Bu Blogda Ara

29 Eylül 2013 Pazar

Esmaların Vücutta Tesir Bölgeleri

Burada verilen bilgiler esmaların genelde vücutta tesir bölgeleridir. Rahatsız olan bölgelerin baktığı esmalarla meşgul olunursa inşaAllah şifa ihsan edilir.
Ama unutmayın maddi rahatsızlıklarda bunlar doktor tedavisinin yanı sıra uygulanacak alternatiflerdir. Genelde tesir bölgeleri verilen yerlerdir. Sizde esmaların kendi vücudunuzda baktığı yerlerin doğru olup olmadığını kıyaslayabilirsiniz.
Abdestli bir şekilde kıbleye dönerek oturun ve tamamen vücudunuzu rahatlatın gözlerinizi yumun beyninizi bütün gereksiz düşüncelerden arıtın. Sadece okuyacağınız esmaya odaklaşın ve esmayı zikre başlayın mesela Ya Vasiu Ya Vasiu şeklinde ve vücudunuzda bu ismi zikrederken hangi uzvunuzda veya bölgede değişiklikler olduğunu hissetmeye çalışın normalde kalbi odaklamayı başardıysanız esmanın 10 defa okunmasıyla maksat hasıl olur.
Eğer okumanıza rağmen olmuyorsa kalbinizi iyi toparlamadınız demektir. Esmanın Tesir ettiği bölgede yanma, sızı, seğirme, hafif sancı şeklinde hissedebilirsiniz. Esmanın tesir bölgesi zikri esnasında çok bariz bir şekilde kendini belli eder. Bu usulün benzeri eskiden bazı tarikat şeyhlerince talebelerinin İsmi Azam esmasını bulmada kullandıkları usuldür.

Şeyhe bir talebe geldiğinde önce onu riyazete sokar oruçlu hayvansal gıdalardan uzak kara üzüm hurma vs. şeylerle iftar ettirir ve gece- gündüz ibadetle uğraştırır ruhu hafifletirlerdi 7 ile 40 gün arasında talebinin durumuna göre, bu süre bitince talebeyi önüne oturtur ve esmaları tek tek söyler talebenin de tekrar etmesini isterdi ve kontrol ederdi talebe hangi esmayı okurken daha çok şevk ve iştiyakla okur. Hangi esmayı daha iştiyaklı okursa o ismi zikir olarak telkin eder ve tarikat yollarında ilerlemesi sağlanırdı. Bu usül aslında kişinin havas ilimlerinde verilen ebced hesabıyla ismi azamını bulma usülünden daha sağlıklı ve doğruluğu yüksek bir usuldür. Bizler bu ilimlerle meşgul olanlara bu usulü tercih etmelerini tavsiye ederiz. Ama unutmayın yol rehbersiz gidilmez. Ne olursa olsun bir bilenin dizinin dibinde olmak her zaman getirisi fazla götürüsü azdır. Tek başına danışmadan yola çıkanlar yolu bilmediklerinden yolda kalmaları, kaybolmaları kaçınılmazdır.
Evet bu kısa bilgilerden sonra, amacımız bu ilimlerle uğraşanlara ve esmaların özellikleri, yüceliğinin bilinmesi “ve huve meaküm eyne ma küntüm” (Hadid 4) her nerede olursanız o sizinle beraberdir ayeti sırrınca Müslüman kardeşlerimin bu tür bilgiler verilerek imanlarının artmasına vesile olmak, onların esmalardan faydalanmalarına vesile olmak ve bu fakiri de belki dualarınızda anarsınız ümidiyle bunları izah ediyoruz.Allahu alem bissavab.


HAFTANIN GÜNLERİNE BAKAN VAZİFELİ RUHANİLER VAR...
Sufizm yolunun havassına mazhar kimi evliyalar vardır: Ahmed Ziyaüddin Gümüşanevi, Muyyiddin İbn-i Arabi, İmam Ahmet Bin Ali El-Buni Hazretleri, İmam Yafii gibi... Bunlar, haftanın günlerine bakan ruhanilerin varlığına işaret etmişler, onların çağrı dualarını ve sırlarını açıklamışlardır. İmam Yafii Hazretleri yedi günün ruhani vazifelilerinin adlarını o günün esmasını ve harfini vererek büyük sırra dikkat çeker. Bu yedi harften herbiri haftanın bir gününe denktir.

Pazartesinin harfi "şın" dır. O günün esma-yı hüsnası "Şakir" adıdır. Pazartesinin ruhani vazifelisinin adı "Cebrail Aleyhisselam"dır.
Salı gününün harfi "ze"dir. Esma-yı hüsnası "Zekiyyu"dur. Ruhanisinin adı "Semsemail Aleyhisselam"dır.

Çarşambanın harfi "zı"dır. Esması "Zahir"dir. Ruhanisi "Mikail Aleyhisselam"dır.

Perşembe gününün harfi "se"dir. Esması "Sabit"tir. Ruhanisi "Sarfiyail Aleyhisselam"dır.

Cuma gününün harfi "cim"dir. Esması "Cebbar"dır. Ruhanisi "Anyail Aleyhisselam"dır.

Cumartesinin harfi "fe"dir. Esması "Fatır"dır. Diğer günlerdeki butün ruhaniler bu güne tasarruf ederler, özel bir ruhani adı yoktur.

Pazar gününün harfi "hı"dır. Bu günün özel bir duası vardır. Ruhanisi "Rukıyail Aleyhisselam"dır.

Haftanın yedi günü için öngörülen harflerin yedi adet olması, bu harflerin Fatiha Süresinde geçmemesi ism-i azamın yedi sayısının sırrını kapsaması ve belirtilen yedi harfin tamamının En,am Suresinde geçmesi oldukça düşündürücüdür...

Esmaların Vücut Haritasına gelince:

ALLAH(C.C): Bütün esmaları içinde barındırdığından bütün vücuda bakan bir esmadır
RAHMAN :Beynin Tamamı göğüs
RAHİM :Kalp, burun üstü, Rahim bölgesi
MELİK :Sol göz
KUDDÜS : Sağ göğüs Karaciğer
SELAM :Başın Tepe noktası
MÜMİN :Başın arka tarafı
MÜHEYMİN : İki ayak diz kapağından aşağı
AZİZ :Sol taraf Beyin
CEBBAR :Sol göğüs Akciğer
MÜTEKEBBİR :Sadır-Beyin Tepe
HALİK :Diyafram ve üzeri, sol Böbrek
BARİ :Sol sırt kemiği, sağ kol
MUSAVVİR :Sol omuz kol ve Vücudun yanları
GAFFAR :Eklem yerleri bacak ve kol yanları
KAHHAR :Sol ayak içi, göbek üstü
VEHHAP : Alın Sağ-Sol kulaklar Sağ ayak ve sol ayakaltı
REZZAK :Mide sol kaval kemiği
FETTAH :Başın sağ orta kısmı, damarlar
ALİM :Alın şakak, göğüs komple
KABİD :Sol kürek
BASİT :Sol kolun dışı
HAFİD :Burun üstü, sinüs
RAFİ :Sağ el üstü, sol ayak
MUİZZ :Sağ kulak ve sağ bacak damarları
MÜZİLL :Alın ortası sağ elmacık kemiği
SEMİ :Beynin tepesi gözler ve kulaklar
BASİR :Gözler, Sağ kol damarlar, Apandisit
HAKEM :Sağ ve sol el işaret parmakları
ADL :Tansiyon, sağ göz ve sol bacak
LATİF :Göbek ve kollar, Tansiyon, şeker,
HABİR :Alın sol avuç içi
HALİM :Sağ ayak bileği, Sol dirsek
AZİM :Yemek borusu
GAFUR :Alın üstü sol ayak
ŞEKUR :Başın ön sağ tarafı iki el
ALİYY :Sol böğür sağ ayak ucu
KEBİR :Sol kürek altı ve böğür
HAFIZ :Sağ dizden aşağı ayak
MUKİT :Sol şakak sol kulak içiHASİB :Kalp
SETTAR: Göğüs bölgesi sağ taraf, sağ taraf boğaz ve kulak
CEMAL:Yüz ve Ayak damarları
CEMİL : Yüz Başın ön kısmı
KERİM: Böbrekler
RAKİB :Eller ve Ayaklar
MUCİB :Sağ ve sol baldırlar, bademcik boğaz
VASİ : Damar sertlikleri ve tıkanıklıklarda
HAKİM :Sağ köprücük kemiği
VEDÜD :Mesane, kalbin altı ve sağ ayak topuğu
MECİD :Sol yüz ve avuç içleri
BAİS :Geniz, Kasık ve sağ bacak kasları
ŞEHİD :Sol böğür sol kol
HAKK :Başın sol kısmından sol ayak ucuna kadar
VEKİL :Beynin sol kısmı, kalp ve kuyruk sokumu
KAVİY :Kemikler omurilik
METİN :Mide kapakçığı, Diyafram ve sağ kol
VELİY :Başın sol kısmı ve boğazın sol kısmı
HAMİD :Sol Böbrek altı ve sol kol pazu
MUHSİ :Sağ bacak komple
MÜBDİ :Gırtlak ve nefes borusu
MÜİD :Sol kürek sol kulak arkası
MUHYİ :Kalbin arkası ve sol kol
MÜMİT :Sol kol sol böğür
HAYY :Başın tamamı, sağ ve sol kollar
KAYYUM Sırt ve kalp damarları
VACİD :Sağ bacak sol kol
MACİD :Tansiyon sol kol
VAHİD : Sağ omuz ve karın kasları
SAMED : Bağırsaklar ve Mesane
KADİR : Başın sol kısmı sol göz sol kulak dahil
MUKTEDİR : İki omuz ve Boyun kökü
MUKADDİM :Sağ dirsek altı damarlar
MUAHHİR :Sağ ayak ve lenfler
EVVEL :Omurilik ve şah damarları
AHİR :Sağ ayak diz altı
ZAHİR :Sol ayak altı
BATIN :Yüzün sol kısmı ve Karın
VALİ :Sağ kol pazu, Başın tepesi
MÜTEAL: Mide ve 12 parmak bağırsak
BERR :Sindirim sistemi
TEVVAB :Sol omuz sol kol
MÜNTEKİM :Yüz sinirleri ve hayal bölgesi
AFÜV: Sol el üstü
RAUF :Alın sağ ve sol kol
MALİKÜLMÜLK : Göğüs kafesi ve sırt
ZÜLCELALVELİKRAM : Karaciğer, Pankreas ve Safra kesesi
MUKSİT :dudak altı sol kısım göğüs kafesi
CAMİ :Toplar damarlar
GANİY :Göğüs komple ve boyun
MUĞNİ :Ağız
MANİ :Sağ el başın üstü kalbin altı
DARR :Gırtlak boğaz yemek borusu
NAFİ :Bel sağ kısım, Guatr
NUR :Başın tepesi ve kalp
HADİ :Kalp ve iki ayak altı
BEDİ . :Karın bölgesi bağırsaklar ve rahim içi
BAKİ :Sadır
VARİS :Kasık ve üreme organları
REŞİD :Omurilik sağ ayak
SABUR :Sol kulak ve arkası
CELLECELALÜH: Göğüs, sol kol

BURÇLAR, ZİKİR VE ESMA-ÜL HÜSNA



Zikir beyninize ve genetiğinize yerleştirilmiş kodları aktive ederek enerji açığa çıkarmanızı ve manyetik alan oluşturmanızı sağlar. Böylelikle zikrettiğiniz esmanın manalarını idrak etmenizi ve gücünüzü ortaya çıkarmanıza faydalı olur.

Evren matematik üzerine oturmuştur. Her şey matematikseldir.
Size çok spritüel gelen, ruhani gelen pek çok şey aslında matematiksel ve fizikseldir. Evrenin her yerinde altın oran vardır, yaşadığımız dünyada zaman ölçülür, kuantasal (parçacıksal) bir yapıya sahip olan bu evren belirli
ritimlerle titreşir aynı notadan gelen müzik sesi gibidir ve matematikseldir. Ses bir titreşimdir ve yaydığı frekanslar da belli bir müzik ritmindeki ritim gibidir, ölçülebilir. Esmaların tekrarı ile ortaya çıkan enerjilerin frekansı kendiyle eş olan frekansla eşleşmektedir. Yani siz elinizdeki kumandayla nasıl X kanalını tuşladığınızda karşınızda X kanalını bulur ve seyrederseniz, zikrettiğiniz esmanın da yaydığı frekans kendi manasının içeriği olan frekansla eşleşecektir. Bu eşleşmeyi gerçekleştirmek için beyinden yayınlanacak dalganın belirli bir doygunluğa erişmesi gerekmektedir ki beyinden çıkan ışınlar(fotonlar-kuantalar) etkili hale gelebilsin. Beyin bir kelimeyi tekrar etmeye başladığında beyin önce belirli bir bölgesinde sonra genelinde aydınlama yani aktivasyon başlar, bu nöro kimyasal bir olay olarak bilim tarafından da ortaya konmuştur.

Bu araştırmaya göre beyin aynı kelimeyi,belirli bir süre tekrarlamaya devam ettiğinde beyinin genelinde güçlü bir nöron aktivasyonu gösterdiği ve beyinden dışarı doğru hertz cinsinde güçlü frekanslar yani ışınlar yaydığı tespit etmiştir.

Bir esmayı tekrar ederek zikretmenin beyinde güçlü bir ışıma
oluşturduğu ve evrene yayın yaptığı anlaşılıyor. Bu nedenle tekrar etmek önemli çünkü; ışıma ne denli güçlü olursa esmanın manasıyla ilgili kozmik enerji alanıyla bağlantı o denli güçlü oluyor.

Nasıl ki kapınızın anahtarını her anahtar açamaz, sadece o kapının anahtarı
açarsa, nasıl ki her kilidin beli bir şifresi varsa Esmalarında
belli bir şifresi vardır. Siz belirlenmiş sayıda esmanızı zikrettiğinizde
beyninizden çıkan ışın kozmik enerji alanında kendisiyle bağlantılı olanla eşleşiyor ve kilit açılıyor. Ben buna “kozmik kapıdan geçmek” diyorum. Kozmik kapıdan geçtiğinizde artık ilgili esmanın manası devreye giriyor ve esma hangi
niyetle çekilmişse, o niyetin oluşumu gerçekleşmeye başlıyor.
Bu kadim bilgiler de bir gün gelecek ve bilimsel biçimde açıklanacak
çünkü evren tamamen matematik üzerine kurulu.
Zikretmek, yerçekimi yasası gibi, güçlü ve zayıf çekirdek yasası gibi, suyun kaldırma gücü gibi tamamen evrensel yasa ile bağlantılıdır. Siz inansanız da inanmasanız da bir objeyi yere atarsanız yerçekimi yasasından dolayı yere düşecektir. İnansanız da inanmasanız da içi hava dolu bir objeyi suya bıraksanız suyun üzerinde yüzecektir. Çünkü evrensel kuvvetler söz konusudur. Zikrettiğinizde de aynı durum geçerlidir. İnansanız da inanmasanız da belirli bir esmayı belirlenmiş sayılarla zikrettiğinizde yayılan manyetik enerjinin
etkisiyle esmanın manası ve işlevi harekete geçecektir.
Zikretmek sadece inanç meselesi değildir tamamen bir yasadır.

Bununla beraber siz zikretmeye başladığınızda yaşadığınız deneyimlerden dolayı zaten Yaradan’ın varlığına ve Yaradan’ın muhteşem düzenine ve işleyişine inanırsınız. Kuantum fiziği ve mekaniği deneylerle ispatladı ki; Yaşadığımız
evren her zerresiyle enerjiden ibarettir. Salt enerjiden oluşmuş bu evrende bedenlerimiz dahi yoğunlaşmış enerji formudur. Dokunduğunuzu zannettiğiniz şeylere bile dokunamazsınız aslında elinizin elektronları dokunduğunuz objenin
elektronlarını iter sizin hissettiğiniz sadece duygudur.

Duygular ise zihnimizde enerjileri harekete geçiren kimyasallardır.
Beş duyu algımızla üç boyutlu olarak algılıyoruz evrenimizi.Bu demektir ki; aslolan sadece bilinçtir, geri kalan her şey yönlendirilmeye ve şekillendirilmeye hazır enerjilerden ibarettir. Enerjileri yönlendiren ve onu var algılattıran sadece bilinçtir, zihinlerimizdir. Zihinlerimizde bilincimizde dünya formatına uygun olan program yerleşiktir. Bu program sayesinde algılarız içinde var hissettiğimiz evrenimizi. Bize dışarıda gibi gelen sesleri, görüntüleri, kokuları da bu program aracılığıyla algılarız. Aslında biz sadece zihnimizdeki bilinciz.

Kendi yıldızınıza ait olan Esma’ları zikretmek sizin tabiatınıza dair olan gücünüzü arttırır ve yaşam deneyimlerinizi kolaylaştırır.

Astroloji anne karnında iken ve doğduğumuz an ve yere göre çıkan beyin haritamızda (horoskop) bizim yaşam boyunca seyir halindeki gezegenlerden hangi yaşam alanımıza(evler) hangi türden enerjileri alacağımızı anlatan ilim dalıdır.Beynin bir bölümünün proglamlandığı bu harita bizim kimlik karakter ve yeteneklerimizi ve yaşamdaki duruşumuzu belirler.Beynin kullanmadığımız henüz programlanmamış bölümünü de kişisel gelişimizle veya ESMA'ÜL HÜSNA ları belli sayıda ve ritimde zikrederek atıl durumdaki nöronları mana istikametinde programlayıp devreye sokabiliriz.Bunu haritamızdaki gezegenleri ve açıları yayılımı hesaplayarak bulabilir,yaşamımızı daha olumlu geliştirebiliriz.

Burcumuzun yaşamımıza kolaylık veren, kişisel gelişmemize destek verecek esmalarını çekerek o tür etkileri güçlendiririz.

Bunları bize yakın aynı elementten burçların esmaların destekleyici etkisi ile dengeleyebiliriz.

Her esmanın sayı adedince çekilimi ‘zikir edilmesi’30 derecelik açı etkisi yapar. Horoskoptaki sert açılarla yaşamımızda manayı sert yaşayacağımız konuları bu açı açılımları ile dengeleyebiliriz.


Her burcun, gezegenlerin konumlanmasından kaynaklanan bazı zorlayıcı kişisel özellikleri olabilir. Esmalar ise, öne çıkan negatif özellikleri
dengeleyecek etkilere sahip. İşte Levent Akkaya'nın burçlara göre okunmasını tavsiye ettiği esmalar…

KOÇ
HALİM (88 KEZ): Sinirlenmeye, merhametsizliğe ve heyecanlanmaya karşı.
METİN (500 KEZ): Direnci arttırmak ve gücü korumak için.
HAKİM (78 KEZ): Neyin nereye varacağına ve onu nasıl kontrol edebileceğinize dair açılımlar yapar.

BOĞA
BASİR (302 KEZ): Olayları oldukları gibi algılamak için.
BASIT (72 KEZ): Hem fiziki hem ruhi olarak sıkışmış tüm özellikleri feraha çıkartır.
KADİR (305 KEZ): Yapabilme gücünü ön plana çıkarır.
İKİZLER
REŞİD (514 KEZ): Olayları hedefe vardırmak için zikredilir.
KAYYUM (156 KEZ): Her anda ve her oluşta hayat bulan her ne varsa düzenli ve tüm diğer etkilerle uyumlu bir şekilde var olmasını sağlar.
YENGEÇ
KUDDÜS (170 KEZ): Biriken negatif etkilerin temizlenmesinde büyük etkisi görülür, sezgileri de güçlendirir.
MUSAVVİR (336 KEZ): Yaşamınızda yeni şeyleri var etmek yolunda kullanabilirsiniz…
CEBBAR (206 KEZ): Yaşamınızda uğraş isteyen konularda hükmünüzü arttırmak için zikredilir.
ASLAN
HALİM (88 KEZ): Sakinlik ve yumuşaklık kaynağıdır.
VEDUD (200 KEZ): Yaşamınıza daha fazla aşk ve sevgi çekmenize yardımcı olur.
MÜHEYMİN (145 KEZ): Güven duygusunu hissetmek istediğiniz her durumda kullanabilirsiniz.
BAŞAK
KAYYUM (156 KEZ): Düzen istediğiniz her durum için…
BASIT (72 KEZ): Maddi manevi sıkıntıları giderir.
MUHYİ (68 KEZ): Ruhen ve bedenen sağlık verir.
TERAZi
METİN (500 KEZ): Güç ve sağlamlık kazandırır.
REŞİD (514 KEZ): Yaşamınızda sonuca ulaştırmak ve gelişimini sağlamak istediğiniz her yönde kullanabilirsiniz.
AZİM (1020 KEZ): Kendi varlığımızdaki değeri anlayabilir, bunu yükseltebilirsiniz.
AKREP
MÜTEALİ (551 KEZ): Hem ruhsal tekamül açısından hem maddi, manevi bütünleniş açısından kendinizi tamamlanmaya doğru yöneltmenizi sağlar.
NAFİ (201 KEZ): Bolluk ve bereketi çekmek için zikredebilirsiniz.
GAFFAR (1281 KEZ): Tüm evrende negatif oluşları silen bir rahmet kapısıdır.
YAY
RAHİM (258 KEZ): Yaşamınızda korumak, kollamak ve büyütmek istediğinizi her olay için.
AZİZ (94 KEZ): Bu esmanın manasında Allah'ın hiçbir şartta mağlup edilemeyeceği, her şeyin onun lehine döneceği betimlenir.
HAKİM (78 KEZ): Kontrol eden, her olayı ve oluşun izleyeceği süreci bilen ve müdahale edebilen anlamını taşır.
OĞLAK
NUR (256 KEZ): Yaşamınızda ışığın o muhteşem gücünün devrede olmasını istiyorsanız bu esmayı sıkça kullanın.
NAFİ (201 KEZ): Maddi ve manevi size faydalı olan şeylere kapı açmak için faydalıdır.
VEDUD (200 KEZ): Yaşamınıza daha fazla aşk ve sevgi çekmenize yardımcı olacaktır.
KOVA
MÜTEALİ (551 KEZ): Olduğunuz bilinçten çok daha derin bir bilince ve anlayışa akmak isterseniz bu esma harika bir anahtardır.
LATİF (129 KEZ): Yaşamınıza güzellikleri çekmek adına kullanabilirsiniz. Hayırlı haberleri ulaştırır.
BASIT (72 KEZ): Tüm darlıkları giderir, gönlü ferahlatır.
BALIK
KAVİYY (116 KEZ): İrade gücü ve ruhsal kuvvet de söz konusudur. KADİR (305 KEZ): Bu esmada yapabilme gücü ön plandadır, kontrol vardır.
MELİK (90 KEZ): Yaşamınızda maddi, manevi sahip olmak istediğiniz oluş ve durumlarla ilgili bu esmayı zikredebilirsiniz.







Nasıl ki biz hastanın kan değerlerini ölçüp, ne eksik ne fazla bakıp ona göre ilaç ya da vitamin takviyesi yapıyoruz, esmalar için
de aynı şey geçerlidir. Örneğin bir insanda Cebbar esması çok fazlaysa Halim esmasını zikrederek bunu dengeleyebilir. Sözcüklerin
enerjisi vardır, esmalar da birer enerjidir ve zikredilince kişide potansiyel olan esma özellikleri açığa çıkar. Tıpkı elektrik düğmelerinden hangisine basarsanız ona ait olan odanın ışığının yanması gibi. Tüm sıfatlarımız Allah'tan gelir, o sıfatların kişide soruna yol açmalarının nedeni fazla ön plana çıkmış olmalarıdır. Tıpkı ilacın fazlasının zehirli olması gibi.

**
"GÜNÜMÜZ İNSANINDA HAKİM SIFATI EKSİK"

24 Eylül 2013 Salı

Neden Sadece İsa aleyhisselam Deccal'i Öldürebilir?

Kur'ân-ı Kerîm'de Meryem'in İsa aleyhisselâm'a hamile kalışı anlatılırken, "Biz ona ruhumuzdan nefh ettik (üfledik)..." (66/12) buyrulduğu için, İsa aleyhisselâm "Ruhullah" olarak anılır.

İsa Ruhullah yani Allah'ın Ruh'undan, Allah'ın sıfat ve esmasından veya Ruh-u ilâhî'den anlamında.. Aslında bu anlamıyla "Ruhullah" herkeste mevcuttur. Adem aleyhisselâm'ın yaratılmasından söz edilirken Allah meleklerine "Onu tesviye edip, düzeltip de ruhumdan ona üfledim mi derhal ona secde edin." (38/72) şeklinde buyurur. Bu anlamda Ruhullah her insanda vardır. Yani Hz. İsa’nın sahip olduğu ruh ile Mehmet'in veya Ali’insahip olduğu ruh arasında temelde fark yoktur. Çünkü Ruh Tek'tir ve her yaratılanın hayatiyeti O Tek Ruh'tandır.

Ancak Cenab–ı Hak, bunu, Hz. Meryem’e vasıtasız (babası olmadan) nefha etti (üfledi, yani bilinç boyutundan / meleki boyuttan geleni madde aleminde açığa çıkardı). Vasıta beşer bir baba değil, bir meleki kuvvetti, ki O Cebrail isimli elçi melekti. Melek, salt bilincin kuvveleriyle varolan anlamındadır. Melekler, Allah'a ait kuvvelerin saf bir biçimde bulunduğu, sadece Allah emri ile hiç bir irade koymaksızın güçlerini kullanmak üzere yaratılmışlardır. Bu sebeple melekler doğrudan katışıksız Allah elçisidir.

Mutasavvıflara göre Cebrail isimiyle yaratılan meleğin hayatiyet kaynağı Ruh-ül Kuds'tür (Kudsi Ruh/Kutsal Ruh).. Ruh-ül Kuds de Evrensel Ruh olan Ruh-u Âzam'dandır. Ruh-u Âzam'da potansiyel olarak bulunan bilincin kuvveleri, hayatiyeti, galaktik yapılarda açığa çıkınca Ruh-ül Kuds ismini alır.

Bunun holografik evren gerçeğine göre de, yıldız sistemlerindeki hayatiyet de galaksidekinin bir mikro örneğidir. Yani yıldız sistemleri de böyle tek bir hayatiyet kaynağından gelir ve O Ruh'un mikro modelidir, yani Ruh-ül Kuds'tür bir anlamda.. İşte bizlerde bulunan hayatiyet, yani ruh'un kaynağı da aynıdır. Bu anlamda hepimiz aynı, Tek Ruh'tan hayatiyetimizi aldık.

Ancak bilince ait kuvveleri taşıyan bu hayatiyet/ruh, size veya bana babalarımız vasıtasıyla geldi. Yani sperm hücresiyle.. Yani bizdeki beşeriyet anamızdan, melekiyet babamızdandır.

Ruh, sperm hücresinin potansiyelindeki hayatiyettir (Allah sıfat ve esmasından kaynaklanan hayatiyet/bilinç), ki o da cenin 120. güne eriştiğinde aktive edilir.

Vasıtalı veya vasıtasız olması arasındaki fark da şudur. Melekle gelende hiç bir irade bulunmaz, saf olarak Allah'ın emriyle gelendir. Baba vasıtasıyla gelende ise, durum başkadır. Baba o spermi anneye yollarken bir beşeri düşünce taşıyordu. O spermi kendi beşeri düşüncesiyle yada başka bir ifadeyle birim nefsinden kaynaklanan düşünceyle, tabiatının arzusunu da katarak anneye verdi. Aradaki fark budur düşünceme göre..

Bu fark, İsa aleyhisselâm'ın da tüm beşer gibi yaratılmış bir mahluk ve bizim gibi beşer olduğu gerçeğini değiştirmese de, O'na bazı ayrıcalıklı özellikler vermiştir. Bizlerin babalarından sperm yoluyla gelen ruh (hayatiyet), babalarımızın bedeninde madde aleminin (süfli boyutların) enerjilerinden ve babanın bilincinin saf olmayışından etkilendi.

İsa aleyhisselâm'ın ki ise bir melek vasıtasıyla doğrudan Allah'tan idi. Bu sebeple madde alemine ait kuvvelerden etkilenmedi, olabildiğince saftı. Bu sebeple Allah sıfat ve esmalarından oluşan hayatiyet /ruh, İsâ aleyhisselâm'da tüm saflığıyla açığa çıktı. Bu sebeple daha beşikteyken konuştu; çamurdan yaptığı kuşa üflediğinde, o suret hayat buldu; amayı ve abraşı şifaya kavuşturdu; ölüyü diriltti. Bu konuyu biraz daha açalım.


Bizlerde babadan ve anadan gelen bir biçimde beşeriyet ağır basarken, İsa'daki beşeriyet (madde aleminin hatırasını taşıyan hayatiyet/bilinç) sadece anasındandı. Bu sebeple O'nun varlığında meleki yan (Ruh-ül Kuds) bizlerdekinden daha ağır basıyordu. Meleki yan ise, bir anlamda bilinç boyutunun özellikleri daha ağır basıyor anlamına gelir. Yada saf olarak bilincin kuvveleriyle yaşıyor anlamında..

İşte bu sebeple hayalinde oluşturduğu suretlere kolaylıkla hayat verip, madde alemine getirebiliyordu. Saf bilincin kuvveleriyle yaşayan, hikmet aleminde değil de kudret aleminde yaşıyor gibidir. O tıpkı cennet yaşamında olduğu gibi, hayal ettiği surete hayat verebilir. Her birimiz için cennet yaşamı da böyle olacaktır. Çünkü madde beden tabiatının oluşturduğu beşeriyet o boyutta olmayacaktır.

Bu durum İsa için doğuştan olmasına rağmen, eğer herhangi bir kişide beşeri yan, birim nefs ve madde alemine ait bedenin tabiatının baskın özellikleri zayıflar ve meleki yanı kuvvetlenirse, o kişide de tıpkı İsa'nın varlığında ağır basan meleki özellikler ağır basar, yani bilincin kuvveleriyle yaşamaya başlar. Yani ölmeden önce de bu durumu yaşayabilir ehlinin dediğine göre..

Tasavvufta bu duruma, kişiye özel "İsa'nın inişiyle kopan kıyamet" denir. Başka bir anlatımla, bir kişinin nefsi birimsellikten kurtulup, o kişide beden tabiatının getirdiği baskın özellikler kontrol altına alınırsa, tasavvufi terimle, o kişinin İsa'sı inmiştir.

Eğer seyreden seyreden gizli ikiliğine dair varlık vehmi de tamamen kalkarsa, kıyameti kopmuştur. (İsa bir süre yeryüzünde/bedende yaşar, kıyamet sonra kopar) Yani o kişi beden tabiatının kontrolünde değildir, hattâ sonunda kıyametin kopuşuyla varlık olduğuna dair vehim dahi kalkar ve tamamen mutlak BEN'e ait bilincin kuvveleriyle yaşamaya başlar artık...

Yine tasavvufi olarak kişinin deccalinin çıkması da şudur: Kişi hakikat ilmini aldığında varlığının ilahi kaynağını öğrenir, yani kendindeki ilahi kuvvelerin varlığının farkına varır. Fakat müşahadesi eksiktir. Çünkü enfüsi müşahadesini tamamlamış, ama afâki müşahadesi eksik kalmıştır.

Yani kendindeki ilahi kuvveleri farketmiş, ama diğer yaratılanlarda da varolan bu gerçeği farkedememiştir. Sadece kendinde müşahade edip farkına vardığı bu gerçeği hazmedemez ve kendini seyrettiği alemin rabbı, efendisi zannetmeye başlar. Bu sebeple hiç bir kural tanımaz, hiç bir yükümlülük kabul etmez ve dilediği gibi yaşamaya başlar. Bu yaşam da kişinin beşeri yanını daha da güçlendirir. Yani kişideki madde beden tabiatı ve birim nefs baskısı tamamen kontrolden çıkar ve bu şekilde yaşamaya başlar.

Diğer bir anlamda, kişinin meleki yanı zayıflar ve bilincin kuvveleriyle yaşamdan büsbütün uzaklaşır. Eğer bu haldeyken, Allah'ın lutfu erişir de afâki müşahadesini de tamamlarsa, kurtulur. Tasavvufi anlayışla o kişinin İsa'sı inince deccali ölür.

Yukarıda anlattığımız tasavvufi açıdan nefs deccali konusuydu.

Bir de bildiğimiz anlamda Deccal var biliyorsunuz. Yukarıda anlattığımıza benzer bir durum vardır Deccal'de de..

Deccal, Allah'ın lutfu erişmemiş ve öylece zannı (gerçekle alakası olmayan inanışı)içinde kalmış bir kişi olacak.

Allah hidayet ve lutfunun ona erişmemesindeki en büyük etken ise, Deccal'in körlüğüdür. Deccal'i körleştiren ise, kendisinde doğuştan esma terkibinde ağırlıklı olarak bulunan kudrettir.

Yani kudreti oluşturan isimler Deccal'in terkibi yapısında ağırlıklı olarak bulunduğu için, çok büyük kerametler gösterebilecektir. Fakat bu kerametler, İsa'daki gibi meleki yanın ağır basmasından ve dolayısıyla bilincin kuvveleriyle yaşamasından kaynaklanmaz.

Sadece doğuştan kudreti oluşturan esmaların, yapısında daha ağırlıklı olmasından kaynaklanır. Hepimizin esma (mânâ) terkibi bulunur ve bu terkipte bazı esmalar (mânâlar) daha ağırlıklıdır. Deccal'deki büyük güç ve kudreti bu mânâlar oluşturur, meleki yanın kuvvetli olması değil..

Fakat o, bu gücün kaynağını ilmi yeterli olmadığı için kavrayamaz; çünkü basireti kördür, ki Deccal'in sağ gözü kör olması basireti gör, ilmi yetersiz, kavrayışı eksik anlamındadır. Bunu biraz daha açalım.

Deccal kendindeki kudretin meleki yanın ağır basmasından değil de doğuştan, terkibi yanından geldiğini anlayamaz. İlmi de halini göremeye yetmediği için, bu gücün verdiği üstünlük hissiyle nefsi iyice kabarır ve hakikati görmekten büsbütün perdelenir.

Deccal'in sağ gözünün körlüğü basiretinin körlüğüne de işaret eder, ama ondaki bu basiret körlüğüne sebep de kendindeki bu esma kaynaklı büyük güçtür bir bakıma.

Bu öyle büyük bir güçtür, ki perde olmaktan çıkmıştır. Çünkü perde çekilip ortadan kalkar, ama ondaki bu büyük kudret gerçeği görmesine perde değil bir engeldir. Çünkü bir beşer doğultan böylesi güçlerle yaşarken kendisiyle ilgili gerçeği görmesi imkânsızdır. Hiç bir arınma süreci yaşamadan bu güçlere kavuşan birine kimse de yardım edemez artık..

İşte bu sebeple, bu üstün gücün oluşturduğu zan, bir gün kalkacak bir perde değil, ebedi bir engeldir, körlüktür. Bu sebeple Deccal kendini rab zannetmeye başlar ve herkesi kendine tapmaya çağırır. Veya kimine ben İsa Mesih'im der, kimine Mehdi'yim der, kimine de İlah olduğunu iddia eder.

Herkesin kafasındaki kutsal kabulüne bir şekilde yerleşmeye çalışır. İlmi yeterli olmayıp bu gerçekleri farkedemeyenler de ona inanır.

Oysa birim nefsi ve tabiatı oldukça ağır basan birinin meleki boyuttan nasibi olmayacağını bilen biri onun kerametlerine de, kutsallık ve ilahlık iddiasına da aldanmaz.

Ayrıca ilmi olan yine bilir, ki bir kişide İsa gibi meleki yanı ağır bassa dahi (Allah'a ait sıfat ve esmayla, yani bilincin kuvveleriyle yaşasa dahi) hiç kimse alemlerin rabbi Allah olamaz, çünkü Allah alemlerden Gani'dir. Alemde her ne var ise, O'nun yarattığı bir mahluktur ancak..

Deccal'i sadece İsa aleyhisselâm'ın öldürecek olmasının sebebi de, yukarıda anlattığımız gibi, O'nun yapısındaki bu ağırlıklı meleki özelliklere bağlı kudrettir. Bilincin kuvvelerinden olan kudret bu kadar saf bir biçimde, yeryüzündeki beşer arasında sadece Meryem oğlu İsa'da açığa çıkmıştır.

Sadece anadan aldığı beşeri özellikler zayıf kaldığı için, O ilahi kuvvelerle yaşamıştır aramızdayken..

O'ndaki kudret, bilinç boyutundan (sıfat boyutundan) kaynaklandığı için, Deccal'den çok daha üstün ve güçlüdür. Bu sebeple Deccal'i de sadece O öldürebilecektir. Enbiyadan bir başkası değil de İsa olmasının sebebi de budur.

Yani İsa'daki beşeriyetin, meleki özelliklerinin yanında zayıf kalmasına bağlı olarak açığa çıkan kudret dolayısıyladır. Keza O'nun semaya refh edilişi ve tekrar madde boyutuna inecek olması da, bu ilahi kuvvelerle yaratılmasından kaynaklanır ehlinin dediğine göre...

İlâhi evrensel senaryoda bu olayla bizlere anlatılan ve idrak etmemiz istenen gerçek de yukarıda anlattıklarımın tümüdür düşünceme göre...

Yoksa hiç bir olay sebepsiz meydana gelmez. Bu sebeple umarım konuyu tam manasıyla idrak edebiliriz. Umarım yeryüzünün en büyük fitnesi olan Deccal'den Allah'ın lutfuyla korunabiliriz. Ve yine umarım nefs deccali çıkanlara Allah ruhundan üfler de (İsa iner de) kurtulur.

23 Eylül 2013 Pazartesi

DECCAL FİTNESİ

   Dede Hikmet, “gel evlat, sana duyulmadık bir hikâye anlatacağım. Aç kulağını dinle. Bu bildiklerine benzemez. Deden Adem’i cennetten kovduran şeytanın en cevvâl torununun hikâyesini anlatacağım. Dinle, dinle de çocuklarını uyar. Sen ki, yürüdüğünde arşı inleten, demir dağları eriten bir atanın evladısın. Aç kulaklarını dinle.” Ve Dede Hikmet, söze “kırk içinde bir kırk, onunda içinde bir başka kırk” diyerek başladı:
Asırlardan bir asır geldi. Gün döndü, ay döndü, yıl döndü ve asır döndü. Asırlardan bir asır geldi. On sekiz on dokuza yeni döndü. Demir demiri ezdi. Ezilen demir balyoz oldu, Adem’in oğullarını ezdi. Müddessir örtüsünden sıyrıldı. Doğruldu. Eline demiz balyozu aldı. Düşündü, taşındı, ölçtü, biçti! Canı çıkasıca, ne biçim ölçtü biçti! Sonra, canı çıkasıca baktı! Kaşlarını çattı, suratını astı! En sonunda kibrini yenemeyip sırt çevirdi. Ve elindeki demiz balyozu omzuna alıp asırlardır tutulduğu zindanın kapısında doğruldu. Ve ışığa hasret bırakılmış gözlerini ovup, derin bir nefes aldı. Ardından haykırdı:
“Ve ben, kurak topraklarınıza yağmur yağdıracak,
Üstüne güller dikecek ve size vereceğim.
Dünyanın bir ucundaki arıları güllerinize göndereceğim,
Onlara vahyedeceğim:
“Bu güllerden bal yapın, içine zehir katın!”
Baldan yiyene bir daha yedireceğim.
Gülün kokusunu her bir yana yayacağım,
Duyan gelsin diyeceğim.
Ve ben, kimlerin geleceğini bileceğim.
Gözlerini bağlayacak, akıllarını alacağım.
Sabredeceğim, seyredeceğim!
Leylaları salacağım.
Mecnunları güllere koşturacağım!
Aşkın en cezbî halinde,
Dikenlerimi sunacağım!
Yağmuru dindirecek,
Mecnunların kanıyla gülleri sulayacağım!
Ben Deccalım!
Bağlanmışım, zincirlere vurulmuşum!
Ben “La Ced”im. Ben “laced”im.
Zamanın sonuna vurulmuş,
Mühürüm!
Önünde kıyama durulan benim,
Adına hutbe okutulan benim!
Ben Deccalim!
Dilediğimi öldürür,
Dilediğimi yaşatırım!
Dilediğimi indirir,
Dilediğimi bindiririm!
Ben, Allah’ın emriyim!
Zamanın tozuna bulanmışların,
Tozunu alacak,
Rengini açığa çıkaracağım!
Ben Deccalim,
Allah’ın emriyim!”

Zamanın sonuna vurulan mühür böylece açılmış oldu. On sekiz, on dokuza dönerken, demir demiri dövdü. Demir, balyoz oldu, balyoz Deccal’in eline geçti. Ve Deccal, bir yol tuttu. Yeri eşti, elini yerin karasına sürdü. Dedi, “bu karanın adı kömür olsun, bu ilk kara olsun. Bundan sonra öyle bir kara bulup vereyim ki Ademoğlu’nun eline, iki eli kan dolsun. Bu ilk kara yansın, duhan olsun; duman olsun. Dünyanın dört bir tarafını sarsın. Elimdeki demir balyoz, demiri dövsün. Demir atlar yapsın. At yetmez, yılan yapsın.” Ve kömüre üfürdü Deccal. Alev aldı dağlar taşlar. Bir duhan sardı göğü. Kömürün alevi tüm kıtayı sardı. Makineler çalıştı, el işledi. Adem’in yetişkin oğullarının elleri yetmedi, Adem’in minik oğulları koşuldu. Evler dört duvara döndü, haneler boşaldı. Köyler boşaldı. Şehirler doldu taştı. Ne çay yeter oldu, ne kahve. Tarlalar viran oldu. Makineler tarlalara girdi. Biçti dövdü! Ortalık duhan oldu. Pancarın suyu sıkıldı, şeker oldu. Ay döndü yıl  döndü, on dokuz döndü yirmi oldu! Zengin daha zengin, fakir daha fakir oldu! Deccal baktı. Şaştı. Tekrar baktı, güldü. Dedi, “ Ben yok iken Adem pek bir aç kalmış. Bunları doyurmak imkânsız. Bunlar ancak birbirini yerse doyar.” Ölçtü, biçti. Dedi, “Bu kadar insan beni yorar, ben kendi ordumu kurayım. Her birini bir yana salayım.” Sonra yerin ucuna gitti. Bir adaya vardı. Üç kulak buldu, üfürdü: “Siz, benim komutanlarımsınız. Biriniz parayı sevin, biriniz karayı sevin, biriniz de silahı. Elinizi uzatın; gebe kadınların rahimlerine, emzikli bebelerin diline, koşup oynayan çocukların önüne. Ve ben “dur!” demedikçe durmayın. Elinde ekmek gördüğünüzün ekmeğini, su gördüğünüzün suyunu alın. Gün sizin gününüzdür. Ve ben sizi karaların en karasında yakın zamanda buluşturacağım. Varlığınıza varlık, gücünüze güç katacağım. Genç ve bakire kızları önünüzde dans ettireceğim. Doğmamış bebeleri size köle ettireceğim. “

Üç fısıldanmış kulak, baş başa verdi; demirin tozu, karanın hızı, ateşin közü, silahın gücü, paranın sesi üstüne yemin etti: “ Tanrı’nın Deccal’i ve evvelkileri yaratışına and olsun! Yeryüzünde seçilmişlerin hükmü tek hüküm olana kadar, kutsal kase sahibinin elinde kalkana kadar; akan her damla kanı kutsal, ölen her bir canı kutsal davaya kurban bilecek ve ruhumuzla bedenimizi kutsal davanın gölgesinde gizleyeceğiz.”

Sonra üç komutan yeryüzünün en bakir yerini tuttu. Burası bizim yurdumuz olsun dediler. Tüm planlarını artık burada yapacak, yeminlerini buradan hayata geçireceklerdi. İçlerinden birisi, “Ada ne olacak? Orası bizim kökümüz.” dedi. Diğerleri düşündü. Ve karar verdiler: “Ada, bizdendir! Ne yaparsak yapalım, adayı dışında tutmayalım. Ada hem bizimle olsun, ama olduğu yerde kalsın. Bir elimiz bir gözümüz adada kalsın.” Ve öyle de yaptılar. Yeni yurdun dili adanın dili oldu. Yeni yurtta paralar bastılar. Ortasına, “tekini adada bıraktıkları ancak adadan getirdikleri Deccal’in tek gözünü” koydular. “Tanrıya inanıyoruz” dediler. Evet, artık onların ruhu ve bedeni sadece kutsal davanın gölgesinde gizlenmiyor, tanrının ismi bütün gölgeleri kavrıyordu.

Hiç zaman kaybetmediler. Para, kara ve silah onların emrindeydi. Tanrı’nın seçilmiş kulları için kan ve gözyaşı ile sulanacak dahi olsa kutsal bir vazife vardı. Zaman dar, mekân genişti. Ve son bir kez Deccal’e danıştılar:
Dediler, “istediklerin için zaman az, mekân geniştir. Bize yardımcılar ver.” Deccal, “peki” dedi: “Benim benden olan otuz liderim vardır. Benim benden olmayan ama bana hizmet eden bir başka otuz liderim vardır. Hepsi sizin askerinizdir. Benden olan benim gibi Deccal, benden olmayan ise benden beter Süfyan’dır. Siz onları sizin kapılarınız olarak kullanacaksınız. Ne derseniz onu yapacaklar, nereye derseniz oraya dönecekler. Ben, her zamana ve her lazım mekâna bir Deccal, bir Süfyan zaten koymuşum! Yeryüzünün genişliği sizi ürkütmesin. Bir bulut koca bir ülkeyi ıslatır. Siz suyu nasıl ısıtır, nasıl buharlaştırıp buluta erdirirsiniz, bulutları nasıl yürütürsünüz ona bakın! Gerisi bulutun işi! O suyunu nereye ne kadar ve nasıl bırakacağını bilir. Bugün size lazım gelen her bilgiyi vereceğim ve bir daha bana gelmeyeceksiniz. Ve ben de vakit gelene kadar bir daha asla görünmeyeceğim. Onun için beni can kulağı ile dinleyin. Alem, kıvamına gelmiştir. İhtiyacınız olan her şey önünüzdedir. Tüm yapmanız gereken, doğru planlar yapmak, doğru zamanda yürürlüğe koymaktır. Tüm insanlık önünüzde diz çökene kadar çabalayacaksınız. Göreceksiniz, vakit yakındır! Yakın gelecekte, yollar kısalacak. İnsanlar kuşlar gibi uçacak, gökten ateş yağacak. Dünyanın öteki ucundaki adamın sesini anında duyacak, gerekirse kendisini göreceksiniz. Bütün yeryüzü aydınlanacak. Dumansız bir ışık her yeri aydınlatacak. Geceler gündüz olacak. Bütün bunları siz yapacaksınız. Bütün bunlar size hizmet edecek. Elinizdeki karanın kıymetini bilin. Çok sürmez. Az bir zaman sonra, size karanın en karasını, taşların yerlerin altından, çöllerin yurdundan, sıcağın bağrından eritip su gibi fışkırtacak, ateş edip yakacağım. Onu nerede görürseniz, peşine düşecek, kızıl kanla satın alacaksınız. O sizin istikbâlinizdir. Bu dediklerimi yapmanız, ancak karaya sahip olmanızla mümkün! Bunu da asla unutmayın. Karanın yurdu, çöllerin ve güneşin bağrıdır. Ne pahasına olursa olsun, oralara gidecek ve karayı alacaksınız. O gün yakındır.

Hedefinize yürürken sizin iki büyük düşmanınız vardır: Bunlar hristiyan ve müslümanlardır. Hristiyanlar kıvama gelmiştir. Ancak daha vakit vardır. Onlar içinden sizin lisanı, sizin alfabeyi kullananlar size benzemiştir. Lakin, diğerleri için durum farklı. Siz dünyanın batısını kaynatırken, ben onlar ile meşgul olacak, onları da size dahil edeceğim. Öyle bir planım var ki onlara dair, bu plan size tam yüz yıl zaman kazandıracak. Gerçekte ne yaptığınızı, neyin peşinde olduğunuzu kimseler bilemeyecek, anlayamayacak. Anlayan üç beş sesin de soluğu kesilecek. Bu aykırı hristiyanlar, geç dönem hristiyanlarıdır. Kuzeyde ve doğudadırlar.  Bugün başlarında olan bendendir. Halkına ezdireceğim onu ve ülkelerinin başına, öyle bir adamımı getireceğim ki, kendi halkına yaptıklarını demir perdeler gerisinde yapacak, bütün dünya ne olup bittiğini anlayamayacak. Benim bin yıl uğraşsam yarısına bıraktıramayacağım dinlerini, o tüm halkına yasak edecek. Kendi soyunu köleler edecek. Karın tokluğuna ve özgür kalabilmek korkusuna onlara ne isterse yaptıracak. Aslında sizden olacak ama size düşman görünecek. Siz, bu düşmanlığı kullanıp, size takılan diğer ulusların gözünü korkutacak, ellerini evlerini silahlarla donatacaksınız. Vakti geldiğinde, bu askerimi çekeceğim ve o halkı kendi kaderine terk edeceğim. Onların güneş görmemiş kızları, sizin olacak. Dünyanın dört bir yanına ekmek diye koşacaklar. Artık o gün, hristiyanların çoğu sizinle olacak ve sizinle olmayan hristiyanların da dinle alakası kalmayacak. Ve ben, o vakit size yeni bir düşman sunacağım: İslam! Sizin en çetin düşmanınız bunlardır. Ellerinde hakîkat kitabı vardır. Gerçi ben üç asırdır onların gözlerine kül, gönüllerine kin serpmişim. Okuduklarını anlamaz. Anladıklarını da yaşamazlar ancak içlerinde hakîkat peşinde koşanlar vardır. Elimdeki en âlâ süfyan ile onları kalplerinden vuracağım. Onları zamanın tüm silahları ile kuşatacağım. Ağızları ile bana lanet okurken, ben evlerine ve ceplerine kadar gireceğim. Gözlerine perdeler indireceğim. Akıllını tutacak, adımlarını hızlandıracağım. Yeryüzünün bütün silahlarını üzerlerine boşaltacağım. Vah ahmaklara! Yetmeyecek, birini diğerine kırdıracağım. Dinsizin sofrasından yedirecek ama birinin suyunu diğerine haram edeceğim. Oluk oluk kanlarını akıtacağım. Bebelerini analarının rahimlerinde öldüreceğim. Ateşi gösterecek, su diye sunacağım. Kendi ayağıma kurşun sıkıp, mazlumlar gibi ağlayacak yaramı sarmaya onları çağıracağım. Kendi ayaklarına kurşun sıkıp ötekiler yaptı diye figan edecek, komşuyu komşuya kıydıracağım. Vah ahmaklara! Ben, tanrının emriyim. Hakîkat kaynağından beslenmeyenlerin zehirli gıdasıyım. Balığın sırtına vurulmuş zamanın mührüyüm. Balık nedir bilir misiniz siz? Balık, zamanın sonunun simgesidir! Haber verenle haber alanın buluştuğu yerin mihenk taşıdır. Karada cansız iken dirilip denize erenim ben! İman edenlere işaret, inkâr edenlere fitneyim ben! Musa’nın bildiği, İsa ile gelen ve Ahmet ile sona yürüyenim ben! Hakîkat kitabını okumayı bilememişlere cezayım ben! Yüz yirmi dört bin peygamberin içinden sadece yirmi yedi peygamberin hâl-i ahvâlinden seçilip anlatılmışlarla varlığıma dair insanların uyarıldığı, âlâyı belayım ben! Zamanın sahibinin sona sakladığıyım ben! Sonu görüp, evvel uyaranın şiddetlisiyim ben! Rahmetten nasibini alamamışların, hikmete erememişlerin hediyesiyim ben!

Ve şimdi duyacaklarınızı duydunuz, bana dair göreceklerinizi gördünüz. Siz benim seçilmişlerimsiniz. Eliniz güçlüdür. Gönlünüz ferah olsun. Sizin önünüzde duracak güç yoktur. Gelecek ve görüneceğim güne kadar siz ve evlatlarınız, seçilmiş deccal ve süfyan askerlerim ile bu yeryüzünü idare edecek, her haneye gireceksiniz.”
dedi ve Deccal asrın anahtarını üç askerine verip gözden kayboldu. Artık yirminci asrın sahibi belli idi.

9 Eylül 2013 Pazartesi

KUR’AN’IN TEKNOLOJİK MÜJDELERİ VE SİYONİST SİSTEMİN AKIBETİ

Rahmetli Erbakan Hoca sohbet, seminer ve konferanslarında:
  • Haksızlık ve ahlaksızlık üzerine kurulan Siyonist ve emperyalist zulüm düzeninin, öyle barış ve adalete çağırmakla veya hoşgörü edebiyatıyla düzeltilemeyeceğini…
  • Bunların, tahribi çok ürkütücü nükleer füzelerine ve etkili silah sistemlerine güvenip, dünyayı tehdit ederek barbarlıklarını yürüttüklerini…
  • Öyle ise, Batılıların bu Şeytani güçlerini etkisiz bırakacak, yeni ve yüksek teknolojilere sahip olmak gerektiğini ve Allah’ın izniyle bunları başarıp ilgili ve yetkili makamlara teslim ettiklerini defalarca anlatmıştı.
  • Bütün zalim ve Batıl güçlerin elinde bulunan:
  1. oNükleer başlıklı füzelerini
  2. oUçak gemilerini
  3. oİnsansız hava gereçlerini
  4. oSavaş kontrol merkezlerini
  5. a)Çalışmaz hale getirecek ve çok ucuza mal edilecek teknolojik böcekleri
  6. b)Silah mekanizmalarını çürütecek metalik virüsleri
  7. c)Fırlatılan füzeleri havadan yakalayıp tersine çevirecek elektromanyetik sistemleri:
  8. 1.Planlayıp yaptıklarını
  9. 2.Bunları seri üretime hazırladıklarını
  10. 3.Proje aşamasından deneme safhasına kadar, hangi aşamalardan geçtiğini gösteren video kayıtlarını
  11. 4.Ve bunların Kahraman Ordumuzun özel yetkili birimlerine aktarıldığını özellikle vurgulamıştı.
            Bu müjdeler, aynı zamanda; ülke ve bölge şartlarının olgunlaşması durumunda, süper şeytani güçlerin burnunun kırılacağı bir tarihi hesaplaşmanın yaşanacağının da ihbarı ve ihtarıydı.
Şimdi, bu gerçekleri daha iyi kavrayabilmek için, Kur’an’da çağımıza yönelik teknolojik gelişmelere işaret eden bazı ayetlerin üzerinde dikkatle durulması gerekirdi.
Fil suresindeki “ebabil kuşları” metalik ve insansız hava araçları mı?
Fil Suresi: 1- Rabbinin fil sahiplerine neler yaptığını görmedin mi? 2- Onların 'tasarladıkları planlarını' boşa çıkarmadı mı? 3- Onların üzerine ebabil (sürü sürü) kuşlarını gönderdi. 4- Onlara 'pişirilip-sertleştirilmiş balçık taşları' atıyorlardı. 5- Sonunda onları, yenik ekin yaprağı gibi kıldı.
Meryem Suresi´nde geçen, Hz İsa´nın "ben size çamurdan (maden hamurundan) bir kuş yaparım ve ona üflerim o da uçuverir" mealindeki ayet ile bu “üzerlerine ebabil kuşlarını gönderdi (ki) onlara pişirilip sertleştirilmiş (madeni) balçık taşları (benzeri mermiler) atıyorlardı” (Fil:3-4) ayeti düşünüldüğü zaman ikisi arasındaki irtibat belirginleşir. Bu ayetler: “Dağlardan elde edilecek madenlerin eritilip kuşa dönüştürüleceği” fikrine işaret ve ilham etmektedir. Fazla uzatmaya gerek kalmadan görüyoruz ki, sadece et ve kemik olan kuşlar söz konusu değildir, madenden yapılma kuşlara işaret edilmektedir. Nitekim, bir çok eski efsane ve tarihi hikayelerde ´demir kuşlar´dan ´ateş kuşlar´ dan söz edilmektedir.. “Tayr” kelimesi etrafında yaptığımız bu yorumlardan sonra şimdi Fil Suresi´ni ele alabiliriz.. Mekke, bünyesinde barındırdığı Kâbe dolayısıyla en eski zamanlardan beri Arabistan´ın hem kültür hem ticaret merkeziydi. Buralarda her yıl kültür şenlikleri düzenlenir, şiir yarışları tertip edilir ve kurulan panayırlarda hem kültürel etkinlikler hem de ticaret gerçekleşirdi. Putperest Kureyşliler, bu faaliyetler sayesinde büyük servetler edinmişlerdi. Habeşistan, bütün çabalarına rağmen, bu kültürel faaliyetleri ve ticari sirkülasyonu kendi ülkesine çekememişti. Gün geçtikçe Mekke daha zengin oluyor ve kültür merkezi olma bakımından öne geçiyordu. Dönemin Habeşistan Kralının Yemen Valisi Ebrehe, putperest olan Kureyşlilerin bu avantajı Kâbe sayesinde yakaladıklarını biliyordu. Eğer kendisi de bir mabed inşa ederse, belki ticareti Yemen’e çekebilecekti. Öyle de yaptı. Altın kubbeli muhteşem bir mabed yaptırdı ve herkesi buraya gelmeye mecbur etti. Mekkelilere de bu yolda haber gönderdi. Bunun üzerine Yemen’e giden bir Kureyşli, hakaret niyetiyle mabedin içine pisledi. Buna çok öfkelenen Ebrehe, Mekke´yi alıp Kâbe´yi yıkmaya karar verdi. Ordusunun önünde eğitilmiş savaş filleri yürüyordu. Nihayet Mekke civarına gelince, otağını kurdu ve Mekkelilerin sürülerini gasp etmeye başladı.. O sıralarda Mekke´nin siyasi lideri, Hz. Peygamber´in dedesi Abdülmuttalib´ti. Ebrehe Abdülmuttalib´in de 200 devesini almıştı.. Bu haber Abdülmuttalib´e ulaşınca, Abdülmuttalib, Ebrehe´nin karargâhına gitti. Ebrehe, onun Mekke´nin affı için yalvaracağını umuyordu. Ama öyle olmadı. Abdülmuttalib, develerini talep etmek için geldiğini söyledi..
Ebrehe şaşırdı. Onun Mekke lideri olarak kendisinden bağışlanma dileyeceğini ve Kâbe´ye zarar vermemesini isteyeceğini sanmıştı. Ve; "Sen develerin için mi geldin? Oysa ben, senin Kâbe´ye zarar vermemem için ricacı olacağını umuyordum" deyince. Abdülmuttalib ona şu cevabı verdi:
"Hayır, ben Kâbe için gelmedim, kendi develerim için geldim. Ben develerimin sahibiyim. Kâbe ise Allah´ındır. O kutsal mabedini koruyacak güçtedir." Ebrehe, aşağılayıcı bakışlarla Abdülmüttalib´i süzdükten sonra; "Verin şunun develerini, nasıl olsa yarın hepsini birlikte alacağım!" Abdülmuttalib oradan ayrıldıktan hemen sonra Fil Suresi´nde geçen hadise cereyan etti.. Şimdi surenin mealini aktaralım;
"Görmedin mi Rabbin Fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine ´siccil (maden çamurundan pişirilmiş taş gibi sert mermiler)´ fırlatan "uçan ebabil"ler yolladı. Ve onları "asfin mekul"e çevirip (ortadan kaldırdı)”..
Burada üzerinde duracağımız kelimeler ´tayr´, ´ebabil´, ´siccil´ ve ´asf´tır. Bilindiği gibi ´tayr´ uçan şeye verilen genel addır. Bu surede ´tayr´ kelimesinin ´nekre´ (belirsiz) bir isim olarak kullanılması, bunların bildiğimiz kuşlar olmadığına dikkat çekmek içindir. Elmalılı Hamdi Yazır bu surenin tefsirini yaparken "Bu kelimenin nekre kullanılması, bunların tanınmadık, bilinmedik garip uçucular olduğunu hatırlatmak içindir" demektedir. "Tanınmadık, garip kuş" Bu ifadeler son derece ilginçtir. UFO´ların İngilizce´deki karşılığıyla tamtamına örtüşmektedir. (tanımlanamayan uçan cisim)!. Tahmin ediyoruz ki, merhum Hamdi Yazır, bu tefsiri yaparken bugünkü insansız uçaklar ve UFO´lar görünmüş olsaydı, herhalde onlara bir atıfta bulunup dikkat çekerdi.. Çünkü Elmalılı Tefsiri, teknolojik gelişmelere en çok vurgu yapan tefsirlerden biridir, hatta kendi dönemi için en iyisidir. Elmalı aynı kelimenin tefsirinde "Bunlar-siz bunu uçan cisimler olarak da anlayabilirsiniz-o zamana kadar oralarda hiç görülmemiş, irili ufaklı, siyah, yeşil, beyaz, takım takım kuşlar cinsinden şeylerdi" denmektedir. Eğer surede geçen ´tayr´ kelimesi bilinen bir tür kuş olsaydı, bunların irili ufaklı olması veya değişik renklerde olması gerekmezdi. Oysa irili ufaklı ve muhtelif renklerden söz ediliyor ve bunların takım takım, yani filolar halinde saldırdığı belirtiliyor. Amon-Ra´nın dönüşünü anlatan "Yıldız Geçidi-Stargate" filmiyle, Amerika´nın uzaylılar tarafından istilasını anlatan ve yeni yeni vizyona giren filmdeki "Independent Day" uzay araçları göz önüne alınacak olsa, Ebabil-ki aşağıda izah edeceğimiz gibi ebabil, filo demektir-diye nitelendirilen kuşların ne derece hakikate uygun olduğu da anlaşılır.. Bilinen bir gerçek varsa, bu surede geçen Tayr, bildiğimiz kuşlar değildi ve o daha önce hiç görülmemişti.. Bu surede anlatılan uçucular Erbakan Hocanın Heronlardan çok daha yüksek kalite ve yetenekte yaptıklarını söylediği “insansız hava araçlarına” ne kadar da benzemekteydi!
“Ebabil”
Bu surede geçen diğer ilginç bir kelime de “Ebabil”dir. Tefsirlerde Ebabil kuşunun adı olarak değil, ´uçuş şekli´ diye belirtilir. Uçan ve aşağıdakilere ´siccil´ atan bu uçucuların uçma biçimini anlatmaya yöneliktir. Ebabil kelimesini anlatabilmek için ´şemati´ ve ´abadid´ kelimeleri örnek verilmiştir. Şemati, askeri literatürde ´dağınık kıtaları´, ´abadid´ ise ´manga´, ´bölük´ ve ´filo´ları ifade etmektedir. Bütünden ayrılıp küçük birlikler oluşturmaya ´abadid´ denmiştir.. Ebabil kelimesinin tekilinin olmaması da ilginçtir. Daima çokluk olarak kullanılan bir kelimedir. Tıpkı filo gibi. Filo dendiğinde hemen aklınıza üçten fazla sayılar akla gelir. Sahabe´den ünlü müfessir İbn-i Mes´ud da bu kelimeyi ´uçan fırkalar´ diye tefsir etmiştir. Bugün buna kısaca ´filo´ diyebiliriz. Bir diğer ünlü müfessir İbni Cerir de Ebabil´i kuşun adı olarak değil, uçuş biçimlerinin vasfı olarak algılamamız gerektiğini söylemektedir ve Ebabil´i, "dört bir taraftan ayrı ayrı ve gruplar halinde uçmanın adı" diye zikretmektedir. Ancak bazı tefsirlerde, bu kelimenin ´ibbale´ kelimesinden geldiğini, ibbalenin de grup ve demet anlamına kullanıldığını bildirir. Görülüyor ki, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, Fil Suresi´nde geçen ´uçucuların, bildiğimiz Ebabil Kuşlarla bir alakası yoktur. Ebabil onların adı değil, uçuş şekillerini anlatan bir özelliktir.. Sonra bu uçan varlıklarla ilgili başka detaylar da vardır. "Bunların ayakları köpek ayağına benziyordu." deniliyor ve denizden geldikleri, ansızın belirdikleri rivayet ediliyor. Ve renkliliklerine özellikle dikkat çekiliyor.
“Siccil”
Siccil kelimesi de surede dikkat çeken bir kelimedir. Siccil kelimesi Kur´an-ı Kerim´de başka yerlerde de geçmektedir. Bir ayette ise ´müsevveme´ kelimesi ile birlikte zikredilir. Müsevveme; nereye isabet edeceği belirlenmiş anlamına gelir. Hedefe kilitlenmiş füzeye de ´müsevveme´ denir. Siccil, tefsirlerde kabaca ´Pişmiş sıcak taş´ olarak geçer. Bugün rahatlıkla bomba diyebileceğimiz siccil kelimesinin tefsirlerdeki yorumları incelendiğinde, müfessirlerin nerde ise ´bomba´ diye nitelendirilecek bir anlamı yakalamaya çalıştıklarını hissedersiniz. Tefsirci Zamehşerinin, “sanki yazılmış, tedvin edilmiş (yani koordine edilmiş ve sabitleştirilmiş) ateş dolu azap topları” tarifi hayret vericiydi. Siccil, keçi veya koyun gübresi iriliğinde mermi taşlar diye tanımlanmış ve kuşların bunları ağızlarında ve ayaklarında taşıdıkları rivayet edilmiştir. Bir savaş uçağını ve özellikle insansız hava aracını anlatmak için acaba o devirde bundan daha güzel tanım yapılabilir miydi? İbni Abbas ise ´fındık´ tanımı yapıyor ve demir gibi çok ağır cisimler olduğunu aktarıyor. Fındığın bildiğiniz gibi üzerinde sert bir kabuk vardır ama özü yani işe yarayan kısmı içindedir. Size kurşunu hatırlatmıyor mu? Evet, bu uçan cisimlerin Ebrehe ordusuna fırlattığı bu siccil´ler onları bir anda ´asfin me´kul´e çevirmişti. Asfin Me´kul, yenmiş kırık dökük hale gelmiş ekin demektir. Bu saldırı neticesinde onlar delik deşik edilip bitirilmişti. Dışarıdan bakan biri, saldırının gerçekleştiği yeri, biçilmiş ve sonra çiğnenerek kırık dökük samanlara dönüşümü bir şekilde görmüşlerdir. Bu tasvir bombardıman sonrasının en güzel tanımı değil midir?[1]
Beklenen İslam medeniyetinde eşyanın ve insanların ışınlanacağı
Hz. Süleyman´ın "guduvvuha şehrun ve revahuha şehrun´ (gidişi bir ay, gelişi bir ay) diye nitelendirilen bineği ile Belkıs´ın tahtının, bir saniyenin de altında bir zaman içinde Yemen´den bugünkü Kudüs´e ışınlanması çağımızdaki çok önemli teknolojik gelişmelere işaret buyurmaktadır. (Sebe´ Suresi, 10. Ayet ve devamı)
“Guduv” gidişi, “revah” gelişi anlatır. Kısacası Süleyman´ın bineğinin hızı, gidiş-dönüş altmış gün/saat kadardır. Kur´an´ın ifadesinde bir gün, bizim saydıklarımızla 1000 yıldır. Demek ki, Süleyman´ın bineğinin hızı 1.000 x 60 = 60 bin yıl/saattir. Bu da saniyede 1000 ışık yılı olmaktadır.
İnsanın algılayabildiği ya da varsaydığı en büyük hız şimdilik ışık hızıdır. (Oysa tasavvufta ´nur hızı´ denilen ve hayalden daha süratli olan bir hız birimi vardır) ışığın saniyedeki sürati 300 bin kilometre olduğuna göre -ki ışık uzayın bütün kavislerini ve bükeylerini tarayarak geçer- Hz. Süleyman´a verildiği belirtilen bineğin hızı ışık hızından da fazladır. Bu da aklımıza “ışınlanma süratinin hızını” hatırlatır. Çünkü, Belkıs´ın tahtı, göz kapayıp açıncaya kadar Yemen´den Kudüs´e taşınmıştır.. Ve üstelik bunu da "Reculün indehu mine´l- kitabi ilmün" (kitabi bilgilere-ki, bu tecrübî bilgileri de anlatıyor- sahip bir adam) diye vasıflandırılan bir insan başarmıştı. Bu ifadeler, bize bilimsel çalışmalarla insanlığın varabileceği sınırları ortaya koymaktadır. Çünkü bu işi yapmaya Cin taifesinden bir ´ifrit´ de talip olmuştu. Ancak onun tanıdığı süre biraz daha uzundu. Yani ´ayağa kalkıp oturacak kadar´ bir süre.. Hz. Süleyman bu süreyi uzun buldu ve bugünün ifadesiyle teknolojik bilgiye de sahip olan yardımcısından talep etti ve Taht bir anda hazır oldu.. Belkıs, gelip de tahtını orada bulunca ona soruldu; "Bu taht senin mi?" Belkıs´ın verdiği cevap, bugün ´sanal gerçekçilik´ diye nitelendirilen bilimin de ilk tanımı idi: "Sanki o!" Bugün sanal varlıklara İngilizce´de ´sanki o´ denilmesi oldukça ilginç değil mi? Demek ki, bizim kendimizi ışık hızına hapsedip, onun üzerinde nesnel varlığın taşınmasını garip ve imkansız sanmamız sadece bilgilerimizin henüz olgunlaşmamış olmasından kaynaklanır..
Bizim ışık hızına hapsedilmiş olmamız, başka yaratıkların da bu hıza hapsolunduğu yanılgısına yol açmıştır. Uzayda -elbette yaşadıkları gezegenin tabiatına uygun dizayn edilmiş- varlıklar vardır ve olmalıdır.. Nitekim UFO´ların varlığı nerde ise kesinlik kazanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri´nin, 1960 yılında başlattığı Apollo serisi uzay uçuşlarına "refakatçi" uçan cisimlerin eşlik ettiği, hem astronotların ses kayıtlarıyla, hem de çekilen resimlerle ortaya çıkmıştır. Bilindiği gibi Ay´a ilk inen Apollo 14´ten çıkıp Ay´da yürüyen ve burada hatıra resmi çektiren astronotların arka planında iki UFO görüntüsü vardır. Bu tarihi uzay yolculuğunun iki UFO´nun refakatinde gerçekleştiğini NASA nedense saklamaktadır. Hatta hatırlarsanız, bu resmi basan Time dergisi hemen toplatılmıştı. Keza astronotların ses kayıtlarında bu cisimlerden açık açık söz edildiği ve Ay´da son derece ahenkli esrarengiz bir müziğin duyulduğu haberi de o sıralarda basına yansımıştı. Daha sonra bir konferans için gittiği Kahire’de okunan Ezan sesini duyunca şaşkınlık geçiren astronot Neil Armstrong “Yemin olsun ki Ay’da duyduğumuz esrarengiz sesler ve sözler bunun aynısıydı!..” diye haykıracak, ama Siyonist Yahudilerin güdümündeki NASA yetkilileri O’na “deli ve bunamış raporu” çıkartıp susturacaktı….
Bazı Kur’ani Kavramların Mesajları
Dabbe:
Dabbe; bu kelime ile anlatılan varlıklarla; metabolizma olarak bize benzeyen yaratıkların kast edilmiş olması önemlidir.. Elmalılı Hamdi Yazır, "Hak Dini Kuran Dili" adlı tefsirinde dabbe kelimesine şu açıklamayı getirir; "Hafif, hissettirmeden yürüme, debelenme demektir. Hayvanlar ve böcekler için kullanılır. İçkinin vücuda yayılması, bir çürüğün etrafına bulaşması gibi hareketi gözle tespit edilemeyen canlılar için kullanılır....." şu halde, tren, otomobil, bisiklet gibi, şunu hemen hatırlatalım, bu tefsir yazıldığında bilinen mekanik yürüyücüler bunlardan ibaretti. Bunlara bugün robotlar dâhil daha birçok eklemeler yapmak mümkündür. Bununla beraber, "Allah her dabbeyi sudan yarattı. Onların bir kısmı ayaksızdır karnı üzerinde sürünür, bir kısmı iki ayaklıdır, bir kısmı dört ayaküstünde yürür..." (Nur suresi 24/25) ayetinde zikredildiği gibi bütün yürüyen canlı türlerini içine alır.. İkincisi, “dabbe” diye nitelenen varlıkların yerde ve gökte bulunduğunun belirtilmesidir.. Dabbe kelimesinin Kur´an-ı Kerim´de ilk geçtiği yer Bakara Suresi´nin 164. Ayetidir. Bu ayette ´dabbe´ kelimesiyle yer yüzündeki kuşlar hariç her türlü yürüyen canlılar kast edilmiştir..
Diğer ´dabbe´ kelimesi ise Hud Suresi´nin 6. ayetinde geçer. Burada da yeryüzündeki dabbelerden söz edilir. "Yeryüzünde rızkı Allah´a ait olmayan hiç bir canlı yoktur ki, onların karar kıldıkları yeri de varacakları yeri de bilir. (Bu bilgilerin) hepsi Kitab-ı mübin´dedir." Burada Kitab-ı Mubin´le sanki ilahi bilgi merkezi kastedilmektedir. Ayette "dabbe"nin "nekre" (belirsiz isim) olarak kullanılması çok ilginçtir. Bu ifade tarzıyla Cenab-ı Hak, ayette geçen dabbenin kesinlikle, "hayvan" tarifi içine girecek dabbeden olmadığına, onun bambaşka bir varlık olduğuna dikkat çekmektedir. Aşağıda tefsirini yapacağımız Neml Suresi´nin 82. Ayeti, bu dabbeden maksadın ne olduğunu netleştirir.. Dabbe tefsirlere göre, ´deprenip duran her tür canlı´ anlamına kullanılmış. Ayette geçen "fi´l-Ardi" (yeryüzünde) ifadesi, tahsis için değildir. Yani bu kelimenin sadece dört ve daha çok ayaklıları değil, aynı zamanda iki ayaklı -insan gibi- varlıkları da kapsamına aldığını hatırlatmak içindir.
Diğer bir ilginç husus da bu ayetten hemen sonra, uzayı ve uzayın altı günde yaratıldığını anlatan ayetin gelmesidir. Dabbe kelimesi aynı surenin 56. ayetinde de geçer. Burada da benzer ifadeler kullanılır. Ancak bu sefer dabbe´nin mekânı belirtilmemiştir ve bütün yaratıkların Allah tarafından idare edildiği belirtilir. Şu ana kadar, ´dabbe´ kelimesiyle yer arasında sürekli bir irtibat görülmektedir. Ama aşağıda vereceğimiz ayette ´dabb´ sadece yere has kılınmamıştır, aksine yer ile birlikte gökteki dabbelerden söz edilmektedir. İşte bizi yakından ilgilendiren ayet! Nahl Suresi´nin 49. ayeti net bir şekilde yer ve gök dabbelerinden bahsedilmektedir. Dabbe kelimesiyle metabolizmaları bize benzeyen yaratıkların kast edildiğini bir kere daha hatırlatarak ilgili ayeti aktaralım:
"Göklerde ve yerde mevcut bütün ´dabbeler´ ve melekler hiç büyüklenmeden Allah´a secde etmektedir" Yani onun emrine ve yaratılış gayesine uygun hizmettedir. Burada “Melekler” ile “dabbe”nin ayrı ayrı zikredilmesi dikkat çekicidir.
Burada özellikle dikkat edilmesi gereken hususlar şöyle sıralanabilir.. 1-Dabbe kelimesiyle metabolizması bize benzeyen, daha doğrusu elemental canlı yaratıklar zikredilmektedir.. 2- İlk iki ayette dabbe kelimesi ´dünya´ ile sınırlı tutulduğu halde bu ayette ´gökteki dabbeler´den yani uzaylı diye niteleyebileceğimiz, şuurlu, bilinçli, inisiyatif sahibi yaratıklardan söz edilmektedir.. 3- ´Dabbe´ ile anlatılmak istenen canlıların, soyut varlıklar olan ´melek´lerden farklı olduğunun hassaten vurgulanması önemlidir. 4- Her topluluk gibi gök ve yer dabbelerinin de ilahi emirlere uymaktan başka çareleri olmadığı belirtilmektedir. Casiye Suresi´nin 4. ayeti de ilginçtir. Bu ayette ise dabbe kelimesi, insanlardan ayrı tutulur ve şöyle buyurulur:
"Sizin yaratılışınızda ve çoğaltıp yaydığı dabbelerde ibret almasını bilenler için deliller vardır" (Casiye, 4)
Bazı tefsirlerin, ayetin metninde ´yer´ kelimesi geçmediği halde, bu çoğaltılıp yayılan yaratıkları yer ile irtibatlandırması boşuna bir gayrettir. Oysa metin, "Ve fi halkikum ve ma yebussu min dabbetin" şeklindedir ki, "min" ile dabbeler içinde bir türe dikkati çekmektedir. Bu türün "insan" kelimesiyle birlikte anılması da ona benzerliğini ihtar etmektedir. Aslında ayette insan kelimesi de geçmemektedir. ´Halkikum´ kelimesindeki "küm" zamiri insana yöneliktir. Bu ´küm´ zamiri, doğrudan insana baktığı ve çokluk ifade ettiği halde, Dabbe kelimesinin "min" ile tahsis edilmesi ve "nekre" (belirsiz) olarak kullanılması, ister istemez zihnimizi henüz yeterince bilinmeyen bir türe yönlendirmektedir. "Yabussu" kelimesi ile de bu varlığın seri bir şekilde çoğalıp yayılabildiğine dikkat çekilir. Ve geldik, "dabbe" kelimesi konusunda bize en ilginç fikirleri verecek ayete.. Neml Suresi´nin 82. ayetinde insanlarla konuşacak dabbeden söz edilir. Ve bu kıyamet öncesinde görülecek bir türdür ki, insanlığa kendi akibetini haber vermektedir..
"Söz sabit olacağı zaman (yani kıyamet öncesinde), onlar için yerden bir (Dabbe) canlı çıkarırız. O da İnsanlara, Allah´ın ayetlerini ve hikmetlerini iman edip anlayamadıklarını söyler"
Bugün UFO´larla ilgili bütün araştırma ve incelemeler, onlardan alınan mesajlar ve bilgiler, Allah’ın izni ve iradesi ile bazı uyarıcıların dünyamıza kadar yaklaşıp bize mesaj verdikleri kanaatini pekiştirmektedir.
Sanki bununla, insanlık hızla yuvarlanıp gittiği kötü akıbeti konusunda uyarılmak istenmektedir. Adeta verdikleri mesajlarla bizi bu bozgunculuktan, bu fesatlardan ve kan akıtmaktan korumaya, vazgeçirmeye çalışıyorlar.. Burada hemen yaradılışı hatırlatalım ve meleklerin itirazını düşünelim. Ne diyordu melekler: "Ya rabbi yeryüzüne halife olarak atayacağın bu insan, orada bozgunculuk yapacak ve âlemi fesada verecek."
Şimdi özellikle Siyonist güçler ve Batılı emperyalistler, ürettikleri silah sistemleriyle, insanlığı sömürme ve sindirme yolunda kullandıkları ve barış – adalet yerine savaşı kışkırttıkları için hızla akıbetimizi, yani kıyametimizi hazırlayacak bir fitneyi körüklemektedirler. Oysa Cenab-ı Hakk´ın, insandan beklediği barış ve esenliktir.. Nitekim gönderdiği dine hep ´İslam´ yani barış adını vermiştir. Ama kâfir ve zalim insanlar, adı barış ve bereket olan ve insanlar arasında dirlik - birlik ve kardeşliği tesis etmesi için gönderilen Hak dinleri nifak, ayrılık ve savaş sebebi haline getirdiler. Kendilerine emanet edilen bu cenneti cehenneme çevirdiler. Şimdi biz bir felaket öncesindeyiz ve belki de bugüne kadar kendilerini gizleyen bu yaratıklar, insanlarla konuşmaya, yani ilişki kurmaya geçmiştir.. Geçmiş bazı efsanelerde, gökten gelen varlıklardan söz edilir. Hatta bunların resmi de çizilmiştir. Ama olabilir ki bunlar günümüzün mesajcıları yerindedir ve bizimle bizim tekniklerimizi (radyo dalgaları, ses ve görüntü..) kullanarak iletişim kurma gayretindedir. İnsanları uyarıyorlar, bu gidişatın felaket olduğunu haber veriyorlar, yani artık bizimle konuşuyorlar ve bize Allah´ın ayetlerini ve Dinini anlamadığımızı söylüyorlar..
Neml:82 ve benzeri ayet ve hadislerin özel işaretleri ve önemli müjdeleri de: Pilotsuz hareket eden ve yerdeki kontrol merkezlerinden yönlendirilen insansız hava araçlarının ve Erbakan Hoca’nın kendi icatları olan diğer teknolojik savunma mekanizmalarının: Düşmanlara ait çeşitli bilgi ve görüntüleri kaydedip ilgili birimlere sinyal ve mesaj olarak gönderecekleri bilgilerini teyit etmeleridir.
Böylece, taklitçi ve nakilci bir kolaycılıkla din âlimi sanılan ve teknolojik üstünlüğe sahip Batılılara esaret ve teslimiyetten kurtulamayan kimselerin ve bunların peşinden sürüklenen aslında “Allah’ın ayetlerine ve Kur’an’ın hikmetli müjdelerine hakkıyla iman etmedikleri ve akıl erdirmedikleri” de belirlenecek; Erbakan’ın ve sadıklarının farkı ve fazileti de netleşip kesinleşecektir. Bu aynı zamanda yeni bir medeniyetin ve Adil bir Düzenin hâkimiyet haberidir.
Ragıp el-İsfahani, Müfredat adlı tefsirinde (s.165) "İnsanlarla konuşacağı" belirtilen bu dabbenin, o ana kadar bilinen görülen bir yaratık olmadığını özellikle vurgulayıp kıyamet öncesinde çıkacağını belirtir.. Ayette geçen "Fi´l-Ardi" (yerde) ifadesi de atmosferin içinde anlamına gelir. Çünkü Arz, atmosferiyle birlikte düşünülmesi gerekir. Arz kelimesinin (belirli isim) olarak kullanılması gösteriyor ki, bu yaratıklar atmosfer içinde görülecektir. Nitekim biz de UFO´ları ancak atmosfer içine girdikten sonra görebiliyoruz. Oysa onların atmosfer dışında görüldüklerini de biliyoruz. (Apollo 14´ün verileri) Müslümanlar 14 asırdır işte bu dabbeden (dabbetül arz) söz edip duruyorlar ama her asırda onunla ilgili tarifler değişip karma karışık bir hal alıyor.. Belki de bunların ansızın saldırıya geçecek -ki bu da olsa olsa insanlığın iman ve İslam’dan uzaklaşıp canavarlaşması sonucudur- uzaylılar olduğu söylenebilir. Çünkü bu dabbe ile ilgili rivayetlerin birinde onların saklı bir topluluk oldukları ve zamanı geldiğinde içine hapsedildikleri boyuttan çıkıp saldırıya geçecekleri belirtilir..
Tayr
Tayr kelimesinin bizi ilgilendiren şekliyle ilk geçtiği ayet Enam Suresi´nin 38. ayetidir. Bu ayette "Yeryüzünde hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir ´uçucu´ yoktur ki, sizin gibi kendilerine has kanunları bulunan bir topluluk olmasınlar" denilir. Burada ´tayr´ kelimesinden maksadın bilinen kuşlar olduğu açık seçik belli oluyor. Çünkü onlar "ümmet" (topluluk) diye nitelendirilmektedir. Cenab-ı Hak, "tairun yatiru bi cenaheyhi" diyerek iki kanatlı kuşlardan söz ettiğini özellikle belirtir. Ancak bir sonraki, ayette, Cenab-ı Hak, “Kitapta (anılması gereken) hiç bir şeyi eksik bırakmadık” , diyerek, bilinen ´dabbe´ ve bilinen ´tayr´ın dışında ilerde ve gelecekte karşılaşılabilecek diğer uçucuların veya canlıların da kendi yaratığı ve kendi kudreti altında olduklarını haber vermektedir. Kur´an-ı Kerim’de sık sık bu tür açıklamalar görülmektedir. Bir ayette Cenab-ı Hak, dönemin bilinen binekleri olan eşek, at, katır ve deveyi andıktan sonra,
"Biz onlar gibi nice binekler yaratmışız" diyerek, hem o dönemin insanlarına akla aykırı olmayan bir ibret dersi vermekte, hem de çağımızda artık tren, otomobil, uçak, roket, helikopter, insansız hava araçları ve gelecekte üretilmesi mukadder olan bineklere de işaret etmektedir.. Keza, bir başka ayet-i kerimede, Cenab-ı Hak insana, yerlerde, denizlerde ve göklerde geçitler ve yollar yarattığını söyler ki, bu ayet, bugün dünkünden çok daha derin anlamlar içermektedir. Nitekim teknoloji geliştikçe, ilmi çalışmalar yeni yeni gerçekler ortaya çıkardıkça Kur´an´daki birçok ayet de anlam kazanıyor ve ne demek istediği daha iyi anlaşılıyor. ´Tayr´ kelimesi de bu neviden bir kelimedir. Kur´an’daki her ´tayr´ kelimesinin kuş olmadığını bugün çok daha iyi anlıyoruz.
"Uçan Ümmet!"
Bu tabir etrafında biraz fikir jimnastiği yaptığımız zaman, kuşlarla birlikte, uzaylıları da bir ümmet kabul etmekte güçlük çekmeyiz. Hele "Biz kitapta anılmadık hiçbir şey bırakmadık" tenbihi, bizleri, bilinenlerin ötesinde, geniş düşünmeye sevk etmek içindir. Çünkü her ayetin hem umumi bir anlamı hem özel yanları vardır. Yani bütün zamanlara toptan hitap ettiği gibi, her bir zamana da ayrı ayrı göndermeler yapmaktadır. ‘Tair’ kelimesinin-Yasin Suresi´nde olduğu gibi- ´uğursuzluk´, ´vebal´ ve ´sorumluluk´ ifadesi taşıması da ilginçtir. Özellikle Mülk Suresi´nde uzaydan yapılacak saldırı ile birlikte düşünüldüğü zaman bu kelimenin neden çağımıza yönelik mesajlar taşıdığını anlamakta güçlük çekmeyiz..(27/47; 36/19) Nur Suresi´nin 41. Ayeti de ilginçtir. “Görmüyor musunuz, yeryüzündekiler de göktekiler de ve bölük bölük gruplar oluşturan ´tayr´lar da Allah´ı tesbih ediyorlar.” Ayette geçen "Men fi´s-semavati ve´l-ardi" ibaresi üzerinde özellikle durulması gereken bir ifadedir. Çünkü Arz kelimesi tekil olduğu halde ´Sema´ kelimesi çoğul kullanılmış. Yani "men fi´s-Semai" denmemiş de "men fi´s-semavati" denmiş. Oysa ayetin genel akışı içinde Sema kelimesinin ´tekil´ kullanılması daha makul görülüyor. Şayet bu kelime tekil kullanılmış olsaydı, Tayr kelimesinden ancak, atmosfer içinde hayatlarını sürdürebilen kuşları anlamak zorunda kalacaktık. Ayrıca ´men´ edatı da insanlar gibi bilinçli yaratıkları anlatmak için kullanılmıştır. Kuşlar için ´men´ edatı kullanılmaz. Peki, sema kelimesinin tekil değil de "semavat" (gökler) çoğul kullanılmasının hikmeti nedir?
Eğer, daha sonra gelen "et-Tayr" kelimesinden maksadın, bizim bildiğimiz ve sadece atmosfer içinde varlıklarını sürdürebilen kuşlar olsaydı, bu kelimenin de "sema" olarak kullanılması daha uygun olurdu. Oysa Semavat bütün katmanlarıyla "uzayı" anlatır. Demek ki, atmosferimizin dışında da bölükler oluşturarak yaşayan ve bir tür ümmet (yani topluluk) olan başka uçucular vardır. Kur´an onlara da işaret ediyor. Ve onların da kendilerine düşen vazifeleri bildiğini hatırlatıyor, ardından da "Allah" onların da ne yaptığını bilir” diyor.. Neml Suresi´nde ise Cenab-ı Hak, ´tayr´ topluluğu ile iletişim kurmanın yolunu gösterir. Hz. Süleyman bildiğiniz gibi bütün teknik kudretlerle donatılmış büyük peygamberlerden biridir. Bugünkü teknolojimizin ilk ipuçları hep O´nun mucizelerinde görülmektedir. Ses ve eşyanın ışınlanması, aktarılması, havanın taşıyıcılık özelliği taşıması (aerodinamik), rezonans, sesin gidiş ve dönüş zamanları, sesin hızı, insan dışı yaratıkların bayağı işlerde kullanılması (mesela cinlerin Süleyman Tapınağı´nda bilfiil çalıştırıldıkları Kur´an´da zikredilir) gibi.. İşte insan dışı yaratıklarla irtibat ve iletişim kurulabileceğini de Hz. Süleyman´ın lisanından aktarılan şu ayetten anlıyoruz; Süleyman Davud´a varis olup dedi ki; Ey İnsanlar! Bize ´mantıku´t-tayr´ öğretildi ve bize her şeyden verildi (Neml, 16) Burada bizi ilgilendiren "mantıku´t-tayr"dır. ´Mantık´, ´nataka´ kelimesinin mastarıdır. Nataka ´söz söyledi´ ´(adam) konuştu´ demektir. Kuşların konuşmasını anlatmak için ilk etapta akla gelmesi gereken bir fiil değildir. Bunun yerine ´kelleme´ filinin mastarı olan ´tekellüm´ de kullanılabilirdi, ama kullanılmamıştır. Çünkü tekellüm, doğrudan insana bakar. İnsanın konuşmasına ´tekellüm´ denir. Buradaki konuşma ´mantık´ kelimesinin ikinci anlamı olan ´makuliyeti´ de çağrıştırır. Böylece ´uçan´ cin topluluklarına veya diğer uçucu varlıklarla kurulacak iletişimin insanların konuşmasına benzemediği hatırlatılır. Nataka´ kelimesi cansız varlıklar için de kullanılır. ´Nataka´l-avdu´ (ses çıkardı) anlamınadır. Yani ´nataka´ fiili, zihinsel iletişimi ve ´sinyal´leri çağrıştırır.
Demek ´uçucularla´ yapılacak muhabere veya iletişim ancak sinyallerle olacaktır. Bildiğimiz kelimelerle değil.. Nitekim atmosfer dışı varlıklarla insanların kurabildiği iletişimler radyo dalgaları ve sinyallerledir.. Bunun gibi, insansız hava araçları ve Erbakan Hocanın bahsettiği diğer teknoloji harikaları da sinyaller ve radyo dalgalarıyla yönlendirilmektedir. Bu ayette Hz. Süleyman, insanlara uzaylılarla iletişimin yollarını öğretmektedir. Bunun bildiğimiz dil formlarıyla değil, daha evrensel bir iletişim yolu olacağını bildirmektedir. Nitekim ´tekellüm´ iletişim kurma biçimlerinin en alt tabakasıdır. Balinaların iletişimi bile biz insanların iletişiminden daha ilginçtir.. Yukarıda zikrettiğimiz ayetten iki adım sonra gelen ayette de Süleyman´ın karıncalarla kurduğu iletişimde ilginçtir. Hz. Süleyman’ın insanlar, cinler ve ´tayr´lardan (bu kelime maalesef bütün tefsirlerde ´kuş´ diye geçer. Çünkü o dönemlerde bilinen tek uçucu kuşlardır) oluşan ordusu Neml Vadisi´ne girdiği zaman Süleyman aleyhi´s-selam, karıncalar kralının kendi halkına "Ey karıncalar yuvalarınıza çekilin. Süleyman´ın ordusu sizi bilmeden ezebilir." dediğini duydu. Bu duyuşun ve algılayışın bizim bildiğimiz tarz olmayacağını pekâlâ tahmin edersiniz. Nitekim Süleyman, bu çağrıyı duyup algılayınca tebessüm etti ve "Bana verdiğin nimetlerle beni azdırma ya Rabbi" diye Allah´a dua ve şükretti.. Enbiya Suresi, 79. ayet, Sebe´ Suresi 10. ayet ve Sad Suresi 9 ve 19. ayetlerde dağların ve kuşların Hz. Davud´a baş eğdirildiği ve de onun emrine verildiği belirtilir. Burada söz konusu ettiğimiz ayet Sebe´ Suresi´nin 10. ayetidir. Bu ayette Allah, dağları kuşları Davud´un emrine verdiğini anlattıktan sonra, ona madenleri eritmeyi öğrettiğini de hatırlatır. Birbiriyle alakasız gibi görülen üç şey peş peşe sıralanır. Oysa bugün bu üç unsur arasında çok rahat ilişki kurma imkânımız vardır: Dağlar her türlü madenin kaynağıdır. Onların Davud´un çağrısına aynıyla karşılık vermesi, hem aksi sedaya (eko) işaret vardır, hem de madendeki ses özelliğine dikkati yoğunlaştırır. Dağların canlı gibi Davud´a ses vermesi, kuşların ona boyun eğmesi ve madenlerin ilk defa onun tarafından eritilmesi birer mucize olarak aktarılır.
Muhyiddini Arabî: Şam’da büyük bir savaş çıkacak!
Şimdi İbn-i Arabî’nin, "Fi Muallak-ı Gayb-ül İlm"ini okuyorum. Nedenine gelince, bir dostum telefonuna gönderilen bir mesajı gösterdi. Şöyle yazıyordu: "Dini Necm eden adam'ın alameti 28 kez ihrama girmesidir. O, zalim hükümdarlar düşürüldüğünde ölür. Müslümanların üzerine feci bir savaş çıkar. Bu esnada dini necm eden adam'ın öğretilerini üstlenen bir kumandan, Müslümanlardan oluşan bir ordu teşkil eder ve Kudüs feth olunur"
Mesajda bu ifadelerin kaynağı olarak; İbn-i Arabî’nin “Gayb-ül İlmi” gösterilmiş, ancak kitapta bunun aynısına rastlayamadım.
Ama başka ilginç ifadeler vardı. Mesela İbn-i Arabî’ye göre;
“Deniz'de büyük karışıklık çıkacak. Müslüman hükümdarlardan biri öldürülüp ortadan kaldırılacak. Kıble yönünde büyük bir savaş başlayacak.
Kırmızı tenli bir kişinin başında büyük bir fitne kopacak.
İnsanlarda göğüs hastalıkları artacak.
Batı ülkelerinde kargaşalıklar çıkacak.
Şam vilayetinde büyük bir savaş patlayacak.
Pahalılık artacak. Buğdayın batmanı bir altuna çıkacak.
Şam'da çıkan savaş sene sonuna doğru bitecek.
Padişah azledilip yerine bir başkası oturtulacak...”
Deniz'de çıkacak karışıklığı: Basra körfezi ya da Akdeniz'e,
Öldürülecek Hükümdarı: Kaddafi'ye, Hüsnü Mübarek’, Beşar Esad’a,
Batı Ülkelerindeki kargaşayı, Yunanistan ve İtalya – İspanya krizi ve Wall Street eylemcilerine,
Artan göğüs hastalıklarını; akciğer kanserine ve tehlikeli gribal salgınlara yorarsak, 2012 ve sonrası oldukça hareketli geçecek demektir.
Biz yine İbn-i Arabî’nin üslubuyla bitirelim:
"Her şeyin en iyisini Allah bilir"[2]