Bu Blogda Ara

18 Eylül 2009 Cuma

HZ. MUHAMMED - MEKKE'Lİ MÜŞRİKLER


...Cibril ile karşılaşmadan aylar evvelinden, Resul'ün tefekkür için sık sık mağaraya çekildiğini biliyoruz. Bu inziva/tefekkür onun OKUyabilmesi için bir çok idrak kapılarının açılmasına vesile olmuştu zaten. Bu OKU ma konusunda bir ön hazırlık olduğundan, Cibril'in OKU demesi Resul'ü şaşırtmış olamaz (Düşünen için) Bilindiği üzere tabiat olayları, güneş, ay, gezegenler de Allah'ın ayetlerindendir.

وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِأَمْرِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

16/12- Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler/ayetler vardır.

18/9- Yoksa sen Ashab-ı Kehf ve Rakim'ın, ayetlerimizden şaşılacak bir olay olduklarını mı sandın?

Allah Resulünün Risalet görevi almadan önce dahi, hiç bir zaman puta tapmayan bir Hanif olduğunu biliyoruz. Risalet öncesi çok az olan bir gurup insanın hanif olduğunu siyerden biliyoruz. VE haniflik = Fıtrat/ÖZ/Çekirdek iman realitesinden bakışla daha önce gelmiş tüm elçiler ve Hz Muhammed (Hepsine selam/salat) kendilerine peygamberlik görevi verilmeden önce hanif imana sahip idiler diye düşünüyorum.

(Risalet öncesi) Mekkeli müşrikler Kâbe'nin İbrahim (A.S)' ın yaptığını biliyorlar ve Kâbe'ye İbrahim'in evi de diyorlardı. Allah ismi (Lafza-i Celal) de biliniyordu. Hatta Mekkeli Müşrikler, Allah'a da inanıyorlardı fakat kendilerine şefaat edeceklerini umdukları putları O'na şerik koşarak.

وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ قُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

31/25- Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, elbette "Allah" diyecekler. "Allah'a hamd olsun." de. Fakat onların çoğu bilmezler.

وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُون

43/87- Eğer sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette: "Allah" derler. O halde nasıl haktan çevriliyorlar?

وَقِيلِهِ يَارَبِّ إِنَّ هَؤُلَاءِ قَوْمٌ لَا يُؤْمِنُونَ

43/88- Peygamberin sözü şu olmuştur: "Ey Rabbim! Bunlar gerçekten imân etmeyen bir kavimdir."

فَاصْفَحْ عَنْهُمْ وَقُلْ سَلَامٌ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ

43/89- (Ey Resul!) Şimdilik sen onlara aldırma ve: "Size selâm olsun." de. Onlar yakında bilecekler!

وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ قُلْ أَفَرَأَيْتُمْ مَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ أَرَادَنِيَ اللَّهُ بِضُرٍّ هَلْ هُنَّ كَاشِفَاتُ ضُرِّهِ أَوْ أَرَادَنِي بِرَحْمَةٍ هَلْ هُنَّ مُمْسِكَاتُ رَحْمَتِهِ قُلْ حَسْبِيَ اللَّهُ عَلَيْهِ يَتَوَكَّلُ الْمُتَوَكِّلُونَ

39/38- Andolsun ki onlara: "O gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan: Elbette "Allah!" diyeceklerdir. O halde gördünüz ya Allah'tan başka çağırdıklarınızı! Eğer Allah bana bir zarar vermek isterse, onlar O'nun zararını giderebilirler mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun rahmetini tutabilirler mi? De ki: "Allah, bana yeter." Tevekkül edenler, hep O'na dayanırlar.

وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ خَلَقَهُنَّ الْعَزِيزُ الْعَلِيمُ

43/9- Eğer sen onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan elbette: "Onları Aziz, Alim olan Yarattı." derler.

Orijinal metine bakıldığında, Mekke'li müşriklerin, çok açık bir şekilde Allah'ın "El Halık, El Aziz, El Alim" isimlerini bildiklerini, Rabb'imiz bize bildiriyor.

وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ

29/61- Andolsun ki onlara, "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan "Allah" derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?

أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ

39/3- İyi bil ki, halis din ancak Allah'ındır. O'ndan başka birtakım veliler tutanlar da şöyle demektedirler: "Biz onlara sadece bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." Şüphe yok ki; Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah hidayet etmez.

Yukarıdaki ayeti, şirklik yönüyle sadece şeyh ,mürid münasebeti ile sınırlayan bir gurup arkadaşlar var. Bu da doğru olmakla beraber asıl birinci anlam açık/aleni şekilde Allah'a ortak koşanlar anlatılmaktadır. Yukarıda altı çizili kısma dikkat edilirse orada " onlara ibadet/kulluk ediyoruz" ( نَعْبُدُهُمْ ) kelimesi var. Bir mürit idrakinde olmadan, sorgusuz ve teslimiyetçi zihniyetle teslim olduğu şeyhini dualarında aracı kılıp "şirk-i hafi" diye nitelenen, günümüz Türkçesi ile ÖRTÜLÜ şirk işleyebilir. Ama hiç bir mürit kalkıp şeyhine secde/ibadet etmez..... IBD(ibadet)>>>ABD (Kulluk) kulluk etmez. Yani AÇIK şekilde alenen bir şeyhe secde etme olayı yoktur. Yukarıdaki ayette putları aracı ilahlar edindikleri, Allah'a şirk koştukları açıkça ortadadır.

Bu işi günümüze uyarlar isek şöyle düşünülebilir: Artık bilgi çağında yaşıyoruz. Çok uç bölgelerdeki ilkel kalmış kabileleri hariç tutar isek, hiç bir ulusun fertleri mermerden veya ahşaptan oyma putun karşısına geçip ona secde etmez. Ama put kılık değiştirmiştir, şekil ve tarz değiştirmiştir. Az önce demiştik ki bir mürit alenen ve kasten şeyhine/efendisine secde etmez! lakin secde etmemesi onun şirkte olmadığı anlamına gelir mi? bu da başlı başına ayrı bir konu.

Bir "şeyhi" bir "falancayı" veya bir sanemi aracı etme arasında ne fark var? Bunu da bazı vatandaşlarımızın düşünmesi icap eder. Türlü süslü laflarla bunu meşru göstermek kendini kandırmaktan başka bir şey değildir.

Siyer/İslam tarihine bakıldığında mekke'liler için hiç bir zaman "Mekkeli kafirler" tanımlaması kullanılmamıştır. Daima "Mekkeli müşrikler" tabiri kullanılmıştır. Müşrikin tanımını biliyoruz. Allah'a da inanmakla beraber O'nun yanında bir takım ŞeRiK ler / Ortaklar (şirket/ortaklık) koşmak, aracılar bulundurmak.

3 semavi dinin ortak atası olan İbrahim (A.S) ve ondan miras kalan HANİF din uygulamaları eksik-gedik ve hatalı olmasına rağmen devam ediyordu. Mesela: Sadaka ve kurban hanif dinden kalan uygulamalardır. Fakat gelin görün ki, sadaka Allah'ın emrettiği şekilde değil. Kurban ise hem Allah'a hem de putlara adanıyordu. Enam/136. ayette bu çok açık şekilde anlatılıyor. Allah'a ayrı, putlara da ayrı olmak üzere kurban kesiyorlardı.

وَجَعَلُوا لِلَّهِ مِمَّا ذَرَأَ مِنَ الْحَرْثِ وَالْأَنْعَامِ نَصِيبًا فَقَالُوا هَذَا لِلَّهِ بِزَعْمِهِمْ وَهَذَالِشُرَكَائِنَا فَمَا كَانَ لِشُرَكَائِهِمْ فَلَا يَصِلُ إِلَى اللَّهِ وَمَا كَانَ لِلَّهِ فَهُوَ يَصِلُ إِلَى شُرَكَائِهِمْ سَاءَ مَا يَحْكُمُونَ

6/136- Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah'a bir hisse ayırmakta ve kendilerince: "Bu, Allah'a ait; şu da ortaklarımıza/şeriklerimize ait" demektedirler. Ortakları için olan hisse Allah'a ulaşmamakta, fakat Allah'a ayrılan hisse ortaklarına ulaşmaktadır. Verdikleri hüküm ne kötüdür.

Ehad/Wahid/Tewhid olan İbrahim (A.S)'ın Hanif dininden kalma, kadere iman konusu dejenerasyona uğrayıp, tamamen yanlış algılanmasına ve farklılaşmasına rağmen, KADER mevzuuna da inandıkları açıktır.

وَقَالُوا لَوْ شَاءَ الرَّحْمَنُ مَا عَبَدْنَاهُمْ مَا لَهُمْ بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ

43/20- Onlar: "Eğer Rahman dileseydi, biz onlara tapmazdık." dediler. Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.

"...Eğer Rahman dileseydi..." Sözüyle, çarpık (dahi olsa) bir kader anlayışları oldukları açıktır. Ayrıca bu ayette bir hüküm daha iyice açık hale gelmiştir. Yani müşriklerin, ALLAH'IN adını bilmeleri yanı sıra Allah'ın en büyük sıfatlarından olan RAHMAN'ı da bildikleri anlaşılıyor.

وَقَالَ الَّذِينَ أَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا عَبَدْنَا مِنْ دُونِهِ مِنْ شَيْءٍ نَحْنُ وَلَا ءَابَاؤُنَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ دُونِهِ مِنْ شَيْءٍ كَذَلِكَ فَعَلَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَهَلْ عَلَى الرُّسُلِ إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ

16/35- Allah'a ortak koşanlar dediler ki: "Allah dileseydi, ne biz, ne atalarımız O'ndan başka hiçbir şeye tapmazdık ve O'nun emri dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık" Kendilerinden öncekiler de böyle yaptılar. Buna karşı peygamberlerin vazifesi, ancak açık-seçik bir tebliğden, ibarettir.

Yukarıdaki ayette de keza, KADER'e iman etmekle birlikte bu ANLAYIŞIN ne kadar çarpıtıldığına şahit oluyoruz.

Konumuz gereği Mekkeli müşrikleri örnek gösteriyoruz. Lakin, bildiğimiz üzere, Allah her topluma/kavme uyarıcı/hatırlatıcı Elçiler göndermiştir. Yani Tevhid dini aradan belli bir zaman geçtikten sonra ağır ağır dejenere oluyor....şerikler koşulmaya başlanıyor. Ama birtakım bilgiler/kırıntılar unutulmuyor ve unutulamaz da. Bunun örnekleri tarihte mevcuttur. Bir basit bir gelenek dahi, aradan asırlar geçmesine rağmen, değişmesine rağmen, KÖKTEN silinmesi, TAMAMEN %100'ünün unutulmuş olması aklın ilkelerine terstir.Mutlaka belli doğru kırıntıları kalır. Aksi takdirde şöyle bir tablo çıkar ki; Allah ayetlerinde/kendi sözlerinde kıssalar iken bunun tam tersini söylüyor. Yani: İki Elçi arasındaki zaman diliminde kalan insanların, DİN hükümlerinin %100'ünü unutarak, asırlar boyu uyarılmamış, hatırlatılmamış olarak kalması demektir.

Oysa hiç bir kavim/topluluk yoktur ki, Allah belli periyotlarla Hatırlatıcı/Uyarıcı göndermemiş olsun. Ta ki, Son Elçi, Gözbebeğimiz EMİN Elçi Hz. Muhammed'e kadar (Ona ve Tüm elçilere SELAM SELAM olsun). O güzel Elçide çok büyük güzellikler olmasaydı, Şanı büyük Kur'an-ı Kerim iner miydi ona. Allah onu seçmiştir bir kere. Seçen (haşa) hata yapar mı? (SubhanAllah V-el Hamdulilah)

Az evvel bahsettiğimizi gibi; müşriklerin Allah'ı, Rahman'ı, kaderi, kurbanı, sadakayı bildiklerini... Bu durum sadece Mekkeli müşrikler için değil; Ad, Semud, Nuh......vs. kavimleri için de geçerlidir. Şimdi de Allah'ın Meleklerini de bildiklerini bir kaç ayetle örnekleyelim:

فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُود

41/13- Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse de ki: "Ben sizi Âd ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım."

Bu ayette Ad ve Semud'un başına gelenler ile HATIRLATMA. ".....benzer bir yıldırıma karşı uyardım." Sözü ile de açıkça UYARMA var.

إِذْ جَاءَتْهُمُ الرُّسُلُ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ قَالُوا لَوْ شَاءَ رَبُّنَا لَأَنْزَلَ مَلَائِكَةً فَإِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُمْ بِهِ كَافِرُونَ

41/14- Onlara Allah'tan başkasına kulluk etmeyin diye önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği zaman: "Eğer Rabbimiz dileseydi mutlaka melekler indirirdi. Biz sizin tebliğ için gönderildiğiniz şeylere inanmayız." dediler.

Sizce Elçiye ısrarla inanmayanlar melekleri nereden biliyorlardı?

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَقَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ أَفَلَا تَتَّقُونَ

23/23- And olsun biz, Nûh'u kavmine gönderdik. "Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız?"

فَقَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِهِ مَا هَذَا إِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُرِيدُ أَنْ يَتَفَضَّلَ عَلَيْكُمْ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَأَنْزَلَ مَلَائِكَةً مَا سَمِعْنَا بِهَذَا فِي ءَابَائِنَا الْأَوَّلِينَ

23/24- Bunun üzerine, kavminin inkarcı kodaman topluluğu "Bu, dediler, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hakim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki bir melek gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık."

Şu konuda tüm Müslümanlar hem fikirdir, hiçbir Resul/Nebi yeni bir din getirmemiştir. Ne zaman ki bir inanç sistemi dejenerasyona uğrasa ve/veya çeşitli sebepler ile bir çok hükmü unutulmaya yüz tutsa ya da şerik tutulmaya aracılar konulmaya başlanılsa, Allah HATIRLATICI/Uyarıcı/Korkutucu/Müjdeleyici olarak yeniden elçi gönderir. Tâ ki son elçiye kadar.

وَمَا أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنَ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا إِنَّهُمْ لَيَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَيَمْشُونَ فِي الْأَسْوَاقِ وَجَعَلْنَا بَعْضَكُمْ لِبَعْضٍ فِتْنَةً أَتَصْبِرُونَ وَكَانَ رَبُّكَ بَصِيرًا

25/20- Biz senden evvel de peygamberleri başka türlü göndermedik. Şüphesiz onlar hem yemek yiyorlar, hem çarşılarda geziyorlardı (sokaklarda yürüyorlardı). Sizin bir kısmınızı bir diğerine fitne (imtihan sebebi) kılmışızdır ki, bakalım sabredecek misiniz? Zira Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir.

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ إِلَّا نُوحِي إِلَيْهِ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدُونِ

21/25- Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona şöyle vahyetmiş olmayalım:

"Gerçek şu ki benden başka ilâh yoktur. Onun için bana ibadet edin."

Bu bilgiler ışığında son elçiye Risalet verilmeden önce, o ve çok az sayıda birilerinin, Hanif olup puta tapmamaları, hatta putları "pislik" olarak nitelemeleri İbrahim (A.S)'ın hanif dinin en azından imani yönden unutulmadığının ispatıdır. Fakat; Haniflik çok az sayıda inanan tarafından bilinmesine rağmen, Allah'ın emir ve yasaklarının belli bir bölümünün unutulmuş olması muhtemeldir. Yani Muhammed (SvS) dahil az sayıdaki inananların Risalet öncesinden Hanif anlayışı ile Kur'an nazil olduktan sonraki haniflik anlayışında TEMEL OLARAK fark olmamasına rağmen, daha ayrıntılı misallendirmiş Yüce Allah'ımız. Hanifliğin belirleyici ve TEK diyebileceğimiz öne çıkan anlamı anti şirk yani şirkin TAM karşıtı/tersi ÖZ-MONOTEİST bir inanç tarzıdır.

وَالَّذِينَ إِذَا ذُكِّرُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ لَمْ يَخِرُّوا عَلَيْهَا صُمًّا وَعُمْيَانًا

25/73- Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.

Resuller ve Nebilerin tebliğ ettikleri din esasları ne zaman ki unutulmaya yüz tutsa Allah yeniden Hatırlatıcı/Uyarıcı/Müjdeleyici olarak yeniden bir elçi göndermiştir. Tâ ki son elçi Hz. Muhammed (SvS)'e kadar.

وَمِنَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى أَخَذْنَا مِيثَاقَهُمْ فَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ فَأَغْرَيْنَا بَيْنَهُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَسَوْفَ يُنَبِّئُهُمُ اللَّهُ بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ

5/14- "Biz nasranileriz" diyenlerden de kesin sözlerini almıştık ama onlar da kendilerine zikredilen öğütlerin/Kitab'ın önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.

Hiç bir Elçi kendisine peyagamberlik görevi verimeden önce dahi müşrik değildi savımızdan yola çıkarak diyoruz ki; Eğer bazılarının iddia ettiği gibi (haşa) Hz. Muhammed puta tapsaydı, başta Ebu leheb ve Ebu süfyan olmak üzere tüm müşrikler, peygamberimize :

"Ey Muhammed! Bizlere Allah Bir(Ehad)dir diyorsun...Oysa dün bizlerle birlikte puta tapmıyor muydun?" demezler miydi. Hem Allah puta tapanı elçi olarak atar mı? Kur'an da var mı buna bir emsal...? Bir de deniyor ki; "efendim Hz. Muhammed'in puta tapmamış olması, Hanif olabilmesi için yeterli değil" Böyle bir cümleyi sarf eden veya inananın Kur'an dan hiçbir nasibinin olmadığı, idrak kanallarının tamamen kapandığı aşikârdır. Ya da KASTEN bir karalama yapıyordur. "...We Mâ Kâne min-el Müşrikin" vurgusu hiç mi hiç anlaşılmamış ve bir kulaktan girip diğerinden çıkmış demektir. İbadetten önce İMAN gelir. Din'in omurgası İMAN'dır, ibadet ise daha sonra gelir. Ki zaten ibadet ettiği halde, Rabb'inin karşısına minnacık şirkle bile çıkılsa, cehenneme misafir olunacağı açıktır. Ayrıca, Hz. Muhammed'e ayetlerin zaman içine yayılarak "parça parça" indirilme sırrı buradadır. İlk inen ayetleri bir gözden geçiriniz. Önce şirkten sıyrılıp, TEK(Ehad) olana iman edilmesi isteniyor....Yani önce iman etme, şirkten sıyrılma ile ilgili ayetler geliyor. Ve bu imanla ilgili ayetler belli bir sayıya ulaşınca vahiy bir süreliğine kesiliyor. (Resullah(S.A.W) bundan önceleri tedirginlik duyuyor.) İmani ayetlerin inzalinden sonra, Neden bir süreliğine kesiliyor?

Çünkü; Rabb'imiz (ibadetten) ÖNCELİKLE şirkten tamamen sıyrılmayı ve hemen ardından imanın KALBE yerleşmesini istiyor! İman meselesi anlık mesele anlık kabul ile olgunlaşmaz!

-Önce sorgulanır!

-Sonra Akıl süzgecinden geçirilir!

-Sonra İman edilir!

-En son,Teslim olunur ve o hal üzere devam edilir!

Allah'ın birliğinin/İslam'ın Aklen bir anda kabul edilmesi, kalbe kadar nüfuz edilmesi anlamına gelmiyor elbette. Bu samimiyetle geçmesi gereken bir süreçtir aynı zamanda.

قَالَتِ الْأَعْرَابُ ءَامَنَّا قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِنْ قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ وَإِنْ تُطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

49/14- Bedevîler "inandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama "İslâm olduk." deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

Maalesef yukarıdaki meâl yanlış tercüme edilmiştir. Ayetin orijinalinde bedevi kelimesi yok الْأَعْرَابُ (El Âğrab) Arap kelimesi var. Zaten ilk hitap onlara (Mekke'ye) değil miydi? Bu ayet de maalesef bile bile taraflı tercüme edilenlerden... Doğrusu şöyle:

49/14- Araplar, dedi ki: "İman ettik." De ki: "Siz iman etmediniz, ancak "islâm (müslüman/teslim) olduk" deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Resulü'ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

2/132- Bu dini Ibrahim kendi oğullarına vasiyet ettiği gibi Yakup da vasiyet etti ve: Oğullarım, Allah sizin için o dini seçti, başka dinlerden sakının yalnız müslüman olarak can verin! dedi.

2/133- Yoksa ölüm Yakub'a geldiği vakit siz de orada mıydınız. O, oğullarına: Benden sonra neye ibadet edeceksiniz? dediği vakit onlar: Senin Allah'ına, ataların Ibrahim, Ismail ve Ishak'ın Allah'ına, tek olan AIlah'a ibadet ederiz, biz ancak O'na boyun eğen müslümanlarız. dediler.

Ve İbrahim(SvS)'ın kendi nesli için yaptığı aşağıdaki bu duayı Allah Kabul etmiştir ki; kendinden sonra; İsmail-Yakub -Yusuf-Muhammed (hepsine SvS olsun) elçi seçilmiştir Allah tarafından:

2/129- Ey Rabbimiz! Onlara içlerinden öyle bir peygamber gönder ki, üzerlerine ayetlerini okusun, kendilerine Kitab'ı ve hikmeti öğretsin, içlerini ve dışlarını tertemiz yapsın! Çünkü güç ve kuvvet sahibi, tam hikmet sahibi Sensin ancak Sen!

Hızır ile Belkıs'ın Tahtını Getiren Zat


Kur'anda Musa (AS) ile buluşup, ona bilmedikleri konu hakkında adeta öğretmenlik yapan zat "Hızır" adı ile bilinir. Lakin Kur'an bu zat hakkında herhangi bir isim vermez. Yani Kur'anda "Hızır" ismi geçmez. Bu tamamen hadis kaynaklı bir isimdir. Dini SADECE Allah'a has kılmaya çalışan ve Allah Kelamı Kur'an-ı Kerimi HER yönüyle yeterli gören biz ve bizim gibilerin itibar etmeyeceği, hadis(söz) yazarı Müslim'den bir hadis var aşağıda. Burada açıkça Hızır adı geçmektedir. Dileyenler Arapça orijinal metne de bakabilirler.

Ubey b. Kaab'ın (r.a.) rivayet ettiğine göre:

Said b. Cubeyr şöyle anlatır: Ben, İbn Abbas'a: "Nevf Bikali, Beni İsrail'in peygamberi Musa'nın (a.s.), Hızır'ın arkadaşı olan Musa olmadığını iddia ediyor", dedim. Bunun üzerine İbn Abbas: Allah'ın düşmanı yalan söylemiş, dedi. Ben Ubey b. Kaab'tan; Allah Resulü'nün (a.s.) şöyle buyururken işittiğini duydum: Musa İsrail oğulları içinde hutbe okumak için kalkmıştı. Kendisine: İnsanların en alimi kimdir? diye soruldu. Musa: En alim benim diye cevap verdi. İlmi (Allah en iyi bilendir diyerek) Allah'a havale etmediğinden dolayı Allah onu muaheze etti.

Allah: "İki denizin bitiştiği yerde bir kulum var, o senden daha alimdir" diye ona vahyetti. Musa: Ya Rab, ben onunla nasıl buluşabilirim? dedi. Ona: Sele içinde bir balık taşı. Balığı nerede kaybedersen o kul oradadır denildi. Musa, hizmetçisi Yuşa b. Nun ve beraberlerinde de sele içinde bir balık olduğu halde yaya olarak yola çıktılar. Nihayet bir kayanın yanına geldiklerinde Musa ve hizmetçisi uykuya daldılar. Derken seledeki balık debelendi. Seleden çıktı ve denize düştü. Allah ondan suyun akışını kesti. Hatta (su) kemer gibi oldu. Böylece balık için bir kanal meydana geldi. (Deniz içinde böyle bir yolun meydana gelmesi) Musa ile hizmetçisini çok şaşırtmıştı.

Günlerinin kalan kısmı ile bütün gece yürüdüler. Musa'nın arkadaşı olan genç, Musa'ya haber vermeği unutmuştu. Sabah olunca Musa, hizmetçisine: " Sabah kahvaltımızı getir, bu yolculuktan çok yorulduk dedi.".(18/62) Halbuki Musa emrolunduğu yeri geçinceye kadar yorgunluk duymamıştı. Hizmetçisi: " Gördün mü, kayaya sığındığımız vakit ben balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir biçimde denizde yolunu tuttu, dedi. (18/63)" Musa: Zaten bizim aradığımız da bu idi dedi. " Hemen izlerini takip ederek geriye döndüler. Kendi izlerini takip ediyorlardı. (18/64)" Nihayet taşın yanına vardıklarında üzeri elbise ile örtülmüş bir zat gördüler.

Musa ona selam verdi. Hızır da Musa'ya: Senin bulunduğun yerde selam ne gezer? dedi. O da: Ben Musa'yım dedi. Hızır: İsrail oğullarının Musa'sı mı? Musa: "Evet" dedi. Hızır: Sen Allah'ın ilminden, Allah'ın sana öğrettiği bir ilim biliyorsun ki ben onu bilmem. Ben de Allah'ın ilminden bana öğrettiği bir ilim biliyorum ki onu da sen bilmezsin dedi. Musa: " Sana öğretilen hakkı bana öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim? dedi. Hızır: Doğrusu sen benimle beraber olmaya asla sabredemezsin. İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredersin? dedi. O da: İnşaallah beni sabırlı bulacaksın, sana hiç bir hususta karşı gelmem, dedi. (18/66~69)"

Hızır " Eğer bana tabi olacaksan ben sana bahsedinceye kadar bana hiçbir şey sorma dedi. (18/70" Musa: Pekâlâ! dedi. Bunun üzerine Hızır ile Musa deniz kıyısında yürüyerek gittiler. Yanlarına bir gemi uğradı. Kendilerini gemiye almaları için gemicilerle konuştular. Gemiciler Hızır'ı tanıdılar ve ikisini de ücretsiz olarak gemiye aldılar. Derken Hızır geminin tahtalarından birine el atıp söktü. Musa ona: " Adamcağızlar bizi gemilerine ücretsiz almışlarken sen gemilerine kastedip içindekileri batırmak için mi gemiyi deliyorsun? Gerçekten çok büyük bir iş yaptın! dedi. Hızır: Benimle birlikte olmaya asla sabredemezsin demedim mi? dedi.(18/71~72)"

Musa: Unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme ve şu arkadaşlık işinde bana güçlük gösterme dedi. Sonra gemiden çıktılar. Deniz kenarında yürüdükleri sırada bir de baktılar ki bir oğlan çocuğu diğer çocuklarla oynuyor. Hızır, hemen çocuğun başını tuttu ve eliyle koparıp çocuğu öldürdü. Musa: " Masum bir canı diğer bir can karşılığı olmaksızın öldürdün ha! Gerçekten sen çok kötü bir şey yaptın dedi. Hızır: Ben, sana benimle birlikte olmaya asla sabredemezsin demedim mi? dedi. (18/74~75)"

Musa: Bu birinciden daha şiddetlidir dedi. "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme. Benim tarafımdan özür derecesine vardın. Yine yürüdüler. Nihayet bir köye vararak ahalisinden yiyecek istediler. Onlar kendilerini misafir etmekten çekindiler. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular.(18/76~77)" Hızır bunu eliyle doğrultuverdi. Eliyle işaret ederek, eğrilmiş diyordu. Onu düzeltti. Musa ona: Bunlar öyle bir kavim ki biz onlara geldik, ne misafir ettiler ne de bizi doyurdular. " İsteseydin elbet buna karşı bir ücret alabilirdin, deyince Hızır: İşte bu, benimle senin ayrılışımızdır. Sana sabredemediğin şeylerin tevilini (iç yüzünü) haber vereceğim dedi. (18/~77~78)"

Allah Resulü (a.s.): "Allah Musa'ya rahmet etsin! Çok isterdim ki Musa sabredeydi de aralarında geçen maceralarını bize anlataydı" buyurdu. Yine Allah Resulü: "Musa'nın ilk muhalefeti dalgınlıktan idi. O sırada bir serçe gelerek geminin kenarına kondu. Sonra denizden bir yudum su aldı. Bunun üzerine Hızır: Muhakkak ki benim ilmim ile senin ilmin, Allah'ın ilminden şu serçenin denizden eksilttiği su kadar bile eksiltmez dedi." Sahih-i Müslim hadis no: 4385

Diğer bir hadise dayalı kaynak:

İbrâhim aleyhisselâmdan sonra yaşamış bir peygamber veya veli. Avrupa ve Asya kıtalarına hâkim olan Zülkarneyn aleyhisselâmın askerinin kumandanı ve teyzesinin oğludur. İsminin, Belkâ bin Melkan, künyesinin Ebü'l-Abbâs olduğu ve soyunun Nûh aleyhisselâmın Sam isimli oğluna dayandığı bildirilmiştir. Bâzıları da Hızır aleyhisselâmın İsrâiloğullarından olduğunu söylemiştir. Hızır lakabıyla meşhur olmasının sebebi, kuru bir yere oturup kalktığı zaman, oranın yeşerip yemyeşil olmasından dolayıdır. Sahih-i Buhâri'de bildirilen bir hadis-i şerifte peygamber efendimiz; ''Hızır (aleyhisselâm), otsuz kuru bir yerde oturduğunda, o yer birdenbire yemyeşil olur, peşi sıra dalgalanırdı.'' buyurdu. Mûsâ aleyhisselâmla görüşüp yolculuk yaptı. Fakat vefâtından sonra rûhu insan şeklinde gözüküp, gariplere yardım etmektedir.(Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları )

Yanlış bilinen diğer bir husus ise; "Hızır" adıyla tanınan Zat-ı Muhterem ile Hz. Süleyman'a Belkıs'ın tahtını getiren Zat-ı Muhteremin aynı kişiler olduğu yanılgısıdır. Yani ikisinin de "Hızır" (ismiyle anılan zat) sanılması.

Lakin, referansımız olan Kur'an-ı Azim-üş Şan'da bizlere çok açık ve seçik bir biçimde örnek var. Belkıs'ın tahtını, Süleyman (AS) a, göz açıp kapama (..ki 1/5 sn.dir) süresinin de altında yani 0,1 saniyede getiren bu Zat-ı Muhteremin Hızır (AS) olduğu söylenir. Ama benim şahsi görüşüm/kanaatimdir ki, bu zat Hızır (AS) olmayıp, Allah'ın kendisine Kitaptan ilim verdiği farklı bir kişidir. Bir rivayete göre bu kişinin adı Berhiya Bin Asaf 'dır. Fakat, Kur'an ehli olmaya gayret eden biri olarak rivayetleri delil olarak kabul etmediğimden, bu ismin doğru olduğunu da kabul etmiyorum. Fakat ismin Berhiya Bin Asaf oluşu veya olmayışının bir önemi yoktur. (Bu "Hızır" (AS) ismiyle bilinen için de geçerlidir. Sadece ayrımı bilmek önemli. Yani aslında Kur'anda böyle bir ismin olmayışını. İşin önemli kısmı da bu değil.)

Peki, size bu Zat-ı Muhterem'in "Hızır" (AS) olmadığını düşündüren; veri/bilgi/mantık nedir diye soracak olursanız. Sizlere, nedenleri şu şekilde sıralayabilirim. (..ki yine de en doğruyu Allah bilir.)

1- "Hızır" (AS), bir kere Resul/Nebi ve Allah'ın kendi katından ilim vermeyi layık gördüğü şahısların öğretmeni pozisyonundadır."Hızır"'ın ilim öğretme konusunda öğretmen pozisyonunda olduğunu EN AZINDAN Musa-Hızır görüşmesi olayından anlıyoruz. Bu sebeple "Hızır"'ın şöyle bir tarzı olduğu görülür. "Hızır" (AS) GELİR==>ÖĞRETİR==>GİDER

2- Lakin, Neml Sûresinde ilgili ayete DİKKATLİCE bakıldığında görülür ki; "Hızır"'ın, Süleyman (AS) ile daha önce görüşmüşlüğü buluşmuşluğu yok. Ayrıca "Hızır", tahtın getirilmesi istendiğinde ani bir dalışla sonradan çıkıp gelmemiştir de, ...

Tam aksine, Süleyman (AS), emri altında bulunan adamlardan biridir. Hz. Süleyman emri altındaki heyetine dönerek "o kadının tahtını bana kim getirir?" diyor. Ne var ki adamları arasında, böyle bir ilim ehlinden haberi yoktu. Tek fark bu dur. Yani tahtı getiren Süleyman (AS) EMRİ ALTINDA bulunanlardandır!!! Pekiyi, öğretmen pozisyonunda olan, emir altında olur mu? Musa olayını hatırlayın ki, soru dahi soramıyordu... Şimdi ilgili ayetlere bir bakalım:

27/38- (Süleyman kendi adamlarına dönerek): Ey Heyet kendileri teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, o kadının tahtını bana kim getirir? dedi.

27/39- Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Ve gerçekten bunu yapmaya hem gücüm, hem de güvenim var. dedi.

قَالَ الَّذِي عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ أَنَا ءَاتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَآهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ قَالَ هَذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي ءَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ وَمَنْ شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ

27/40- Yanında kitaptan bir ilim bulunan zat ise: Ben onu sana gözünü kırpmadan önce getiririm. dedi. Derken onu yanında duruyor görünce: Bu, Rabbimin bir lütfudur; beni imtihan için ki, şükredecek miyim, yoksa nankörlük mü edeceğim. Kim şükrederse ancak kendisi için şükreder, her kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki, Rabbim herşeyden müstağnidir, büyük ihsan sahibidir dedi.

Kırmızı olarak renklendirdiğim kısma dikkat ediniz... Ne diyor? "...Kitaptan bir ilim...." Oysa Musa olayındaki zat için:

فَوَجَدَا عَبْدًا مِنْ عِبَادِنَا ءَاتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا

18/65 Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan İlm-i Ledün öğretmiştik.

Aradaki farkı gördünüz mü sevgili okuyucular? Süleyman (AS) buyruğundaki zata KITAPTAN.....Musa(AS)'a öğretmenlik yapan zat-ı Muhtereme ise Yüce Allah katından hem bir RAHMET hem de ILM-I LEDUN vermiştir. Bu sebeple bunlar birbirinden farklı kişilerdir. Kimseye derece vermek haddimiz değil ama, Musa (AS)'a öğretmenlik yapan Zat-ı Muhteremin derece olarak daha yüksek olduğu anlaşılıyor gibi...Doğrusunu Allah bilir elbet...Her ikisine de SELAM! olsun.

Bu taht getirme olayında, pek farkına varılmayan bir nüans var. Şöyle ki:

Şeytan(leza), Adem(salsal) SvS) a secde etmeyişi kibrinin çok çok yoğun olmasındandı..ki buradaki secde = üstünlüğü kabul etme anlamını taşır ki, insanın cinlerden ve meleklerden üstün olduğunu HAL diliyle (secde) ZAHİREN kabullenilmesini temsil eder. Bu niyet ve bilgi ile BİR defaya mahsus olarak secde ile kabullenilmesini istedi yüce Allah. İşte çoğu inançlı insanlarımızın takıldığı nokta olan secde etme meselesinin iç yüzü budur. Yüce Rabb'im şeytan'ın enfüste gizli tuttuğu bu üst düzeydeki kibrini açığa çıkartmak için secde emrini vermiştir. Eğer, Yüce Allah, Adem'in üstünlüğünün SADECE dil ile ikrar edilmesini isteseydi, ağır da gelse şeytan bunu, kibrini saklama adına kabul edebilirdi belki. Ama gönüllerdekini HAKKIYLA bilen Allah "ADEM'E SECDE EDİN !" dedi. İşte Zahiri tasdik/Beden diliyle onay, anlamını taşıyan bu "SECDE" meselesini Lain şeytan kaldıramadı, hazmedemedi. O Yüce Rabb'im, özün özünü bilendir. Şüphesiz Allah ALİM'dir.

İşte bu olayı bilen cinler, hâla kendilerinde bulunan yeteneklerden(hız) dolayı insanlardan üstün olduğunu sanırlar. Kibirleri genelde bu unsur üzeredir. Taht getirme olayının batın manalarından biri de odur ki, ifrit tüm ırkı adına tahtı kısa sürede getirerek sözüm ona Süleyman (SvS) dahil, etrafta ne kadar İNSAN var ise üstün olduğunu ispatlamış olacaktı. Onun için kendinden emin ve kibirli bir şekil "..BEN getirebilirim ! "

Bu durum ifritin şahsında tüm cinler/şeytan adına adeta insanlardan üstün olduklarını ıspatlayacak bir gösteriye dönüşecek iken... Gizlilerin giz ini bilen Rabb'im, kendisine ilim verdiği kuluna, bir ilham ile START vererek, cinlerin afakta taht getirme, enfüste ise "görsün bakalım İNSAN oğlu, bir CİN/İFRİT nelere kadir.." deme ve yaşama zevkini kursaklarında bırakmıştır.

"Sen, gözünü kıpmadan getiririm" diyerek bu sayfayı kapatmaya Allah onu vesile etmiştir. Şüphesiz güç ve SINIRSIZ Kudret ancak Yüce ve Sübhan olan Allah'a aittir. O'na sonsuz HAMD olsun.

17 Eylül 2009 Perşembe

Dabbet-ul Arz


Dabbe (دابَّة ): Hayvan, Böcek(Haşerat), Yavaş yavaş hareket eden, Debelenen, Emekleyen, Sessiz ve yumuşak şekilde yürüyen/ilerleyen, Hastalık veya Hamrın (tüm uyuşturucuların) vücuda ağır ağır sirayet/etki etmesi.......vs

Her zaman yaptığımız (sabit) metot ile önce ilgili ayetleri inceleyelim. Kendimiz (banal) fikir üretmek yerine ayetlerin verdiği fikir/ip uçlarına objektif bir şekilde bakalım:

وَإِذَا وَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ أَخْرَجْنَا لَهُمْ دَابَّةً مِنَ الْأَرْضِ تُكَلِّمُهُمْ أَنَّ النَّاسَ كَانُوا بِآيَاتِنَا لَا يُوقِنُونَ

27/82- *Ahd edilen/Emredilen/Söylenen başlarına geleceği/vuku bulacağı zaman, yerden/yeryüzünden/Arz'dan bir dâbbe çıkarırız ki; onlara insanların âyetlerimize TAM/Kesin iman etmemiş olduklarını söyler.

*(قَوْلُ)Vâd/Ahd edilen/Emredilen/Söylenen ==> كلمة . أمر . نبأ . رسالة . القَوْل . وَعْد . عَهْد

27/82. Ayette; Öncelikle bilinmesi gereken şudur ==> Allah'ın olacağını AHiD ettiği = insanların başlarına gelecek olan şey nedir? Ayeti en doğru şekilde anlamak için; *Siyak ve Sibakına bakalım:

فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّكَ عَلَى الْحَقِّ الْمُبِينِ

27/79- O halde sen Allah'a tevekkül et. Şüphesiz ki sen, apaçık bir hak üzerindesin.

إِنَّكَ لَا تُسْمِعُ الْمَوْتَى وَلَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعَاءَ إِذَا وَلَّوْا مُدْبِرِينَ

27/80- Şüphesiz ki sen, ölülere işittiremezsin, sırtını dönüp giden sağırlara da daveti işittiremezsin.

وَمَا أَنْتَ بِهَادِي الْعُمْيِ عَنْ ضَلَالَتِهِمْ إِنْ تُسْمِعُ إِلَّا مَنْ يُؤْمِنُ بِآيَاتِنَا فَهُمْ مُسْلِمُونَ

27/81- Sen körleri sapıklıklarından çevirip hidayete getirecek değilsin. Ancak kim âyetlerimize iman etmişse (onlara duyurabilirsin). Onlar müslümanlardır.

وَإِذَا وَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ أَخْرَجْنَا لَهُمْ دَابَّةً مِنَ الْأَرْضِ تُكَلِّمُهُمْ أَنَّ النَّاسَ كَانُوا بِآيَاتِنَا لَا يُوقِنُونَ

27/82- Ahd edilen/Emredilen/Söylenen başlarına geleceği/vuku bulacağı zaman, yerden/yeryüzünden/Arz'dan bir dâbbe çıkarırız ki; onlara insanların âyetlerimize TAM/Kesin iman etmemiş olduklarını söyler.

وَيَوْمَ نَحْشُرُ مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ فَوْجًا مِمَّنْ يُكَذِّبُ بِآيَاتِنَا فَهُمْ يُوزَعُونَ

27/83- Ve her ümmetin âyetlerimizi yalan sayanları gurup gurup toplayacağımız mahşer gününde, artık onlar bir arada tutulup (hesap yerine) sevk edilirler.

حَتَّى إِذَا جَاءُوا قَالَ أَكَذَّبْتُمْ بِآيَاتِي وَلَمْ تُحِيطُوا بِهَا عِلْمًا أَمْ مَاذَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

27/84- Nihayet (oraya) geldikleri zaman (Allah) der ki: "Siz benim âyetlerimi, ilmen (ne olduğunu) kavramadan yalan saydınız öyle mi? Yoksa yaptığınız başka neydi?"

وَوَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ بِمَا ظَلَمُوا فَهُمْ لَا يَنْطِقُونَ

27/85- Yaptıkları haksızlıktan dolayı, o söz/ahd gerçekleşmiştir; artık onlar konuşamazlar.

Buradan açık seçik anlaşılıyor ki bu qawl/söz/ahd...den kasıt, kıyametten başka şey değildir. Sıra geldi "Dabbet-ül Arz"ın Kur'an verisine göre nasıl anlaşılması gerektiğine. Yukarıda kelime anlamları itibarıyla hangi manalara geldiğini belirtmiştik. Asıl amacımız bu anlamlar arasında Kur'an en çok veya tamamen hangi anlamı ön plana çıkarmış, buna bakmak....

وَفِي خَلْقِكُمْ وَمَا يَبُثُّ مِنْ دَابَّةٍ ءَايَاتٌ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ

45/4- Sizin yaratılmanızda ve yeryüzüne yaydığı dabbeden toplumlar için, TAM/Kesin ayetler/ibretler vardır.

Bu ayette Allah açıkça insanları diğer canlılardan/dabbe den (omurgalı-omurgasız-tek hücreli..vs) ayırdığını görüyoruz. (Sizin.......dabbe......)


وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلَّا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمْ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ

6/38- Arz'daki dabbeden ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan hiç bir tanesi yok ki; sizin ümmet/topluluğunuz gibi emsal teşkil etmemiş olsun. Biz Kitap'ta tefrit (ölçüsünden eksik) olabilecek şeyden bırakmadık. Sonra hepsi toplanıp Rabb'lerine haşrolurlar.

....Topluluk/ümmet yönüyle SIZIN gibi dendiğine göre, yine Allah burada dabbe canlısı ile insanı ayırıyor.

وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِنْ مَاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاءُ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

24/45- Ve Allah tüm dabbeyi sudan yarattı. Kimileri karnı üstünde sürünür, kimleri iki ayağı üstünde yürür, kimileri ise dört ayağı üstünde yürür. Allah neyi dilerse (onu) yaratır. Kuşkusuz, Allah her şeye kadirdir.

İnsanın yaratılışının çamur/topraktan (salsal) olduğunu biliyoruz. O halde Allah: ...Allah tüm dabbeyi sudan yarattı....sözüyle insanları ile insan dışındaki yeryüzü canlılarını ayırdığını anlıyoruz.

وَكَأَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اللَّهُ يَرْزُقُهَا وَإِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

29/60- Kendi rızklarını yüklenemeyen/elde edemeyen nice dabbe vardır ki; Sizin de onların da rızkını Allah verir. Ve O, her şeyi işitir, her şeyi bilir.

Keza burada da aynı ayrım var: .....nice dabbe vardır ki; Sizin........

فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلَى مَوْتِهِ إِلَّا دَابَّةُ الْأَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَأَتَهُ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ أَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُهِينِ

34/14- Sonra onun ölümüne hükmettiğimizde, onlara onun ölümünü sezdiren olmadı, ancak, arzın/yerin dabbesi dayandığı asasını yiyordu. Bu sebeple yere yıkıldığında beyan/belli oldu ki; şayet cinler gaybı bilseler idi, alçaltıcı azapta bekleyip durmazlardı.

Bu ayette de yerden bir canlının Hz. Süleyman'ın asasını kemirdiği/yediği (تَأْكُلُ مِنْسَأَتَهُ asasını yiyordu) açıkça anlaşılıyor.

Peki asayı(Ağaç/ahşap) ne yer? Ya ağaç kurdudur ya da güve cinsi bir böcek. Her ne ise burada dabbenin türü/cinsi mevz-u bahis değil. Bir hakikatin ispatı için illa bir insanın lisan ile konuşması gerekmiyor. Bakınız burada Hz. Süleyman'ın asasını yiyen dabbe hal/beden dili ile cinlere lamı-cimi aması-maması-pürüzü olmadan NET bir biçimde neyi ispat ediyor .....yere yıkıldığında beyan/belli oldu ki; şayet cinler gaybı bilseler idi, alçaltıcı azapta bekleyip durmazlardı. Çünkü bu cinleri Hz. Süleyman ağır taş işlerinde bina yapımında kullanıyordu ve Hz. Süleyman'ın vefatı ile özgür kalıp ağır ve alçaltıcı işten kurtulmuş olacaklardı.

Yani diğer bir deyiş ile özgürlük için Hz. Süleyman'ın ölmesi lazımdı/bekleniyordu...Ama asasında yaslanır şekilde vefat etmiş olması zahiren bakıldığında yaşıyor hissi verdiğinden cinler onun ölmüş olduğunu anlayamadı. Tâ yerdeki dabbe gelip asayı yiyip kırılmasına ve Hz. Süleyman'ın yere yıkılmasıyla anlayabilmişlerdir. Böylece dabbe Allah'ın "La Yeğlemu men fi-s semawati wel erda ğaybe illallah=Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilemez!) sözünü inanmayanlara yaqin olmayanlara ispat etmiştir.

O halde DABBEnin hem insan haricindeki canlılar için kullanılmış olması...Hem de Hz. Süleyman olayı ile Allah'ımızın bize örneksediğini baz alırsak; yaşadığımız yüzyıl içinde ve sonrası için "Dabbet-ul Arz" tanımı çerçevesini çizmiş oluyor. Şöyle ki:

Aynen dili olmamasına rağmen, Hz. Süleyman'ın asasını yemesi vesilesi ile ORTAYA KOYDUĞU OLAY/DAVRANIŞ ile adeta dile gelerek, Allah'ın sözünü/ayetini ispat eden dabbe gibi.....Aynen onun gibi...Belki bir omurgalı ve bilmediğimiz bir tür, belki yeni bir virüs, belki yeni bir bakteri, belki genetiği değişmiş başka bir böcek....her ne ise bu kısmını Allah bilir. Ortaya koyacağı olay ile eleştiriye mahal bırakmaksızın Allah'ın ayetini/ayetlerini izhar ederek muhatabı olan insanlara mesajını NET bir şekilde izah etmiş olacak.

Yoksa bir alim/illim/bilim/ adamının ayetleri bilimsel yönüyle açıklaması misaller getirmesi değildir. Bunu yapana "Dabbet-ul Arz" veya "Dabbet" denemez. Çünkü yapılan iş ortada....nedir? Ayetleri açıklıyor....O halde bu kişiye ya müfessir denir ya da alim adayı........

Çünkü hz Süleyman'ın olayındaki dabbe ile ayetleri bilimsel olarak açıklayan alim adayının yaptıkları şeyler aynı şeyler değil. Peki Neden?.... siz ayetler konusunda dilediğiniz kadar emsalsiz misal getirin.... İnanmayan yine inanmıyor ve inanmayacak da... Ama Kur'anın örneksediği dabbe de durum farklı.......Çünkü dabbe nin vesilesi ile vuku bulacak olay/hal dili ile anlatım.....yoruma veya itiraza mahal bırakmayacak çıplaklıkta olacaktır. Hiç kimsenin bunu inkar etmeye delili/tutanağı kalmayacaktır.

Akıllı insanların veya Kur'an ehlinin; "Dabet-ul Arz" konusunda tutumu şu olamaz => "Bence dabbe tul arz şu hayvandır...bence dabbe tul arz falanca kişidir.....bence dabbe tul arz televizyondur...bence dabbe tül arz bilgisayardır....bence dabbe tül arz gelecekte bir robottur, bence dabbe tul arz.............vs."

Bunların hepsi yanlış ve üzerine düşülmemesi de gerekir bence...Neden?

1. Allah bu konuda (dabbenin kimliği) bir bilgi vermemişse neden üzerine düşülsün.

2. Kimlik değil içerik önemli ki, o içeriği Allah da vermiş ve hatta örneksemiştir.

Hülasa: İnsanlar eşrefi mahlukattır. Allah kimseyi dabbe etmesin :) (amin)

(taha114)

NAİM EN ÜST DERCE CENNET MİDİR?

NAİM EN ÜST DERCE CENNET MİDİR? VE NEDİR SABİKUN?

Cennet: En klasik tanımı ile; dünya hayatında işlenen tüm güzel ve yararlı davranışların, Allah tarafından verilmiş karşılığıdır, cennet. Diğer bir deyim ile, iyi kulların ağırlanıp ebedi kalacağı Allah MİSAFİR HANESİDİR.

Her insanın imani ve ibadi yönden dereceleri bir olmadığı için cennetlerde bir tek değildir. Hatta her cennetin içinde derece derece cennetler vardır. Cennet içere cennetler gibi. Peki cennetler içerisinde derece olarak en yüksek olan cennet hangisidir. Cennetü'n Naim (Nimetler cenneti) en yüksek dereceli cenet midir? Bu cennete sadece Hanifler mi girer? İşte bu soruların cevabını arayacağız. Tabii ki tek ve şaşmaz kaynağımız olan Kur'an verilerine göre. Önce Naim'in tanımı...:

Naim: Nimetler, Bolluk ve bereket içinde yaşayış,

Şimdi ise Kur'anda geçen cennet çeşitlerini birer ayet ile örnekleyelim:

1- Cennetü'n-Nâim: "Beni Cennetü'n-Nâim'in varislerinden kıl... " (Şuârâ, 26/85) Ayrıca (bk. el-Mâide, 5/65; et-Tevbe, 9/21; Yunus, 10/9).

2- Cennetü'l-Adn: "Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel işleyenler yok mu, işte onlar mahlûkatın en hayırlısıdırlar. Onların mükâfâtı Rableri katında And Cennetleridir ki onların altlarından nehirler akar, orada onlar ebedî kalıcıdırlar, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da ondan razı olmuşlardır. Bu Rabb'inden korkanlar içindir. " (Beyyine, 98/8, Ayrıca bk. et-Tevbe, 9/72; er-Ra'd, 13/23; en-Nahl, 16/31)

3- Cennetü'l-Firdevs: "Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için barınak olarak Firdevs Cennetleri. vardır " (el-Kehf,18/107 ve el-Mü'minun, 23/11).

4- Cennetü'l-Me'vâ: "İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar için Me'vâ Cennetleri vardır. " (Secde, 32/19 ve En-Necm, 53/15).

5- Dârü's-Selâm: "Halbuki Allah Dârü's-Selâm'a çağırıyor ve O, dilediği kimseleri dosdoğru bir yola hidâyet buyurur. " (Yunus, 10/25 ve el-En'âm, 6/127).

6- Dârü'l-Huld: "O Rab ki, fazlından bizi durulacak yurda (Cennet'e) kondurdu." (Fâtır, 35/35).

Kur'anda cennetü'n Naime girecek olanları anlatan ayetleri taradığımızda Karşımıza şöyle DELİLLER(ayetler) çıkıyor:

10/9-Ama iman edip güzel ameller işleyen kimseleri, imanları sebebiyle, Rableri hidayete erdirir. Naim cennetleri içinde altlarından ırmaklar akar

22/56-Mülk o gün tek olan Allah'ındır; aralarında hükmünü verir. Artık iman edip iyi işler yapmış olanlar Naim cennetlerindedir.

37/8-Fakat, iman edip de iyi işler yapanlar, şüphesiz onlara Naim cennetleri vardır,

82/13-Şüphesiz ki, iyiler Naim (Cenneti) içindedirler.

83/22-Haberiniz olsun ki, iyiler bir naim (cenneti) içindedirler. Bir de Vakıa suresi 11. ayetten 40. ayete kadar olan bölüm var.

Yukarıdaki ayetlere, özellikle altı çizili kısımlarda ortak vurguya dikkat ediniz:

1- İman edip güzel ameller işleyenler

2- İyiler

Burada sanki, en üst derece cennet bu değil gibi. Çok net bir şekilde birden fazla ayet ile Allah c.c diyor ki; iman edip güzel ameller işleyen herkes, Naim'e girer.

Oysa Cennet-ül Adn'a girecek olanlara baktığımızda yukarıdakinden daha farklı bir tablo çıkıyor karşımıza: Kelime anlamı ise lügatta şu şekilde geçer:

ADN : Yerleşmek, bir yerde iskân etmek, vatan tutmak...vs

جَزَاؤُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ

98/8- Onların mükafatı(Cezası=Karşılığı) Rableri katında altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. İçlerinde ebedi kalacaklardır. Allah onlardan hoşnut, onlar da O'ndan hoşnutturlar. İşte bu mükafat, Rabb'inden haşyet duyanlar içindir!

جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ لَهُمْ فِيهَا مَا يَشَاءُونَ كَذَلِكَ يَجْزِي اللَّهُ الْمُتَّقِينَ

31- Onların girecekleri yer, Adn cennetleridir ki, altından ırmaklar akar. Orada diledikleri herşey vardır. İşte Allah, *muttaqileri böyle mükafatlandırır.

*Muttaqi (İttiqa eden):ittiqa: Bir şeyi muhafaza etmek, eziyetten/zarardan korumak/ sakınmak... Kur'ani manada ise: İmanı zarar verici her şeye karşı korumak...Kötü fiil ile Salih amel arasına Set çekmek... Günahtan, Allah'ın sevmediği tüm fillere karşı kendini korumak/Sakınmak. Bu fiilleri gerçekleştiren faile/kişiye Muttaqi denir. Bu fiili gerçekleştirenlere Takva ehli de diyebiliriz...

MİSAL:

إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ نُوحٌ أَلَا تَتَّقُونَ

26/106- Hani kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: "Siz sakınmaz mısınız?"

إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ هُودٌ أَلَا تَتَّقُونَ

26/124- Hani kardeşleri Hûd onlara şöyle demişti: "Siz sakınmaz mısınız?"

إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ صَالِحٌ أَلَا تَتَّقُون

26/142- Hani kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: "Siz sakınmaz mısınız?"

إِذْ قَالَ لَهُمْ شُعَيْبٌ أَلَا تَتَّقُونَ

26/177- Hani Şuayb onlara şöyle demişti: "Siz sakınmaz mısınız?"

ثُمَّ أَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذِينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ لِنَفْسِهِ وَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌ وَمِنْهُمْ سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ بِإِذْنِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبِيرُ

35/32- Sonra biz o kitabı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan da nefislerine zulmeden var, orta yolu tutan var, ve Allah'ın izniyle hayırlarda ileri geçenler var. İşte bu büyük lütuftur.

Ve hemen bu ayetin devamında sabikun (hayırda ileri giden) ehlinin gideceği cennet açıklanıyor...

جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِنْ ذَهَبٍ وَلُؤْلُؤًا وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ

35/33- Adn cennetleri, ona girecekler, orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Orada elbiseleri ipektir.

Adn cennetine girecek olanların vasfı, ayetlerdeki verilere göre özetle şöyle sıralanabilir:

1- Rabb'ine korku & saygı duyanlar ===>Haşyet ehli

2- Takva sahipleri ====>Muttaqiler/ittiqa ehli

3- Hayırda ileri geçenler ====>*Sabiqun ehli

Naim cenneti ile ilgili verdiğim ayetlerde altı çizili kısımlar ile yukarıdaki Adn cenneti ile ilgili ayetlerdeki altı çizili kısımlar kıyas edilir ise sanırım zihnimizde bir fikir oluşmuş olur.

*SABİQUN:

أُولَئِكَ يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ

23/61- onlardır ki; hayırlara koşanlar ve onda(hayırda) öne/ileriye geçenler!

سَابِقُوا إِلَى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا كَعَرْضِ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ أُعِدَّتْ لِلَّذِينَ ءَامَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ ذَلِكَ فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ

57/21- Rabbinizin bağışlaması ve Allah ile Peygambere inananlar için hazırlanmış, gökle yer arası kadar genişliği olan cennet uğruna yarışınız. Bu Allah'ın dilediklerine verdiği bir lütfudur. Allah çok büyük lütuf sahibidir.


وَقَارُونَ وَفِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَلَقَدْ جَاءَهُمْ مُوسَى بِالْبَيِّنَاتِ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْأَرْضِ وَمَا كَانُوا سَابِقِينَ

29/39 Ve Karûn'u ve Firavun'u ve Hâmân'ı da (helak ettik) . Andolsun, Musa onlara beyanat ile gelmişti, ancak onlar yeryüzünde büyüklendiler. Oysa onlar (azaptan kurtulup) geçecek değillerdi.

لَا الشَّمْسُ يَنْبَغِي لَهَا أَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ

36/40- Ne güneşin aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi yörüngesinde yüzerler.

سَبَقَ - سَبْقاً = İleriye geçmek, yarışmak, galip olmak, kerem yönünden üstün olmak

MAKAM-I MAHMUD

MAKAM-EN MAHMUD'A DAİR...

Cennetin (sadece ) namazla kazanılabilecek husus olmadığını Maun süresinde ve atıfta bulunulan diğer ayetlerden biliyoruz. Dolayısı ile Allah'ın, Hz. Muhammed (A.S) için sadece ona mahsus olarak kıl dediği gece namazları Makam-en Mahmud adlı "Cennet!" için olamaz. Lakin Mahmud/Övülen bir makam için olduğu açıktır. Zaten Kur'an-ı Kerim'de Makam-en Mahmud'un Cennet olduğuna dair en ufak delil yok! onun ayrıntısını TAM olarak ancak Allah bilir.

Makam-en Mahmud'un sadece Efendimize ait bir makam olduğu isminden de bellidir ===> م ح م د yani kök aynı.

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَى* أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا

*( عَسَى )Ase(y): Ase kelimesi ( كان ) Kâne nin kardeşlerinden olup, ca'mid bir fiildir. Sevilen/istenilen işlerde (ال شرجى )... Sevilmeyen işlerde ise ( حذ روا شفاق ) için kullanılır.

Misal:

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

2/216- Savaş size farz kılındı, gerçi o size hoş gelmez. Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

(Hülasa: "Ase" kelimesi "Ola ki" "Umulur ki" anlamında kullanılır.)

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا

17/79 Gecenin bir bölümünde de sana mahsus nafile (fazladan bir namaz) olarak uykudan kalk. Umulur ki, Rabb'in seni övgüye değer bir makama ulaştırır.

Şunu unutmadan hemen söyleyeyim ki: Bunları yazmamdaki birinci/temel esas araştırarak edindiğim bilgileri, bilmeyen kardeşlerimle paylaşmaktır. Lakin zaman zaman kelimelerimiz, iftira atmayı eleştiri sanan ve bu konuda hayli mahir olup çeşitli teknikler geliştiren ve de Allah'tan haşyet duymayanlara da cevap olarak kaçabiliyor. Bu zevatın iddiaları, Makam-en Mahmud!un Naim cennet'inin altında bulan bir cennet olduğu saplantılarına cevaptır. Bundan dolayı tüm okuyucularımdan özür diliyor ve onları Allah'a havale ediyorum.

Neyse...konumuza dönecek olursak...."Mahmud" kelimesinin övülen anlamında olduğunu biliyoruz. Yani soyut bir kavram. Geriye kalıyor "Makam" kelimesi. "Makam" kelimesini anlayabilmenin en iyi yolu yine Yüce Allah'ımızın sözlerine rücu etmektir. Bakalım bu kelime hangi anlamlarda kullanılmıştır:

وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ

55/46 Rabbinin makamından korkanlara iki cennet vardır.

Makam kelimesi "cennet" anlamında olsaydı yukarıdaki ayet nasıl tercüme edilirdi? Rabb'inin "cennetinden" korkanlar olarak mı?

وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَى

79/40 Fakat kim ki, Rabb'inin makamından korkmuş ve nefsini hevâdan nehyetmiş ise.

keza..........

وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَأَمْنًا وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

2/125 Bu Beyt'i, insanlar için toplanma ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam- ı İbrahim'den kendinize bir namazgah edinin. Ayrıca İbrahim ile İsmail'e şöyle ahid verdik: "Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!"

Yine yukarıda kasdedilen Makam-ı İbrahim, "İbrahim Cenneti" midir? Yoksa kastedilen yan resimdeki yer midir?

إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي مَقَامٍ أَمِينٍ

44/51 Şüphesiz ki muttakiler Makam-ı Emin'de (güvenli bir makamda)dırlar.

وَمَا مِنَّا إِلَّا لَهُ مَقَامٌ مَعْلُومٌ

37/164 (Melekler): "Bizden her birimizin (Makam-ı Mağlum) belli bir makamı vardır."

Sayılamayacak çoğunluktaki her meleğin ayrı ayrı birer cenneti mi varmış?

قَالَ عِفْريتٌ مِنَ الْجِنِّ أَنَا ءَاتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِكَ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ

27/39 Cinlerden bir ifrit: "Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Ve gerçekten bunu yapmaya hem gücüm, hem de güvenim var." dedi.

وَلَنُسْكِنَنَّكُمُ الْأَرْضَ مِنْ بَعْدِهِمْ ذَلِكَ لِمَنْ خَافَ مَقَامِي وَخَافَ وَعِيدِ

14/14 Onlardan sonra da yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve vaadimden korkanlar içindir.

Allah'ın kendisine inanmayanlara, yalanlayanlara ve O'na şerik koşanlara vaadinden elbette korkulur. Ama "cennet" inden korkulur mu?

Yukarıdaki ayetlerde de açıkça görüldüğü gibi MAKAM= Hem dünya hem de ahiret için Allah'ın bazı kullarına bahşettiği özel bir statü...daha doğrusu SAYGINLIK DERECESİ/UNVANIDIR! Nasıl ki bekçi kulübesi için "makam" sözcüğünü kullanmıyor... Ama Cumhur Başkanın kaldığı ve yerli yabancı parlementerleri, cumhurbaşkanlarını, paşaları...vs ağırladığı yere "Cumurbaşkanı Makamı" diyor isek...

Allah dilediğine dünyada verir makamı, dilediğine ahirette verir. Dilediğine ise hem dünyada hem de ahirette verir. O Allah'ın bileceği bir iş ve onun kararıdır. Ayetlerde de görüldüğü üzere; Süleyman(AS)'ın makamı vardı (Hem insanları hemde cinleri yönettiği emir verdiği saltanat koltuğu) İbrahim(AS)'ın makamı var (Kâbe'nin hemen yakınında)...Her bir Meleğin makamı var hiyerarşik bir konumda Allah'ın emirlerini kesintisiz ve bıkmaksızın yerine getirdikleri........Ve Hz. Muhammed(AS) için de bir makam var. Makam-en Mahmud, bu dünyalık bir makam değil. O makam ahrete saklanmış bir makam ve ne olduğu hususundaki detayı ancak Allah bilir.

Özetle: Makam-en Mahmud bir Cennet değildir ki, Naim Cennet'inden daha alt kademede bir cennet olmuş olsun. Elma başka armut başka. Ama mevzunun bir şekilde bir şeyler için kotarılması gerekiyordu.

Gönül isterdi ki; hüsn-ü zan ola her konuda her Ere

Konu çok ama, hani Er olanlar Nerede?