Bu Blogda Ara
3 Haziran 2008 Salı
KUR'AN-DA UFOLOJİ
Kuran´daki Ufoloji
Kur´an-ı Kerim´de UFO´lara temasdan söz ediliyor mu? Bu ilahi metinde, günümüzün en ilginç sorunlarından biri olan UFO ile ilgili mesajlara yer verilmiş miydi? Genelde Kur´an etrafında yapılan çalışmalarla buna hemen ´evet´ demek mümkün değil.. Kur´an´da bizden başka varlıkların mevcudiyeti söz konusudur ama bizim ´uzaylılar´ diye tanımladığımız, aaaabolizmaları bizimkine benzer yaratıkların varlığından açıkça söz eden ayetler var mıdır? "Uzayda canlılar var mı?" diye bir din adamına veya Kur´an yorumcusuna bir soru yöneltseniz alacağınız cevap hemen ´evet´ olacaktır.. Çünkü Kur´anı Kerim, insanlar´dan başka, en az dört türden bahsediyor. Bunlar melek, cin, şeytan ve ruhanilerdir. Kur´an´a göre bütün bu türler bizim dünyamızın da içinde yer aldığı evrende yaşıyorlar. Ve hatta bizim mekanlarımızı bizimle paylaşıyorlar. Ancak, yapılan izahlar ışığında, bu türlerle bizim aaaabolizmamız arasında bir benzerlik kurmak mümkün değildir. Bununla birlikte, bu soyut varlıkların hemen hepsinin ´temessül´ yani başka bir form içinde görünebilme yetenekleri vardır.
Oysa bizim aradığımız, aaaabolizma bakımından bize tam olarak benzemese bile bize yakın olan formlardır. Peki kutsal kitabımız, böyle bir varlıktan söz ediliyor mu? Bunun cevabı şüphesiz "evet"tir. Kur´an-ı Kerim bu türlerin dışında bir de "Dabbe" den söz eder. Dabbe kelimesi, daha çok canlı, şuurlu, ve kendi arzusuyla yer değiştirip yürüyebilen ve yeme içmeye ihtiyaç duyan varlıkları anlatır. aaaabolizma açısından cinden de melekden de şeytan´dan da farklıdır. Nitekim bu kelime daha çok hayvanlar ve insanlar gibi beslenmeye ihtiyaç duyan varlıklara kapsamına alır. Dabbe´nin tariflerini de yine Kur´anda bulabiliyoruz.
Çok eski bazı rivayetlerde, insan neslinden önce Nesnas denilen bir türün, yer yüzünde yaşadığı, o dönemde, yer yüzünün gerçek sahipleri olan bu varlıkların, aynı zamanda ´hilafet´ yani bugün insanın üstlenmiş olduğu Tanrı´ya muhatap olma vasfı- makamında bulundukları belirtiliyor. Fakat bu tür, zaman içinde istikametini kaybettiği için toptan imha edilmişler ve onların yerine cin taifesi atanmıştır. Sonunda Allah, meleklere ve diğer muhatap varlıklara, insan diye bir varlık yaratacağını ve onları yer yüzüne göndereceğini deklare edince, Kur´an´ın yalın ifadesiyle ´cin´, ´melek´ ve ´şeytan´ diye anılan türler, insan türünün evrendeki dengeyi bozacağını ve uzun savaşlarla birbirlerini yok edeceklerini belirterek itiraz ettiler. (Bakara Suresi) Ama Allah onlara, ´sizin bilmediklerinizi de biliyorum´ diyerek insanı yarattığı ve dünyaya ´halife´ tayin etti. İstelik ´melek´ dahil bütün varlıkları, Adem´e secde etmeye çağırdı. Bu, bir tür, üstün varlığı tayin etme seramonisiydi. şeytanlar bu çağrıya uymadılar ve insan türüyle her alanda savaşacaklarını dile getirdiler. Kur´an´da geniş geniş anlatılan bu ´gaybi´ hadise, aslında aynı zamanda, insan türünün evrendeki mücadelesinde başka varlıklarla da hesaplaşmak zorunda kalacağının açık bir kanıtıydı. Demek insan, sadece kendisine ´müsahhar´ edildiği emrine verildiği belirtilen tabiata hükmetme mücadelesiyle kalmayacak, kendi varlığını korumak için, üstün formda yaratılmış varlıklarla da mücadele etmek zorunda kalacak.. Kur´an´ın açık ifadelerinden anladığımız, bu mücadelenin cin ve şeytan taifesiyle verileceği yolundadır. östelik bu her iki türle yaptığı mücadele ´enfüsi´ (içsel) bir mücadeledir. Yani liyakat ve kimlik mücadelesi..
Oysa Mülk Suresi, açık açık, uzaydan saldıracak bir türden; uzaylılardan söz ediyor. Bunların özel kimlikler taşıyan varlıklar olduğunu ayet metninde yer alan ´men´ sözcüğünden anlıyoruz. Ayette geçen ´men fi´s Semai´ ifadesinde men, kim sorusuna verilen cevaptır. Eğer bu ayet gökten başımıza inecek ilahi belalar veya bir yıldız çarpması olsaydı, ´men´ yerine ´ma´ kelimesinin kullanılması gerekirdi. Arapça´da ´men´ ingilizce´deki ´Who´ sözcüğünün karşıtıdır.. ´Ma´ ise ´that´ sözcüğünün.. Demek ki, uzayda bizimle teke tek karşılaştırılacak varlıklar vardır ve var olmalıdır..
YEDi DüNYA
şimdi biraz da insanın ilk yaradılışından söz edelim. Bize, Kur´an´da anlatılan şey, Adem´in topraktan yaratılan ilk insan olduğudur. Adem, önce ´cennet´e konmuş, burada, bugün eşeysiz üreme diyebileceğimiz bir yöntemle ondan bir eş -Havva- yaratılmış ve daha sonra da işledikleri bir hatadan -şehvetlerine mağlup olup, içinde yaşadıkları atmosferi kirletmelerinden dolayı ´aşağı´ diye nitelenen dünyaya sürülmüştür.. Kur´ani üslupla Adem ile Havva´nın, yani ilk atalarımızın hikayesi böyledir. Burada akla şöyle bir soru gelir; Adem ile Havva cennette idilerse dünyaya nasıl geldiler? Tabii ki hemen Allah´ın her şeye muktedir olduğunu söyleyeceksiniz. Muhakkak ki Allah herşeye muktedirdir. Ama Adem´in cennetten çıkarıldıktan sonra tabi olduğu kanun, determinist ve sebep sonuç ilişkisine dayanan evrensel kanunlardır. Yani kudret yurdu -sebep sonuç ilişkilerinin geçerli olduğu evren- olan Cennet´ten çıktıktan sonra sebep sonuç ilişkilerinin geçerli olduğu ´hikmet yurdu´na -eşyanın oluşumunda sebep gerekliliğinin ortadan kalktığı evrene- geçti. Burada her şeyin bir vasıtası olmalıydı. Dolayısıyla, Cennet´ten çıkarıldıktan sonraki maceralarını akıl yoluyla izah edebilmemiz gerekirdi. Çünkü eğer cennet bu dünya üzerindeyse, sürülme nasıl gerçekleşmişti? Daha da önemlisi, eğer Adem ile Havva atmosferimizin dışındaki bir yerden dünyaya gelmişlerse, zarar görmeden atmosferi nasıl geçtiler. Ve niçin ayrı ayrı yerlere düştİler.. Sonra ayrı ayrı yere düştükleri halde buluşma noktasını nasıl bildiler ve nasıl birbirlerini buldular? Ve hangi vasıtalarla yön tayini yaptılar?
Herhalde Adem ile Havva´nın atmosferi oluşmamış bir dünyaya gönderildiklerini iddia etme şansımız yok. Çünkü Rahman Suresi´nde Cenab-Hak, yer kürenin insanlar için nasıl hazırlandığını safha safha anlatır..
"Semayı yükseltti ve ona ölçü koydu. Sakın bu ölçüleri bozmayın. Siz de bu dengeleri koruyun ve dengeleri zorlamayın. (Ve sonra) yeri ´Enam´ için yaşanabilir kıldı. Onda meyva ve salkımlı hurmalar var. Yapraklı taneler ve hoş kokulu meyvalar var. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Ve insanı fokurdayan balçıktan yarattı" ´Rahman Suresi, 7-14)
Burada kast edilen ´sema´ tefsirlerde iki anlamda kullanılır; atmosfer ve gök yüzü. Her ikisi de belli ölçekler ve mizanlar İzerine kuruldu. Bu ´ölçü´ kavramıyla hem uzayın ruhunu teşkil eden müthiş denge kast edilir, hem de atmosferi teşkil eden hava küresinde yer alan gazların gramajları kast edilir. Azot, gazlar ve oksijenin dağılım ve miktarları insanın varlığını en iyi şekilde sürdürebilmesi için gerekli miktarlarda tutulmuştur. Böylece atmosfer toprak kökenli varlıkların yaşamasını sağlayacak duruma getirildi. Bu iki ayetin hemen devamında gelen iki ayet çok ilginç bir ikaz taşımaktadır. Cenab-ı Hak, insani, ´dengeleri bozmamak´ hususunda uyarıyor ve ölçüyü elden kaçırmayın" diyor. Çünkü insanın bir özelliği de bozmaktır. O yüzden, Allah, ancak bugün, yani yaptığımız ölçüsüzlükler ve ürettiğimiz zararlı gazlar yüzünden ozon tabakasının delinmesiyle anlayabildiğimiz bir konuya dikkatimizi çekiyor. Atmosferdeki dengeyi bozabileceğimizi, bunun da sonumuzu hazırlayacağını hatırlatıyor. Ve bu dengelerin korunması konusunda insanı uyarıyor.. Birinci sırada atmosferin yaratılması, yani aşırı sıcaklarla yer kürenin tabiatında bulunan buharların yükselip atmosferi oluşturması, ikinci etapta, bu atmosferdeki gazlarçn insan tabiatına uygun miktarlarda düzenlenmesi, üçüncü etapta da yeryüzündeki bitki örtüsünün insan ihtiyacına göre ayarlanması.. (Rahman Suresi´nin üçüncü ayetinde dev ağaçlardan ve ormansı otlaklardan bahsedilir. Ala Suresi´nde ise bu dev otlakların yerin dibine geçirilerek onlardan akışkan bir sıvının yani petrolün var edildiği hatırlatılır) Nitekim, önce dev otlaklar, ardından meyva ağaçları ve taneli bitkiler ve nihayet nazenin varlık olan insanın dünyaya teşrifi..."Biz insanı fokurdayan balçıktan yarattık" diyerek Cenab-ı Hak, balçıktaki kimyasal aktiviteye dikkat çeker. Sonuç olarak insan yer küreye indirildiği zaman yer kürenin onu dışardan gelecek meteor ve yabancı cisimlere karşı koruyacak atmosfer gibi bir koruyucusu vardı. Peki öyleyse, Adem ile Havva, yine insan oğlunun yaşadığı ama artık yaşanmaz hale getirdiği bir dünyadan, bir uzay aracıyla dünyamıza gelmiş olmazlar mı? Bizim neslimizin atası olan bu iki insan, bizim dünyamız gibi bir dünyadan geldiler dersek çok mu saçma olur?
Adem ile Havva, insan türünün bozgunculuk ve fesatçılık özelliğinden dolayı, tükettikleri bir dİnyadan uzaya atılmış iki kahramandı belki de.. Pekala şöyle diyebiliriz; Milyon milyon yıl önce, bu evrenin bir başka aleminde, belki de bugün aşırı sıcaklar sonucu yaşanmaz bir hale gelmiş ama hala hayat izleri taşıyan Mars´ta yaşayan insan nesli, kendi yanlışları ve güneşin genişleyen sıcaklık halesi sonucu artık o gezegende varlığını sürdüremez hale geldi. Ulaştıkları teknolojiyi, türlerinin devamını sağlamak için kullandılar. Seçtikleri bir çifti, kapsüle koyup, buzul çağından henüz çıkmakta olan dünya gezegenine fırlattılar. Gemilerinin adı ´fülki´l-Meşhun´ (hayat için gerekli her türlü kaynağı içinde barındçran gemi, uzay gemisi, denizaltı vs. gibi) idi. Nitekim Kur´an´da bir iki yerde Cenab-ı Hak, "Zürriyyetiniz´i Fülki´l-Meşhun ile taşıdık" buyurur. Ve ona benzer daha nice gemi yarattığını hatırlatır.. Bu geminin zahiri veya tarihi karşıtı Nuh Tufanı´nda kullanılan; Cebrail´in o en büyük meleğin adıdır, ilerde melek kelimesi İzerinde de duracağız talim ve gözetimi altında inşa edildiği´ belirtilen gemi olmakla birlikte bundan pek ala yıldızlar arası seyahat eden bir gemiyi anlamak da mümkün. Çünkü, Kur´an ´atalarınızı´ demiyor, ´zürriyyetinizi´ diyor.. Bu ifade bizim neslimizin akibetinden de haber verir gibidir. Belki, bizim neslimiz de, yaşadığı dünyayı yaşanmaz hale getirdikten sonra, hayat belirtisi tesbit ettiği -buzul çağından yeni yeni çıkan- bir gezegene neslinin örneklerini gönderecektir. Tabii, yaşayan insan nesli son nesil değilse.. Çünkü bazı kaynaklarda, şu anda dünya üzerinde yaşayan neslin insan ırkının 13. Versiyonu olduğu ve insan ırkının bugüne kadar, en az altı dünya tükettiği belirtilir. Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü´l-i´caz adlı tefsir denemesinde, Bakara Suresi´ndeki "O Allah ki, yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı. Sonra göğe yöneldi ve onu 7 uzay halinde düzenledi. O, herşeyin gerçeğini bilendir" ayetini yorumlarken, ´Yedi´ kelimesi İzerinde uzun uzadıya durur ve bu ayetten, Yer küremiz gibi atmosferi bulunan yedi dünyayı anlamanın mümkün olabileceğini hatırlatır.. Demek ki, biraz cesur bir yorumla, yedi dünyadan ve üzerinde yaşayan insansı varlıklardan söz etmek pek de akıl dışı olmayacak..
UZAYDA HAYAT VAR MI?
Uzay´da melek ve ruhanilerin varlığı, yer yüzünde insan ve hayvanların varlığı kadar kesindir, denilebilir. Kur´an-ı Kerim, bu gerçeği sayısız ayetlerde anlatır. Çağdaş bir kelamcı ve çağımızın en orijinal Kur´an yorumcularından olan Saidi Nursi, "Sözler" adlı eserinin 33 bölümünden birini tamamen, ´Melekler, ruhaniler ve uzayda hayat´ konusuna ayırmış. 29. Söz´ün tamamında bu meseleyi isbat etmeye çalışmıştı.. Burada dikkatimizi en çok çeken bir cümle var ki, bu çalışmamızın da kalbini teşkil ediyor. Ona göre, çok değişik cins ve türdeki uzaylıların tam****** Kur´an tarafından ´Melek´ ve ´Ruhani´ diye isimlendirilmişlerdir.. İlerde melek ve ruhani kelimelerini ele aldığımızda göreceğiz ki, melek nisbeten nesnel varlıkların, ruhani tamamen soyut varlıkların adıdır.. Şimdi, Saidi Nursi´nin, Kadir Suresi´nin "O (gecede) melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle yeryüzüne inerler" mealindeki ayetinin yorumunu yaptığı bölümden bir pasaj aktaralım..
"Hakikat katiyyen gerektirir ve hikmet kesin kes ister ki, yer yüzü gibi, uzayın da -hem de bilinçli- sekeneleri (oturanları) bulunsun.. Ve o sekeneler yaradılış bakımından oturdukları yıldızlara uygun yaradılışta olsun. Kur´an bütün bu yaratıkları melek ve ruhaniler diye isimlendiriyor.." Evet işin gerçeği bunu gerektiriyor. Uzayda bizim gibi bilinçli canlılar var ve olmalıdır.. Nitekim, dünyamızın, -küçüklüğü ve basitliğine rağmen- bilinçli yaratıklarla dop dolu olması ve üstelik zaman zaman boşaltılıp yeniden doldurulması bize şu gerçeği açıklar; Yıldızlarla ve burçlarla bezenmiş uzay da şuurlu ve idrak sahibi yaratıklarla dop doludur.. O yaratıklar da, tıpkı insanlar ve cinler gibi şu muhteşem kainatın seyircileri, gözetleyicileri ve yorumcularıdırlar.. Uzayın yapısı, niceliği ve niteliği, böyle yaratıkların varlığını gerektiriyor, zorunlu kılıyor.
Evrenin bu muhteşem varlığı çaplı ve geniş bir tefekkürü, onu tam anlamıyla kavrayacak bir kulluğu gerektirir. Oysa insanlar ve Cinler, bu tefekkİr ve kulluğun milyonda belki birini bile yapamıyorlar.. Bu muhteşem yaradılışı daha üst bir şuurla temaşa edecek ve onun Yaratıcı´sına karşı şükranlarını sunacak daha üstün formda yaratılmış varlıklara ihtiyaç vardır.. Meleki ve ruhaniler de bunlardandır...
"Bazı hadislerin bize verdiği işaretlerden şunu anlıyoruz ki, bu yaratıklar, uzayda başıboş gibi görünen seyyar cisimleri-meteor, bulut ve tanımlanamayan sair uçan cisimleri-yıldızları-karanlıkta hızla akıp gittikleri için yıldız şeklinde algıladığımız UFO´ları da bu çerçeveye sokabiliriz-binek olarak kullanıp evrenimizde olup bitenleri temaşa ediyorlar.. O varlıklar, bu seyyarelere-hızla akıp giden, görünüp ve bir anda yok olabilen şeyler-binerek, yaşadığımız şu nesnel dünyayı gözetlerler. Bineklerinin tesbihatını yaparlar.." (Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, Mukaddime) (Burada Seyyare kelimesine küçük bir not düşelim. Teyyare, uçan kanatlı nesnelere verilen isimdir. Seyyare ise, uçmaktan çok son derece büyük bir hızla akıp giden kanatsız vasıtaları anlatmaktadır.. Her ikisi de ´binek´ diye anılmaktadır. Acaba, UFO´ya -yani İngilizce´deki, Tanımlanamayan Uçan Cisim´e- tek kelimelik bir isim verilmek istenseydi Seyyare´den uygun ne bulabilirdik?) Yukarıda Saidi Nursi´den aldığımız metinde bir tek şey yaptçk. Bilinen klasik ifadelerin yerine -mesela, sema yerine uzay, şuur yerine bilinç gibi- günümüzde kullanılan kelimeleri yerleştirdik. Ve gördük ki, "pekala uzaylılar var" ve üstelik bizi gözetliyorlar.. Hatta bir hadiste peygamberimiz, "Cennet ehli, yeşil ´kuş´ların ´cevf´lerine binerek cennet yurdunu gezecekler" diyor.. Arapça´da ´tare´ ´uçtu´ demektir. ´Tayr´ ise uçan şeye verilen ad. Eh geçmişte bir tek kuşlar uçtuğu için de Kur´an´da ve hadiste ´tayr´ kelimesinin geçtiği her yerde bu kelime ´kuş´ olarak isimlendirilmiş.., Kur´an´ın belirttiğine göre Hz. İsa, imana çağırdığı insanlara şöyle diyordu; "Ben size çamurdan kuşa benzer bir şey yaparım. Sonra ona kendi ruhumdan İflerim -yani enerji yüklerim- o da Allah´ın izniyle uçar" diyordu.. Demek ki, her uçan kuş değildi ve her ´tayr´ kelimesiyle ifade edilen şeyin illa da kuş olması gerekmiyordu..
Cevf ise, ´boşluk, çukur, oyuk, iç boşluk´ anlamındadır. Eğer siz ´tayr´ kelimesinin yerine ´uzay aracı´ veya ´uçan cisim´; ´cevf´ kelimesinin yerine de ´pilot kabini´ kelimelerini yerleştirirseniz, yukarıda bahsi geçen hadisi, "Cennet halkı, yeşil renkli-yeşilin, temiz bir çevrenin sembolü olduğunu unutmayalım-uçan araçlara binip kabininden cennet yurdunu temaşa ederler" şeklinde tercüme edebilirsiniz. Tuhaftır bu hadis, nedense bana hep Jetgiller´i hatırlatmıştır.. Öyle ise çıkıp, evrenimizi bizimle paylaşan uzaylılar vardır ve bunlar kullandıkları ´seyyareler´le (UFO´larla) bizi temaşa ediyor yani izliyor ve hatta, bozgunculuğumuzu önlemek ve dünyamızı korumak için bizi gözetliyorlar dersek, abartılı bir ifade kullanmış olmayız..
BiR iTiRAZ VE RÖLATiViTE
"Uzaylılar var" denildiği zaman hemen ileri sürülen bir itiraz var.. Deniliyor ki, "Güneş sisteminde başka dünya yok. Bize en yakın yıldız grubu yani galaksi Andromeda´dır ve bize şu kadar milyar ışık yılı mesafededir. Bu kadar uzun bir mesafeyi nesnel varlıkların aşıp gelmeleri mümkün değildir.. Bu izah, daima ileriye doğru akmak üzere ayarlanmış insan mantığının bir eseridir. Oysa ışınlanma ve rölativite bu itirazları sonuçsuz bırakmaktadır.. Kur´an-ı Kerim´de Hz. Süleyman´ın "gudvvuha üehrun ve revahuha üehrun´ (gidişi bir ay, gelişi bir ay) diye nitelendirilen bineği ile, Belkıs´ın tahtının, bir saniyenin de altında bir zaman içinde Yemen´den bugünkü Kudüs´e ışınlanması bu itirazlara açık cevaplar veriyor. (Sebe´ Suresi, 10. Ayet ve devamı)
Guduv gidişi, revah gelişi anlatır. Kısacası Süleyman´ın bineğinin hızı, gidiş-dönüş altmış gün/saattir. Kur´an´ın ifadesinde bir gün, bizim saydıklarımızla 1000 bin yıldır. Demek ki, Süleyman´ın bineğinin hızı 1.000 x 60 = 60 bin yıl/saattir. Bu da saniyede 1000 ışık yılı demektir. (22/ 47)
İnsanın algılayabildiği ya da varsaydığı en büyük hız şimdilik ışık hızıdır. (Oysa tasavvufta ´nur hızı´ denilen ve hayalden daha süratli olan bir hız birimi vardır) ışığın saniyedeki sürati 300 bin kilometre olduğuna göre -ki ışık uzayın bütün kavislerini ve bükeylerini tarayarak geçer- Hz. Süleyman´a verildiği belirtilen bineğin hızı ışık hızından da yüksektir. Bu da akla,-bugünkü verilerin ışığında anlatacak olursak-ışınlanma süratinin hızını gösteriyor. Çünkü, Belkıs´ın tahtı, göz kapayıp açıncaya kadar Yemen´den Kudüs´e taşınmıştır.. Ve üstelik bunu da "Reculün indehu mine´l- kitabi ilmün" (kitabi bilgilere-ki, bu tecrübi bilgileri de anlatıyor- sahip bir adam) diye vasıflandırılan bir insan başarmıştı. Bu ifade, bize bilimsel çalışmalarla insanlığın varabileceği sınırları çok net olarak gösteriyor.. Çünkü, bu işi yapmaya Cin taifesinden bir ´ifrit´ de talip olmuştu. Ancak onun tanıdığı süre biraz daha uzundu. Yani ´ayağa kalkıp oturacak kadar´ bir süre.. Hz. Süleyman bu süreyi uzun buldu ve bugünün ifadesiyle teknolojik bilgiye de sahip olan yardımcısından talep etti ve Taht bir anda hazır oldu.. Belkıs, gelip de tahtını orada bulunca ona soruldu; "Bu taht senin mi?" Belkıs´ın verdiği cevap, bugün ´sanal gerçekçilik´ diye nitelendirilen bilimin de ilk tanımı idi: "Sanki o!" Bugün sanal varlıklara İngilizce´de ´sanki o´ denilmesi oldukça ilginç değil mi? Demek ki, bizim kendimizi ışık hızına hapsedip, onun üzerinde nesnel varlığın taşınmasını yadsımamız, sadece ve sadece bilgilerimizin henüz ilkellikten kurtulmamış olmasından kaynaklanıyor..
Bizim ışık hızına hapsedilmiş olmamız, başka yaratıkların da bu hıza hapsolunduğuna inanmamızı gerektirmez. Uzayda,-elbette tabiatları yaşadıkları gezegenin tabiatına uygun dizayn edilmiş- varlıklar vardır ve olmalıdır.. Nitekim, UFO´ların varlığı nerde ise sabit olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri´nin, 1960 yılında başlattığı Apollo serisi uzay uçuşlarına "refakatçi" uçan cisimlerin eşlik ettiği, hem astronotların ses kayıtlarıyla, hem de çekilen resimlerle isbat edilmiştir. Bilindiği gibi Ay´a ilk inen Apollo 14´ten çıkıp Ay´da yürüyen ve burada hatıra resmi çektiren astronotların arka planında iki UFO poz vermişti. Bu tarihi uzay yolculuğunun iki UFO´nun refaketinde gerçekleştiğini NASA çok iyi bilmektedir. Hatta hatırlarsanız, bu resmi basan Time dergisi aaa elden toplatılmıştı. Keza astronotların ses kayıtlarında bu cisimlerden açık açık söz edildiği ve Ay´da son derece ahenkli esrarengiz bir müziğin duyulduğu haberi de o sıralarda basına yansımıştı. Burada, özellikle cinlerin ´temessül etme´ (istediği forma girip, gözükme) kabiliyetinden haberdar olanlar diyebilirler ki, UFO´lar, cinlerin bir oyunudur. Bu pek de akla uzak olmaz. Cinler atmosfer içinde böyle görüntüler verebilirler. Ancak Apollo 14´e refakat eden uçan cisimler atmosfer dışında bunu gerçekleştirmişlerdi. Demek ki, bunlar cinler olamazdılar..
KAVRAMLAR
Dabbe; Bu kelimeye öncelik vermemizin iki nedeni var. Birincisi, bu kelime ile kast edilen varlıkların aaaabolizma olarak bize benzeyen varlıkların kast edilmiş olmasıdır.. Elmalılı Hamdi Yazır, "Hak Dini Kuran Dili" adlı tefsirinde dabbe kelimesine şu açıklamayı getirir; "Hafif, hissettirmeden yürüme, debelenme demektir. Hayvanlar ve böcekler için kullanılır. içkinin vücuda yayılması, bir çürüğün etrafına bulaşması gibi hareketi gözle tesbit edilemeyen canlılar için kullanılır....." şu halde, tren, otomobil, bisiklet gibi, şunu hemen hatırlatalım, bu tefsir yazıldığında bilinen mekanik yürüyücüler bunlardan ibaretti. Bunlara bugün robotlar dahil daha bir çok eklemeler yapmak mümkündür. Bununla beraber, "Allah her dabbeyi sudan yarattı. Onların bir kısmı ayaksızdır karnı üzerinde sürünür, bir kısmı iki ayaklıdır, bir kısmı dört ayak üstünde yürür..." (Nur suresi 24/25) ayetinde zikredildiği gibi bütün yürüyen canlı türlerini içine alır.. İkincisi, dabbe diye nitelen varlıkların yerde ve gökte bulunduğunun belirtilmesidir.. Dabbe kelimesinin Kur´an-ı Kerim´de ilk geçtiği yer Bakara Suresi´nin 164. Ayetidir. Bu ayette ´dabbe´ kelimesiyle yer yüzündeki kuşlar hariç her türlü yürüyen canlılar kast edilmiştir..
İkinci ´dabbe´ kelimesi ise Hud Suresi´nin 6. ayetinde geçer. Burada da yer yüzündeki dabbelerden söz edilir. "Yer yüzünde rızkı Allah´a ait olmayan hiç bir canlı yoktur, ki, onların karar kıldıkları yeri de varacakları yeri de bilir. (Bu bilgilerin) hepsi Kitab-ı mübin´dedir." Burada Kitab-ı Mubin´den maksadın ne olduğuna girmek konumuzun dışında kalıyor.. Ayette "dabbe"nin "nekre" (belirsiz isim) olarak kullanılması çok ilginçtir. Bu ifade tarzıyla Cenab-ı Hak, ayette geçen dabbenin kesinlikle, "hayvan" tarifi içine girecek dabbeden olmadığına, onun bambaşka bir varlık olduğuna dikkat çeker. Aşağıda tefsirini yapacağımız Neml Suresi´nin 82. Ayeti, bu dabbeden maksadın ne olduğunu netleştirir.. Dabbe tefsirlere göre, ´deprenip duran her tür canlı´ anlamına kullanılmış. Ayette geçen
"fi´l-Ardi" (yeryüzünde) ifadesi, tahsis için değildir. Yani bu kelimenin sadece dört ve daha çok ayaklıları değil, aynı zamanda iki ayaklı -insan gibi- varlıkları da kapsamına aldığını hatırlatmak içindir.
Diğer bir ilginç husus da bu ayetten hemen sonra, uzayı ve uzayın altı günde yaratıldığını anlatan ayetin gelmesidir. Dabbe kelimesi aynı surenin 56. ayetinde de geçer. Burada da benzer ifadeler kullanılır. Ancak bu sefer dabbe´nin mekanı belirtilmemiştir ve bütün yaratıkların Allah tarafından idare edildiği hatırlatılır.. Şu ana kadar, ´dabbe´ kelimesiyle yer arasında sürekli bir irtibat vardı. Ama aşağıda vereceğimiz ayette ´dabb´ yere has kılınmamıştır aksine yer ile birlikte gökteki dabbelerden söz edilmektedir. İşte bizi yakından ilgilendiren ayet! Nahl Suresi´nin 49. ayeti net bir şekilde yer ve gök dabbelerinden bahseder. Dabbe kelimesiyle aaaabolizmaları bize benzeyen yaratıkların kast edildiğini bir kere daha hatırlatarak ilgili ayeti aktaralım:
"Göklerde ve yerde mevcut bütün ´dabbeler´ ve melekler-dabbenin gök denince hemen akla gelen meleklerden ayrı tutulduğuna hasseten dikkat etmek gerekir-hiç büyüklenmeden Allah´a secde ederler" Yani onun emrine uyarlar..
Burada özellikle dikkat edilmesi gereken hususlar şöyle sıralanabilir.. Birincisi; Dabbe kelimesiyle aaaabolizması bize benzeyen, daha doğrusu elemental canlı yaratıklar zikredilmektedir.. İkincisi, ilk iki ayette dabbe kelimesi ´dünya´ ile sınırlı tutulduğu halde bu ayette ´gökteki dabbeler´den yani uzaylı diye niteleyebileceğimiz, şuurlu, bilinçli, inisiyatif sahibi yaratıklardan söz edilmektedir.. İçüncüsü, ´dabbe´ ile anlatılmak istenen canlıların, soyut varlıklar olan ´melek´lerden farklı olduğunun hasseten vurgulanmış olmasıdır.. Ve nihayet dördüncüsü, her topluluk gibi gök ve yer dabbelerinin de ilahi emirlere uymaktan başka çareleri olmadığı vurgulanır.. Casiye Suresi´nin 4. ayeti de ilginçtir. Bu ayette ise dabbe kelimesi, insanlardan ayrı tutulur ve şöyle buyurulur:
"Sizin yaratılışınızda ve çoğaltıp yaydığı dabbelerde ibret almasını bilenler için deliller vardır" (Casiye, 4)
Tefsirler, ayetin metninde ´yer´ kelimesi geçmediği halde, bu çoğaltılıp yayılan yaratıkları yer ile irtibatlandırmışlar. Oysa metin, "Ve fi halkikum ve ma yebussu min dabbetin" şeklindedir ki, "min" ile dabbeler içinde bir türe dikkati yoğunlaştırır. Bu türün "insan" insan kelimesiyle birlikte anılması da ona benzerliği ihtar eder. Aslında ayette insan kelimesi de geçmemektedir. ´Halkikum´ kelimesindeki "kum" zamiri insana bakar. Bu ´kum´ zamiri, doğrudan insana baktığı ve çokluk ifade ettiği halde, Dabbe kelimesinin "min" ile tahsis edilmesi ve "nekre" (belirsiz) olarak kullanılması, ister istemez zihni, yeterince bilimeyen bir türe yönlendiriyor. "Yabussu" kelimesi ile de bu varlığın seri bir şekilde çoğalıp yayılabildiğine dikkat çekilir. Ve geldik, "dabbe" kelimesi konusunda bize en ilginç fikirleri verecek ayete.. Neml Suresi´nin 82. ayetinde insanlarla konuşacak dabbeden söz edilir. Ve bu kıyamet öncesinde görülecek bir türdür ki, insanlığa akibetini söyleyecek..
"Söz sabit olacağı zaman (yani kıyamet öncesinde), onlar için yerden bir canlı çıkarırız. İnsanlara, Allah´ın ayetlerini ve maksadını anlayamadıklarını söyler"
Şimdi UFO´larla ilgili verileri gözden geçirelim ve bilgilerimizi tazeliyelim. Bugüne kadar yapılan bütün araştırma ve incelemeler, onlardan alınan mesajlar ve bilgiler, UFO denilen araçlarla bizim dünyamıza kadar sokulup yer küreyi yakından inceleyen bu yaratıkların bir tek maksadı var..
İnsanlığı, hızla yuvarlanıp gittiği akibeti konusunda uyarmak. Adeta bize verdikleri mesajlarla bizi bu bozgunculuktan, bu fesadlardan ve kan dökücülükden korumaya, vazgeçirmeye çalışıyorlar.. Burada hemen yaradılışı hatırlatalım ve meleklerin itirazını düşünelim. Ne diyordu melekler: "Ya rabbi yer yüzüne halife olarak atayacağın bu insan, orada bozgunculuk yapacak ve alemi fesada verecek."
Şimdi biz ürettiğimiz teknoloji ile hızla akibetimizi, yani kıyameti hazırlıyoruz. Oysa Cenab-ı Hakk´ın, insandan beklediği barış ve esenlikti.. Nitekim gönderdiği dine hep ´İslam´ yani barış adını koydu. Ama insanlar, adı barış olan ve insanlar arasında barış ve kardeşliği tesis etmesi için gönderilen bu dinleri nifak, ayrılık ve savaş sebebi haline getirdiler. Kendilerine emanet edilen bu cenneti cehenneme çevirdiler. İlerde daha geniş temas etmeyi umduğumuz Tarık Suresi´nde geçen, "in kullu nefsin lemma aleyhi hafiz" ayeti, açık seçik, insanların tümünün gözetim ve gözetleme altında olduğunu ortaya koyar. İşte şimdi biz kıyamet öncesindeyiz ve bugüne kadar kendilerini gizleyen bu yaratıklar, insanlarla konuşmaya, yani ilişki kurmaya başladılar.. UFO´ların gözükmesi yakın dönemlerdedir. Geçmiş bazı efsanelerde, gökten gelen varlıklardan söz edilir. Bunların resmi de çizilmiştir. Ama UFO´lar günümüzün mesajcılarıdırlar ve bizimle bizim tekniklerimizi (radyo dalgaları, ses ve görüntü..) kullanarak iletişim kuruyorlar. İnsanları uyarıyorlar. Bu gidişatın felaket olduğunu haber veriyorlar. Yani artık bizimle konuşuyorlar ve bize Allah´ın ayetlerini, dinini anlamadığımızı söylüyorlar..
Ragıp el-Isfahani, Müfredat adlı tefsirinde (s.165) "İnsanlarla konuşacağı" belirtilen bu dabbenin, o ana kadar bilinen görülen bir yaratık olmadığını özellikle vurgular ve kıyamet öncesinde çıkacağını belirtir.. Ayette geçen "Fi´l-Ardi" (yerde) ifadesi de atmosferin içinde anlamına gelir. Çünkü Arz, atmosferiyle birlikte arz özelliği taşır. Arz kelimesinin "artikel" (belirli isim) olarak kullanılması gösteriyor ki, bu yaratıklar atmosfer içinde görülmeye başlayacaklar. Nitekim biz de UFO´ları ancak atmosfer içine girdikten sonra görebiliyoruz. Oysa onların atmosfer dışında görüldüklerini de biliyoruz. (Apollo 14´ün verileri) Müslümanlar 14 asırdır işte bu dabbeden (dabbetül arz) söz edip duruyorlar ama her asırda onunla ilgili tarifler değişip karma karışık bir hal alıyor.. Bunların ansızın saldırıya geçecek-ki bu da olsa olsa beşerin artık iler tutar yanının kalmaması sonucudur- uzaylılar olduğu söylenebilir. Çünkü bu dabbe ile ilgili rivayetlerin birinde onların saklı bir topluluk oldukları ve zamanı geldiğinde içine hapsedildikleri boyuttan çıkıp saldırıya geçecekleri belirtilir..
Tayr
Tayr kelimesinin bizi ilgilendiren şekliyle ilk geçtiği ayet Enam Suresi´nin 38. ayetidir. Bu ayette "Yer yüzünde hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir ´uçucu´ yoktur ki, sizin gibi kendilerine has kanunları bulunan bir topluluk olmasınlar" denilir. Burada ´tayr´ kelimesinden maksadın bilinen kuşlar olduğu açık seçik belli oluyor. Çünkü onları "İmmet" (topluluk) diye nitelendiriliyorlar. Cenab-ı Hak, "tairun yatiru bi cenaheyhi" diyerek iki kanatlı kuşlardan söz ettiğini özellikle vurguluyor. Ancak bir sonraki, ayette, Cenab-ı Hak, Kitapta (anılması gereken) hiç bir şeyi eksik bırakmadık , diyerek, bilinen ´dabbe´ ve bilinen ´tayr´ın dışında ilerde ve gelecekte karşılaşılabilecek diğer uçucuların veya canlıların da kendi yaratığı ve kendi kudreti altında olduklarını hatırlatmış olur.. Kur´an-ı Kerim de sık sık bu tür açıklamalar vardır. Bir ayette Cenab-ı Hak, dönemin bilinen binekleri olan eşek, at, katır ve deveyi andıktan sonra,
"Biz daha onlar gibi nice binekler yaratmışız" diyerek, hem o dönemin insanlarına akla aykırı olmayan bir ibret dersi vermiş oluyor, hem de çağımızda artık uçak, roket, helikopter, tren, otomobil ve gelecekte üretilmesi mukadder olan bineklere de insan zihninde kapı açmış oluyor.. Keza, bir başka ayet-i kerimede, Cenab-ı Hak insana, yerlerde, denizlerde ve göklerde geçitler ve yollar yarattığını söyler ki, bu ayet, bugün dünkünden çok daha derin anlamlar içermektedir. Nitekim teknoloji geliştikçe, ilmi çalışmalar yeni yeni gerçekler ortaya çıkardıkça Kur´an´daki bir çok ayet de anlam kazanıyor ve ne demek istediği daha iyi anlaşılıyor. ´Tayr´ kelimesi de bu neviden bir kelimedir. Kur´andaki her ´tayr´ kelimesinin kuş olmadığını bugün çok daha iyi anlıyoruz.
"Uçan Ümmet!"
Bu tabir etrafında biraz fikir jimnastiği yaptığımız zaman, kuşlarla birlikte, uzaylıları da bir ümmet kabul etmekte güçlük çekmeyiz. Hele "Biz kitapta anılmadık hiçbir şey bırakmadık" tenbihi, bizleri, bilinenlerin ötesinde, geniş düşünmeye sevk etmek içindir. Çünkü her ayetin hem umumi bir bakışı hem özel bakışı vardır. Yani bütün zamanlara toptan hitap ettiği gibi, her bir zamana da ayrı ayrı göndermeler yaparlar. Tair´ kelimesinin-Yasin Suresi´nde olduğu gibi- ´uğursuzluk´, ´vebal´ ve ´sorumluluk´ ifadesi taşımaşı da ilginçtir. Özellikle Mülk Suresi´nde uzaydan yapılacak saldırı ile birlikte düşünüldüğü zaman insanlık için bu kelimenin neden bu anlamlarç taşıdığını anlamakta güçlük çekmeyiz..(27/47; 36/19) Nur Suresi´nin 41. Ayeti de ilginçtir. "Görmüyor musunuz, yer yüzündekiler de göktekiler de ve bölük bölük gruplar oluşturan ´tayr´lar da Allah´ı tesbih ediyorlar. Ayette geçen "Men fi´s-semavati ve´l-ardi" ibaresi üzerinde özellikle durulması gereken bir ifadedir. Çünkü Arz kelimesi tekil olduğu halde ´Sema´ kelimesi çoğul kullanılmış. Yani "men fi´s-Semai" denmemiş de "men fi´s-semavati" denmiş. Oysa ayetin genel akışı içinde Sema kelimesinin ´tekil´ kullanılması daha makul görülüyor. Şayet bu kelime tekil kullanılmış olsaydı, Tayr kelimesinden ancak, atmosfer içinde hayatlarını sürdürebilen kuşları anlamak zorunda kalacaktık. Ayrıca
´men´ edatı da insanlar gibi bilinçli yaratıkları anlatmak için kullanılmıştır. Kuşlar için ´men´ edatı kullanılmaz. Peki sema kelimesinin tekil değil de "semavat" (gökler) çoğul kullanılmasının hikmeti nedir?
Eğer, daha sonra gelen "et-Tayr" kelimesinden maksadın, bizim bildiğimiz ve sadece atmosfer içinde varlıklarını sürdürebilen kuşlar olsaydı, bu kelimenin de "sema" olarak kullanılması daha uygun olurdu. Oysa Semavat bütün katmanlarıyla "uzayı" anlatır. Demek ki, atmosferimizin dışında da bölükler oluşturarak yaşayan ve bir tür ümmet (yani topluluk) olan uçucular vardır. Kur´an onlara da işaret ediyor. Ve onların da kendilerine düşen vazifeleri bildiğini hatırlatıyor, ardından da "Allah" onların da ne yaptığını bilir diyor.. Neml Suresi´nde ise Cenab-ı Hak, ´tayr´ topluluğu ile iletişim kurmanın yolunu gösterir. Hz. Süleyman bildiğiniz gibi bütün teknik kudretlerle donatılmış büyük peygamberlerden biridir. Bugünkü teknolojimizin ilk ipuçlarını hep O´nun mucizelerinde görürüz. Ses ve eşyanın ışınlanması, aktarılması, havanın taşıyıcılık özelliği (aerodinamik), rezonans, sesin gidiş ve dönüş sureleri, sesin hızı, insan dışı yaratıkların bayağı işlerde kullanılması (mesela cinlerin Süleyman Tapınağı´nda bilfiil çalıştırıldıkları Kur´an´da zikredilir) gibi.. İşte insan dışı yaratıklarla irtibat ve iletişim kurulabileceğini de Hz. Süleyman´ın lisanından aktarılan şu ayetten anlıyoruz; Süleyman Davud´a varis olup dedi ki; Ey İnsanlar! Bize ´mantıku´t-tayr´ öğretildi ve bize her şeyden verildi (Neml, 16) Burada bizi ilgilendiren "mantıku´t-tayr" dır. ´Mantık´, ´nataka´ kelimesinin mastarıdır. Nataka ´söz söyledi´ ´(adam) konuştu´ demektir. Kuşların konuşmasını anlatmak için ilk etapta akla gelmesi gereken bir fiil değildir. Bunun yerine ´kelleme´ filinin mastarı olan ´tekellüm´ de kullanılabilirdi. Kullanılmamış. Çünkü tekellüm, doğrudan insana bakar. insanın konuşmasına ´tekellüm´ denir. Buradaki konuşma ´mantık´ kelimesinin ikinci anlamı olan ´makuliyeti´ de çağrıştırır. Böylece ´uçan´ cin veya kuşlarla kurulacak iletişimin insanların konuşmasına benzemediği ihtar edilmiş olur. Nataka´ kelimesi cansız varlıklar için de kulanılır. ´Nataka´l-avdu´ (ses çıkardı) anlamınadır. Yani ´nataka´ fiili, zihinsel iletişimi ve ´sinyal´leri ifade eder.
Demek ´uçucularla´ yapılacak muhabere veya iletişim ancak sinyallerle olacak. Bildiğimiz kelimelerle değil.. Nitekim atmosfer dışı varlıklarla insanların kurabildiği iletişimler radyo dalgaları ve sinyallerledir.. Bu ayette Hz. Süleyman, insanlara uzaylılarla iletişimin yollarını öğretiyor. Bunun bildiğimiz dil formlarıyla değil, daha evrensel bir iletişim yolu olacağını hatırlatıyor. Nitekim ´tekellüm´ iletişim kurma biçimlerinin en alt tabakasıdır. Balinaların iletişimi bile biz insanların iletişiminden daha ilginçtir.. Yukarıda zikrettiğimiz ayetten iki adım sonra gelen ayette de Süleyman´ın karıncalarla kurduğu iletişime sahip oluruz. Süleyman insanlar, cinler ve ´tayr´lardan (bu kelime malesef bütün tefsirlerde ´kuş´ diye geçer. Çünkü o dönemlerde bilinen tek uçucu kuşlardır) oluşan ordusu Neml Vadisi´ne girdiği zaman Süleyman aleyhi´s-selam, karıncalar kralının kendi halkına "Ey karıncalar yuvalarınıza çekilin. Süleyman´ın ordusu sizi bilmeden ezebilir." dediğini duydu. Bu duyuşun ve algılayışın bizim bildiğimiz tarz olmayacağını pekala tahmin edersiniz. Nitekim Süleyman, bu çağrıyı duyup algılayınca tebessüm etti ve "Bana verdiğin nimetlerle beni azdırma ya Rabbi" diye Allah´a dua ve şükretti.. Enbiya Suresi, 79. ayet, Sebe´ Suresi 10. ayet ve Sad Suresi 19 ve 19. ayetlerde dağların ve kuşların Hz. Davud´a baş eğdirildiği ve de onun emrine verildiği belirtilir. Burada söz konusu ettiğimiz ayet Sebe´ Suresi´nin 10. ayetidir. Bu ayette Allah, dağları kuşları Davud´un emrine verdiğini hatırlatır hatırlatmaz, ona madenleri eritmeyi öğrettiğini de hatırlatır. Birbiriyle alakasız gibi görİlen İç şey peş peşe sıralanır. Oysa bugün bu üç unsur arasında çok rahat ilişki kurabiliyoruz. Dağlar her türlü madenin kaynağıdır. Onların Davud´un çağrısına aynıyla karşılık vermesi, hem aksi sedaya (eko) işaret var hem de madendeki ses özelliğine işaret var. Dağların canlı gibi Davud´a ses vermesi, kuşların ona boyun eğmesi ve madenlerin ilk defa onun tarafından eritilmesi birer mucize olarak aktarılır.
Fil Suresi
Meryem Suresi´nde geçen, Hz İsa´nın "ben size çamurdan bir kuş yaparım ve ona üflerim o da uçuverir" şeklindeki ayet ile bu ayet birlikte zikredildiği zaman ikisi arasındaki irtibat net anlaşılır. Dağlardan elde edilecek madenlerin eritilip kuşa dönüştürüleceği fikrini pekala ilham eder. Fazla uzatmaya gerek kalmadan görüyoruz ki, sadece et ve kemik olan kuşlar söz konusu değil. Madenden yapılma kuşlar da söz konusu. Nitekim, bir çok eski efsanede ve destanda ´demir kuşlar´dan ´ateş kuşlar´ dan söz edilir.. Tayr´ kelimesi etrafında yaptığımız bu yorumlardan sonra şimdi Fil Suresi ´ni ele alabiliriz.. Mekke, bünyesinde barındırdığı Ka´be dolayısıyla en eski zamanlardan beri Arabistan´ın hem kültür hem ticaret merkeziydi. Buralarda her yıl kültür şenlikleri düzenlenir, şiir yarışları tertip edilir ve kurulan panayırlarda hem kültür alış verişinde bulunulur hem de ticaret yapılırdı. Putperest Kureyşliler, bu faaliyetler sayesinde büyük servetler edinmişlerdi. Habeşistan, bütün çabalarına rağmen, bu kültürel faaliyetleri ve ticari sürkilasyonu kendi İzerine çekemiyordu. Gün geçtikçe Mekke daha zengin oluyor ve kültür merkezi olma bakımından öne geçiyordu. Dönemin Habeşistan Kralı Ebrehe, putperest olan Kureyşliler´in bu avantajı Ka´be sayesinde yakaladıklarını biliyordu. Eğer kendisi de bir mabed inşa ederse, belki ticareti Habeşistan´a çekebilecekti. Öyle de yaptı. Altın kubbeli muhteşem bir mabed yaptırdı ve herkesi buraya gelmeye mecbur etti. Mekkelilere de bu yolda haber gönderdi. Bunun üzerine Habeşistan´a giden bir Kureyşli, bu da mabed mi diyerek, mabedin içine pisledi. Buna çok öfkelenen Ebrehe, Mekke´yi alıp Kabe´yi yıkmaya karar verdi. Ordusunun önünde filler yürüyordu. Nihayet Mekke civarına gelince, otağını kurdu ve Mekke´lilerin sürülerini gasp etmeye başladı.. O sıralarda Mekke´nin siyasi lideri, Hz. Peygamber´in dedesi Abdülmuttalib´ti. Ebrehe Abdülmuttalib´in de 200 devesini almıştı.. Bu haber Abdülmuttalib´e ulaşınca, Abdülmuttalib, Ebrehe´nin karargahına gitti. Ebrehe, onun Mekke´nin affı için yalvaracağını umuyordu. Ama öyle olmadı. Abdülmuttalib, develerini talep etmek için geldiğini söyledi..
Ebrehe şaşırdı. Onun Mekke lideri olarak kendisinden bağışlanma dileyeceğini ve Kabe´ye zarar vermemesini isteyeceğini sandı. Ve; "Sen develerin için mi geldin? Oysa ben, senin Kabe´ye zarar vermemem için ricacı olacağını umuyordum" dedi. Abdülmuttalib ona şu cevabı verdi:
"Hayır ben Kabe için gelmedim. Ben develerim için geldim. Ben develerimin sahibiyim. Kabe ise Allah´ındır". Ebrehe, aşağılayıcı bakışlarla Abdülmüttalib´i süzdükten sonra; "Verin şunun develerini, yarın hepsini birlikte alacağım!" Abdülmuttalib oradan ayrıldıktan hemen sonra Fil Suresi´nde geçen hadise cereyan etti.. Şimdi surenin mealini aktaralım;
"Görmedin mi Rabbin Fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine ´siccil taülarç´ fırlatan "uçan ebabil"ler gönderdi. Ve onları "asfin mekul"e çevirdi..
Burada üzerinde duracağımız kelimeler ´tayr´, ´ebabil´, ´siccil´ ve ´asf´ tır. Tayra: Bu kelimeyi yukarıdan beri izah edip geliyoruz. Burada bu sureye özel bir iki nüansına temas edeceğiz Bilindiği gibi ´tayr´ uçan şeye verilen genel addır. Bu surede ´tayr´ kelimesinin ´nekre´ (belirsiz) bir isim olarak kullanılması, bunların bildiğimiz kuşlar olmadığına dikkat çekmek içindir. Elmalılı Hamdi Yazır bu surenin tefsirini yaparken "Bu kelimenin nekre kullanılması, bunların tanınmadık, bilinmedik garip uçucular olduğunu hatırlatmak içindir" der. "Tanınmadık, garip kuş" Bu ifadeler son derece ilginç değil mi? UFO´ların İngilizce´deki karşılığıyla tamtamına örtüşmüyor mu? (tanımlanamayan uçan cisim)!. Tahmin ediyoruz ki, merhum Yazır, bu tefsiri yaparken, UFO´lar görünmüş olsaydı, mutlaka onlara bir atıfta bulunurdu.. Çünkü Elmalılı Tefsiri, teknolojik gelişmelere en çok dikkat çekmiş tefsirlerden biridir hatta kendi dönemi için en iyisidir. Elmalı aynı kelimenin tefsirinde "Bunlar-siz bunu uçan cisimler olarak da anlayabilirsiniz-o zamana kadar oralarda hiç görülmemiş, irili ufaklı, siyah, yeşil, beyaz, takım takım kuşlardı" der. Eğer surede geçen ´tayr´ kelimesi bilinen bir tür kuş olsaydı, bunların irili ufaklı olması veya değişik renklerde olması gerekmezdi. Oysa irili ufaklı ve muhtelif renklerden söz ediliyor ve bunların takım takım, yani filolar halinde saldırdığı belirtiliyor. Amon-Ra´nın dönüşünü anlatan "Yıldız Geçidi-Stargate" filmiyle, Amerika´nın uzaylılar tarafından istilasını anlatan ve yeni yeni vizyona giren filmdeki "Independent Day" uzay araçları gözönüne alınacak olsa, Ebabil-ki aşağıda izah edeceğimiz gibi ebabil, filo demektir-diye nitelendirilen kuşların ne derece hakikate uygun olduğu da anlaşılır.. Bilinen bir gerçek varsa, bu surede geçen Tayr, bildiğimiz kuşlar değildi ve o daha önce hiç görülmemişti..
Ebabil
Bu surede geçen diğer ilginç bir kelime de Ebabil´dir. Tefsirlerde Ebabil kuşunun adı olarak değil, ´uçuş şekli´ diye anılır. Uçan ve aşağıdakilere ´siccil´ atan bu uçucuların uçma biçimini anlatmaya yöneliktir. Ebabil kelimesini anlatabilmek için ´şemati´ ve ´abadid´ kelimeleri örnek verilmiş. Şemati, askeri literatürde ´dağınık kıtaları´, ´abadid´ ise ´manga´, ´bölük´ ve ´filo´ ları anlatır. Bütünden ayrılıp küçük birlikler oluşturmaya ´abadid´ denmiş.. Ebabil´in ilginç bir yanı da bu kelimenin tekilinin olmamasıdır. Daima çokluk olarak kullanılır. Tıpkı filo gibi. Filo dendiğinde hemen aklınıza üçten fazla sayılar akla gelir. Sahabe´den ünlü müfessir İbn-i Mes´ud da bu kelimeyi ´uçan fırkalar´ diye tefsir etmiş. Bugün buna kısaca ´filo´ diyebiliriz. Bir diğer ünlü müfessir İbni Cerir de Ebabil´i kuşun adı olarak değil, uçuş biçimlerinin vasfı olarak algılamamız gerektiğini söyler ve Ebabil´i, "dört bir taraftan ayrı ayrı ve gruplar halinde uçmanın adı" diye zikreder. Ancak bazı tefsirlerde, bu kelimenin ´ibbale´ kelimesinden geldiğini, ibbalenin de grup ve demet anlamına kullanıldığını hatırlatır. Görülüyor ki, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, Fil Suresi´nde geçen ´uçucuların, Ebabil Kuşları ile alakası yoktur. Ebabil onların adı değil, uçuş şekillerini anlatan bir özelliktir.. Sonra bu uçan varlıklarla ilgil başka detaylar da vardır. "Bunların ayakları köpek ayağına benziyordu." deniliyor ve denizden geldikleri, ansızın belirdikleri rivayet ediliyor. Ve renkliliklerine özellikle dikkat çekiliyor.
Siccil
Siccil kelimesi de surede dikkat çeken bir kelime. Siccil kelimesi Kur´an-ı Kerim´de başka yerlerde de geçer. Bir ayette ise ´müsevveme´ kelimesi ile birlikte anılır. Müsevveme nereye isabet edeceği belirlenmiş anlamınadır. Hedefe kilitlenmiş fİzeye de ´müsevveme´ denir. Siccil, tefsirlerde kabaca ´Pişmiş sıcak taş´ olarak geçer. Bugün rahatlıkla bomba diyebileceğimiz siccil kelimesinin tefsirlerdeki yorumları incelendiğinde, mİfessirlerin nerde ise ´bomba´ diye nitelendirilecek bir anlamı yakalamaya çalıştıklarını hissedersiniz. Tefsirci Zamehşeri, (sanki yazılmış, tedvin edilmiş (yani koordine edilmiş ve sabitleştirilmiş) ateş dolu azap´ diyor siccil için. Siccil, keçi veya koyun gübresi iriliğinde taşlar diye tanımlanmış ve kuşların bunları ağızlarında ve ayaklarında taşıdıkları rivayet edilmiş. Bir savaş uçağını anlatmak için acaba o devirde bundan daha güzel tanım yapılabilir miydi? İbni Abbas ise ´fındık´ tanımı yapıyor, çok çok ağır cisimler olduğunu aktarıyor. Fındığın bildiğiniz gibi üzerinde sert bir kabuk vardır ama özü yani işe yarayan kısmı içindedir. Size kurşunu hatırlat mıyor mu? Evet bu uçan cisimlerin Ebrehe ordusuna fırlattığı bu siccil´ler onları bir anda ´asfi me´kul´ e çevirdi. Asfin Me´kul, yenmiş kırık dökük hale gelmiş ekin demektir. Bu saldırı neticesinde onlar yanmış, yerler de delik deşik olmuştu. Dışardan bakan biri, saldırının gerçekleştiği yeri, biçilmiş ve sonra çiğnenerek kırık dökük samanlara dönüşümü bir şekilde gördüler. Bu tasvir bombardıman sonrasının en güzel tanımı değil mi?
Zülkarneyn ve Yecüc Mecüc
"Bir de sana Zülkarneyn´i soruyorlar. De ki size ondan bir bilgi aktaracağım. Biz ona yerkürede bir yer belirledik. Ve ona ulaşmak istediği her şey için bir vasıta verdik. Derken o, o vasıtaların birine tabi oldu. Nihayet güneşin battığı yere vardığı zaman, güneşi sanki kara bir balçığa batıyor buldu. Bir de bunun yanında bir kavim buldu. Biz ona dedik ki, "Ey zülkarneyn, onlara zulmetmekte veya iyi davranmakta serbestsin" (Onları cezalandırırsın veya iyi davranırsın)" O da dedi ki, "kim haksızlık ederse, muhakkak ona azap edeceğim. Sonra onlar Rablerine döndürülür. O da onlara görülmedik bir azab verir. Ama her kim de iman edip iyi şeyler yaparsa buna da en güzel mİkafat vardır. Biz ona dünyada kolaylık gösterir, zor işlere koşmayız. Sonra Zülkarneyn yine bir yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere varınca, orada güneşin, güneşe karşı hiç bir siperleri olmayan bir kavmin üzerine doğduğunu gördü, işte Zülkarneyn´in kudret ve saltanatı böyleydi. Ve biz onun yanında bulunan her şeyi bilgimizle kuşatmıştık.. Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet iki dağ arasına ulaştığında onların önünde, hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu". Dediler ki, "Ey Zülkarneyn, Ye´cüc ve Me´cüc bu yerde fesat çıkarıyorlar. Sana bir "harc" verirsek, bizimle onlar arasında bir sed yapar mısın?" Dedi ki, "Rabbimin bana verdiği şey sizin bana vereceğinizden daha hayırlıdır. Siz bana güç verin, ben de sizinle onlar arasında bir sed yapayım. Bana demir kütleleri getirin" Nihayet, dağın iki ucunu denkleştirdiği vakit, "Ateş yakıp körükleyin" dedi. Demiri bir ateş koru haline getirince "Bana erimiş bakır getirin dökeyim" dedi.. (Ve ekledi): "Artık, Ye´cüc ve Me´cüc, bunu asla aşamazlar. Bu rabbimin bir lütfudur, Ne zaman Rabbimin emri (kıyamet çağı) gelir, o sed yıkılır ve onları salıverir. Rabbimin vaadi de haktır ve bu olacaktır (Kehf Suresi, 83-96)
Tefsirlerde Zülkarneyn ile ilgili çok rivayetler var. Onun Büyük İskender olduğunu söyleyenler ekseriyette. Ancak çok kuvvetli bazı kaynaklarda Zülkarneyn´in "müslüman" yani Tek Tanrı´ya inanan bir insan olduğu belirtilir. Oysa Büyük İskender çok tanrılı, hatta Tanrı Kral inancında olan biriydi.. Aslında tarih, bize Zülkarneyn diye birinden hiç söz etmiyor. Büyük İskender´in Zülkarneyn diye bilinmesinin tek sebebi, onun iki boynuzlu miğfer giymesidir. Çünkü Zülkarneyn bir isim değil, bir sıfattır. Yani iki boynuzlu demektir. Vikingler de iki boynuzlu miğfer takarlardı.. Dolayısıyla Zülkarneyn tarihi bir şahsiyet olmaktan çok, Hızır As. gibi hükmi bir şahsiyettir. Bir tür uzay gezginidir.. Nitekim, Zülkarneyn kıssası, Kur´an-ı Kerim´de, Hızır Aleyhisselam´dan hemen sonra anlatılmya başlanır. Hızır için bilinen rivayetler, onun zamanın tersinden gelen ve olayların geleceğini ve geçmişini bilen bir ´temessül´ kabiliyeti olan bir şahsiyet olduğunu gösteriyor.. O zamanın akış istikametinin tersine hareket eden bir kutlu kişidir. Melek değildir, insan da değildir. Ama insan suretine bürünebilen ve insanların dar zamanlarında karşılarına çıkıp yol gösteren ilahi bir erdir Nitekim, Hz. Musa, kendi nefsinde "Acaba Allah´ın kudret ve hikmetini benden daha iyi anlayan kullar var mı?" diye düşününce Cenab-ı Hak, ona Hızır Aleyhisselam´ı örnek gösterdi. Bunun üzerine Musa, "Ben onu tanımak istiyorum" dedi. Sonunda Cenab-ı Hak, ikisi arasında bir randevu gerçekleştirdi ve birlikte çok ilginç bir yolculuk yaptılar.. İşte Kur´an-ı Kerim, Zülkarneyn, kıssasını, bu soyut yolculuktan hemen sonra anlatmaya başlar.. Böylece Zülkarneyn´in de saklı bir kul olduğu fikrini pekiştirir..
Zülkarneyn´in yolculuklarına gelince. şimdi şu yuvarlak küremiz İzerinde güneşin battığı yeri düşünün. Var mı öyle bir yer? Güneş nerde batıyor veya nerde doğuyor? Bunlar son derece izafi şeylerdir. Eğer doğu Japonya ise, Japonya´nın doğusu Amerika´dır. Oysa Amerika aynı zamanda Japonya´nın batısındadır.. Doğu ve batı kavramı izafi şeyler olduğu için, insanlar İngiltere´deki Greenwich´i sıfır noktası saymışlar doğusuna doğu, batısına batı demişler. Demek ki mutlak olarak doğu ve batı yoktur. Nitekim Kur´an-ı Kerim, iki doğudan ve iki batıdan da söz eder. Demek ki, burada doğu ve batıyı uzaysal kavramlar olarak anlamak zorundayız. (Burada hemen şu notu da düşelim. Uzaylılarla ilgili tasvirlerin çoğunda da, kralların başında boynuzlu miğferler bulunur) Öyleyse, Zülkarneyn´in macerası bizim bildiğimiz, tarihsel bir macera değil. Eğer öyle bir şey olsaydı, bu maceranın Tevrat ve İncil´de de bulunması gerekirdi. Hatta destanlarda da... Çünkü insanlığın yaşadığı müşterek hatıraların tümü, hem semavi kitaplarda var, hem de destanlarda.. Amerika yerlilerinin destanlarında ve efsanelerinde İki Boynuzlu Tanrılar´dan söz edilir ve bunlar genellikle göklerle ilgili tasvir edilmişlerdir.. Mamaafih, tarihte, hem batıyı hem doğuyu bütünüyle hakimiyeti altına almış bir kraldan hiç söz edilmez. Büyük iskender´in hakimiyet sahası, Yunanistan´dan Çin Seddi´ne kadardır. Yani eğer karalar esas alınarak düşünülse bile ne tam doğuya ulaşmıştır, ne de tam batıya.
Öyleyse bu doğu ve batı kavramını başka türlü anlamak zorundayız. Belki de bu doğu ve batı, insanlığın içinde hapsedildiği boyutun alt ve üst noktalarıdır. Bu da Güneş Sistemi´nin Samanyolu Galaksisi içindeki alt ve üst eşikleridir. Ayet metninde "Fe-etbea sebeba" denir. Etbaa tabi oldu, uydu, hükmüne göre hareket etti, anlamına gelir. Sebep ise bir şeyin olması için gerekli vasıtadır. Dolayısıyla bunu boyutları geçme, boyutlar arası geçiş yapma olarak da algılanabilir. Çünkü Zülkarneyn, bildiğimiz bir insandan çok, Hızır gibi hükmi bir şahsiyettir.. Bizim üstümüzdeki boyutta Hızır´ı sayılabilir. Onun üstündeki boyutta ise Allah tarafından göğe çekilmiş Hz. İsa´yı gösterir. Hızır bize en yakın boyuttadır. Hz. İsa ise üçüncü boyutta. Hızır, sık sık bizim boyutumuza geçer ama Hz. İsa bir tek sefer boyutumuza girecek ve yeryüzünde hükümran olacaktır. Bu inanç hem Hıristiyanlar´da vardır, hem de müslümanlarda. Nitekim Hadis´te de
İsa´nın yeniden dünyaya dönüp İslamiyet üzerine hükümran olacağı haber verilir.. Bütün bu izahlardan sonra pekala diyebiliriz ki, Zülkarneyn´in seyahat alanı insan merkezli evrendir. Yani Güneş sistemi içinde.. Ancak bu sistem içinde bile birbirine geçmiş sayısız boyutlar olduğunu bilim adamları kabil ederler..
Mesela burnumuzun dibinde bize dikey bir boyut vardır ama biz onu hissetmeyiz, iki boyut arasında milyarlarca ışık yılı mesafe olduğu halde, boyut dikey olarak aşıldığında saniyelik zamanlarla izah edilebilecek yakınlıktadırlar.. Zülkarneyn de Hızır gibi "süper bilgin" lerdendir. Şöyle bir temsil ile anlatalım. Big Bang gerçekleştiğinde zaman iki yönlü akmaya başladı. Sıfırın artı ve eksi yönüne doğru... Birisi "Ol" yönüdür, biri de "÷l yönüdür. Aslında Allah katında her şey olup bitmiştir. O yüzden de Allah, "kıyamet koptu" buyurur. Allaha göre kıyamet koptu. Ama zaman boyutuna hapsedilmiş bizler için, henüz o zamana ulaşmış değiliz. Bir noktadan başlayan bir dairenin iki yönü vardır. Bir noktadan çıkan iki çizgi birbirinin üzerine katlanarak aynı noktaya ulaştıklarında daire tamamlanır ve iş bitmiş olur, işte Hızır ve Zülkarneyn, bizim istikametimizin tersinden gelen ölümsüz varlıklardır.. Karn kelimesi üzerinde de biraz duracak olursak belki meseleye biraz daha ışık tutarız. Karn, boynuz demektir. Ama aynı zamanda çağ ve dönem anlamı da vardır. Zülkarneyn iki boynuzla anlamına geldiği gibi "iki zamanlı" anlamına da gelir, iki zamanlı insan için elbette iki doğu ve iki batı vardır. Çünkü her zamanın bir başlangıç ve bitiş noktası vardır. Dolayısıyla iki zamanlı olanın iki doğusu ve iki batısı mevcuttur. Zülkarneyn, iki boyutlu zamanın başlangıç noktasıyla bitiş noktasını gördü. Yani insanlığın macerasını. Yecüc ve Mecüc ise, bu boyutlar arası gelgitte varlığını tesbit ettiği iki topluluk. Bunlarçn yerle ilintili olmaları ise yer yüzünde icra edecekleri operasyonlarla ilgilidir. Çünkü Yecüc ve Mecüc ile ilgili rivayetler, bu iki kavmin, insanlığın ürettiği bütün uygarlığı ve kültürü yerle bir edecekleri yolundadır..
Yecüc ve Mecüc´in ortaya çıkış dönemleri tıpkı Zülkarneyn, kıssasında izah edildiği gibi kıyamet öncesidir. iyi ve kötü iki grubun dünya üzerinde cereyan edecek mücadeleler neticesinde insanlığa ait bütün eserler yerle bir olacak. Bilim kurgu filmlerinde de görüldüğü gibi zaman ilerisinden gelen uzaylılar hep iki gruptur. Bir grup insanlığın geleceğini kurtarmaya çalışırken, diğer grup, bu fesadcı ve azgın insanları yok etmeye yöneliktir. Ayette geçen "Ve iza cae va´du Rabbi cealehu dekkae ve kane va´du Rabbike hakka" ibaresi, Zülkarneyn eliyle bir boyuta hapsedilmiş olan bu topluluğun, zamanı geldiğinde bu boyuttan kurtularak yeryüzüne saldıracaklarını ve bunun da gerçekleşmesi mukadder bir olay olduğunu göstermektedir. Kur´an´a göre uzay yedi tabaka olarak dizayn edilmiştir. Bu hem yedi kat göğü ifade eder, hem de her katta yedi uzayın varlığını haber verir. Nitekim ayette gök, "tabakan an tabak (yani kat kat içinde) olarak yaratılmıştır. İstelik Kur´an´a göre yedi kat uzayın ilk katı yıldızlıdır. Demek ki, yıldızların serpildiği alan sadece birinci kat göktür. Bu ise sonsuzluk fikrini verecek kadar geniştir. Ancak bu uzaklık tek istikametli zaman içindir. Çift zamanlı varlıklar için bir boyuttan diğer boyuta sıçramak an meselesidir. Nitekim UFO diye nitelediğimiz cisimler de aniden gözden kayboluveriyorlar. İstelik radarlar bile tesbit edemiyor. Çünkü bizim radarlarımız da tek yönlü zamana göre yapılmışlardır. Dolayısıyla, ancak bilinen zaman istikametinde akan cisim ve onların sinyallerini alabilirler. Oysa UFO´ların kullandığı teknik boyuttan boyuta geçebilecek imkanı veriyor. Dolayısıyla gözümüzün önünde oldukları halde bir anda sırra kadem basarlar.. İlerde Tarık Suresi´ni anlatırken, göreceğiz ki, Cenab-ı Hak, bir anda görülüp ve aynı süratte kaybolan yıldızlardan söz ediyor. Halbuki bilinen hiç bir yıldız bir anda görünüp kaybolmaz. Keza ayetlerde geçen ´yol´ tabiri de yol olmaktan çok bir "rota"yı ifade ediyor. Nitekim "iki dağın ucu denk olunca, bana eritilmiş maden getirin dökeyim buyurdu. Bu tam tamına bu varlıkların eksi ve artı iki zaman kutbu arasında örülen bir boyut çizgisiyle hapsedilmeleridir. Ve Ahir Zaman yaklaşınca bu zaman boyutu çözülecek ve bizim uzayımız içinde bulunan bu yaratıklar dünyamıza gelmeye başlayacaklardır. Nitekim UFO´ların görünmesi de son 50 yıllık bir hadisedir..
Paralel Evrenler
Maddi evrenden bildiğimiz pozitif beyaz evren katlarından sayısız paralel evren olur. Bunun tersine bir de antimadde ya da negatif soyut evrenler olduğuna göre bunların da negatif paralel evrenleri olmalıdır. Paralel negatif ve pozitif, madde antimadde evrenleri kara delikler birbirine bağlar. (Tünel denen dördüncü mekan boyutu). Eğer kara delikler olmasaydç sonsuza kadar bu evrenlerden haberimiz olmayacaktı. "Alemlerin Rabbi (Bütün evrenlerin terbiyecisi) bu hakikati anlatır. Böylece Allah, var olan bütün evrenlerin kendi kudreti altında olduğunu hatırlatır. Keza, ayette geçen "Allah iki doğunun da iki batının da Rabbidir ifadesi bu negatif ve pozitif paralel evrenlerin hatırlatılmasına yöneliktir. Beyaz evrendeki doğu, siyah evrendeki batı olmaktadır. Bu paralel evrenleri biz üst üste konmuş iki levha şeklinde algılarız. Bu iki evreni bağlayan tünel ise üçüncü boyuttur. Gerçekte ise bizim evrenimiz üç mekan koordinatlarından kuruludur ve tünel bu mekanların dördüncüsüdür. Sürüngenlerin gözleri iki yanda olduğundan derinlik duygusunu algılamazlar. Her şeyi sinema perdesi gibi üst üste yapışık görürler. Gelişkin canlılar derinliği görürler. Fakat onlar da zamanı algılayamazlar. Yalnızca insan zihni, dört boyutu (en, boy, derinlik, zaman) birden kavrar. Bizim mekan olarak kavradığımız en, boy ve derinliktir. Sürüngenler derinliği algılayamadıkları gibi biz de dördüncü mekan olan Tünel´i algılayamıyoruz. Oysa rüyaların mekanı burasıdır.
Bu tünel mekan, bizim bir üst boyuta geçmemizi sağladığı gibi, üst boyutta yaşayan varlıkların da bizim evremize geçmesini sağlar. Ve zaman sürecini ortadan kaldırır. (Bilindiği gibi rüyalarda bizim bildiğimiz zaman mefhumu yoktur. Aynı anda sayısız mekanda ve sayısız olayı yaşayabiliriz.) Dolayısıyla, tek yönlü zaman şeridiyle ancak milyar milyar ışık yılı bir sürede kat edebileceğimiz bir yolu, tünelller vasıtasıyla bir anda geçmemiz mümkündür. Hz. Peygamber´in Mirac´ta kullandığı yol ´tüneller" geçididir. Nitekim her tünelin girişinde, ondan geçiş ruhsatı olup olmadığı sorulmuştur ve Cebrail´e "Men maak (Yanındaki kimdir?)" denmiştir. Çünkü normal olarak maddi bir beden tünellerden geçerken yok olabilir. Ancak onun sırrını bilenler o tİnellerden rahat geçebilirler. insanın maddi bedeniyle ahirete intikal edeceğinin sırrı da burada gizlidir.. Demek ki, bizim çok uzakta sandığımız varlıklar burnumuzun dibinden geçen paralel bir evrende yaşıyor olabilirler ve "yıldız geçidi" (yani paralel evrenleri birbirine bağlayan geçit) vasıtasıyla bir anda bizim evrenimizde görülebilirler. Ve aynı süratle yeniden kendi evrenlerine geçebilirler. Mekan´da kimin yaşadığına zaman belirtilince hüküm verilir. Paralel evrenler gereği, bizim evrenimizin yaşı 20 milyar yıl ise, sıfır noktasının ötesinde de eksi 20 yıl yaşında bir evren mevcuttur. Ve iki evren arasındaki zaman dilimi 40 milyar yıldır. Halbuki ikisi de aynı uzayda aynı yerdedirler. Fakat araya "zaman duvarı" girmiştir.
Yani iki evren arasındaki mesafe kırk milyar yıl olduğu halde, tünel bağlantısıyla bir saniyenin de altına inebilir. Bir defter sayfasını düşünelim. Bir yüzünün tam ortasına bir nokta koyalım ve bu noktadan bir çizgi çekelim. Sonra bu çizgiyi öbür yüzündeki merkez nokta ile birleştirelim. Geçecek zaman 40 milyar yıldır. Ama aynı noktaya bir toplu iğne ile hemen geçiveririz. İşte evrenler arası bu kadar uzak ve bu kadar yakındır.. Geleceği temsil eden evremiz ile geçmişi temsil eden öteki evren iki aynı şey olup başka zamanlarda yaşamaktadırlar. Hızır gibi bu evrenler arasında seyahat edebilen Zülkarneyn´in bir seddin arkasına hapsettiği Yecüc ve Mecüc´u gelecekte, gömüldükleri geçmişten çıkarak direkt zamanımıza geçecek ve kıyamete doğru dünya sahnesinde boy gösterecek yaratıklardır. O halde Zülkarneyn´in ördüğü set bir ´Zaman -Mekan Seddi´dir. Geçmişteki evren gibi onlar da karşımıza çıkacaktır. Ancak onların görünmesi, iki evrenin karşılaşmasından daha önce olacaktır. Çünkü iki evrenin karşılaşması, bu evrenin yok olması demektir ki o da kıyamettir.. Hatırlarsanız bir bilim kurgu dizisi vardı "Galaktika adında, orada Saylonlular vardı... Gerçi abartılı şeyler vardı ama tasvirler hiç de yabana atılacak cinsten değildi. Hiç bir şey olmasa bile.. İnsan zihninin bu mesele ile bu kadar meşgul olması, onların var edilmesine yetecektir.
"Gökte olandan emin mi oldunuz?
Şimdi, Kur´an-ı Kerim´in, etrafında en çok tartışılmış iki ayetini ele alacağız. Mülk Suresi´nin 16. Ve 17. ayetleri olan bu ayetlerde şöyle denilir:
"Gökte olanın, size ansızın saldırıp sizi yere göçürüvermesinden güvende misiniz? O an bir de bakarsınız, yer temelinden sarsılıvermiş..
"Gökte olanın İzerinize dumansız ateşlerle saldırmamasına karşı kendinizi nasıl güvencede hissedersiniz? İşte o an tehdit nasıl olurmuş, korku neymiş anlarsınız..
Bu iki ayette geçen "men fi´s-semai hem Allah´a dair inançla ilgili tartışmalara sebep olmuş, hem de "gökteki" nden maksadın ne olduğu tartışma konusu olmuş.. İzerinde ittifak edilen bir husus varsa bu "men" ile tarif edilen varlık veya varlıkların Melek kapsamına girmediğidir.. Öyleyse bu "men" edatıyla işaret edilen bu, (veya bunlar) kim? Bazı müfessirler, "men" in Allah´a baktığını ileri sürmüşler ve "Allah göktedir" demişler. Bu yaklaşım ise "Allah´ın mekansızlığı" ilkesine ters düşüyor.. Cenab-ı Hak, kendi Zatıyla ilgili "Onun kürsüsü (tahtı) gökleri ve yeri içine alır.." (Bakara 255) beyanatında bulunur. öyleyse onu "Gökteki" diye tanımlamak yanlıütır. Çünkü göğün tamamı onun etki alanı içerisindedir. İstelik "Onun benzeri hiç bir şey yoktur.." (Şura, 11) ayeti ışığında O´nu gökte tasavvur etmek ve "Gökte olan" ifadesinden ´Allah´ı anlamak yanlıştır, hatadır.. Öyleyse bu "gökteki" veya "göktekiler" kim? Melek değil, Allah da değil.. Cin ise bir yer yaratığıdır. şeytan, yaradılış formasyonu itibarıyla ´melek´ sınıfına girer. Demek ki, bu iki ayette geçen ve "men fi´s-semai" diye nitelendiren varlıklar başka tür bir varlıktır.
Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde, "men" ifadesinden Allah´ın anlaşılabileceğini kabul ettirmek için üç sayfalık bir yorum yapar. Tabii neticede o da bilinenlerden ve zamanının sahip olduğu bilgilerden hareketle tefsir yapmıştır. Bu tefsirin yapıldığı dönem için UFO´lardan söz etmek mümkün değildi. Çünkü böyle bir bilgi yoktu ve henüz onlar, Zülkarneyn´in ördüğü boyut hapsinde idiler.. Fakat bunların tarihin hiç bir döneminde kullanılmadıklarını söylemek zor. Yok edilmiş kavimlerin, yok ediliş biçimleri incelendiğinde atom bombası da dahil, ışınlanmaya kadar değişik yöntemlerin kullanıldığı görülür. Mesela Leyke Halkı, yok edilmiştir. Yani ertesi gün şehre gelenler tamamen bom boş bir şehir buldular. üstelik bir tek cenaze de meydanda yoktu. Tamen ortadan kaldırılmışlar ve Gelibolu´da kaybolan ingiliz Bölüğü gibi yok olup gitmişlerdi.. Keza Lut kavminin cezalandırıldığı gece, şehri sabaha karşı terk eden Lut Aleyhisselam ve beraberindekilere verilen en sıkı talimat, patlama anında dönüp arkaya bakmamalarıydı! Hatta bazç rivayetlerde dönİp geriye bakan birinin ´kör olup, taş kesildiği´ belirtilir.. Bu ve benzeri tasvirler ve rivayetler bize bir atom bombasını anlatır. Elbette ki Cenab-ı Hak, kudret sahibidir. Ama O, bu "sebepler dünyası" nda kudretini vasçtalarla izhar eder. Pekala melekler gibi, yukarıdaki ayetlerde "men" işaretiyle tarif edilen melek dışı varlıkları da bu amaçla kullanmış olabilir ve bu O´nun kudretine halel getirmez.. Sonuç olarak, göktekilerin -siz buna uzaylı deyin- insanlara yönelik bir saldırıları söz konusudur ve bu çok şiddetli olacaktır. Nitekim aynı surenin 20. ayetinde Cenab-ı Hak, "Rahmanın nezdindeki bu ordulara karşı hangi ordularla karşı koyacaksınız?" diye soruyor. Rahman´ın ordularının vasıfları ise 19. ayette anlatılır. "Onlar, üzerlerinde uçan kuşlara bakmıyorlar mı? Onları gökte tutan, boşlukta uçmalarını sağlayan Rahman´dır." deniliyor.
Şimdi 16 - 20 ayetlerini birlikte yorumlayalım.
"Uzaydakilerin ansızın size saldırıp sizi yere geçirmelerine karşı nasıl güvende olabilirsiniz? Onlar bunu yapmaya muktedirdir. O zaman göreceksiniz ki altınızdaki yer sarsıntılar geçiriyor."
"Hem siz uzaylıların size dumansız ateşlerle (hasib) -bugünün verileriyle lazer- saldırmayacaklarından emin misiniz? Hayır hayır emin olmayın. Bunu yapacaklar. Ve siz o zaman korkutulmak nasıl olurmuş, dehşet neymiş anlayacaksınız. Hatırlayın daha önce de bizim uyarılarımızı, peygamberlerimizin getirdiği bilgileri kale almayan topluluklar oldu. Onları nasıl cezalandırıp yok ettiğimizi görmüyor musunuz? Bunu yapabileceğimiz konusunda bir şüpheniz mi var? Şüpheniz olmasın. İzerinizde uçuşup duranlara (kuş, uçak, helikopter, füze ve UFO) bakmıyor musunuz? Onları o boşlukta tutan Rahman´dan başkası değildir. O, her şeyi görendir. Hem onlara karşı kendinizi ne ile savunacaksınız? Şu elinizdeki ordularla mı? Rahmanın kudretli ordularına karşı kendinizi bu ordularla mı savunacaksınız? Yazık! Gerçeği görmemekte ısrar edenler, aldatıcı bir gurur içindedirler.." Niçin gizliyorlar?
Evet aldatıcı bir gurur içinde, kimimiz UFO´ları binek olarak kullanan yaratıklara aldırmazlıktan geliyoruz, kimimiz inanmıyoruz, kimimiz işi çarpıtıyoruz. Nitekim Cenab-ı Hak,
"Biz sizleri bir kuşluk vakti, oyunla oynaşla meşgulken ve gaflet içinde yakalayıveririz. Siz buna karşı tedbir almak zorunda olduğunuz halde, durup durup aynı soruyu soruyorsunuz; Hadi söyleyin bu iş ne zaman olacak! Ey Muhammed, de ki, onun ne zaman olacağının bilgisi Allah´ın katındadır. Ben sadece bir uyarıcıyım, buyuruyor."
Bugün de bütün ilgililer elde ettikleri bilgileri toplumlardan gizliyorlar. Özellikle Amerika´nın elinde UFO´ların varlığını isbat edecek kadar bilgi ve belge mevcut. Bunların büyük bir kısmı zaman zaman basına da intikal etti. Ama hiç bir resmi ağız çıkıp bu konuda bir şey söylemiyor. Bu da ilahi bir hüküm. Çünkü insanlık bunu hakkedecek ve tedbir almadığı için ansızın yakalanıverecek. Bu kaderinden kaçamıyor insan. Eğer itiraf edilse ki uzaylılar var ve bunlar insanlarla iletişim kurup insanlığı hatalarından vaz geçirmeye çalışıyorlar, belki ciddi bir tedbir alınır. Ama mukadder olan olacak. O yüzden de boş bir gurura kapılıp hadiseyi görmezlikten gelmek bize bir şey kazandırmayacak..
Tarık Suresi
"Ve´s-Semai ve´t-Tarıki" Sure bu yeminle başlar "semaya ve Tarık´a andolsun." demektir. Cenab-ı Hak, bir şeyin hakikatine, önemine dikkat çekmek istiyorsa onun ismine yemin etmiştir.. "Fela uksimu bi-mevakii´n-nucumi" (yıldızların mevkiine, yerine and olsun). Burada Cenab-ı Hak, yıldızların yerine and içerek bu meseleye dikkat çekiyor ki, ölmüş yıldızların uzay içinde oluşturdukları derin anaforları hatırlatır. Yıldızların, evrenin genişlemesindeki önemi bugün çok iyi bilinmektedir. Bilindiği gibi her yıldızın belli bir ömrü vardçr. Yakıtı bittikten sonra soğur ve ışığını kaybeder. Kütlesi küçülür ve yoğunlaşır. Hacmine göre süper bir ağçırlık kazanır ve uzayı büker. Tıpkı dört ucundan tutulmuş bir çarşafın ortasına konan çok ağır bir bilyanın çarşafı dibe doğru huni benzeri bükmesi gibi. Ölü yıldızlar da aynen öyle uzayı bükerler. Böylece o eğime yakalanan bütün cisimler, yıldızlar gezegenler bu huniye yuvarlanarak o ölü yıldızla yeniden birleşirler. Bu katılım ölü yıldızın genişlemesine ve hacim olarak yeniden büyümesine yol açar ve sonra an bir sıçrayışla patlar ve sayısız yeni yıldızların doğmasına neden olur..
Cenab-ı Hakk´ın bu hadiseye yemin etmesi elbette bunun kainattaki ehemmiyetine dikkat çekmek içindir.. Tarık Suresi´nin başında da buna benzer bir yeminle "uzay" ve "tarık" dikkat çeker. Satır aralarında ´sema´ kelimesiyle iligili bilgiler verdik. Burada Tarık kelimesi üzerinde öncelikle duracağız .. Tark, ´tark´ kökünden ism-i faildir. Tark çarpmak, şiddetle vurmak anlamınadır. "Gece gelip kapıyı çalan" anlamı da var. Keza, ´yol´ anlamına gelen ´tarik´ de bu kelimeden gelir. Bu isim, gelip geçen yolcuların ayaklarını yere vurmalarından kinaye olarak yol için isim olmuştur. Ama daha sonra "gece gelen", "geceleyin görünen" anlamına özel anlam kazanmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır, Tarık kelimesine "Geceleyin gelip kapı çalan ve gönül hoplatan ziyaretçi" şeklinde yorum getirir. Ve sonra şu ilginç cümleyi aktarır: "Geceleyin ortaya çıkıp, göze gönüle çarpan her şey hatta hayali görüntülere dahi tarık denmiştir"
İkinci ve üçüncü ayette "Vema edrake ma´t-Tarık" (Tarık´ın ne olduğunu nerden bileceksin?) "En-Necmü´s-Sakıb" (O karanlığı yarıp gelen Yıldız´dır) buyurulur. Burada üzerinde özellikle durulması gereken kelime Sakıb kelimesidir. Elmalılı Hamdi Yazır, Necmu´s-Sakıb´ın izahını yaparken şöyle der:"Necmu´s-Sakıb, delik anlamına "sakb" kökünden "delen yıldız" demek olup, ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza denir. Nitekim aynı mana ile şihablara (meteorlara) ve kayan yıldızlara da "sakıb" denilmiştir. Bir de kuş yukarı yükseldi anlamına "sakaba´t-Tayru" olduğu gibi sakb, alçalan yükselen yıldız olarak da anlaşılmıştır. Bazı müfessirler o yüzden "necmu´s-Sakıb"ı yüksek yıldız diye de yorumlarlar. Şu halde ´En-Necmİ´s-Sakıb´ çn başındaki ´lam´ (kelimeyi belirli yapan ön ek) tür ifade eden ´lam´ olmak üzere, gece görünen herhangi bir yıldız veya parlak cisim bu tarife girer.." Şimdi bu ifadeleri dikkatle inceleyelim. "Delen yıldız" tabiriyle dikkat çekilen şey, eğer gerçekten yıldız olsaydı, bunun bütün yıldızlar için geçerli olması gerekirdi. Çünkü netice olarak bütün yıldızlar bir şekilde karanlığı delip bize ulaşıyorlar. Fakat bu kelimenin meteor ve kayan yıldızları da anlamca içine aldığını düşünecek olursak, bu ayetin, atmosferin içindeki bir delmeden söz ettiğini anlarız. Nitekim UFO´lar, daha çok gece görünürler.
Sonra hem ´Necm´ kelimesi, hem de ´sakıb´ kelimesi ´artikil almış belirli kelimelerdir. Demek ki bu başlı başına bir türden haber veriyor. Bu tür yıldızlar geceleyin ortaya çıkıp gönül hoplatan ve korkutan yıldızlardır. Korkutmalarının sebebi tanınmadık, bilinmedik olmalarıdır. Oysa ayet onların ´tanınır, bilinir´ şeyler olduğunu hatırlatıyor. Nitekim biz, "geceleyin ortaya çıkıp yıldızları andırırcasına bir görünüp bir kaybolan ve aniden ortaya çıkıp aniden gözden kaybolan bütün bu yıldızımsı uçuculara UFO diyoruz. Şimdi ayeti bir kere daha tercüme edelim: "Semaya ve ansızın gök yüzünde belirerek yüreğinizi hoplatan yıldızımsı uçuculara andolsun.." Peki Cenab-ı Hak niçin böyle bir yemin yapıyor?
1- Bu şeylerin mahiyetine dikkat çekip onu anlamamıza teşvik için..
2- Bu iki ayetin hemen ardından gelen "in kullu nefsin lemma aleyha hafiz" sırrına delil teşkil etmesi için.. Peki bu ne demek? "Biz hiç bir şuurlu nefis yaratmadık ki onun üzerinde bir gözetleyici, bir koruyucu bulunmasın" gerçeğine dikkat çekmek için. Ayet bize, o yıldızımsı şeyleri başı boş ve idaresiz sanmamamız gerektiğini hatırlatıyor. Ve diyor ki "O gördüğünüz ve geceleyin ansızın ortaya çıkıp yüreğinizi hoplatan yıldızımsı uçucular boş değil. Onları da idare eden kullarımız var. Onların da üzerinde gözetleyiciler var.."
Her bir üst boyut bir alt boyut üzerinde gözetleyici ve koruyucudur. Nasıl ki, biz elimizin altındaki eşyayı ve hayvanları gözetler ve onları korumaya çalışırız. Bizden üst varlıklar olan melekler ve uzayın sair yaratıkları da bir alt boyut olan bizleri gözetir ve korurlar.. Burada zikredilen koruyucular, bizim muhafaza melekleri dediğimiz koruyuculardan daha farklıdırlar. Yine başka bir ayette "üzerinizde muhakka gözcüler ve yaptıklarınızı bilen yazıcılar vardır" (İnfitar, 1012) buyurulur. Burada bahsi geçen koruyucular ve yazıcıların melek olduğu bütün tefsirlerde zikredilmektedir. Ancak yine de ayet metninde ´melek´ kelimesi geçmez..Tabii ki her şeyin üzerinde gerçek gözetleyici ve koruyucu yalnız Cenab-ı haktır.
Buraya kadar yazdıklarımızı özetleyecek olursak;
Basitliğine ve küçüklüğüne rağmen bu kadar şenlendirilmiş ve her zerresi canlılarla donatılmış yer yüzüne bedel, kasırlar ve burçlarla bezenmiş uzayın boş olduğunu varsaymak mümkün değildir. Her gezegenin her yıldızın kendi tabiatına uygun sekeneler mevcuttur. Göklerde de bilinçli bir hayatın varlığı kaçınılmazdır. Kur´an-ı Kerim´in bildirdiği türlerin belli başlıları melekler, şeytanlar, cinler, ruhaniler, dabbeler ve insanlardır.. Yaradılış formasyonu itibarıyla melekler ve şeytanlar birbirine benzerler. Ruhaniler ve cinler birbirine benzerler. Dabbeler ve insanlar da birbirine benzerler ve yakın formasyonlardır. Bunlardan melek inisiyatifsiz mutlak hayır varlıklar, şeytanlar inisiyatifsiz mutlak şer varlıklar, cinler, dabbeler ve insanlar inisiyatif sahibi, hem şerre hem hayra kabiliyeti olan varlıklardır. Bunlardan cin, insan nesli öncesinde yer yüzünün halifesi idi. Onun hilafeti, insan nesli´nin bu küreye atanmasıyla sona erdi.. İnsan nesli de istikametini bozunca kıyamet kopacaktır.. Ancak bu noktaya gelmeden önce, kainattaki hadiselerin yaratılmasında ve tanziminde kullanılan yaratıklar buna müdahale edeceklerdir. Ancak, tercih yapma hakkı bulunan insanın sürekli kötüyü ve bozgunculuğu seçerek, kendi evrenini kirletmesi ve uzayı da bozmaya başlaması nedeniyle, üzerine gökten belalar ve ordular gönderileceği Kur´an da ayan beyan anlatılmaktadır. Buraya kadar anlattıklarımızla, insan zihnini yeni yeni görülmeye başlayan ve giderek de gelişleri sıklaşan, kullandıkları araçlarına kısaca UFO dediğimiz yaratıklara (uzaylılara) dair bir egzersiz yaptık. Daha sağlıklı ve konunun uzmanları tarafından yapılacak bir inceleme ile çok daha geniş malzeme ve bilgi bulunacağı muhakkak olan Kur´an-ı Kerim´den, onlara dair bir demet sunmaya çalıştık
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder