Bu Blogda Ara

27 Aralık 2009 Pazar

Karadelikler ve Muhtemel Kıyamet Tasvirleri


Kur’ân-ı Kerîm’de, kıyamet esnasında vuku bulacak hâdiseler açıkça tasvir edilir. Âyetlerde kıyametin, sadece dünyayı değil, diğer gök cisimlerini de içine alan, kâinat çapında bir son olduğuna dikkat çekilir.

“Gök yarıldığı zaman; Yıldızlar parçalanıp etrafa saçıldığı zaman, Denizler birbirine katılıp tek deniz hâline geldiği zaman.” (İnfitâr, 82/1-3)

“Gün gelecek, gök şiddetle çalkalanacak, Dağlar sür’atle yürüyecektir.” (Tûr, 52/9,10)

“Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman, yıldızlar yerlerinden düşüp dağıldığı zaman; dağlar yürütüldüğü zaman.” (Tekvîr, 81/1-3)

“Gün gelir, gök sahifesini, tıpkı kâtibin yazdığı kâğıdı dürüp rülo yapması gibi düreriz. Biz ilkin yaratmaya nasıl başladıysak, diriltmeyi de Biz gerçekleştiririz. Bu üzerimize aldığımız bir vaaddir. Bunu gerçekleştirecek olan da Biziz.” (Enbiyâ, 21/104) .

Sebepler plânında, sağlam olarak çatılmış bir düzeni dağıtabilecek ve çekim gücü dâhil diğer kuvvetleri tesirsiz kılabilecek; gezegen ve yıldızları yörüngesinden çıkarabilecek kuvvet ne olabilir?

Son yıllarda bilim adamları, ‘karadelik çekim kuvveti’nin böyle bir vazife görebileceği ihtimali üzerinde durmaktadır.

“Kari’a; Nedir o kari’a? Kari’ayı, o kapıları döven ve dehşetiyle kalblere çarpan o kıyamet felâketini sen nereden bileceksin ki! O gün insanlar uçuşan kelebekler gibi şuraya buraya fırlatılırlar. Dağlar atılmış rengârenk yünlere dönerler.” (Kari’a, 101/1-5)

“Gök yarıldığı zaman.. Yıldızlar parçalanıp etrafa saçıldığı zaman.. Denizler birbirine katılıp tek deniz hâline geldiği zaman...” (İnfitâr, 82/1-3)

Yukarıdaki âyetlerde tasvir edilen hâdiseler Yaratıcı’nın takdiriyle ‘karadelik çekim kuvveti’nin tesirine bağlanmış olabilir.


Bir ateş küre üzerine oturduğumuz ve atmosferi meydana getiren gazların yerçekimiyle arz etrafında tutulduğu bilinmektedir. Kuvvetli bir çekimle dünya atmosferinden ilk önce kaybolacak şey, teneffüs ettiğimiz hava olacaktır. Böyle bir durumda dış basıncın kalkmasıyla, büyük ölçüde sudan (% 70) müteşekkil olan yeryüzündeki canlılarda ‘iç basınç’ galebe çalacak ve canlılar parçalanacaktır.

Diğer gezegenlerin yanısıra Güneş Sistemi’ndeki iki ‘asteroid kuşağı’nda mevcut trilyonlarca gök cisminin (asteroid, meteor ve kuyruklu yıldızlar) arasında Kudret-i İlâhî ile süregelen cazibe ipleri belki de karadelik çekim kuvveti tesiriyle koparılacaktır.

Kıyametin kopmasında geometrik çekim dengelerinin bozulmasına da rol verilebilir. Genel İzafiyet Teorisi’nde de görüldüğü üzere, göklerin uzay-zaman düzlüğü, Kur’ân’ın ifadesiyle, dürülebilir ve bir kâğıt gibi buruşturulabilir. Bu durumda da yıldızlar yerlerinden oynar ve dökülür.

Gergin bir örtü veya ağ, üzerine konan cisimlerin ağırlığı altında nasıl eğip bükülüyorsa, gökler de (uzay-zaman ağı) içlerine ‘yerleştirilmiş’ çok yoğun cisimler olan karadeliklere verilen vazifeyle eğilip bükülür, hattâ yırtılıp çatlar veya daha uygun bir tabirle delinir. Delinmenin mânâsı fizik kanunlarının geçerliliğinin ortadan kaldırılmasıdır.

Galaksilerin merkezine konmuş karadeliklerin giderek büyüyeceği, sonunda galaksinin karadelik hâline geleceği ve bütün karadeliklerin birleşmesiyle kâinatın toptan karadelik hâlini alacağı tahmin edilmektedir.

Deve iğne deliğinden geçtiğinde…

“Âyetlerimizi yalan sayanlara ve onları kabule tenezzül etmeyenlere gök kapıları açılmayacak ve deve iğne deliğinden geçmedikçe onlar da cennete giremeyeceklerdir. İşte Biz, suçlu kâfirleri böyle cezalandırırız!” (A’raf, 7/40)

‘Devenin iğne deliğinden geçmesi’ ifadesi gökcisimlerinin karadeliklerdeki ‘tekillik’ denen küçücük bir ‘noktadan’ geçirilmesini hatıra getirmektedir. Bu benzetme, karadeliğin yutma alanına giren koskoca bir kürenin; incelerek âdeta bir ip hâline gelebileceğini ve yutulan cisme göre çok küçük kalan karadeliğin çekimiyle yutulabileceğini akla getirmektedir.

Güneş’ten yüzbinlerce defa büyük bir gök cismi uzay-zamanın son derece bükülüp çukurlaştığı karadeliklerde yutulmaya başladığında, bir topluiğne başı kadar boyutsuz bir nokta hâline gelebilir.

Karadelik çekim kuvveti tesirinin en büyük olduğu merkez bölge ‘olay ufku’ ile anlatılır. Karadelikler, içinde bulunduğumuz bu âlemden başka uzaylara açılan ‘geçiş kapıları’ olabilir. Bu durumda, farz-ı muhal karadeliğin içine düşen bir astronotun başına gelebileceklere bakalım.

Fezâ yolcusu ile saatlerimizi dikkatle ayarlıyoruz ve onu karadeliğin ‘olay ufkuna’ doğru uğurluyoruz. Astronot yavaş yavaş çekimin giderek arttığı olay ufkuna yaklaşırken onun saatinin daha yavaş işlediğini görürüz. Güneş kütlesi kadar bir karadelik çevresinde olay ufkuna biraz yakın bölgede bizim saatimiz 1 saniyelik bir zaman aralığını gösterirken, onun saati bu aralığı meselâ 3,3 saniye gösterebilecektir. Çünkü zaman orada daha ağır akmaktadır. Astronotumuz olay ufkuna biraz daha yaklaştığında, onun meselâ 33 saniyesi (bir öncekinden on kat daha yavaş) bizim yine 1 saniyemize tekabül edecek, olay ufkuna tamamen girdiğinde ise, orada zaman artık donacak, saniyeler arasındaki zaman aralığı duracaktır.

Bu tasavvurî yolculuk acaba astronot açısından nasıl algılanır?

Uzay yolcusu olay ufkuna yaklaştıkça, zamanın ‘ağır’ işlediğini fark etmekle kalmaz, vücudunda garip bir uzama da görebilir. Çekim vücudun uç noktalarında (ayaklar ve baş) daha şiddetli tesir göstereceğinden, astronot ‘Ne oluyoruz?’ demeye kalmadan, iplik gibi uzamaya başlar. Gittikçe olay ufkuna yaklaşan astronot için geçen saniye, kâinatın bir ay, bir yıl, bin yıl sonrasını gösterir. Olay ufkuna bir adım kala, kâinatın neredeyse bütün geleceği astronotun 1 saniyesi içine sığar. Astronot, iğne deliği olan tekillik noktasına hızla sürüklenir ve kendini öteki tarafta bulur. Bu bölgede, ışık hızının mutlak hız (kâinattaki en büyük hız) olduğu tezini esas alan ‘özel izafiyet’ de geçerliliğini kaybeder. Çünkü tekilliğe doğru yaklaştıkça, astronotun veya uzay gemisinin üzerine tesir edecek çekim o denli şiddetlenir ki, bu andan sonra hız artık ışık hızını da aşar. Işıktan da yüksek bir hız söz konusu olduğunda, bütün illiyet prensipleri ve öncelik-sonralık münasebetleri artık geçersiz hâle gelir. İşte o vakit ‘zamanda’ da geriye doğru gidebiliriz. Bu konudaki yorumlar şu şekildedir: Tekillik kuyusuna düşmekte olan biri, kâinatın bütün geçmişini göz açıp kapama süresi içinde yaşayabilir. Artık o bir zaman gezgini hâline gelmiştir. Şimdiki zaman, geçmiş ve gelecek onun temaşası altına girmiştir. Tekilliğin iğne deliğinden o bir başka kâinata geçmiş olabilir.

Güneş, batıdan doğacak (Çekim gücünün gariplikleri)

Fahrettin Râzi tefsirinde, “Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman.” (Tekvîr, 81/1) âyetindeki ‘kuvvirat’ kelimesine Hz. Ömer’den gelen bir rivayete göre, ‘ışığını giderip karartmak’ mânâsını verirken; İbn-i Abbas’tan gelen bir rivayete göre ise, Güneş’in dürülmesini onun Arş’a katılması olarak yorumlar. Işığın dürülmesi ve toplanmasında İlâhî takdir fizikî âlemde nasıl tecelli edebilir? Bilindiği gibi karadelik çekiminden sadece madde değil ışık da kurtulamamaktadır.

Peygamberimiz’den (sas) gelen haberlere göre; Güneş, Arş’ın altında bulunduğu bir sırada ona, olduğu yerden doğması emri verilecek ve o da buna göre batıdan doğacaktır. Kıyamet esnasında vuku bulacağı bildirilen Güneş’in batıdan doğması nasıl mümkün olabilir?

Dünya’nın kendi ekseni etrafındaki dönüşü tersine çevirebilir mi? Bunda sebep rolü oynayacak mekanizma, karadeliğin yutulma tesirindeki bir gökcisminin (bu misâlde Dünya’nın) yörüngesinden çıkıp başıboş hâle gelmesi (böylece dönüşünün ters yöne çevrilmesi) olabilir.

Güneş’i ters yönden doğuyor gösterebilecek bir durum da, karadeliğin müthiş çekim tesiriyle ışınların yön değiştirebilmesidir. Doğudan gelen ışınlar ters yönden çekilince batıya yöneleceklerdir. Kıyamet tasvirlerinde Güneş’in ışınlarının ‘dürülüp kaldırılması’ karadeliklere yaptırılacak bir iştir.

İmâm-ı Gazâli Hazretleri, ‘Keşf-u Ulumu’l-Âhire’ risalesinde, kıyamet âyetlerinin tefsirini yaparken kâinat çapındaki kıyamete dikkat çeker: “Allah, Sur’un üfürülmesiyle, Kıyametin kopmasını murad ettiği zaman bir de bakarsın ki, dağlar uçuşup bulutlar gibi yürümeye, denizler birbirine doğru karışmaya, Güneş dürülüp kararmaya, kâinat birbirine girmeye, yıldızlar ipinden kopmuş tesbih taneleri gibi dökülüp dağılmaya, gök değirmen taşı gibi dönmeye, yer korkunç sarsıntılarla titreyerek deri gibi bazen gerilip bazen yayılmaya başlar. Öyle ki Allah, feleklerin görevden azledilmesini emreder; yerlerde, semalarda ve hattâ Kürsi’de canını vermemiş hiçbir canlı kalmaz. Ruhlu ise ruhunu teslim eder. Yer ve gökler sakinlerinden boş kalır.”

Bediüzzaman (ra) ise, kâinatın hassas bir düzen içinde birbirine bağlanmış parçaları arasındaki ulvî rabıtalarda (çekim, elektromanyetik kuvvet, nükleer kuvvet vd) bir bozulma olacağına dikkat çeker ve kıyameti şöyle tasvir eder (sadeleştirilerek):

“Şu dünyanın can çekişmesini, Kur’ân âyetlerinin işaret ettiği surette hayal etmek istersen bak. Şu kâinatın cüzleri, ince, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; gizli, nazik, lâtif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki; gök cisimlerinden tek bir cisim, ‘Öl!’ emrine veya ‘Yörüngeden çık!’ hitabına mazhar olunca şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışır, gök cisimleri dalgalanır, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleler, küreler gibi büyük topların müthiş sadaları gibi feryada başlar. Birbiriyle çarpışarak, kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenir. İşte şu ölüm ve can çekişme ile Kadîr-i Ezelî, kâinatı çalkalar, onu tasfiye edip, cehennem ve cehennemin maddeleri bir tarafa, cennet ve cennetin maddeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezahür eder.” (Sözler, s.498)

Kıyametin gerçekleşme şekli nasıl olursa olsun, Kur’ân’ın sürekli vurgu yaptığı gibi, “Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel Ezelî İrade’nin izniyle hâricî bir maraz veya muharrib bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni-i Hakîm’i dahi fıtrî ecelden evvel onu bozmazsa, herhalde hattâ fennî bir hesab ile bir gün gelecek ki: ‘Güneş dürülüp toplandığında, yıldızlar döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde’ (Tekvîr, 81/1-3) mânâları ve sırları, Kadîr-i Ezelî’nin izni ile tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerata (ölüm dakikaları) başlayıp acib bir hırıltı ile ve müdhiş bir ses ile fezâyı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek; sonra Emr-i İlâhî ile dirilecektir.” (29. Söz, İkinci Maksad, Dördüncü Esas)

Burada maksadımız; Kur’ân-ı Kerîm’in bir kere daha mu’cizevî yönüyle haber verdiği muazzam hâdiseleri, yine Cenab-ı Hakk’ın bilimler vasıtasıyla insanlığa bahşettiği idrâk zaviyesinden ele almak ve aklımıza yeni pencereler açmaktır. Vuku bulan ve bulacak olan hâdiselerin gerçek şeklini elbetteki ancak Allah (cc) bilir.

AY'IN YÖRÜNGESİ

AY'IN YÖRÜNGESİ
Ay'a gelince, Biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner). Ne Güneş'in Ay'a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedir (Yasin Suresi, 39-40 )


Ay'ın yörüngesi diğer gezegenlerin uyduları gibi düzgün bir yörüngede ilerlemez. Ay, yörüngesinde seyrederken Dünya'nın bazen önüne bazen arkasına geçer. Aynı zamanda Dünya'yla birlikte Güneş'in etrafında da döndüğünden, uzayda sürekli "S" harfi benzeri bir yörünge çizer. Ay'ın uzaydaki bu yörüngesinin şekli, Kuran'da "eski bir hurma dalı gibi döndü (döner)" ifadesiyle tarif edildiği gibi, kurumuş hurma ağacı dalının eğriliğine oldukça benzemektedir. Nitekim ayette geçen "urcun" kelimesinin anlamı, kuruyup incelmiş, bükülmüş hurma dalıdır ve hurma ağacının meyveleri toplandıktan sonra, salkımdan geriye kalan kısmı ifade etmek için kullanılır. Ayrıca bu salkım dalının "eski" ifadesiyle tasvir edilmesi de son derece hikmetlidir, çünkü hurma dalının eskisi daha ince ve daha eğridir.
Kuşkusuz ki 1400 sene evvel Ay'ın yörüngesi hakkında bilgi sahibi olmak mümkün değildi. Günümüz teknolojisi ve bilgi birikimi ile tespit edilebilen bu şeklin, Kuran'da böylesine kusursuz bir benzetme ile bildirilmesi, Kuran'ın bir başka bilimsel mucizesidir.

ATOM ALTI PARÇACIKLAR

Yunan filozofu Demokritos'un ünlü atom teorisini geliştirmesinin ardından, insanlar maddenin atom adı verilen çok küçük, parçalanamayan ve yok edilemeyen parçacıklardan oluştuğuna inanmaya başlamışlardı. Günümüzde ise modern bilim, maddenin en küçük birimi olarak bilinen atomun da parçalara ayrılabileceğini ortaya koymuştur. Henüz geçtiğimiz yüzyılda ortaya çıkan bu gerçek, Kuran'da bundan 1400 yıl öncesinde insanlara haber verilmiştir:
... Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır." (Sebe' Suresi, 3)
... Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)


Dikkat edilirse yukarıdaki ayetlerde "zerre"den ve bundan daha da küçük parçalardan söz edilmektedir. Arap dilinde kullanılan "zerre" kelimesi, "insanların bildiği en küçük parçacık, toz, atom" anlamlarını taşımaktadır.

Günümüzden 20 yıl öncesine kadar, atomları oluşturan en küçük parçacıkların protonlar ve nötronlar oldukları sanılıyordu. Ancak çok yakın bir tarihte, atomun içinde bu parçacıkları oluşturan çok daha küçük parçacıkların var olduğu keşfedildi. Atomun içindeki "alt parçacıkları" ve onların kendilerine has hareketlerini incelemek üzere "Parçacık Fiziği" isimli bir fizik dalı ortaya çıktı. Parçacık fiziğinin yaptığı araştırmalar şu gerçeği açığa çıkardı: Atomu oluşturan proton ve nötronlar da aslında "kuark" adı verilen daha alt parçacıklardan oluşmaktadırlar. İnsan aklının kavrama sınırlarını aşan küçüklükteki protonu oluşturan kuarkların boyutu ise hayret vericidir: 10-18 (0,000000000000000001) metre.
Bu konu ile ilgili dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta ise, zerre ilgili bu ayetlerde özellikle ağırlığa dikkat çekilmesidir. Ayette geçen "miskale zerretin" (zerre ağırlığınca) ifadesindeki, "miskal" kelimesi ağırlık anlamındadır. Nitekim atomu bölünebilir hale getiren proton, nötron ve elektron gibi parçaların, aynı zamanda atoma ağırlığını veren bileşikler olduğu keşfedilmiştir. Bu bakımdan "zerre"nin boyutlarına ya da başka bir özelliğine değil de, ağırlığına dikkat çekilmesi Kuran'ın ayrı bir bilimsel mucizesidir

IŞIK VE KARANLIKLAR

Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nuru) kılan Allah'adır... (Enam Suresi, 1)



Bilindiği gibi etrafta ışık kaynağı olmadığında, bir insanın çevresindekileri çıplak gözle görmesi mümkün değildir. Ancak bizim görebildiğimiz ışık, ışık yayan enerjinin çok küçük bir bölümüdür. İnsanın göremediği, fakat ışık yayan başka enerji çeşitleri de mevcuttur: Kızıl ötesi, ultraviyole, X ışınları ve radyo dalgaları gibi. Ve insan ışığın bu dalga boyları karşısında kör konumundadır.

Kuran'da "karanlık" kelimesinin her defasında "karanlıklar" olarak ifade edilmesi de bu bakımdan dikkat çekicidir. Arapçada "zulumat" olarak ifade edilen "karanlıklar" kelimesi, Kuran'da 23 ayette çoğul biçimde kullanılmıştır. Tekil olarak ise hiç kullanılmamıştır. Kuran'da karanlık kelimesinin bu kullanımı bizim görebildiğimiz ışık aralığının dışında da, farklı ışık çeşitleri olabileceğine dikkat çekmektedir.

Buradaki çoğul ifadenin sebebini bilim adamları yakın tarihlerde keşfetmişlerdir. Dalga boyları, elektromanyetik ışınım olarak bilinen enerjinin farklı şekilleridir. Elektromanyetik ışınımın tüm farklı şekilleri, uzayda enerji dalgaları şeklinde hareket ederler. Bu, bir gölün üzerine atılan taşların oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Ve nasıl, bir göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, elektromanyetik ışınımın da farklı dalga boyları olur.

Evrendeki yıldızların ve diğer ışık kaynaklarının hepsi aynı türde ışın yaymazlar. Bu farklı ışınlar, dalga boyuna göre sınıflandırılır. Farklı dalga boylarının oluşturduğu yelpaze ise çok geniştir. En küçük dalga boyuna sahip olan gama ışınları ile, en büyük dalga boyuna sahip olan radyo dalgaları arasında 1025'lik (milyar kere milyar kere milyarlık) bir fark vardır. Güneş'in yaydığı ışınların tamamına yakını, bu 1025'lik yelpazenin tek bir birimine sıkıştırılmıştır.

Bu sayının büyüklüğünü daha iyi kavramak için şöyle bir karşılaştırma yapmak yerinde olur. Eğer 1025 sayısını saymak istersek, gece gündüz hiç durmadan saymamız ve bu işi Dünya'nın yaşından 100 milyon kez daha uzun bir zaman boyunca sürdürmemiz gerekirdi. Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Güneş'ten yayılan farklı dalga boyları ise, %70'i 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızılötesi ışınlar ve yakın morötesi ışınlar. "Görülebilir ışık" olarak adlandırılan bu ışınlar, elektromanyetik yelpazenin 1025'te 1'inden bile daha az bir aralıkta olmalarına rağmen, güneş ışınlarının toplam %41'ini oluşturur.

Görüldüğü gibi gözlerimizin görebildiği elektromanyetik dalgalar, ışık tayfının çok küçük bir bölümünü meydana getirir. Diğer kısımlar ise insan için geniş karanlıkları ifade eder ve bu sınırın dışındaki dalga boyları insanın kör olduğu alanlarıdır.55

Uzayın Karanlıklarını Aydınlatan Takımyıldızı; Tarık/ Ukab/ Kartal Takımyıldızı (ve Hz. Muhammed)

Uzayın Karanlıklarını Aydınlatan Takımyıldızı; Tarık/ Ukab/ Kartal Takımyıldızı (ve Hz. Muhammed)
!


Venüs/ Akşam-Sabah Yıldızı/ Çoban Yıldızı:

!
Venüs; Güneş Düzeneği içinde Merkür ile Dünya arasında yer alan gezegen. Güneş Düzeneği dışındaki Sirius’tan 12 kez daha parlaktır. Güneş batmadan ve doğmadan önce parlamaya başlar ve çobanlara yol gösterir. Çoban ve Sabah Yıldızı da denilir. Diğer gezegenlerin tersine olarak döner… (BLM  23/12153)       
İmanuel Velikovski’ye göre “Ters dönen Venüs Güneş Düzeneğine sonradan girmiş ve Hz. Musa İsrail Oğulları ile Kızıldeniz’i geçerken Dünya’ya yakın geçerken sular çekilmiş ve İsrail Oğulları karşıya geçmişler, Firavun ve ordusu ise boğulmuştur…”
Ansiklopedilerde  Venüs’e Tarık Suresinde geçen Tarık Yıldızı denildiği görülmektedir. Oysa ki esas Tarık Yıldızı, Güneş, Ay, Venüs, Sirius’tan sonra en parlak yıldız topluluğu olan Ukab veya Kartal Takımyıldızı’dır. Tarih boyunca bir çok devletin bayrağında Kartal veya Çift Başlı Kartal simgesi işlenmiştir. Bu simge ya kartal Takımyıldızının simgesi veya oradan gelip giden ve Kartal suretinde görünen 1. Gök Katı Bekçisi Meleğin  veya onun meleklerinin kılavuzluğunda göklere çıkıp inerek insanlara yol gösteren elçilerin anlattıklarının simgesi olarak işlenmiş olsa gerektir.
!
      
 !
          
!
Allah’ın Resulü ise Evren Uzayının karanlığını bayrağın rengi, üstte Kelimei Tevhid ve altta Evren ve Yıldızları olarak Hilal Ayı simge olarak seçmiş, böylece kendisinin de yeryüzündeki karanlıkların Tarık Yıldızı olduğu anlayanlara sezdirmek istemiştir…
!
Tarık Yıldızı ve Tarık Suresi:
!
Peygamberler Peygamberi’nin Sancağının Simgesi; Tarık Yıldızı/ Ukab/ Kartal Takımyıldızı (Aquila)
!
Bir topluluğun en önemli sembollerinden biri bayrak ve sancaktır. Her ikisi de, en küçük birimden en büyük birime kadar o topluluğu sembolize eder… Sancaklar arasında bir sancak vardır ki taşıdığı anlam ile ve önem ile diğer sancaklardan ayrılır. 1400 yıldır İslam’ın sembolü olan bu sancak kutlu Peygamberimiz, Hz. Muhammed (s.a.v)’in Ukab isimli emaneti olan Sancak-ı Şerifi’dir. HZ. PEYGAMBER HER KATILDIĞI SAVAŞA UKAB İLE GİRMİŞTİR. (www.hakanyilmazcebi.com, www.netpano.com
!
 
!
Arap kabileleri arasında sancağın yere düşmesi yenilmek anlamına geliyordu. Böyle bir şey olduğunda askerler mağlubiyeti kabul ederek dağılırlardı. Bu yüzden sancağı taşıyan kişi yaralandığında veya öldüğünde onu taşıyacak sonraki kişi belliydi ve hemen sancağı devralırdı. RESULLULLAH (S.A.V) KULLANILACAK SANCAKLARIN HEP BEYAZ OLMASINI EMRETMİŞTİ, ANCAK UKAB SİYAH RENKLİ İDİ. BU SANCAK’IN DİĞERLERİNDEN BAŞKA BİR FARKI DA YÜNLÜ BİR KUMAŞTAN YAPILMIŞ OLMASIYDI.
İslam öncesi, Kureyş kabilelerinde kullanılan bu sancak tüm Arapları birleştirici bir öneme sahipti. O dönemdeki tüm kabileler de, İslamiyet’in yayılması safhasında bu sancak altında birleşiyorlardı. Peygamber Efendimiz (sav)’in bu sancak dışında, ordusuna ait birçok sancak daha vardı ama Başkomutanlığa özel olan sancak Ukab’tı. İslamiyet’in yayılmasından ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in vefatından sonra dört halife bu şerefli emaneti almışlardı. Resmi kayıtlara göre daha sonra Emevi ve Abbasi halifelerine intikal eden sancak, MOĞOLLAR’IN BAĞDAT’I İŞGAL ETMESİYLE ABBASİ HALİFESİ TARAFINDAN MISIR’A GÖTÜRÜLDÜ. UKAB, YAVUZ SULTAN SELİM HAN TARAFINDAN MISIR’IN ALINMASIYLA DA OSMANLILARA GEÇMİŞTİR. YAVUZ SULTAN SELİM, MISIR DÖNÜŞÜ SANCAĞI İSTANBUL’A GETİRMİŞ VE O TARİHTEN İTİBAREN PEYGAMBERİMİZ (SAV)’İN EMANETİ OLAN UKAB, İSTANBUL’DA TOPKAPI SARAYI MÜZESİ’NDE BULUNMAKTADIR.


Sancak-ı Şerif Osmanlı’ya geçtikten sonra savaşlarda kullanılması adet olmuştu. Ordunun savaş alanına çıkmasından bir süre önce Sancak-ı Şerif bulunduğu yerden çıkarılır ve hazırlık yapılırdı. Bu sancak, savaş alanlarına muhafazası ile birlikte götürülür ve sancaktarlar tarafından korunurdu. Sancak-ı Şerif’in ordu ile beraber olması çok büyük bir Şevk unsuru olarak kabul edilirdi. (www.hakanyilmazcebi.com, www.netpano.com
Yüzyıllarca, İslam ahlakının bayraktarlığını yapan Osmanlı imparatorluğu, Sancak-ı Şerif’in İstanbul’a gelmesi ile büyük bir onura erişmiştir. Peygamber Efendimiz (sav)’e ait, UKAB İSİMLİ SANCAK, BU ÖZELLİĞİNİN YANI SIRA ÇOK ÖNEMLİ BİR KONUNUN DAHA ALAMETİ VE MÜJDECİSİDİR. Hz. Peygamber (sav) bu Sancak’ın açılacağı zamanın, Kuran ahlakının yaşanacağı bir dönem olan ahir zamanın müjdesi olacağını bildirmiştir. Hadislerde şu şekilde bildirilmiştir:
!
“Abdullah b. Şurefe’den rivayet edildi ki: “Mehdi’nin beraberinde süslenmiş bir halde Peygamberimiz (s.a.v)’in bayrağı olacaktır.” (kitab-ül burhan fi alamet-il mehdiy-il ahir zaman, s.65).

“Peygamber (s.a.v)’in softan (yünden) bayrağı ile çıkacaktır. o bayrak dört köşeli olup, dikişsizdir ve rengi de siyahtır. onda bir hicr (hale) bulunur. O Resulullah (s.a.v)’in vefatından beri açılmamış olup mehdi çıkınca açılacaktır.” (kitab-ül burhan fi alamet-il mehdiy-il ahir zaman, s.23) .


“Alametlere gelince; beraberinde Allah Resulünün (s.a.v) gömleği, kılıcı, sancağı bulunacaktır. o sancak ki peygamberin (s.a.v) vefatından bugüne kadar hiç açılmamıştır. Mehdinin zuhuruna kadar da açılmayacaktır.” (kıyamet alametleri, s.164) .


“Hz. Mehdi, Peygamber Efendimiz (sav)’in bayrağıyla çıkacaktır. O bayrak dikilmemiştir, siyah ve dört köşelidir. Peygamberimiz (s.a.v)’in vefatından sonra hiç açılmamış olup ancak Hz. Mehdi tarafından açılacaktır (el kavlu’l muhtasar fi alamet-i mehdiy-il muntazar, ss.41-42, 52, 54) .

!
Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde rengi, şekli, dikişi hakkında bilgi verilen sancak bugün Topkapı Sarayı’nda Kutsal Emanetler Bölümünde muhafaza edilmektedir. Ahir zamanda ancak Hz. Mehdi tarafından açılacağı bildirilen bu Sancak’ın önemli bir özelliği de Peygamberimiz (sav)’in “VEFATINDAN BUGÜNE KADAR HİÇ AÇILMAMIŞ” olmasıdır. Tarihi kaynaklara göre; günümüze kadar Osmanlı İmparatorluğu da dahil olmak üzere hiçbir devlet tarafından, Peygamber Efendimiz (sav)’in zatına hürmeten açılmayan sancak, götürüldüğü savaşlarda ve törenlerde kılıfından dahi çıkarılmamıştır. 1400 yıldır bu şekilde muhafaza edilen sancak Hz. Mehdi’nin gelişi ile İslam ahlakının hakim olacağı dönem olan ahir zamanda açılmayı beklemektedir. (En doğrusunu Allah bilir.) (www.hakanyilmazcebi.com, www.netpano.com
!


Kartal Takımyıldızı/ Ukab/ Okab

!
Ukab (okab) arapçada Toz, Duman ve Kartal Takımyıldızı anlamına gelir. Kartal Takımyıldızının diğer bir ismide “DENEB EL OKAB” DIR. Bu manada Resulullah Efendimizin (SAV) sancağı Ukab, (Okab) kainatın içindeki risaletini ve Allah’ın (c.c) Halifesi olduğunun delilidir. 1400 yıl önce Peygamber Efendimiz Henüz gökler keşfedilmemişken kendisi kainattaki bütün galaksilerin ve yıldızların ilmine sahip olduğunun delili olarak kainatın genel rengindeki siyah zemin üzerine yine bir gök cismi olan hilali koyarak zamanımıza ilmi bir mucize bırakmıştır. Unutmayın ki kainattaki bütün gezegenlerin bağlı olduğu bir güneş vardır. Bu güneşin etrafında dönen her gezegen belli dönemlerde hilal şeklini alırlar. Bu sebepten Resulullah Efendimizin sancağının siyah rengi kainatı, hilali de bütün kainat içerisindeki gezegenleri (uzayı ve evreni) temsil eder. UKAB’IN BİR MANASI DA “DUMAN”DIR. Kainat ilk yaratıldığında henüz gezegenler oluşmadan önce duman halinde idi. (www.hakanyilmazcebi.com, www.netpano.com
!
 “Sonra duman halinde olan göğe yöneldi. Göklere ve yerlere isteyerek veya istemeyerek gelin dedi. Yerler ve gökler isteyerek geldik dediler” Fussilet 11
!
Yine Resulullah Efendimiz bugün kainat içerisinde Kartal Bulutsusu’nda (Ukab’da) yerleri ve gökleri temsil eden sancağının ahir zamandaki mucizesini ispat etmektedir. AYRICA UKAB DÜNYAMIZ İÇİN ÖNEMLİ OLAN ÜÇ AYRI TAKIMYILDIZININ KUĞU (CYGNUS), VEGA (LYRAE), KARTAL (OKAB) YAZ AYLARINDA BİRARAYA GELEREK YAZ ÜÇGENİNİ OLUŞTURURLAR. BU YILDIZTAKIMLARININ LİDERİ KARTAL (UKAB) TAKIMYILDIZIDIR. (www.hakanyilmazcebi.com, www.netpano.com
!
Kuğu Takımyıldızı Musevilik dinini temsil eder, Vega takımyıldızı Hıristiyanlık dinini temsil eder, Kartal (Ukab) takımyıldızı İslam dinini temsil eder. İşte uzun süren kış ve karanlık dönemden sonra Resulullah Efendimizin müjdesi ve mucizesi olarak bu uyanma baharının ardından o Mubarek Peygamberin Sancağı tüm insanlarla beraber diğer dinleri de Ukab’ın altında birleştirmek üzere tüm insanlığa bu baharda gönderilmiştir.
!


Deneb El Ukab Samanyolundaki En Parlak Yıldızdır

!


     
!


Güneşimizden kat kat büyüktür. Kuran-ı Kerim’de Resullulah Efendimizin sancağı olan Ukab’dan şöyle bahseder;
!
1-Göklere yemin ederim ki, Tarık’a yemin ederim ki,
2-Tarık nedir bilir misin?
3-O parlayan bir yıldızdır.    (Tarık Suresi 1-2-3)
!



!


Bu üç ayette bahsedilen Tarık, Allah’a giden yolu gösteren Resulullah Efendimizin, Mubarek sancağında temsil edilmiştir. Ve ahirzamanda da hak ile batılı ayıracak yerlerin ve göklerin sembolü olacaktır. Bu mubarek sancağın temsil ettiği Hz. Peygamber Efendimiz, İslam dini ve Kuran-ı Kerim işte bu dönemde gerçek manada hak ile batılı ayıracaktır.
!
“Kuran (Hak İle Batılı) Ayıran Sözdür.” Tarık Suresi-13
“Onlar Bir Tuzak Kurarlar, Bende Bir Tuzak Kurarım.” Tarık Suresi 15-16
!



Resulullah Efendimiz’in sancağı mubarek Ukab ahirzamanda cehalet ve inkar karanlığını delen yıldız olarak Kuran-ı Kerim’de anlatılmıştır. Yukarıdaki resimde de siyah fon üzerine Hilallerin bütünlediği Resulullah Efendimizin sancağı olan Ukab’ın kainattaki gerçek görüntüsüdür. (Kaynak:A’raf’ın Ricalleri   Hakan Yılmaz Çebi- Cafer İskenderoğlu   www.netpano.com  )
!


Türk Bayrağındaki Ay; Evren (Ars ve Arş) Kürenin, Yıldız; Kürsi’nin (ve Tek Tan-Rı’nın) Simgesi mi?

!
Türk Bayrağını Yıldız yukarı gelecek biçimde dikine astığımızda Yıldızın Kürsi’nin ve Tek Tan-Rı’nın simgesi, Hilal Ayın da Evren Kürenin (Ars ve Arşın) simgesi olarak düşünüldüğü açıkça belli olmaktadır. Gök Bayrak; Tan-Rı’nın göğünün rengini, Al Bayrak ise dökülen kanları simgelemektedir elbette. Adem ve İdris as.lardan beri de gökleri gözlemleyen gökçe bilgeler ve yolcuları da aynı şekilde düşünüp resmetmişlerdir. Ama ne yazık ki nefis ve şeytanlarına tapınanlar Ra/ Rabb’ın simgesi olan Güneş, Ay, Gül, Lale gibi simgelerin kendilerini Amon Ra/ Güneş Tan-Rı ve hatta Şeytan/ Satan adıyla put edinip tapınmakta ve sapmakta gecikmemişlerdir. Bundan dolayı sapkınları doğru yola sokabilmek için Nebiler gönderilmiş ve Veliler görevlendirilmektedir… ( www.netpano.com   Hakan Yılmaz Çebi   www.angelfire.com/de3/dumrul   Musa Hiram     www.hakanyilmazcebi.com   www.angelfire.com/tn3/tahir   Tahir Türkkan’ın Tarih Notları       www.hermetics.org    www.harunyahya.com )
!
           

22 Aralık 2009 Salı

TAŞ KESİLEN İNSANLAR: POMPEİ

TAŞ KESİLEN İNSANLAR: POMPEİ    
AHİR ZAMAN’A DÜŞÜLEN NOT!..

















“İÇİMİZDEKİ BEYİNSİZLER YÜZÜNDEN BİZİ HELAK ETME ALLAHIM…”
KÂİNAT’IN REHBER KİTABI KURAN’I KERİMİMİZ’DE geçmiş kavimlerin haberleri ile ilgili pek çok ayet vardır. Kuşkusuz bu haberler, üzerinde düşünülmesi gereken konulardır. Bu kavimlerin büyük bölümü, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamış, hatta onlara düşmanlık göstermişlerdir. Bu taşkınlıklarından dolayı da Allah'ın azabıyla karşılaşmışlar ve yeryüzünden silinmişlerdir. Allah Kuran'da, bu helak olaylarının sonraki insanlara da birer ibret olması gerektiğini bildirir.
Vezüv Yanardağı'nın patlaması ile tarihten silinen Pompei kentinin durumu da bu konuya örnektir. Vezüv Yanardağı, İtalya'nın, özellikle de Napoli kentinin sembolüdür. Vezüv'ün batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır. Yaklaşık 2000 yıldır sessizliğini sürdüren Vezüv Yanardağı'nda geçmişte yaşanan bir lav ve kül felaketi, bu kentin insanlarını ani bir biçimde yakalamıştı. Felaket öylesine ani olmuştu ki, herşey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.
"İbret Dağı" olarak adlandırılan Vezüv'ün bu şekilde tanımlanması boşuna değildir. Ünlü Sodom ve Gomorra kentlerinin başına gelen felaketle, Pompei'de yaşananlar birbirine çok benzemektedir.
Kuran'da, Allah'ın kanunlarında hiçbir değişiklik olmadığı haber verilir. Allah'ın kurallarına aykırı giden, O'na başkaldıran herkes, aynı ilahi kanunla karşılık görür. Roma İmparatorluğu'nun dejenerasyonunun sembolü olan Pompei kavmi de, aynı Lut kavmi gibi, cinsel sapkınlıklara batmıştı. Sonu da Lut kavmiyle benzer oldu. Allah bu konuyla ilgili olarak Kuran'da şöyle buyurmuştur:
"... Onlara uyarıcı-korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını arttırmadı. (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın." (Fatır Suresi, 42-43)

SEFAHAT TUTKUSU İÇİN YAŞAYANLAR
Pompei'nin böyle bir felaketle yeryüzünden silinmesinde elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihi kayıtlar, şehrin yok olmadan önce tam bir sefahat ve sapkınlık merkezi olduğunu gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği ise, fuhuşun çok yaygın olmasıydı.
Pompei faciası öyle ani olmuştu ki, Vezüv'ün lavları bir anda tüm kenti haritadan sildi. Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv'ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçamaması ve adeta büyülenerek felaketin farkına bile varamamış olmasıydı. Yemek yiyen bir aile, sofradaki halleriyle aynen taşlaşmıştı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştı. Cesetlerin yüzlerinde ise şaşkınlık ifadelerini görmek mümkündür.
İşte facianın en dikkat çekici yönü buradadır. Nasıl olmuş da binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymadan, adeta ölümün gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir?
Olayın bu yönü, Pompei kavminin yokoluşunun Kuran'da anlatılan helak olaylarına benzediğini gösteriyor. Çünkü Kuran'da, helak olayları anlatılırken "birden yok olma" üzerinde durulur. Örneğin Yasin Suresi'nde anlatılan "şehir halkı", tek bir anda topluca ölmüşlerdir. Surenin 29. ayetinde bu durum şöyle anlatılır:
"(ONLARA) YALNIZCA BİR TEK ÇIĞLIK (YETTİ); ANINDA SÖNÜVERDİLER." (Yasin Suresi, 29)
Pompei halkının ölümü de ayetlerde anlatıldığı şekilde, "anında yok olma" tarzında gerçekleşmiştir.
İşte bazıları Kuran'da bildirilen bu gibi helak olaylarının önemli bir bölümü, modern çağda yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Kuran'da sözü edilen olayların delilleri olan bu bulgular, Kuran kıssalarının "ibret olma" özelliğini daha da açık bir biçimde göstermektedir.
AHİRZAMAN SAHNELERİYLE BENZERLİK…
Pompeii, İ.S. 70 yıllarında Vezüv yanardağının patlamasıyla, birkaç saat içinde lav ve kül tabakasıyla kaplandı. İnsanlar, ne yapacağını şaşırmış bir durumda devasa lav-kül selinden kaçmaya çalıştı, ama neredeyse hiçbiri kurtulamadı. Kimisi, o anda kent içinde bulunduğu yerde, mesela evinin içersinde, o şekilde kala kaldı. Pompeii'de yaşam bitmişti o andan itibaren.
Pompeii'de yaşam, duyguların doruk noktasına ulaşmıştı. Zenginlik, şehvet, aç gözlülük... İnsanların benliğini ele geçirmişti bu duygular. Pompeii'de yaşam, artık çöküşün son noktasına kadar yükselerek ilerlemişti.
Allah tarafından gazaba uğranmış bir şehir Pompeii..

Pompeii, İ.S. 70 yıllarında Vezüv yanardağının patlamasıyla, birkaç saat içinde lav ve kül tabakasıyla kaplandı. İnsanlar, ne yapacağını şaşırmış bir durumda devasa lav-kül selinden kaçmaya çalıştı, ama neredeyse hiçbiri kurtulamadı. Kimisi, o anda kent içinde bulunduğu yerde, mesela evinin içersinde, o şekilde kala kaldı. Pompeii'de yaşam bitmişti o andan itibaren.
HİSTERİK TOPLUM: ŞEHVET/ZEVK/İLLEGALİTE
Pompeii'de yaşam, duyguların doruk noktasına ulaşmıştı. Zenginlik, şehvet, aç gözlülük... İnsanların benliğini ele geçirmişti bu duygular. Pompeii'de yaşam, artık çöküşün son noktasına kadar yükselerek ilerlemişti.
Allah tarafından gazaba uğranmış bir şehir Pompeii..
Pompeii, İ.S. 70 yıllarında Vezüv yanardağının patlamasıyla, birkaç saat içinde
lav ve kül tabakasıyla kaplandı. İnsanlar, ne yapacağını şaşırmış bir durumda devasa lav-kül selinden kaçmaya çalıştı, ama neredeyse hiçbiri kurtulamadı.

Kimisi, o anda kent içinde bulunduğu yerde, mesela evinin içersinde, o şekilde kala kaldı. Pompeii'de yaşam bitmişti o andan itibaren.
Pompeii'de yaşam, duyguların doruk noktasına ulaşmıştı. Zenginlik, şehvet, aç gözlülük... İnsanların benliğini ele geçirmişti bu duygular. Pompeii'de yaşam, artık çöküşün son noktasına kadar yükselerek ilerlemişti.
1790 da bir çiftçinin tarlasını sürerken, rastladığı kalıntılar, yapılan kazılarla ortaya çıkarıldı. Yanardağ atıklarının şehri tamamen kaplaması nedeniyle, günümüze dek mükemmel korunmuş Pompeii’de, Roma İmparatorluğunun yaşantısını, ulaştığı uygarlık düzeyini görmek mümkün.. Tiyatro, dükkânlar, fırınlar, zengin ve fakirlerin evleri neredeyse 2000 yıl önceki haliyle durmakta. Hatta taşlaşmış insanlar yaşamlarının son anlarında heykel gibi durmaktalar.
İki şehrin üzerini 20–30 metre yüksekliğinde sıcak küller kaplayınca oldukları yerde havasızlık ve kükürt dioksit gazı ile ölenler bugüne heykel şeklinde ulaşmıştır.
Patlamanın külleri Anadolu ve Mısır’a kadar etkisini göstermiş ve tüm atmosfere yayılmıştır.
Bölgede depremlerin 126.000 yıl önce başladığı saptanmıştır. Verimli kampanya ovası Romalılardan itibaren yerleşim bölgesi olmuş, 79 yılından beri insanlar için korkulu bölge olmasına rağmen, şimdi Napoli halkı tedirgin de olsa burada yaşamaktadır.
Plinien türü patlamalar İ.Ö 18300, 16780, 8010, 3360, 1920 İsa’dan sonra 79, 1527 ve 368 yıllarında olmuş. Napoli tetikte bizim beklediğimiz İstanbul depremi gibi.
SaNTo ile karar aldık, patlama olasılığı artınca oraya gidip heykel olacağız.
İnsanlar Allah’ın gazabına karşı tedbir almak için araştırmalarını sürdürüyor. Biz ise İstanbul’ da 26 Ağustos’u çoktan unutup azıp duruyoruz.
Çıplak heykeller, cinsel öğeler içeren freskler ortaya çıkınca dinler; Vezüv yanardağının patlamasını, insanların sapkınlıklarına bağlamışlardır.

Cinsel ilişki sırasında istifini bozmayan çiftler, taşlaşmış olarak korunmuşlar ve “Allah’ın insanı taş yapacağı” deyimi son yüzyılda ortaya çıkmıştır.

19 Aralık 2009 Cumartesi

Elif Lam Mim



EuzubillahimineşşeytanirracimBismillahirrahmanirrahim
Elif Lam Mim
ibn arabin harflerin ilmi adlı kitabından  Elif Lam Mim hakkında
486:Elif Lam Mim deki Elif tevhide bir işarettir.
Mim helak edilemez bir mülke işarettir.bu iki harf arasındaki Lam
ise ikisi arasında rabıta olması icin bir vasıtadır.üzerine Lam ın
hattının düştügü satıra bakarsan .elif in gövdesinin orada onun ucuna
ulaştıgını görürsün,Mim ise oradan aşgıya dogru inmeye başlar .sonra
orada en güzel bicimden aşagıların aşagısına kadar iner ki burası Mim
in kökünün bitiş noktasıdır.nitekim
Allah Teala söyle buyurmaktadır.
''biz insanı en güzel bicimde yarattık:sonra onu aşagıların aşagısına
gönderdik''(Tin 95/4-5)


 


 "...Bakara başındaki harfler bize bunun şifresini
vermektedir. “ELİF” (Allah'tan), yani vericiden, “Mim” (Muhammed'e),
yani alıcıya, arada “Lam” var, “La” okun yönüdür. Yani yukarıdan
aşağıya olduğunu gösterir. “El” olsaydı, Resulullah'tan Allah'a KİTAP
gitmiş gibi olacaktı. “Elif” ve “Lam” birlikte, “1” oluyor. “Lam”
doğrudan “0”, çünkü “Lam” kapalı bir harftir, “M” ile biter. “M” ile
bitince de ona sadece “MİM” eklenebilir. “Mim” de “M” ile bitince bu
kez “M“ ile başlayan hiç bir harf olmadığı için ona CİFİRDE kapalı
harf deriz.

“EL” (1) den “laM”ın “M” sine “MİM” harfiyle KAPALI olduğunu
gösteriyor. Bunun için OKUN YÖNÜ dedim. Yani Resulullah ve elçiler
Allah'a VAHYEDEMEZ. “NUN” da kapalıdır ve boyutsuzdur onun için “NUN”
hem nokta hem de nokta ile yazılan SIFIR demektir. CİFİR ilkeleri ve
yöntemi zor bir KUR'AN bilim dalıdır.

29 surede var... Aslında bazıları AYNI, “Elif lam mim Ra” gibi, bir
kaç sure başında birden geçmektedir. Bu harflerin birer Ebced
dönüşümü vardır. Ondan RAKİM çıkar. Rakimden de SIRRI BİZDE >>> KEHF
denen hologram çıkar.

“fi zalike le ayatel li kavmiy yetefekkerun“. İLK harfi mukatta,
sadece nokta idi (NUN KALEM). Nun-Kalem suresi başı. Onun örneklerini
vermiştim. Hani bir kalemi gözünüzle 90 derece açı yapacak biçimde
tutarsanız onu NOKTA olarak görürsünüz. Bir kalem aynı zamanda bir
kitabın (Levhi Mahfuz'in) kesitidir. O kitap da aslında bir KÜRSİ'nin
üstüdür demiştim. Bir NUN harfi bunları HABER VERECEK güçte. Harfi
mukattalar bunun için yazmakla bitmez.

1. NUN (noktasal tekillik) Kalem (yazılım, program)

2. CİNLENMİŞ değilsin

Ayetin özü bu... Cin >>> NAR'dan (enerjiden) yaratıldığı için, mecnun
Cinlerin hükmedemeyeceği birisin diyor ayet.

1. Nun velkalemi ve ma yesturune.

2. Ma ente bini'meti rabbike bimecnunin.

Mecnun >>> Gördüğünüz gibi NUN ile bitiyor. İlk sure de böyle
yapmıştı. İkre (Oku) diye başlamış ve sonra ikinci kez İKRE demişti.
Yani aç parantez-kapa parantez denen bir TÜMCE olayıdır bu.

1. Ikre' bismi rabbikelleziy halak

2. Halekal'insane min 'alak

3. Ikre' ve rabbükel'ekrem

İşte burada iki tane ikre var. Birinci ayetin başı aç parantez ve
üçüncü ayetin başı kapa parantez anlamında iki kez İKRE kullanılmış.
Böylece küme (set, cümle) kavramından bildiğimiz BOŞ CÜMLE mantık
matematiği kurulmuş. Kalem de NUN diye başlıyor (Aç parantez) Mec+NUN
diye parantezi kapıyor. NUN ve NUN arası da bir boş cümle (tümce, set)
dir... Ve Alak (ikre=Oku) suresinde BOŞ bir harf vardır ve onunla
başlar. Bu yazılmamış harf nedir bilen var mı?

İpucu: Allah'ın 114 ismi ve sıfatlarla toplam 137 isimin hiç biri o
HARFLE başlamaz. Yani o harfle başlayan Allah adı yoktur. Lam var...
El Latif, Allah'ın adıdır. Allah'ın “Ğ“ (Ğayın, ğayn) ile başlayan
sıfatı var. Ama “Y” ile başlayan hiçbir ismi yok. “Ğafur” mesela...
Fakat esmaül hüsnaya bakınız “Y” harfi ile başlayan HİÇBİR İSMİ
yoktur.

Pekiyi “Y” ile harfi mukatta var mı? VAR: “Ya-Sin”. Tabii beraberinde
14 anlamı da var. “Ya” neden Allah'ın değil de kullarınındır? DİLEYEN
isteyen ve “Ya Rabbi”, “Ya Allah”, “Ya Rahman”, “Ya Rahim” diyen biz
miyiz, ALLAH'ımız mı?






İnsandaki Besmele Sırrı


BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHÎM
Besmele herşeyin başlama noktası olup mana açısından tüm alemlerin açığa çıktığı ve herşeyi kendinde toplayan “Cem” eden İnsan-ı Kâmil‘dir. Besmele tüm alemleri kendinde toplayan “İnsan-ı Kâmil”in mana alemindeki karşılığı gibidir. Bu vücudun başı ise “B” harfidir. Bu “B” harfinden yani baştan (noktadan) herşey açığa çıkmaya başlamış ve büyük bir ilahi kasılma sonucunda ise kademe kademe alemler ve boyutlar meydana gelmiştir.


İnsan ama tabiki konumuz olan kamil insanın sırrı Fâtiha’dır. Fatiha suresinin başı ise Besmele’dir. Allah’ın yaratma fiilindeki herşeyin ortaya çıkış noktası kalp noktası’dır. Öncelikle bu noktaya perde olsun diye Sema’yı hiçlikten büyük bir ışıma ile açığa çıkarmış daha sonra Arş’tan aşağıya kademe kademe en alt varoluş planın olan Arz’a inmek sureti ile alemleri var etmiştir.


(Tabii bu iniş ve tabirler hep mânâ ve boyutsallık ifade etmektedir.)


İnsan Rahman ve Rahim olan Allah’ın bir aleti olarak alemleri algılamak sureti ile onun temsilcisi ve onun isimlerini açığa çıkış mahali olan Halifesi’dir. Alemi seyrettiğimiz gözlerimizle çevreyi algılayışımıza bakacak olur isek bu algının tam olarak Arapça’daki “B” harfini meydana getirdiğini görebiliriz. İleri doğru baktığımızda başımız algı ve varoluş nokta’mızın bulunduğu yerdir. Öne ileri doğru bakarsak da gözümüzün önündeki 30-40 cm lik kısımı fuluğ bir şekilde neredeyse algılayamadığımızı aynı şekilde de sağ ve sol yanlarımızda ise gene neredeyse hiç algılayamadığımız üçgen alanların oluştuğunu farkederiz. Bu algılamaya yukarıdan bakıldığında başın nokta teşkil ettiği ve önünde ise net algı alanının sınırını çizen bir eğri çizginin bulunduğu bir oluşum karşımıza çıkmış olur. Bu oluşum “B” Arapça harfinden başka bir şey değildir. Bu şekilde insan hacime “B” harfi oluşturarak açılır ve gözünün nuru hacime yönelir yani ışır. Bu onun Rahmaniyeti’ni oluşturmaktadır. Allah’ın “Hayy” ve “Hu” isimlerinden kaynaklanan bu ışıma eğer her yeri kaplar ise algılanacak ne farklı bir görüntü ne de varlıklar ve alemler kalır. Bu sebeple bu ışığın kendi çıkış noktasına haddini bilerek dönmesi ve kapladığı alanı boşaltarak vücudu ile uyumlu bir güçte Fezaya ışıması gereklidir.
Kaynak: Delinetciler Paylaşım Forumu http://www.delinetciler.net/forum/showthread.php?t=56720


(Asıl itibarı ile haddi aşan bu ışıma Allah’ın tüm isimlerinin açığa çıkışı ile doğrudan bağlantılıdır. Ancak insanın vehmi benliği açısından bu ışıma otomatik bir şekilde insanda hükmetme hali oluşturur. Bu hal “Kadir” ismi ile bağlantılıdır. Eğer bir insan bu ışığı dengeler ve haddini bilerek ışıldarsa kulluğunu en iyi şekilde yapabilme şansına sahip olur.)


Tersi ise bu içine doğru çekiliş ve zahirde alemlere yer açma fiili Allah’ın Rahimiyeti’ni meydana getirir. Böylece İnsan-ı Kâmil’in mânâ vücudu tüm isimleri ve alemleri varetme aracı olarak ortaya çıkar. Allah’ın Rahmaniyeti Celâli Rahimiyet ise Cemali’dir.


Farklı boyutlarda varolan alemler Hakikatin hiçlik noktasının kendisini perdelemek sureti ile varlık alanına kuvvetli bir ışık olarak çıkması daha sonra kendi üzerine kapanarak geri çekilmek sureti ile bir boş alan meydana getirmesi (Feza) ve bu boş alanda nokta ve nurunu kaplayan bedenler içinde (Bu bedenlerin yoğunluk farklılığı farklı varlıkları ve algı farklılıklarını oluşturmaktadır. Farklı aynalar alemi seyretmesi sonucunda oluşur.


(Aslında bu alan boş değildir. Sadece tanımsız hale gelmiş ve yoğunlaşmış sıvı şeklinde gri hiçlik veya Levh-i Mahfuz olarak her varlığın fıtratı doğrultusunda çözümlemesini yani “oku” masını beklemektedir. Bu alanın jel gibi sıvı olduğu Kur’ân-ı Kerim’de yer alan Yasin/39-40 suresinde “Ay’a gelince ona menziller tayin ettik. Nihayet o eski hurma salkımının çöpü gibi (yay haline) dönmüştür. Ne Güneş’in Ay’a çatması yaraşır ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi yörüngesinde yüzerler.” Şeklinde kendisini göstermiştir. Surenin içinde dikkat edilirse özellik ile Ay’dan söz edilmiştir. Ay su gurubu burçların planetidir.)


Miraç’ını tamamlayan insan bu kalp noktası ile karşılaşır. Bu nokta itibarı ile nur kuvveti çok artacağı için tüm yansımalarda Allah’ın vechini tespit ettiği bir kıyamet hali hasıl olacaktır. Bu nuru eğer haddini bilmeyip tekrar kendi içindeki Ayan-ı Sabite noktasına çekemezse onun alemi tabiri caizse başına yıkılır. Bu sebeple bu noktaya ulaşması ondan Rahman ismini açığa çıkartmıştır. Yani herşeyin içinde yer alan nurun kendinde de varolduğunu tespit etmiştir. Bu “Hu” isminin idrakını daha sonra beraberinde getirecektir. Bir insan ancak kendine yakın bulduğu kendinden saydığı şeye sevgi ve merhamet duyabilir. Düşünün ki özünün her varlık ve madde dahil herşeyde varolduğunu bilinç aleminde farkeden bir insan nasıl merhametli olmasın? Bunun akabinde insan kendi algı aleminin varoluşunu koruyabilmek için mutlak surette Rahim ismini açığa çıkartmalı ve alanı (Fezayı) boşaltabilmelidir. Bu şekilde varolan herşeyi koruyan ve sakınan anlamındaki Rahim ismi açığa çıkmış olur. Uzun lafın kısası kişi noktaya ulaşır ulaşmaz “Bismillâhirrahmanirrahîm” diyerek Allah’ın halifesi olma haline bürünür.


Bu hali ilk yaşayan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) dir. Hz.Muhammed Efendimiz miraç’ını yapmak sureti ile kendindeki Ahmed ismine böylece ulaşmıştır. “Ahmed” ismi Rahman ve Rahim isimlerinin mânâ aleminde birleşmesi sonucunda açığa çıkmıştır. Hz. Muhammed Efendimiz vahiy alırken Hz. Cebrail’e “Bu bilgiler nereden geliyor?” diye sorduğunda Hz. Cebrail perdeyi aralayarak bakmış ve Efendimize dönerek “Senden Sana geliyor ya Muhammed” demiştir. İsevi’lik makamında bulunan ve Şah-ı Velayet diye bildiğimiz Hz. Ali (r.a.) Hz. Muhammed Efendimizden açığa çıkan Rahman isminin zahiren yansımasıdır. Yani Özündeki Allah’ın Ruhu’nun (Ruhullah) açığa çıkma mahalidir de denilebilir. Muhammed ismi ise bu nuru yansıtandır ve Ruhullah’ın elbisesidir. Bu sebep ile nuru içinde tutan ve alanı boşaltan yapısı ile Muhammed ismi Rahim’dir. Asıl olarak Peygamber Efendimizin mânâ alemindeki ismi Ruh ve onu yansıtan olmak üzere iki yapının birleşmesinden yani Ali ve Muhammed isimlerinin birleşmesinden oluşan “Ahmed” ismidir. (Velayet ve Risalet). Bu husus Lütfi Filiz’in “Noktanın Sonsuzluğu” isimli kitabında şu ifadelerle yer almaktadır;


Muhammed isminden bir mim kaldırıldığında geriye Ahmed ondan elif kaldırıldığındaysa Ahad kaldığını ve Elhamdülillah’ın Entümülillah anlamına geldiğini yani “O”nun zuhurda Muhammed olarak görüldüğünü idrak edebilmek gerekir.


Bu noktaya bilinç aleminde ulaşan insanda “Muhammediye” hasıl olur. Bu yapı omurga olarak sahiplerinin Peygamberler olduğu makamların sonuncusudur. Bu makamlardan geçilmesi sonucunda insan ölmeden evvel yaşarken sonsuzluğa açılmış olur. Makamların bitimi olan “Cem” mertebesine varılması ve afak ile enfüsun birleşmesi sonucunda “Ahmed” ismi hasıl olmuş ve kişi sonunda Allah’ın has kulu olan ve tüm insanların kendi şahsiyetleri (Fıtrat) ile farklı renkleri varettikleri “Abdullah” makamı ortaya çıkar (Bir mutasavvıfın ifade ettiği gibi “Su içine konulduğu bardağın rengini alır.”) Hz. Muhammed Efendimiz bunu ifade etmek için “Benden sonra birisi gelecek ismi babamın ismi “Abdullah”tır.” Demek sureti ile bu hakikate dikkati çekmiştir.
Bir insan Allah yolunda ilerledikçe takdirde varsa bu makamlardan geçmek sureti ile kanımca “Ahmediye”ye ulaşır. En son ve güzel makam ise “Abdullah” makamıdır.
Herşeyin doğrusunu Allah bilir.

3 Aralık 2009 Perşembe

HİPERKÜP


Bu olayın mantığı şu, biz bildiğimiz bir üç boyutlu küpün resmine ya da fotoğrafına bakarken onun bütün açılarını 90 derece ve bütün kenarlarını eşit görmesek de onun üç boyutlu halinde böyle olduğunu kafamızda canlandırırz. Aynı mantıkla giderek dört boyutlu bir hiperküpün üç boyuta yansıması canlandırılmış.

Bakın bu aşağıdaki de hiperküpün değişik açılardan üç boyuta yansımasının canlandırılmış hali (tabi monitörde gösterilebilmesi için üçüncü boyutunu da kaybediyor). Unutmayın bütün açılar 90 derece ve bütün kenarlar eşit.


http://www.seg.etsmtl.ca/colloque/images/hypercube.gif
Eğer evrende 4 boyutlu şekiller varsa işte kübünün 3 boyutlu gölgesini görebilirsiniz.Ama dikkat edin ekranınız 2 boyutlu.Yani 4 boyutlu bir şeklin ,3 boyutlu gölgesini sizin 2 boyutlu ekranınızda, 2 boyutlu olarak görüyorsunuz.Yani gölgenin gölgesi

İlgili siteler:

http://www.mathematische-basteleien.de/hypercube.htm

http://dogfeathers.com/java/hyprcube.html

http://www.traipse.com/hypercube/

Eğer bizler iki boyutlu olsaydık,üç boyutlu bir topun veya kürenin sadece 2 boyutlu bir gölgesini görebilecektik ki bu da bir daire olacaktı bizim için.Ama 3 boyutlu bir topun 2 boyutlu daire şeklindeki gölgesini de tam olarak göremiyecektik.Şimdi biz 3. boyuttan baktığımız için rahatça topun 2 boyutlu daire şeklindeki gölgesini görebiliyoruz.Ama 2 boyutlu canlılar yukarıdan bakamıyacağı için gölgenin yalnızca bir kısmını görecekler arkasını göremiyeceklerdir.Daha doğrusu gölgeyi bir "dışbükey çizgi" şeklinde görecekler ve tam olarak algılayamayacaklardır 2 boyutlu olarak bile...

Bunu engellemek için bizim hiperküp de yaptığımız gibi şekli "şeffaf" hale getireceklerdir.Bu sefer de şekli(2 boyutlu gölgeyi) tam olarak görebilecekler ama birbirleriyle bağlantılı bir dışbükey ve bir içbükey çizginin içiçe geçtiği ve karıştığı izlemine kapılacaklardır.

Kaldı ki şeklin 3 boyutlu asıl orjinal halini hayal bile edemiyeceklerdir.

İnternette bir forumda okuduğum üzere şunlar ilgi çekici:

Kabe arapça "küp" anlamına geliyor.

Kabenin şekli bir küpü anımsatıyor hatta milimetrik olmasa da şekil itibariyle küp olduğu söylenebilir.(bir dikdirtgen prizma olduğu da söylenebilir tabii)

Bazı kimseler şimdiden Kabe ile hiperküp arasında bağlantı kurmaya başlamış bile,hadi hayırlısı.Ama daha çok, tahmin edeceğiniz üzere "ruhçular" bu tür muhabbetlere girişiyorlar.

Bunun dışında başka bir tesbiti sunmak istiyorum:

İki boyutlular dünyasında hiçbir canlı bizden kaçamaz,saklanamaz.Evinin içine saklandığını zanneden ve bizi göremeyen iki boyutlu canlının evine yukardan hiçbir engele takılmadan gireriz.Çünkü onun 2 boyutlu dünyasında yükseklik diye birşey olmadığından örneğin çember şeklindeki bir duvarın onu koruduğunu zannederken yukarıya doğru tamamen savunmasızdır.

Sadece bununla da kalmıyor.Bedeninin içi,hatta organlarının içini bile görebilir ve dokunabiliriz.Yani vücudunu kesmeden iç organlarına müdahale edebiliriz.

Aynı şekilde 4 boyutlu veya daha fazla boyutlu bir canlı olsaydı o da 3 boyutlu bizi her yerde rahatça bulabilecek,hatta isterse iç organlarımıza bile müdahale edebilecekti.

Bu da bana ayetlerdeki "can damarını keserdik" gibi ifadeleri aklıma getirdi.

Örneğin 4. boyutta(eğer üst boyut diye birşey varsa) yaşayan bir meleğe karşı ne durumda olduğumuzu daha iyi anlayabiliriz artık sanırım.

1 Aralık 2009 Salı

RUH'UN SEYRİ


“Yüce Allah cemal nurundan ilk defa Hazreti Muhammedin Nurunu yarattı. Bu durum şu kutsi hadiste şöyle anlatılır:

Muhammed’in ruhunu yüzümün nurundan yarattım

Bu durumu Allah’ın Elçisi ise şöyle açıklamıştır:

Allah önce ruhumu yarattı, Allah önce nurumu yarattı. Allah önce kalemi yarattı. Allah önce ‘aklı’ yarattı.”

Haliyle ortada “Ruh-Nur-Kalem/ilim-akıl” şeklinde sıralanan birbirini bütünleyen tek bir yaradılış zinciri var/hyç)

Muhammedin Ruhu yaratılanların mayası, kâinatın evveli ve aslıdır. Allah’ın Resulü bu durumun akabindeki gelişmeyi:

“Ben Allah’tan müminler de benden...” cümleleriyle anlatır

(...)

Geylani Hazretleri daha sonra

Ruh’un özünün “Nur” (yani ilahi kudrete has enerji) olduğunu söylüyor. Daha sonra bu Ruh’un çeşitli işlemlerden geçerek “ceset alemi”ne girme aşamasına kadar geldiğini ise şu ayetle açıklıyor:

“Sonra onu aşağıların en aşağısına/esfeli safiline gönderdik.”

RUH’UN SEYRİ/TEKAMÜLÜ

Geylani Hazretleri bu defa Ruh’un öyle ham halde bırakılmadığını çeşitli işlemlerden geçtiğiyle ilgili o günkü benzetmelerle bilgiler veriyor:

“Yani o nur, ilk önce Lahut aleminden ceberut (büyüklük,azamet) alemine gönderdi. O nurdan olan ruhlara iki harem arasında ceberut nurundan kisveler gidirdi. Buna SULTANİ RUH denilir.

Sonra bu kisveler ile “Melekut Alemi”ne saldı. Buna da Orada da melekut nurundan kisveler giydirildi (yeni sistemler yüklenildi). Buna da (Bu işlemden geçen Ruha’da) RUHANİ/NURANİ RUH denilir.

Sonra (yeni bir işlem için) ;

(Bu defa) MÜLK ALEMİ’ne gönderildi. Burada MÜLK kisvesine büründü. Buna da CİSMANİ RUH (Halk arasındaki ismi “Can” olup; insanoğlunun bildiği sadece bu ruhtur) dendi.

Sonra;

Sonra da Allah (çeşitli sistemler yüklenen) o ruhlara (bu ceset denen) cisme girmeleri için emir verdi. Onlar da Allah’ın emriyle girdiler. Bu durumu şu ayet haber vermektedir:

“Ona Ruhumdan üfledim” (Sad, 72)

Zaman oldu o Ruhlar; bu cesetle olan ilgisini (cesede ait arzulara takılı kalıp) artırdılar. Bu yüzden de ahdi (İnsanların ve cinlerin Ruhlar halindeyken Allah’la yaptıkları sözleşme) yi unuttular. Hâlbuki Allah onları yarattı ve:

_ Sizin Rabbiniz değil miyim? Buyurdu

Onlar da (hep birlikte):

- EVET...

Cevabını verdiler...

İşte bu sözlerini unuttular. Asli vatanı (Ruhlar aleminde sözleşmenin yapıldığı anı ve yemini) unuttular.

Fakat... Rahman onlara acıdı. Bu sebeple elçiler ve ilahi kitaplar gönderdi. Bununla (geldikleri ve dönecekleri) asli/asıl vatanı hatırlatmak istedi. Bu durum şu ayetlerle haber verilir:

Onlara Allah’ın günlerini hatırlat” (İbrahim, 5)

Yani, Allah’la sözleştikleri o günleri hatırlat...

RUHLARIN CESETTEKİ YERLERİ

VE DONANIMLARI...

Abdülkadir Geylani Hazretleri yine kısaca “SIRRÜL ESRAR” isimli eserde yukarıda bahsettiği Ruhların cesedlerin (bedenlerin) hangi bölgesine yerleştirildiğini de açıklıyor :

CİSMANİ RUH:

Bedendeki yeri sinedir. Bedeni-fiziki duygularla beraberdir. Sorumluluğu Allah’ın sosyal hayattaki kurallarına uymaktır. Eğer ibadetleri gösteriş yapmayacak şekilde has yaparsa keramet tabir edilen ruhbanlara ait işlere kavuşabilir, şöyle ki: “suda yürümek, havada uçmak, az zamanda çok yer katetmek, uzaktan söyleneni duymak ve iç âlemdeki gizli şeyleri haber vermek gibi”

REVANİ /NURANİ RUH:

Revani Ruh’un yeri kalptir. Kazancı manevi sahaya ait ilimdir. Bu ruhun kendini geliştirme kuvveti ve çabası Allah’ın zatına ait isimlerin ilk dördü iledir. Diğer on iki isimde olduğu gibi bu dört isimde de harfle dahi olsa sesli yakarışlar, davetler olmaz.

“Güzel isimler O’nundur, onunla çağırınız.” (Araf, 180)

ON İKİ İLAHİ İSİM ise “LA İLAHE İLLALLLAH” cümlesinin esasına dayanır. Çünkü bu cümlenin harfleri “on iki”dir.

Revani/Nurani Ruh melekler alemine şahitlik eder. Gördüğü şeylerin bir kısmı cennetler ve içinde bulunan nimetlerle meleklerdir. Konuşması iç aleme dair olur. İlahi isimlerin derin anlamını düşünür. Ötelerden haber verir. Ahiretteki yeri ise Naim cennetidir.

SULTANİ RUH:

Bu Ruhun kendini geliştirdiği yer kalp’te “Fuad/Yücelik” denilen yerdir. Bu Ruhun marifeti varlıkların, “yaratılanların ve olayların içinde saklı olan gerçek nedenleri, hakikatleri bilmesidir.” Bu ruhun gücünü aldığı kendini geliştirdiği işe gelince “kalb dili” ile yalvarılan ilahi isimlerin hepsidir. Öbür alemdeki mekanı FİRDEVS cennetidir.

Ve “KUDSİ RUH”

Bu ruh’u hali şu kutsi hadisle anlatılır:

İnsan benim sırrım ben de insanın sırrıyım.”Bu Ruh’un gücünü aldığı kaynak “hakikat ilmidir”. Bu ilim aynı zamanda Allah’ın tekliği ile ilgili sırlara ulaşmakla ilgili ilimdir. Kendini geliştirdiği işe gelince Allah’n Birliğini ve tekliğini anlatan isimlere devamdır. Burada gizli yakarışlar esastır. Bu ruhun ötelere bakışı “sır gözü” iledir. Allah’ın “cemal” ve “celal” sıfatlarını görür.

Durak yerine gelince o da “SIR”dır.

Değerli okuyucularımızın bu konuya kitabımızın dışında ilgi göstermeleri halinde bu Ruh’un Kuran’ı Kerim’de pek az kişiye verildiği ilgili ayetlere dikkat etmelerini ve bir çok tefsircinin bu Ruhla kastedilenin dört büyük melekten Cebrail olduğunu söylemelerine rağmen nacizhane Hz. İsa ile ilgili ayette de O’na “Ruh’ül Kudüs” verdik ifadesine dikkat etmelerini ona göre düşünmelerini öneririz.

Ayrıca değerli okurlarımıza şu düşüncemi de iletmek isterim: Kitle psikolojisinde Milli ve manevi konularda zaman zaman atalarımızın “Hissi Müşterek” dediği şekilde “ortak tavır” alma hali belirir. Bendeniz bu durumun yukarıda adı geçen Ruh’ sayesinde oluştuğunu sanıyorum. Yani ortada bir mıknatıs ve çevresinde toplanan milyonlarca toplu iğne. İnşaallah teşbih te hata olmamıştır(!)

Şimdi Ruh konusuna diğer kaynaklardan istifade ederek devam edebiliriz:

Felsefe ve din bilginlerinden William Hamilton'a göre, Ruh terimi, hemen hemen bütün dillerde “nefes, rüzgâr, hava ve koku” anlamına gelen kelimelerden alınmıştır. Nitekim Lâtincede Spritus: teneffüs etmek, İbranicede Nefes: nefes almak, Arapçada ruh kelimesinin aslı olan “Rayiha”, koku ve hava anlamına gelmektedir…