzurunda bu dördüncü âyeti okumamız; insanı tüm yanlışlardan arıtarak saflaştıran mucize bir reçetedir.

Bu âyetin asıl önemli yanı: insanı çok zor bir yükümlülük altına sokması değildir. Tam tersine, bize elestteki andımız, Efendimizin mutlaka kulluk niyazını hatırlatmasıdır. Bundan dolayıdır ki, bu âyeti namazda okuya okuya farkına varmadan kesinlikle arınırız.

Daha önce bir nebze değinmiştim, bu âyetin mütekellimi Efendimizdir. Fâtiha Sûresi bir âyetler topluluğu olduğu halde; mütekellimi, yani söyleyeni kolay kavranamayan bir sûredir. Bu yüzden onu dua sananlar bile vardır. Hâlbuki onun mütekellimindeki bu incelik: Fâtiha'nın en zarif mucizelerinden biridir.

Bütün âyetlerjn mütekellimi Allah'tır. Elbette Fâtiha'nın mütekellimi de Allah'tır. Fakat dikkat ederseniz 4–5. âyetler kul tarafından ifade edilen niyazlar şeklindedir ve çoğuldur. Bu tarz âyetlerin başında daima "De ki", "Dediler ki", "Deyiniz ki", gibi kula dönük ekler vardır. Fâtiha'da bu ekler de yoktur.

Peki, bu âyetlerin mütekellimi kimdir? Yani, kul mu? Elbette hayır!

Efendimiz, elest andından sonra, Allah’a müminler adına bir hamd niyazında bulunmuş bir anlamda bütün inananlara namaz kıldırmıştır. İşte bu hamd Cenab-ı Hakk'ın çok hoşuna gitmiş, kulluk kavramını ifade eden:

“Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz" niyazını âyetleştirmiştir. Bu âyet okunur okunmaz, Cenab-ı Hak Elestteki sırrın hikmeti içinde "Ne isterseniz dileyin" emrini verir. O anda kul en çok iştiyak duyduğu en yüce insan sırrı olan ahlâk-ı Muhammedî hikmetini ister ki; bu, sırat-ı müstakim'dir.

Fâtiha ve onun uygulaması olan namaz, yalnız kelimelerin manası ile değil, ledün hikmetindeki sırrı ile de bize hayat ve ahlâk verir.

Fatiha, kendi zarif şifre hikmeti içinde sırat-ı müstakim-i son üç âyette tanımlamaktadır. İnsanın sırrı, evren-insan ilgisi konusunda tek kavramı sırat-ı müstakim'de bulabilirsiniz. Şimdi bu üç âyeti yorumlayalım:

Âyet 5.6.7: Bizi sırat-ı müstakime hidayet eyle. O yol ki kendilerine nimet verdiklerinin yoludur. Nasipsiz ve sapmışların değil (yolu) değil:

Fâtiha'nın ilk dört âyeti evrenlere ve insanlara ait derinlemesine tanım yapmıştır. Evrenin sonsuz boyutlarında insanın mekânını tayin eden beşinci âyet, bu mekana sırat-ı müstakim ismini vermektedir.

Tüm varlıklar, ilâhi güzelliği sergileyen Allah sanatının temsilcileridir. Bu güzelliği idrak ancak Allah'a has bir tecelli ve nimettir. İnsan burada özel idrak sırrı ile nazlı bir seyircidir. İnsan bunun için yaratılmıştır. Bu nedenle insanın ufuk temsilcisi Fahr-i Kâinat, Elestte ilâhi hitaba cevap verebilmiştir.

İşte, insanoğlu, çoklu sisteminin kişilik kaygusu ve kimlik arzusu zannından kurtulup; Efendimiz gibi kendini arıtırsa sırat-ı müstakim'e ışınlanır.

Normal etimolojik sistem içinde doğru yol kavramı Ta-rik-i müstakim ile ifade edilebilir. Âyet-i kerimede bu kelimenin tercih edilmeyerek yerine sırat-ı müstakim denilmesi; kastedilen yücelmenin bir yolda yürümek yerine, bir mekanda mevki tutmak kavramını getirmek içindir. Zira sırat-ı müstakim geometrik bir mekân kavramıdır. Her noktada, her yandan arınarak öyle bir mekân sistemine gireriz ki; bu, Mustafa (S.A.V.) sırrıdır. Bir insan gönlünü ve nefsini her türlü yanlış yargılardan arıtarak Allah güzelliğini sezme çizgisine gelirse sırat-ı müstakim'e erişmiş olur. Bu yola erişmiş olanlar Allah'ın evrenlere verdiği sonsuz ihtişam hikmetlerini aynen yaşar. Bu olay bir anlamda cennet güzelliklerinin sezilme halidir. Bundan dolayıdır ki; böyle bir sırra erişmek için, ancak ilâhi tecelli cereyanı, nimet şeklinde intikal etmelidir. Altıncı âyet bu hikmeti dile getirmektedir. .

Allah, ahsen-i takvim sırrından yarattığı insanoğlunun gönlüne öyle bir özellik vermiştir ki: Allah dileyip ilâhi ceryanını o noktaya aksettirdiği zaman; minik âlemlerden, evrenlerin sonsuzluğuna kadar her güzellik orada yaşanır, hissedilir. Bu hikmet mîracın anahtarıdır.

İşte sırat-ı müstakim'i temsil eden Ahlâk-ı Muhammedî; yani gönlün arınması olayı öylesine önemlidir ki; fizik ve biyoloji yasalarından çok daha çetin bir kurallar sistemidir. Ne var ki sırat-ı müstakim'i Ahlâk-ı Muhammedî'nin tümü olarak ifade etmek; ana noktalarının açıklanmasını engellemektedir. Onu bütün halinde kavramak çok zordur. Bu sebebden arınma istikametimizi tayin etmekte büyük yanlışlıklara düşeriz. Ahlâk-ı Muhammedî'nin iskeleti olan hedefleri her mü'min tanımadıkça namazın sırrından faydalanamaz.

Âlem-i İslâm'da görülen en ciddi eksiklik, sırat-ı müstakim'i tanımayıştadır. Her mü'min, sırat-ı müstakim'in ana hatlarıyla Efendimiz ahlâkı olduğunu bildiği halde, o ahlâkı sünnetle ilgisi olmayan bazı şekli kalıplarda arar.

Şimdi elimizden geldiğince Sırat-ı Müstakim'in ana hedeflerini, bir anlamda Ahlâk-ı Muhammedî'nin temel yapısını dilimiz döndüğünce anlatacağız:

a) Mutlak kulluk: Efendimizin hayatı iyice incelendiği zaman, o tabloda göreceğimiz en önemli çizgilerden birisi "mutlak kulluk" kavramıdır. Allah'ı birleme demek olan tevhidin temeli, mutlak kulluğu idraktir. Mutlak kulluk demek, evrendeki tüm güzelliklerin, bunları sergileyen hadiselerin, yüce mimarı Allah'ın kudretini idrak ve O'nun dışında hiç bir kuwet, kudret, gurur gibi yanılgılardan kurtulmalıdır. Bundan dolayıdır ki Efendimiz her emirlerinde bu ince nüansı vurgulamış, kulluğu ile daima iftihar etmiştir. Bir kutsî hadisinde: "EI fakri fahrî" (yokluğumla övünürüm) buyurmuştur.

Öyleyse bilmeliyiz ki: Kendisinde gururun en basit şekilleri dahi bulunsa bir kimse sırat-ı müstakim'e kesinlikle adım atamaz.

b) Bütün mahlâkata, yeni yaratılmışlara karşı saygı ve sevgide çok içten olmak; bu konuda herşey söylenebilir. Ancak yine en doğrusu Efendimizin hayatından örnek vermektir:

Bilindiği gibi., Efendimiz, İslâmiyetin sıkıntılı ve acılı günlerinde Taifliler'in daveti üzerine Taif'e gitmiştir. Kendisini zorla davet edenler, Efendimizin yapacağı bir tebliğle müslümanlığı kabul edeceklerini vaad etmişlerdir. Buna rağmen taş yağmuruna tutulmuş, hakaret görmüş, kaçarak kurtulma zorunda kalmıştır. Hem kendisi hem de kölesi Zeyd, bir insanın tahammül edemeyeceği yaralar almıştır.

Efendimiz ellerini kaldırarak insanlık tarihinin en akıl almaz sırrını dile getirmiş: "Aman yâ rabbi, onlar gerçeği bilmiyorlar, onları affet, sakın azâbınla kahretme" diye Taifliler için dua etmiştir.

Elbette bu jest insanlık sevgisinin ideal bir görünümüdür. Böyle olmak çok zordur. Fakat ufuktaki işaret ışığına tâkatımızca belli ölçüde yaklaşmak sırat-ı müstakîmin vazgeçilmez unsurudur.

c) Gayret ve teslimiyeti birlikte yürütmek: Bir insan sırat-ı müstakîm' de olabilmek için hem sonsuz bir gayret ve çabanın içinde olmak, hem de teslimiyetinde sınır taşımayan bir güzelliğe sahip bulunmak zorundadır.

Efendimizin hayatı tetkik edildiğinde bu hikmeti çok açık şekilde farkederiz. Efendimiz, hayatı boyunca sonu gelmez mücadele vermenin gayreti yanında her olayın bitiş noktasında akıl almaz bir teslimiyet göstermiştir. Hicret bile bu gayret ve teslimiyet sırrının bir sentezidir. Mağarada gösterdiği akıl almaz teslimiyet, yanında, Arabistan sıcağının (Haziran ayının) tahammül edilmez günlerinde 800 km.yi bulan Hicret yolunu tahminlerin ötesinde bir gayretle aşmıştır.

İnsanın, imkânları bitene kadar gayret göstermesi; imkânların bittiği anda teslimiyetin huzur ve sükûnuna kavuşması gerekir. Bundan dolayıdır ki meskenet ve tembelliğin zerresine sırat-ı müstakîm'de yer yoktur.

d) Yine sırat-ı müstakîm'in en önemli bir ana kuralı, zıt gibi görünen meziyetleri birlikte taşıyıp meczetmektir. Meselâ her mü'min cesaret ve merhameti birlikte taşıyacak; garibe ve kimsesize karşı merhametli, zalime karşı cesaretli olacaktır. Bu huylardan birini taşıyarak ve yerinde kullanmayarak yapılacak tüm davranışlar sırat-ı müstakîm'in dışındadır. Bu husûsiyetlerin en önemlilerinden birisi de israf ve sehâdır. Sehâ, başkalarına karşı yardım hissinin güçlü olmasıdır. İsraf ise kendi nefsine harcanan fuzûli servettir. Sırat-ı müstakîmde hem sehâ olacak, hem de israfa yer verilmeyecektir.

e) Sırat-ı müstakîm çizgisindeki davranışlardan en önemlilerinden birisi kadere rıza konusudur. Hayrın ve şerrin tüm ayrıntılarıyla Allah'tan geldiğinin idraki içinde kulluğumuzu yürütmek zorundayız. Sırat-ı müstakîm' de yeşermeyi amaçlayan bir insan; dünya hayatındaki görüntülerden hiçbirisinin, Cenab-ı Hakk'ın hikmetli saltanatının dışında olduğu düşünemez.

Kulun vazifesi, hayat senaryosunda, Cenab-ı Hakk'ın verdiği rolü iyi oynamaktır. Dekorlara ve başkasının rollerine karışmak ise; yeni bir artistin bile sahneye çıkarken yapmayacağı affedilmez gaftır.

f) Yine sırat-ı müstakîm çizgisinde en önemli kurallardan birisi Cenab-ı Hakk'ın âlemlere verdiği ihtişamı hamd ile seyretmektir. Her teneffüs ettiğimiz havanın, her gördüğü ışığın yüce ve sevgili yaratıcıdan gelen bir ihsan olduğunun idraki içinde; sırat-ı müstakîm'de olan, daim hamdedir.

g) Sırat-ı müstakîm'in son maddesi ise bizler için Efendimize karşı en az aşk-ı mecazinden daha üstün bir sevgidir. Bu sevgi duyulmadıkça diğer maddelerdeki husûsiyetlerden birine erişmek mümkün olmadığı gibi sırat-ı müstakîm'de ulaşmak mümkün değildir.

Tüm maddelere bildirdiğimiz hikmetlere Mustafa sırrı içinde bir imbikten geçer gibi damla damla arınarak varmak ancak Allah'ın hidayeti ile mümkündür. Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Hak âyette emrederken “İlâhi” hidayet eyle emrini getirmiştir.

Ve Cenab-ı Hak son âyetinde evrenlerin en akıl almaz kurallarını getirivermiştir.

"Ey insanoğlu! Sen evrenler içinde nâmünetahi sanat güzelliğimi sergilediğim bu mâna kitabında; mekanların ötesindesin. Sevgili habibimin ahlâkında arınarak sırat-ı müstakîm'i seçersen, elest ve cennetin sonsuz güzelliğine intikal edersin."

Sırat-ı müstakîm sırrına eremeyenler için iki yığınaktan birine sürgün zorunluluğu vardır. Ya çokluk âleminin silik bir ferdi olur, kendini nasipsizlerden edersin, ya da arınmayı bilmez yanılgı ve şaşkınlığın bunalımları içerisinde dâllinler uçurumda yuvarlanır gidersin.

Günde kıldığımız kırk rekât namazda, bu şaşkınlıklardan ve nasipsizlerden kurtularak sırat-ı müstakîm'i anar dururuz; gönül vesvese ve telaşlarından bir an kurtulabilirsek ilâhi tecelliyi yakalayıveririz. O zaman bir anda o silik kişiliğimiz kaybolacak, Fâtiha'yı canlı olarak seyretmeye başlayacağız. Bu seyirde bütün mikro ve makrokozmosları, cenneti, daha muhteşemi Efendimizin elestte tüm mü'minlere kıldırdığı hamd namazını seyredeceğiz.