Bu Blogda Ara

30 Ağustos 2009 Pazar

MELEK- İBLİS

ALLAH ahad, tek varlıktır. Fakat bakış açısına göre değişebilen mertebelere sahiptir. İnsan dünyâ yaşamında ALLAH’ın mertebelerine kendi algılamasına göre bakabilir. Duyularına göre varlığı sınıflar. Varlığın oluşumunu, her varlık mertebesindeki canlılık/bilinçlilik hallerini kendi şimdiki durumuna göre tanımlar.



İnsan cüzî akıl ve duyular aracılığıyla çokluktan tekliğe doğru bir varlık sınıflaması yapar. Buna “tümevarım” diyebiliriz.

Tümevarıma göre zerreler birleşerek cisimleri oluşturur. Cisimler canlı, cansız olarak ikiye ayrılır. Canlılar; bitki, yarı bitki yarı hayvan, hayvan, cin, insan, melek olarak aşağı mertebeden yukarı mertebeye doğru sıralanır.



Cüzî aklın ve duyuların yaptığı sınıflamayı bilim-akıl çıkışlı mistikler fiillerin, isimlerin ve sıfatların tevhidi (tekleştirilmesi) ile ifade ederler. Tümevarım yöntemi “bilim-akıl mistisizmi”nde “çokluktan tekliğe yükseliş” olan; “her fiil, her isim (mânâ), her özellik TANRI’ya aittir” hükmü ile karşımıza çıkar.



Bilimin-cüzî aklın-duyuların tümevarımı ya da bilim-akıl mistisizminin tevhidi olan “çokluktan tekliğe yükseliş” belli bir noktada tıkanır. Varlığı ve varlık mertebelerini açıklayamaz hale gelir.



Bilim; “Hiçbir şey yoktan var olmaz, hiçbir şey vardan yok olmaz” vehimi (zannı) ile aklın tıkanma noktasına ulaşır. Bilim-akıl mistisizminin tevhidi de aklın ve duyuların algıladığı kadarını “tek şey” yapar ve o “tek şeye” de “TANRI” demek zannına kapılır.



Bilimin, cüzî aklın ve temeline bilim ve cüzî aklı alan mistisizmin tıkandığı noktada küllî aklın tecellisi olan “risalet ilmi; vahiy” ve “velayet ilmi; keşif/ilham” devreye girer. Risalet ilminde ve velâyet ilhamında “vehim/zan” oluşmaz.



***

ALLAH’ın kendi zâtındaki mânâları mertebe mertebe açığa çıkarmasını tümdengelimin velâyet ilhamı ile bir örnek üzerinde açıklayalım. ((( İbni Arabî’nin ilhamı ile açıkladığı bir konu ))).



ALLAH’ın kendi mânâlarını seyri kendi hakikatine olan aşkından doğmuştur. Aşk ise ateştir, ısıdır, enerjidir, kudrettir. Âlemler “aşk”dan doğduğu için ilk anda tüm varlık ateş (enerji/kudret) halinde idi. Aşk ya da aşk’dan doğmuş olan ateş halindeki varlık âlemi en yüce mertebedir. Ateş yayılma genişleme özelliği gösterir. Ateş yayıldıkça, genişledikçe soğumaya başlar. Soğukluktan “hava”, “toprak” ve “su” oluşur.



Âlemler ve dünyâ henüz ateş halinde iken “bedeni” ateş olan “can” (beş duyumuzun algılamadığı bilinçler melekler ve cinler) var idi.



Meleklerin varlığı saf zehirsiz ateş (nur) ve cinlerden olan İblis’in varlığı da ateşin zehirli kısmından (nar) idi. Ateş soğudukça “toprak” seviyesine inmeye başladı. Topraktan oluşan “İnsan” ateşten oluşan İblis’e göre daha “aşağı” mertebede idi. İblis’in iddia ettiği üstünlük varlığını (bedenini) oluşturan unsurlar yönü ile görünen zahri bir gerçek idi.

kariyb:
İnsan’a göre ise toprak mertebesi diğer üç unsuru (ateşi, havayı, suyu) da kapsar. Bu kapsama nedeniyle insan varlığın oluşumu açısından meleklere ve İblise göre daha sonradandır, daha alt mertebede görünür. Fakat toprağın tekrar ateşi, suyu ve havayı oluşturması açısından ise daha kapsamlı ve daha küllîdir.



Ateşin toprağa secdesi yâni ateşin toprak olursa daha kâmil olacağı İblis’in çözemediği bâtınî bir gerçek idi.



***



İbn Arabî’nin “ilham” ile ulaştığı bilgiye insanlık sekiz yüz yıl sonra “bilim” teorileriyle yaklaşabilmiştir.



Arabî’nin aşktan doğan ateş, ateşin yayılması-genişlemesi, soğuması, havayı, suyu, toprağı oluşturması, meleklerin, İblis’in ve insanın bedenlerinden bahsetmesi gibi ifadeleri tamamen mecazi anlatımdır. Küllî aklı ile algılamış olduğu evrensel gerçekleri kendi döneminde kullanabileceği kelime kalıplarıyla ancak mecazi olarak anlatabiliyordu.



Bazı mecazları günümüz anlayışına göre şöyle yorumlayabiliriz.



ALLAH’ın kendisine olan aşkı:



Aşk ya da sevgi iki ayrı birim arasında oluşur. ALLAH’dan başka varlık olmadığı için ALLAH’ın kendisine olan aşkı “Ahad Varlık” anlamına dönüşür. ALLAH ismi ile anlatılan hakikatin “Ben kendimi seveyim, ben kendime âşık olayım” diyeceğini düşünemeyiz.



Aşktan doğan ateş:



Aşk sonsuz ve sınırsız olan Hakk’ın varlığıdır, zâtıdır. Ateş, sınırsız varlığın ilmidir. Âlemlerin ilk mertebesi sonsuz-sınırsız olan Hakk’ın kendi zâtı, ikinci mertebesi ilimdir. İnsanın algıladığı evren başlangıçta çok yüksek ısılı bir ateş topu halindedir. Ateş topu “aşk”ın “ilim” şeklinde yansımasıdır/tecellisidir. Varlık, âlem ya da evren olarak isimlendirilen Hakk’ın ilmidir. İlim Hakk’ın zâtındaki sonsuz mânâlardır.



Ateşten doğan melekler ve iblis:



Melek tüm varlığı oluşturan en saf ateştir (enerji/güç/kuvve/nur). Varlık melek boyutunda iken en güçlü zikir halindedir. Sürekli hatırlama, sürekli tekrar anlamındaki zikir bir nevi “titreşim”dir. Çok yüksek, çok güçlü titreşim ısıyı-ateşi oluşturur. Varlığın en yüksek zikri en yüksek ısılı ateş hâlini yâni nur melekiyet hâlini oluşturur.



Zikir (titreşim/hatırlama) azaldıkça ısı düşer. Isının düşmesi bir alt boyutu… cin/iblis boyutunu oluşturur. İblis’in daha önce mekeklerle birlikte olması ve kendisini melek zannetmesi bir üst boyuttaki özünü mecazi olarak ifade etmektedir. İblis’in varlığını oluşturan titreşim (dalga boyu) melekiyet dalga boyuna göre daha düşüktür.

kariyb:
Melekiyeti tarif eden zehirsiz, saf ateş “nur” olarak tanımlanmaktadır. Cin/İblis boyutunu oluşturan titreşim (dalga boyu) zehirli ateş ise “nar” olarak tanımlanır.



Zikir (titreşim) seviyesi düştükçe ısı da düşer ve “toprak” boyutu yâni “biyolojik beden boyutu” başlar.



Bu kısım ile ilgili birkaç âyet:



4-) Lekad halaknel`İnsane fiy ahseni takviym;

(Böylece) hakikaten biz insan’ı en güzel bir sûrette yarattık.



5-) Sümme radednahu esfele safiliyn;

Sonra da onu esfele safiliyn’e (madde boyutuna, tabiat şartlarına) reddettik (döndürdük, attık). (Tîn, 95/4-5)



76-) Kale ene hayrun minh* halakteniy min narin ve halaktehu min tıyn;

(İblis) dedi ki: “Ben daha hayırlıyım ondan; beni Nar’dan (manyetik beden?) halkettin, onu tıyn’den (hücresel yapıdan/[çamurdan/topraktan]) halkettin” dedi. (Sâd, 38/76)



15-) Ve halekalCanne min maricin min nar;

Cann’ı (cinn sınıfını, cinn ve şeytan’ın babasını?) da dumansız ateşten yarattı. (Rahman, 55/15)



***

Günümüz bilimi bu mecâzi anlatımı matematik, fizik ve kimyânın sayısal dili ile anlatmaktadır. Evrenin “nereden ve nasıl geldiği”ne cevap veremeyen bilim evrenin ilk anını çok yüksek ısıdan oluşan bir enerji patlaması olarak tanımlar. “Nereden ve nasıl geldi?” sorusunun cevabını dine ve mistisizme bırakmak zorunda kalır.



Bilime göre ısının saniyenin milyarlarda biri gibi kısa bir sürede yayılması ve derecesinin düşmesiyle atomu oluşturan parçalar ortaya çıkmıştır. Isı hâlâ çok yüksek olduğu için elektronler, nötronlar, protonlar ve daha alt parçacıklar bir plazma (çorba) kıvamında bir müddet kalır. Genişleme ve ısı düşmesiyle atomlar oluşur. Atomlar değişik formüller halinde sıralanarak elementleri (metalleri ve gazları) oluşturur. Gazlar ve tozlar (metal parçacıkları) bulutumsu kümeleri (nebulaları) oluşturur. Bulutumsular merkeze çökerek yıldızları, gezegenleri oluşturur. Yıldız etrafında soğuyan gezegenlerde ise su, hava ve toprak gibi bileşiklerden de canlılık başlar.

kariyb:
Bilimin bu sıralamasına göre dini ve mistik düşünce zehirli ateşten yaratılan İblis’i insandan çok çok önceki ilk anlardaki “bilinçli varlıklar” mertebesine oturtur. İnsanı ise evrenin ısısının eksilerin altına düştüğü çok yakın zamana ait canlılı mertebesine indirir.



***

Kur’an’ın verdiği ALLAH, Melek, Cin/İblis ve İnsan arasında geçen konuşmalar Risalet ilminin tümdengelim yöntemiyle sunduğu mecâzi bilgilerdir. Bu bilgilerin niçin mecazlar halinde sunulduğu yine Kur’an’da açıklanmaktadır:



106-) Ve Kur’ânen feraknahu li takraehu alen Nasi alâ müksin ve nezzelnahu tenziyla;

Ve bir Kur’an (furkan ettik; Hakk ile batılı ayıran bir nesne kıldık)... O’nu biz farkettik (birbirinin mütemmimini/tamammını bölümlere ayırdık, farkları açıklayarak farkettiren bir OKUma metni kıldık) ki, insanlara O’nu acele etmeden/ağır ağır/hazmetmelerine imkan tanıyarak/kabiliyyetlerini dikkate alarak kıraat edesin... Biz O’nu tenziyl ettik (kısım kısım, ayet ayet indirdik). (17/106; B Meal)


17-) Ve lekad yessernel Kur’âne lizZikri fehel min müddekir;

Andolsun ki Kur’an’ı zikr (okumak; tefekkür, tezekkür) için kolaylaştırdık (sembolik anlatımla, soyut sözcüklerle, Arabi lisan üzere indirdik)... Öğüt alıp idrak eden yok mu?. (54/17; B Meal

***
Kur’an her çağın idrâkine göre hitap mucizesini korumaktadır. İbn Arabî gibi zâtlar… ve günümüzde yaşayanlar,Kur’an’ı zamanlarınının akıl ve bilim düzeyine göre yorumlamışlardır.

Gelecek çağların insanları da İbn Arabî gibi zâtların ve günümüz âlim ve bilgelerinin yorumlarına dayanarak kendi zamanlarının bilim düzeyine göre Kur’an’ı ve hadisleri yeniden yorumlayacaklardır.

ATOM VE ÜST BİLİNÇ

… uyarı..
... tüm örneklemeler
beş duyu mantığının
dört boyutlu evrenine
hitap etmek için
oluşturulmuş mecazlardır,
zâhirî ve bâtınî olarak hiçbir görüntüsel değerleri yoktur…

Tabiat (doğa) olarak kabul edilen madde ve enerji boyutu Hakk’ın tüm esmâsının (sonsuz mânâlarının) ve sıfatlarının (sonsuz özelliklerinin) görünüş ve olaylar şeklinde açığa çıkma yeridir.

Dünyâ “ dûn” kökünden türetilmiş bir isimdir. “Dûn”; alçak, alçaltılmış anlamındadır. Dünyâ da daha üstün mekân olan ahirete göre değeri daha düşük seviyede bir yer olarak tanımlanmıştır. Halbuki dünya (tabiat/doğa) her zerresinde tüm üst boyutların sonsuz mânâlarını ve özelliklerini taşıyan bir fırsatlar mekânıdır.

İnsanın kendisini ve aradığı her şeyi bulabilme şansı sadece dünyadaki kısa yaşamına bağlıdır. Bu nedenle dünyâ (tabiat/doğa) özünde taşıdığı değerlerle çok “mükemmel” bir boyuttur. Sonsuzluğun sonlu görünüş altındaki bir çekirdeğidir.

***

Dünyâ ALLAH’ın sonsuz mânâlarının ilâhî nefes ile (hayat sıfatı ile) isimlerin (mânâların) görünüşe geldiği yerdir.

Dünyâ (madde/enerji/tabiat) Ulûhiyetin (ALLAH’ın mânâlarını seyir boyutunun) dış görünüşüdür. Dünyada ALLAH’ın sonsuz mânâlarını açığa çıkaran dört kuvvet (dört rahmani nefes) vardır.

1. Ateş… ilâhî sevginin ısısıdır.

2. Hava… İlâhî sevginin her zerreyi kapsamasıdır.

3. Toprak… İlâhî sevginin her zerreyi koruyup geliştirmesidir.

4. Su… İlâhî sevginin ilâhî ilmi her zerreye ulaştırmasıdır.

Bu dört unsur olmasaydı hayat olmazdı. Hayat olmasaydı ALLAH’ın mânâlarının meydana çıkması ve kendini göstermesi mümkün olmazdı.

Hayatı oluşturan ise ALLAH’ın kendi hakikatine âşık olmasıdır. Bu sır bir şiirde şöyle dile getirilmiştir:

Gözün aç var mı ey gâfil cihânda olmayan âşık
Kuruldı aşkile âlem zemin ü âsumân âşık

Nedir bu hâl-i hayret-bahş pîr âşık cevân âşık
Kim âşıktır kime âşık niçin eyler figân âşık
Hudâ âşık Resûl âşık bütün kevn ü mekan âşık

( Abdülbâki Baykara Dede )

kariyb:

Nefes-i Rahmânî (Rahmân ismindeki sonsuz mânâların var oluş boyutunu oluşturması) dâima etken haldedir. Ve dünyâ (tabiat/doğa) Rahmân’ın nefesinin bu kesintisiz etkisi ile sürekli bir takım sûretler üretir (tekvin eder/var eder/yaratır). Bu var ediş sisteminin durması, durdurulması ve ya var edişe ara verilmesi gibi bir durum yoktur.

Bu gerçeği ifade etmek amacıyla İlâhî isimlerin kesintisiz etkenliği “erkek doğası”na, isimlerin etkisiyle sûretleri yüklenerek açığa çıkaran “tabiat” da “dişil doğa”ya benzetilmiştir.

Sınırsız sonsuz varlık boyutlarında hâlen mevcûd olan birimlerin ve bilinçlerin geldiği yer “Rahmân’ın nefesi”dir. (Esmâ boyutundan gelmektedir).

***

Mezopotamya, Mısır ve Ege gibi eski dünyâ uygarlıklarından “atomun keşfine” kadarki süreçte varlığın dört unsurdan (anasır-ı erbaa) oluştuğu tezi geçerli olmuştur. Bu dört unsur; ateş, hava, toprak ve sudur. Bazı kaynaklarda varoluşun dört unsuru; harâret(sıcaklık), bürûdet (soğukluk), yubûset (kuruluk) ve rutûbet(nem/ıslaklık) olarak da işlenmiştir.

Atomun keşfi ile dört unsur tezi yıkılmış ve tüm evrenin temel element olan “hidrojen” atomundan oluştuğuna inanılmıştır. Atomun parçalanışına kadar bu inanış “bilim felsefesi” çevrelerince “değişmez gerçek” kabul edilmiştir.

Atomun parçalandığı, uzayda “hacim ve kütle” özelliği göstermeyen “parçacıkların” keşfedildiği günümüzde evrenin yapısı yeniden araştırılmaktadır. Şimdilik varılan sonuç; evrenin hacmi ve kütlesi olmayan enerji paketleri ve ya enerji dalgalarından oluştuğudur. Bu sonuç ile “esmâ boyutu” (ALLAH’ın sonsuz mânâları, sonsuz ilmi) ve “âyan-ı sâbite” (ALLAH’ın ilmindeki sanal varlık birim ve boyutları) gibi tasasvvufi tanımlar arasında bağlantılar kurabiliriz.

Binlerce yıl önce evrenin (varlığın) yapıtaşını dört unsur esasıyla yorumlayan insanlık düşüncesini yanlış olarak değil, o zamanların bilim anlayışına göre yapılan açıklamalar olarak değerlendirmek gerekir.

Dört unsurun aslında “tek bir şey” olduğuna inanılmakta idi. Temel unsur olarak “su” ve ya “ateş” kabul edilmekte ve diğer unsurların tek unsurun dönüşümü olduğu kabul görmekteydi.

Geçmişin kabulü ile günümüz bilimi arasında bağlantı kuralım… mesela “su”yu analiz ettiğimizde karşımıza “hidrojen” ve “oksijen” elementleri çıkmaktadır. Hidrojen atomu evrenin çoğunluğunu oluşturur. Diğer elementlerle kolayca bileşik yapar.

Her şeyin sudan var edilmesini ya da su ile yaşam bulmasını evrenin yapıtaşının atom boyutunda “hidrojen” olduğu şeklinde düşünebiliriz. Atomun alt boyutlarına inildikçe ulaşılabilen parçacık ve ya enerji alanlarına göre evrenin yapısı hakkında farklı teoriler oluşmaktadır.

kariyb:

Evren gök cisimleri (yıldızlar ve gezegenler) ve aralarında ışık yılı ile ölçülen boşluk olarak görünmektedir. Eski uygarlıkların çoğunluğu böyle düşünürken… İslâm düşünürleri, mutasavvıfları ve Hind-Çin düşüncesi evrende “boşluk” olmadığına inanmakta idi.

İslâm düşünürleri evrenin “esir” denilen şeffaf, gözle görülmez, ağırlığı olmayan zerrelerle ve zerrelerin oluşturduğu tümellikle “dolu” olduğunu söylemektedirler. Hind-Çin düşüncesi ise evrenin “pozitif-negatif/ iyi-kötü / ying-yang” güç ile dolu olduğuna inanmaktadır.

Modern bilim çağında evrenin önce enerji dalgalarıyla dolu olduğu keşfedildi. Hatta enerji, madde, kütle ve hacimin/uzayın tek bir yapının değişik görünüşleri olduğu kabul edildi.

Son zamanlarda ise teorik fizikçiler “anti madde ve ya karanlık madde”den bahsetmektedirler. Teoriye göre… evrende algıladığımız madde/enerji yanında algılayamadığımız eksi ağırlıklı ve eksi yüklü görünmeyen bir madde/enerji vardır. Evrenimiz sadece madde/enerji değil, madde/enerji ve antimadde/antienerji bütünlüğüdür. Herşeyin çift yaratılması… her şeyin zıttı ile var olabileceği şu âyetler ışığında düşünülebilir.

36-) subhanelleziy halekal ezvace külleha mimma tünbitül Ardu ve min enfüsihim ve mimma lâ yalemun;

Arz’ın inbat ettiği (bitirip büyüttüğü) şeylerden, nefslerinden ve daha bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Subhan’dır!.

37-) ve ayetün lehümülleyl neslehu minhünnehare feizahüm muzlimun;

Onlar için bir ayet te gece’dir... Ondan gündüzü (can nurunu) soyup-sıyırıp çekeriz de hemen onlar zulmet/karanlık içinde kalanlar olurlar.

Evrenin yapısı hakkındaki bu düşünce aşamalarını Kur’an âyetleri yardımı ile tekrar tefekkür edebiliriz.

11-) Sümmesteva ilesSemai ve hiye duhanün fekale leha ve lil Ardı`tiya tav`an ev kerha kaleta eteyna taiıyn;

Sonra duhan (duman, öz) halindeki Sema’ya istiva etti/yöneldi de ona (Sema’ya) ve Arz’a dedi ki: “Tav’an (isteyerek) yahut kerhen (zorunlu olarak) gelin ikiniz”... İkisi dediler ki: “İsteyerek/ (emrine) itaat ediciler (iki’den fazla, çoğul kipi ile?) olarak geldik”. (Fussılet, 41/11,B Meal)

kariyb:

Duhan ;duman, öz, esir, enerji dalgaları, anti madde, karanlık madde... olarak yorumlanabilir.

İsteyerek ve ya istemeyerek itaat etmek; enerji ve maddenin fizikteki dört temel kuvvet yasasına göre varlık boyutlarını oluşturması olabilir. Bu kuvvet yasalarında birbirini çekme (isteyerek gelmek) olduğu gibi itme (istemeyerek gelmek) özellikleri de mevcuttur.

Eski düşüncenin dört unsuru tek unsur olarak kabulü gibi modern bilim de dört temel kuvvetin tek bir kuvvet olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır.

Vahye dayalı kitaplarda da dört büyük melekten bahsedilmekte ve dört meleğin kuvvetinin sadece ALLAH’a ait olduğuna sık sık işaret edilmektedir.

***

Dünyâdaki bilinçlere etki eden ve dünyanın bir üst boyutunda yer alan ruhsal varlıklar vardır. Onlara “yüce ruhlar” (ervah-ı ulviyye)” denilir. Kendilerine has görünümleri olduğu için varlıklarını madde boyutundan kuvvetlerini ise Rahmani nefesten (ALLAH’ın Rahman esmâsı ile açığa çıkarış sisteminden) alırlar.

Yüce ruhlar kavramı uzay boşluğunda gezinen “mânevî varlıklar” şeklinde anlaşılmamalıdır. “Yüce” kelimesi ile “beş duyunun kavrayamadığı”na ve “ruh” kavramı ile de “bilinçli yapı”ya işaret edilmektedir.

Eski uygarlıklarda ve İbn Arabî dönemlerinde iç içe yedi kat gök boyutu (felekler/çoğulu; eflâk) düşünülmüş ve her boyut bir altın üstü ve üstünü kabul edilmiştir. En alt felek dünyâ boyutu en üst felek ise madde âleminin bittiği sonsuzluk olarak düşünülmüştür. Feleklerin (göksel boyutların) kendi merkezlerinde dönüşleri ve birbirlerine olan etkilerinin yaşamı oluşturması o dönem mantığı ve insanların anlayabileceği benzetmelerle ifade edilmiştir. Burçlar ve gezegenler felekler arasında taksim edilerek astrolojik etkileri sistematize edilerek araştırılmıştır.

kariyb:

Yirminci yüzyıla kadar bu inanış sürmüştür. Atomun bilimsel denklemlerle keşfi, uzayın süper teleskoplarla keşfi yeni bir varlık yapılandırması düşüncesini (varlık felsefesini) oluşturmuştur.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra ve dijital bilgi döneminden sonra uzay araçlarının evrenin derinliklerine ve sonsuzluklarına olan yolculuğundan alınan verilerle varlık ve var oluş düşüncesi yine değişmiştir.

Aslında yavaş yavaş değişen bazan da (son çeyrek asırda olduğu gibi) aniden değişen varlık ve var oluş yorumundaki değişim “göze göre/zâhirî” olandır. Öz ve özün ifadesi en temelde neredeyse değişmeden kalmaktadır.

Meselâ birimlerin cansız, bitki, hayvan, cin, insan, melek olarak sınıflanması ve insanın en dipten (esfel’den) en yükseğe (alâ’ya) kadar her boyutu kapsaması değişmeyen öz düşüncedir.

Her şeyin tek şeyde tek şeyin her şeyde aynı olması… evrenin büyültülmüş insan, insanın küçültülmüş evren olması… gibi tanımlamalar da değişmeyen öz düşüncelerdendir.

Geçmişte İbn Arabî ve diğer âlimler ve sûfîler insanın, dünyanın ve dünyayı çevreleyen feleklerin ruhundan bahsedilmekte idi. Yirminci yüzyıl ortalarında Ahmed Avni Konuk gibi bilimsel düşünebilen sûfîler “ruh” kavramını atomdan galaksi yapısına kadar genişleterek anlattılar.

Daha sonra… Atomun alt parçacıklarına inildikdi. Bir atomun kendi alt parçacıkları yanında dev bir galaksi gibi olduğu anlaşıldı. Daha derine inildikçe, zamanın ve mekânın yok olduğu hız tünellerinde ışık hızına yakın çarpıştırılan atomlarla-parçacıklarla “deneylenince”… Maddeye, enerjiye ve uzaya bilim “tek bir yapı” olarak bakmaya başlamıştır. Ve var oluş düşüncesi atom ve galaksi sınırını aşarak yeniden anlatılmıştır.

***

“Üst madde” düşünce tekniği ile şöyle bir sıralama yaparak ve hayalimizi kullanarak “yüce ruhlar” kavramını anlayabiliriz.

Evrende ağırlığı ve hacmi olmayan fakat etkisi hissedilen bir parçacık (kuant) bir “birim ve yapıdır”. Kuant’a özgü bir bilinç (kendi varlığını bilmek) durumu vardır. Kuantlar birleşerek “atom” topluluğunu yâni elektronu, protonu ve nötronu oluşturur.

Bir kuant (parçacık/güç-kuvvet alanı) kendisinin kuant olduğunu bilir fakat trilyonlarca kuanttan oluşan bir nötronu, bir protonu bilmez. Kendi algılama sistemine göre kendisinin bir üst boyutu olan nötronu, protonu zahiren göremez. Proton (ve diğer birimler) kuanta göre “yüce ruh”tur / “bir üst bilinç birim”dir.

28 Ağustos 2009 Cuma

Hayat Ağacı-kundalini-çakralar


Kaynağı Ruh-u Azâm olan kozmik hayat (yaşam) enerjisi (nur/prana), süptil bedende üç ana kanal boyunca hareket eder.
Sol ve sağ kanallar (ida ve pingala nadi), omurilik boyunca uzanan üçüncü kanalın (sushumma nadi) çevresinde (tıpkı bir asa etrafında dolanan iki yılanı içeren modern tıbbın sembolü kadüste olduğu gibi) spiral şeklinde dolanırlar.
Bu iki kanal, eril ve dişil, pozitif ve negatif, sıcak ve soğuk, objektif ve subjektif, dışsal ve içsel gibi nitelikler içerir.
İşte tekamül, bu kanallardaki enerjilerin dengelenmesi sürecidir. Orta kanal ise aydınlanma kanalıdır.



....Üç ana kanal kuyruk sokumunda bir araya gelir. Eğer yaşam enerjisi sol ve sağ kanallardan dengeli olarak bu noktaya inerse, “uyuyan yılan” olarak sembolize edilen kundalini'yi uyandırırlar. Uyarılan kundalini orta kanaldan yukarıya doğru yükselir. Kundalini enerjisi, bazı ana çakraları (enerji kilitleri/enerji düğümlerini/psişik enerji merkezlerini) açarak (tıkanıksa), yükselir. Kundalini yılan şeklinde tasvir edilir ve spiral şeklinde kıvrılarak yükselir. Vahye dayalı ilâhi kitaplarda tepe noktasına ulaşmış kundalini "âsâ" olarak sembolize edilir.

- İnsanda olduğu gibi, Dünya, Güneş Sistemi ve diğer yıldız sistemlerinin, galaksilerin ve evrenin dahi prana ve kundalini'si vardır. Bu konudaki tüm anlatımları evrensel boyuta genişletebilirsiniz. Mikrodan makroya kadar tüm evren aynı sistemle çalışır. Örneğin Kâbe, Dünya'nın tepe çakrası(Sahasrara)'dır kanımca.. Dünya'daki kundalini tepe çakrası'na o noktada ulaşmıştır diye düşünüyorum. Bu konuda yine başka bir düşüncem de şu: Dünya'daki kundalini'nin tepe çakrası'na (Kâbe noktasına) ulaşmasının, İbrahim aleyhisselâm zamanında olması ihtimali yüksek.. Çünkü Dünya'nın da bir bilinci var ve bu bilinç yeryüzündeki tüm canlıları kapsayan bir bilinçtir. Her bilinç seviyesi gibi Dünya bilincinin de olgunluğa erişmesi söz konusudur kanımca...

- İlk yapıldığında Kâbe'nin üstü açık olduğu rivayet edilir. Bu rivayete göre, İbrâhim aleyhisselâm sadece dört duvar inşa etmiş, üstü sonradan örülüp kapatılmıştır. Bu açıklık sonsuzluğu temsil eder. Dört duvar ise, arşı taşıdığı söylenen dört melekî güçtür. Hani şu kıyamette sayısı sekiz olacak olan melekî güçler. Dört melekî gücü küp şekli (Kâbe) tanımlıyorsa, kıyamette sekiz olmasını da hiper küp gibi bir şekille tanımlayabiliriz herhalde.. Ancak tanımladığımızı kavrayamayız. Üç boyutlu evreni algılamaya programlı bir bilincin hiper küpü hayal etmesi oldukça zordur kanımca... O halde bu sekiz melekî güçü kavramak da oldukça zordur, şimdilik hiç girmeyelim o konuya... Allah nasib ederse başka bir gün, belki!..

....Kâbe ise, Allah Zatı'nı ve sıfatlarını simgeler. Mısır'da bunlar olurken hemen hemen aynı devirde yaşamış olan İbrahim aleyhisselam, firavunların piramitlerle insanı yüceltip ilahlaştırmalarından sonra, Kâbe ile insanı oradan indirmiştir ve Allah Zat'ını yüceltmiştir bir bakıma.. Bu sebeple Zat'ın bilinmezliğini temsilen, Kâbe'nin üstü açık (şimdi ise, sanki firavun devrine bir dönüş gibi örülü olan!) dört duvarlı ve siyah taştandır Kâbe. İnsan ise, Kâbe üzerinde küçük siyah bir taşla (nokta ile), yani hacer-ül esved taşıyla temsil edilir. Mutlak olan Zat'tır, insan yeryüzünde O'nun mânâlarını yansıtan bir kuldur (nokta) sadece... Çerçeveli ayna gibidir insan, bir yönü sonsuz ama sınırlı, ardı sonsuz sınırsız, zatı ise bilinmez...

- Arafat, Beytu'l-Makdis
(Mescid-i Aksa) da Dünya'nın önemli çakralarıdır (enerji kiliti/enerji düğümü/psişik enerji merkezi). Yine buradaki Zemzem Suyu da, bölgele bulunan yüksek kozmik enerji vibrasyonu (titreşimi) olması sebebiyledir. Bu enerji madde planında bazı tezahürler gerçekleştirmiştir, ki bunlardan en önemlisi hayatiyet kaynağı sudur. Bu sebeple Zemzem, saf, arınmış ve yüksek kozmik enerji içeren bir sudur.

....Gelelim insanî özelliklerle yaratılmış, bilinç titreşimleri yüksek pozitif kişiye.. Eğer bu kişi, Güneş sinir ağı çakrası (göbek)açıldıktan sonra hakikat bilgisi alırsa, kundalini kalp çakrası'na ve diğer çakralara da yükselebilir. Dini terminolojide veliler (ileridekiler) saidler (sağdakiler)ve şakiler (soldakiler)için kalp çakrası bir sınır gibidir kanımca... Çünkü bu çakradan itibaren kişideki iman melekesi devreye girer ve kişi birimsel şuurdan bütünselliğe adım atar. Vahyin bildirdiği gerçeklere göre, hiç bir şaki evrensel şuura, bütünselliğe ve sevgiye erişemez. Bir üst kalp çakrası'nın açılmasının başlıca anahtarı tevhid inancı doğrultusunda Allah'a (mutlak varlığa) imandır.

Kalp çakrası
'nı açmak için yapılması gereken çalışmalar; ilâhi evrensel bilginin alınması, tefekkür, namaz (uzak_doğu öğretilerinde bunu meditasyonla telafi etmeye çalışıyorlar!?), oruç ve en önemlisi de zikir (uzak-doğu öğretilerinde buna mantra deniyor) yapmasıdır. Her çakranın ayrı bir zikri vardır. Eğer o zikir yapılmaz ise, o zikre bağlı çakranın açılması da güçleşir. Çünkü zikredilen kelime bir anahtar gibidir. Bilinci o çakranın temsil ettiği mânâ doğrultusunda programlar. Bu noktaya yoğunlaşan bilinç, çakradaki tıkanıklığı açar ve kundalini bir üst seviyeye yükselir. Bu sebeple çakraların açılmasında zikir de önemli bir rol oynar.

....Mesela kuyruk sokumu çakrasındaki bir bilinç, nefs-i emmare bilinci diye isimlendirilir. Göbek altı çakrası nefsi levvame bilinci, göbek çakrası nefs-i mülhime bilinci, kalp çakrası açılmış bilince nefs-i mutmainne bilinci, boğaz çakrası açılmış bilince nefs-i raziye bilinci, alın çakrası veya üçüncü gözü açılmış bilince nefs-i mardiye bilinci, tepe çakrası açılmış bilince nefs-i safiye bilinci denir. Yani bu çakralara karşılık gelir.
Bazen insanî özelliklerle yaratılmış bir kişide uyarılan kundalini sushumma nadi isimli ana kanal üzerinde değil, farklı bir kanala yönelip, bu kanalda hareket etmeye başlar. Bunun çeşitli sebepleri olabilir. Ama sonucu ölümcül rahatsızlıklara yada psikolojik bozukluklara kadar varabilir. Ancak ehil biri tarafından tavsiye edilen doğru çalışmalarla kundalini asıl hareket merkezine çekilebilir. Yine bazı kişiler de kundalini'nin en tepe çakrası'na varışıyla aydınlanmadan (ki buna Allah indindeki ilim denir) evrensel hakikatlerle ilgili çok üst düzeyde dışsal bilgi alır. Kişinin tüm çakraları açılmadığı için, titreşimleri yükselen kundalini'yi bulunduğu noktada zaptetmesi zordur. Bu da kişiyi psikolojik bozukluklara veya bir takım taşkınlıklara ve aşırılıklara sürükler.

....Kur'ân-ı Kerîm'de ve vahye dayalı ilâhi kitaplarda bir çok hakikat mecaz ve misallerle anlatılmıştır. Örneğin çoğunda sözü geçen "yasak ağaç" (hayat ağacı, sidre ağacı) misali, süptil bedendeki enerji kanallarının bir ağacı andırması sebebiyle seçilmiş sembolik bir anlatımdır düşünceme göre..

....Adem'e (evrensel hakikate ayna olabilecek insan bilincine) cennet'in ortasında (omurilik hizası bedenin ortasıdır) bulunan bu ağacın meyvasını yemek yasaklanmıştır. Fakat yılan şekline giren şeytan, Havva'yı (dişi olan beden bilincini) aldatır ve yasak meyveyi yemeye ikna eder ve hepsi cennetten çıkarılırlar. Burada yılan olarak sembolize edilen, kundalini'dir. Kişisel görüşümce kundalini bilincin vehim gücü meleksine eşlik eden enerjiyi temsil eder. Bu güç, aslı hayal olan evreni varsayan (veya olumsuz çalıştığında varsanan) bir güçtür (mânâ+enerji) ve son derece büyük bir güçtür, nefs de diyebilirsiniz. Şeytan ise, söz konusu vehim melekesini, birimsel yönde (olumsuz) tahrik eden ikileme düşmüş bilinç+enerji'dir. Yasak meyve ise, kundalini'nin uyanışıyla, kuyruk sokumundaki kök çakra'dan yükselerek göbek altındaki dalak çakrası'na yükselmesiyle ortaya çıkan güçlü cinsellik duygularıdır.

~ Beyin enerjimizi nasıl kullanabiliriz ~


Beyindeki her faaliyet, bellli bir enerji üretir. Duygularımızın yönlendirmesi ile oluşan düşünce de beyinde enerji yükünün oluşmasına yol açar. Bu biriken enerjiyi, yönlendirme ile kullanabiliriz.

Einstein'ın rölativite teorisine göre, quantlar denen titreşimler, o maddenin cinsine göre titreşimler topluluğu olarak canlanma bulur. Her oluşum, atomun en küçük parçacığı olarak bilinen quant taneciklerinin belli oranda yoğunlaşmasıdır (düşünce, duygu, ışık, madde, herşey). Titreşim ve titreşimler topluluğu, kendisinden zayıf titreşime sahip maddeyi kendi etkisine düşürdüğü gibi; kendisinden güçlü titreşimlerin de tesirine girebilir. Bütün herşey için geçerli olan bu doğa yasasına göre; ruhsal yapısı olmayan iki madde titreşim yoğunluklarının gücü ölçüsünden birbirini etkiledikleri halde, hem maddî, hem de ruhsal bir yapıya sahip olan insan, bir cismi veya diğer bir insanı etkileyemez mi? Öz indiksiyon akımında; bir telden bir akım geçerse, o telin etrafında bir manyetik alan oluşur. Bu manyetik alanda bir iletken tel bulundurursak, mevcut manyetik alandan dolayı o telden de bir akım geçmeye başlar. İndiksiyon akımı oluşturur. Diğer telde ters yönde bir elektrik akımı oluşur. Transformatör de bu mantıkla çalışır. Bazı kişiler, güçlü ruhsal gelişimleri kapasitesince beyinlerinde önemli bölgeleri devreye sokmuştur (Bazılarında, doğuştan devrededir). Bu kişiler, güçlü verici ve alıcı dalgalar yayar. Karşısındaki kişinin beynine ek kapasite yükleme yapar. Onun güçlü enerjisi, yaydığı dalgaların etkisi iledir. Düşünce de bir enerjidir. Yoğunluğuna göre Hertz dalgalarından daha fazla olarak dalgalar evrene yayılır. Bu yayılan dalgalar, çevremizde ışınım yapan titreşimler yaratır. Bu titreşimler, irademiz dışında, bu düşüncenin konusuna eğilim gösteren diğer düşünce titreşimlerine çarpar. Güçlü iradeve arzu ile yönlendirilen düşünce titreşimleri, istenen mesafe ve mekana ulaştırılır (Uzaktan enerji gönderme). Kendisine düşünce formları gönderilen kişinin aurasında dalgalanır. Telepati, sevgi veya olumsuz duyguların karşıya iletilmesi bu formülle olur. Düşünce formları fiilen kapsadıkları enerjiye doğrudan etki eder. Düşünce ile oluşan beyinsel hareket, organizma hududunu aşar, aurayı titreştirir. Bu titreşimi uzağa iletir, sonra onları almaya uygun beyinlerle irtibata geçirir. Şifalandırmada da benzer yöntem uygulanır. Düşük veya uygun olmayan bir titreşimi, daha süptil güçlü bir frekansla rezone etmektir (Sağaltma, enerji yükleme, şifa ayeti okuma, kanal olma, öpme sırasındaki enerji geçişlerini böyle izah edebiliriz). Bozuk titreşen bir hücre bile, organizmada duygu ve düşüncelerde olumsuz etki yapar. Olumlu veya olumsuz bir duygunun düşüncelerimize, fizyolojimize etkilerini artık biliyoruz (Moral). Beyin programlanmasında nöronların birbirleriyle etkileşime geçerek değişim ve dönüşümleri, şuuru oluşturur. Zikirde aynı kelimenin tekrarı ile hücre grubunu açar, devreye sokar, mananın zuhuru, idrakle kavranımı ile orayı mana istikametinde programlarız. Bilinçlenir ve tekamül ederiz. Bizdeki mevcut o vasıf ortaya çıkar. Keramet veya istidraç, beynin farklı yönlerinin devreye girerek farklı enerjileri devreye sokmaktır. İnsan vücudunda hücre, organ, kas, kemik vesaire, belli frekanslarda titreşir. Bu frekansın değişmesi, o bölgede sorunun olduğunu belirtir ve hastalığı işaret eder. Eğer vücudumuzun bir hücresi bile yanlış frekansta ise bu durum aurayı etkiler. Uygun bir frekans uygulaması ile (renk, taş, enerji terapisi, zikir) bu titreşimi rezone edip dengeyi kurabiliriz. Beden, uygun şartlar altında her zaman orijinal yapısını kazanma eğilimine sahiptir. Kıskançlık, öfke, nefret, korku, evham gibi hisler kalıcı huy haline dönüştüğünde, ciddi organik değişiklikler yaratabiliyor. Olumsuz duygu ve düşünceleri değiştirdiğimiz zaman, fiziksel olarak da değişime uğruyoruz. Doktor Carles Philmore, "İnsan bedeninin ihtiyacı olan bütün ilaçlar zihinsel olarak üretilmektedir, zihindeki yenilenmeler, vücuttaki hücrelerin de yenilenmesine sebep olur." der. Düşüncelerin şekline göre vücudumuzu bozabilir veya yeniden yaratabiliriz. Yaşamımız da bu döngünün içindedir. Ruhumuz sürekli özüne, aslına dönmek, bütünleşmek adına gelişmek ister. Gelişmesi için deneyim yaşaması lazımdır. Bilgi, olayı değerlendirmeye alabilmek için gerekli olan altyapının bölümüdür. Gelişme, tekamül için bilginin deneyimlenmesi, uygulanması lazımdır. Ruh, sürekli ihtiyacı olan için düşünce, şekil üretir. Bu hayallerle evrene talep vermektedir. Ona ihtiyacını bildirmektir. Ve evren, bu titreşimlere uygun enerjilerle yeni oluşumları, kişinin yaşamına verecektir. NE DÜŞÜNÜRSEK, OYUZ...

Enerji Çalışmaları
Enerji çalışmaları ikiye ayrılır:

1)
İçsel Çalışmalar: Duygu, düşünce ve davranışları kontrol altına alıp olumlu titreşimleri olması gereken düzeye hatta daha saf titreşim haline getirmek (Bilinç seviyesini yükseltmek). 2) Dış Çalışmalar: Evrenden yardım alarak bizim bozuk titreşimlerimizle çekemediğimiz enerjiyi bilinçli yönlendirmelerle rezone olabilmek. Sorunlu bölgeye yönlendirilen enerji o bölgedeki titreşimleri olması gereken düzeye getirir. Bunun için;

· İbadetler

· Müzik (ses)

· Beslenme

· Teknik Çalışmalar (Nefes Çalışmaları, Reiki, Meditasyon, Yoga, Bioenerji Terapileri)

· Renklerle Terapi (Kromoterapi)

· Doğa Terapileri

Renk Terapisi:
Dünyadaki bütün elementler güneşte bulunmaktadır. Güneş ışınları bize tüm kimyasal bileşikleri oluşturan her bir elementin enerjisini getirir. Beyaz ışık güneşteki elementlerin ve kimyevi maddelerin enerjisini taşır. Dünyadaki hiçbirşeyde renk yoktur. Canlı - cansız her madde quant taneciklerinin belli frekansta yoğunlaşmasıdır (duygu ve düşünceler de öyledir). Işık, maddelere çarpınca, maddenin ememeyip de dışarı kırarak yansıttığını renk olarak algılarız. Frekans yoğunluğuna göre her maddenin rengi farklıdır. Şakraların, auraların rengini de bu düzen tesbit eder. Bir ağaca ışık vurduğunda gövdeyi kahverengi, yaprağı yeşil, meyveyi kırmızı gösteren, her birimin ayrı frekansta oluşudur. Işık olmayınca, herşey renksizdir.

Şakralar, iç salgı bezlerinin üstündedir. Işık, çalışması için gerekli enerjiyi, uygun vibrasyonla şakralara yükler. Bu da bizdeki vücut kimyasını etkiler. İç salgı bezleri düzgün çalışınca, düzgün salgılanan hormonlar kana karışır, sağlıklı oluruz. Bu; duygudan düşünceye, oradan eylemlerle evrene açılan ve bize biz ne isek, ne durumda isek, nerede olmak istiyorsak oraya dönüşüm yapan bir döngüdür. Takdir, düzenin şekline göre evrene verilendir. Evrensel yasalardır. Kısmetimiz, bizim hakettiğimizdir. Tekamülümüz, bize bilgiyi doğru kullanmayı, doğru kullanılan bilgi de, yaşamı başarmayı getirir. Evrede mevcut enerji hazırdır. Ne kadarını, hangisini çekeceğimiz bize bağlıdır. Onu ayarlayan bizleriz.

Aura Renkleri:
Kaliteli gelişmiş bir kişiliğimiz varsa, renklerimiz parlak, canlı ve üst düzey saf yüksek frekanslı enerjileri çekebilen renklerdendir. Şakralarla fiziksel bedenei o tür enerjileri iletir. Düşük frekanslarda (negatif yüklü) renkler bozuktur. O türlü enerjileri çeker. Sistemleri (duygusal, fiziksel, zihinsel) o titreşimlerle sorunlu çalışır. Ruhsal, fiziksel ve zihinsel sorunlar oluşur. Gökyüzü pırıl pırıl, doğanın renkleri canlı iken nasıl içimiz açılıyor, kapalı - bulutlu iken kasvet çöküyorsa, aurası berrak, canlı (pozitif yüklü) olanların karşısında hep mutlu ve olumlu oluruz. Ne biz ona olumsuz enerji yükleyebiliriz, ne de o bizden veya evrenden olumsuz enerji çeker. İki sistemimiz vardır;
İstem Dışı Sistem: Kalp atışı, solunum, otomatik fonksiyonlar.
İstemli Sistem: Merkezi beyin, omuriliktir. Düşünür, hisseder, eylemde bulunuruz.

İlk yaradılan, öz varlığımızdır. İstemli sistemin bilinçli kontrolü ve sağlıklı titreşim yayması, istemdışı sistemin ve fiziksel organizmanın faalietlerini sağlıklı kılar. Sağlığımızın bozulmasının en önemli sebeplerinden biri, yanlış duyguların yönlendirdiği yanlış düşünceden kaynaklanır. Düşünce, tasavvur edip ona gönderdiklerimizin gerçekleşmesini, oluşum haline gelmesini sağlayan şuuraltına etki eder. İyileşme, herşeyde olduğu gibi zihinde, beyinde değişiklikle başlar. Bireysel şuur, evrensel şuurun bir parçasıdır. Yönlendirilmesi ile evrensel şuur tetiklenir (yeni oluşum için). Bunun için zihni ve şuuraltını çok iyi kullanabilmeli, imgelemeyi çok ustalıkla yapabilmeliyiz. Bunun için imgeyi uzun süre tutup, niteliğini (canlılığını, parlaklığını) koruyabilmeliyiz. Daha sonra bu imgeyi uygun yere yönlendirmeliyiz. Bunu alışkanlık haline getirmeliyiz. Enerji sistemimizdeki sorunlu şakrayı bularak (soruna göre şakranın az çok dengesiz oluşu, sistem sorununa göre hangi şakranın sorumlu olduğu, organlara göre hangi şakranın sorumlu olduğunu bularak) niteliğini bilerek egzersizleri öncelikle uygun elementine uygun şartlarda yapmamız gerekir. Nefes teknikleriyle renkleri yükleyebileceğimiz gibi (yani o titreşimdeki enerjileri), bunu doğal materyaller (yiyecekler, taşlar, kristaller, giysiler) ile takviye edebiliriz.

Nefes tekniklerinde şakranın rengine uygun renk yüklemesi yapacaksak, o rengi imgeleyerek nefesi burundan alıp burundan vermeliyiz (bu az çalışan şakra için geçerlidir). Tamamlayıcı, dengeleyici renk kullanacaksak, bu karma bir renkse, nefesi burundan alıp ağızdan vermeliyiz (bu da fazla çalışan bir şakra için geçerlidir). Aldığımız hava enerjiye dönüşür, bütün vücuda enerji pompalar. Birinci şakradan başlayıp tüm şakraları güçlendirin. İlk üç şakranın; yeryüzünden, aşağıdan alındığı imgelenir. Şakraların dönüşü, erkeklerde birinci şakra soldan sağa, ikinci şakra sağdan sola olmak üzere sırayla devam eder. Kadınlarda tam tersidir. İmgelerken, bu dönüşü tasavvur edin. Her şakranın çalışması lokal olduğu kadar diğerleri ile de bağımlıdır. Dengede ve ortak çalışmaları, bu koordinen kurulması lazımdır. Dördüncü şakra yatay ve dikey düşünülür. Beş, altı ve yedinci şakralar için yukarıdan, gökyüzünden o ışığın alındığı tasavvur edilmelidir.

Birinci Şakra: Yaşam isteği, yaşam çabası, yaratıcılık ve üreticiliği temsil eder. Ana Renk: Kırmızı, Tamamlayıcı Renk: Mavi.
Ayaklara, bacaklara hitap eder ve topraklanmaya yardımcıdır.
İkinci Şakra: Sindirim, bağırsaklar, özümseme, sezgi ve alt bilinç duygu seviyesini temsil eder. Ana Renk: Turuncu Tamalayıcı Renk: Turkuaz.

Üçüncü Şakra: Böbrekler, pankreas, karaciğer. Ana Renk: Sarı Tamamlayıcı Renk: Mor. Dördüncü Şakra: Kan ve dolaşım sistemi, kollar, sinir sistemi. Ana Renk: Yeşil Tamamlayıcı Renk: Eflatun. Beşinci Şakra: Boğaz, tiroid, paratiroid, metabolizma, hormonlar. Ana Renk: Mavi Tamamlayıcı Renk: Kırmızı. Altıncı Şakra: İç salgı sisteminin dengesi, beyin, göz, burun, kulak. Ana Renk: Mor Tamamlayıcı Renk: Sarı. Yedinci Şakra: Sağlıkla değil, bilinçle ilgilidir. Mikrokozmos olan insanın, makrokozmos olan evrenle, yaradanla bağlantısını kurduğu yerdir. Ana Renk: Beyaz Işık...

27 Ağustos 2009 Perşembe

Bir Kur’ân mucizesi: Ebu Leheb

Rahmân ve Rahîm olan ALLAH’ın adıyla.
Ebu Leheb’in iki eli de helâk olsun—nitekim oldu da.
Ne malı bir fayda verdi ona ne kazandıkları.
Yakında o alev alev bir ateşe girecek.
Karısı da beraber girecek: O odun hamalı
Boynunda liften örülmüş urganıyla.
Tebbet (Mesed) Sûresi

KUR’ÂN hayatın en önemli gerçeklerini yine hayatın kendisi içinden alınmış gerçek kesitler halinde bize sunar. Bunu yaparken de bir olay veya bir şahıs içinde pek çok ibret nümunelerini birden toplar. O canlı vak’aya ibret gözüyle bakanlar geçmişte yaşanmış bir olayın veya orada sözü edilen fâni bir şahsın kendisine takılıp kalmaz; o vak’anın içinden kıyamete kadar bütün insanlık için geçerli olacak dersler çıkarırlar.

Ebu Leheb ile ilgili sûre de Kur’ân’ın bize sunduğu canlı ibret levhalarından birisidir. Burada biz iman ehline düşmanlıkta sembolleşen bir tiple karşılaşırız. Bir defa bu sembol kişinin adı “alev babası” anlamına gelmektedir ki onun kişiliğine de hak ettiği âkıbete de bundan daha doğal bir isim düşünülemez. Kur’ân da zaten onu “alev alev bir ateşle” müjdeliyor.

Ayrıca bu kişi kendisinden düşmanlık beklenebilecek en son kişilerden birisidir. Eğer Hz. Peygambere kendi yurdunun insanları da dahil olmak üzere bütün dünya karşı çıkacak olsa herhalde onun yanında yer alacak birkaç kişiden birisi yahut en başta geleni kendi öz amcası olmak gerekirdi. Peygamber Efendimizin yetimliğini de dikkate alırsak Ebu Leheb’den beklenecek şeyin bir baba şefkat ve himayesinden başka birşey olmayacağı açıktır. Lâkin o Peygambere yakınlığına hiç mi hiç yaraşmayacak ve ona nesep itibarıyla en uzak kimseden bile beklenmeyecek bir şekilde Hz. Peygambere ve onun getirdiği dine karşı düşmanlık gösterdi—karısı da onunla beraber. Akrabalığın en yakın ve samimî noktasında düşmanlığın en uç noktası olarak beliren bu ibret levhası bizi hayatın çok önemli bir gerçeğiyle karşı karşıya getirir ve her zaman her yerde görülebilecek düşmanlıklar karşısında hazırlıklı bulunmamız gerektiğini hatırlatır.

Bu dersi verirken Kur’ân aynı zamanda mucizelerinden birini de sergiler:

Ebu Leheb’in istikbalini dosdoğru bir şekilde bize haber verir.

Bu âyetler indiği zaman Peygamberimizin etrafındaki bir avuç Müslüman Mekke döneminin ağır şartları altında var olma mücadelesi veriyordu. Daha sonra İslâm adım adım ilerledi. Müslümanlar birer ikişer çoğaldı. Bu arada inkârda ve Müslümanlara düşmanlıkta en ileri giden kimselerden bile birçoğu kendi iradeleriyle İslâmı seçti. Ve tabii bu kimseler ALLAH ve Resulünün vaadlerine uygun şekilde Müslüman olmakla geçmiş günahlarını affettirdiler. Hattâ onlardan birçoğu da hayatlarını İslâm uğruna feda ederek şehidlik mertebesine erişti.

Onların elindeki fırsat aslında Ebu Leheb’in elinde de vardı. Diğerleri gibi Ebu Leheb de birgün gelip “Ben de Müslüman oldum” diyebilirdi. Bunu içtenlikle söylediği anda da geçmiş günahları bağışlanır anadan doğmuşçasına tertemiz bir şekilde yeni bir hayata başlardı.

Tabii ki o zaman Kur’ân’ın Ebu Leheb hakkındaki haberi—hâşâ—asılsız çıkmış olurdu.

Lâkin Ebu Leheb bu sûrenin inişinden sonra on beş sene kadar daha kâfir olarak yaşadı ve kâfir olarak öldü.

Pek garip ve ibret verici bir durumdur: Ebu Leheb’in elinde Müslüman olmak suretiyle Kur’ân’ın bir haberini yalanlamak ve kendi bâtıl iddiasını ispat etmek imkânı vardı.

Fakat o kâfir olarak yaşamak suretiyle Kur’ân’ın haberini tasdik etti.

Böyle bir istikbali sûrenin ilk âyeti “Nitekim oldu da”ifadesiyle vurguluyor. Zira Kur’ân’ın âyetlerinde geçmiş zaman kipiyle geçen ifadeler çoğu zaman istikbale ait ince işaretler taşır. Bazan bu işaretlerde geleceğin bilimsel buluşlarına bazan da ileride doğruluğu anlaşılacak haberlere göndermeler bulunabilir ki burada da Ebu Leheb’in istikbaldeki helâki zamana ezel tarafından bakan Kur’ân tarafından gerçekleşmiş bir hadise şeklinde haber verilmiştir.

Evet Kur’ân bir haber verdiği zaman onu yalanlayabilecek kimse olmaz.

Zaman da onu tasdik eder dost da düşman da.

Hattâ Ebu Leheb ile karısı da.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Hz Musa-Tin ve Zeytun-Emin Belde-Piramitler-İsrail Oğulları:


Tin=Eksi ve Zaid(zeytun) artı anlamına geliyor. Daha doğrusu nahıs-zaid değil de absorb, emisyon anlamında. N ve S anlamında. Mıknatısın ortası ise EMİN BELDE oluyor. Ne çekiyor ne itiyor.

Bu mıknatıs niye var? Bu mıknatıs, Magnetosfer'in YERYÜZÜ izdüşümü. (Cinlerin gökte belirli mevkiilere=Emin beldelere oturup Melei Ala'dan kulak hırsızlığı yaptığı yer olan MELEİ ALA, Semavi AKILARDIR) Dünya'daki 5,5 Gauss şiddetindeki Mıknatıslanma ise bunun YER İZDÜŞÜMÜDÜR. Çünkü eriyik halindeki çekirdekteki Nife, Nifsima ERİYİK olduğundan mıknatıs özelliği vermez. Çok kuvvetli bir mıknatısı eritin ÖLÜR GİDER. Böylece dünya üzerinde bir elektromagnetizma olduğu belli olur. (Hadid 25.ayetteki "Demirde BÜYÜK ŞİDDET VARDIR" sırrı budur. Mele-i Ala ile birleştirirseniz, doğanın temel kuvvetlerinden olan elektomagnetik kuvvet'in tanımını bulursunuz.)

Yukarıdaki MELEİ ALA (Magnetosfer) ile yerküre magnetizmasındaki akılar birbirinin izdüşümüdür. Dünya ise arada armatür halkası gibidir (Dinamo çekirdeğindeki gibi) Magnetosfer dünyanın KALKANIDIR. Fakat yer magnetizmasına bazı durumlarda (Şıhab denen kozmik primerler) elektromagnetik aşırı deşarj vermektedir. Bunun sonucunda (Bermuda gibi) paranormal şeyler oluşmaktadır. Magnetosfer kubbesi ile yer magnetizması kafesi elektromagnetik-aşırı durumlarda birbirine değecek kadar şişer. O zaman da kozmik ışınlar (Şıhab, Şuğaz ve Nuhas) uzay-zamanda "ÖMÜRLERİNDEN" daha uzun yol alırlar ve KENDİNDEN YANAN İNSANLAR, TUNGUSKA vb. gibi şaşırtıcı felaketlere ve fenomenonlara yol açarlar. Yani her Bermuda üzerinden geçen yolcu/taşıt kaybolmaz. İnsanlar durup dururken yanmaz (ise de yarım milyon insan RESMEN ve resimli belgelenmiş, sayı yine de az değil)

Bütün bunlardan TİN-ZEYTUN mekanizması sorumlu. BELED suresini yazmalıyız. Sonra TİN suresini üçüncü olarak da Kureyş suresini yazarsak, taşlar yerine oturacaktır.

95-Tin Suresi:
1- Tîn'e ve Zeytun'a,
2- Sina dağına
3- Ve bu güvenli beldeye andolsun ki,
4- Biz insanı en güzel biçimde yarattık.

106-Kureyş Suresi:
1- Kureyş'in ilâfı (güven ve barış andlaşmalarından faydalanmalarını sağlamak) için.
2- Kış ve yaz seferlerinde (faydalandıkları andlaşmaların) kadrini bilmiş olmaları için.
3- Bu Beyt (Kâbe)nin Rabbine kulluk etsinler.
4-O, kendilerini açlıktan kurtararak beslemiştir ve her tehlikeye karşı onlara emniyet vermiştir.
5-Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına kaktık.
6-Ancak iman edip yararlı işler yapan kimseler başka; onlar için kesilmez bir mükafat vardır.
7-O halde artık sana dini ne yalanlatabilir?
8-Allah hakimlerin hakimi değil mi?

90-BELED Suresi:
1- Andolsun bu beldeye
2- Ki sen bu beldede oturmaktasın.
3- Ve and olsun baba ve çocuğuna.
4- Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık.
5- İnsan, kendisine karşı kimse güç yetiremez mi sanıyor?
6- Ben, yığın yığın mal yok ettim diyor.
7- Kendisini bir gören olmadı mı sanıyor?
8- Biz ona iki göz vermedik mi?
9- Bir dil ve iki dudak?
10- Ona iki yolu gösterdik.
11- Fakat o, o sarp yokuşa göğüs veremedi.
12- Bildin mi sen, o sarp yokuş nedir?
13- Köle azat etmek,
14- Veya salgın bir kıtlık gününde yemek yedirmektir,
15- Yakınlığı olan bir yetime,
16- Veya hiçbir şeyi olmayan yoksula.
17- Sonra da iman edip de sabrı tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır.
18- İşte bunlar, amel defterleri sağlarından verilenlerdir.
19- Âyetlerimizi tanımayanlar ise, onlardır işte amel defterleri sollarından verilenler.
20-Onların üzerlerine bir ateş bastırılıp kapıları kapanacaktır.

Yani EKSİ ve ARTI YERKÜRE MIKNATISINA (İKİ KUTUP) Çeken kutup-iten kutu ve ikisinin NÖTR olduğu, çekip itmediği, mıknatısın TASTAMAM ORTASI O DÖNEMDE anlıyoruz ki SİNA DAĞI imiş. Ve bir de biliyoruz ki, Musa'dan önceki EMİN(Nötr) BELDE ise GİZE (Kahire) kentiymiş.

Emin Belde Cheops-Kefren-Mikerinos piramidlerinden doğuya, yani TUR dağına doğru kaymış. Niçin kaymış? Çünkü kutuplar GEZGİNDİR. Yani her yıl yer değiştirir ve yürürler. İki kutup bu durumda yürürken, TAM ORTALARINDAKİ bölge (nöt, emin bölge Aummani skhidra) da ELBETTE yer değiştirecek. Zaten Musa ile birlikte Firavun'un başkenti EMİN BELDE OLMAKTAN kurtuldu. TUR DAĞI emin belde oldu.

Yoksa, Piramitlerin cesetleri, mumyaları saklamasını, meyvelerin ve sunakların çürümeden, bozulmadan durmasını, Eski Mısırlıların bir sırrı mı sanıyorduk? Hayır"! EMİN BELDE özelliği ve işlevi bunu yapıyordu. Yani sır PİRAMİTLERDE değildi. EMİN BELDE koordinatlarında olmalarından kaynaklanıyordu.

Ve tabi tılsımlar da vardı. Emin belde'den alınan gizil güçler. Firavun'un sihirbazlarının elde ettiği bu güçlere karşı asla durulmuyordu. Fakat Nil nehrindeki sepetten bebek olarak çıkıp da TUR dağında Rabbi'nden Tevrat kitabelerini alıp, sonra Mısır'a dönen ve Firavun'un sihirbazlarını elindeki ASA ile sihirlerini yılan biçiminde yok eden Musa'nın iki yaş dönemi arasında kozmik bir olay olmuştu. Gize'den kaldırılmış olan EMİN BELDE TUR dağına monte olmuştu. Tur dağı DOĞAL bir PİRAMİT görevini yapıyordu.

TUR=KONİ demek
Mount=Koni demek

Musa o DOĞAL piramit'e monte olmuştu. Kur'an'dan bildiğiniz biçimde Allah ile diyalog kurmuştu. (Musa Kur'an'da adı en çok geçen elçidir: 27 kez ismen ve bir kaç misli de işaret edilerek verilmiştir. Yani Musa kastedilerek 75 kadar Ayet vardır)

Emin Belde TUR'U SİNA DAĞI olmuştu. Üst tarafı yüksek EKSİ KUTUPTU. Altı ise (Dağ yamacı, ilk etekleri) yüksek artı kutuptu. Musa'nın zarar görmemesi için Allah şöyle buyurdu:

"Burası kutsal Tuba vadisidir, ayakkabılarını çıkar!"

TAHA/12 "Gerçekten Ben, Ben senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar; çünkü sen, kutsal vadi olan Tuva'dasın."

Evet Tuva (Sankritçe Tuba) Ve ayakkabı çıkarılınca MUSA TOPRAKLANDI. (elektrikteki ground) (Tersi Phase) Bunların bir diğer adı YİNE TİN VE ZEYTUN. Toprak ve faz...

Tur dağının tepesinde (UFO'ya çok benzeyen konik bir dağdır orası) Büyük şiddet olayları oldu. Yıldırım ile evamir'i aşere yazıldı
Ve Fusion reaktörü olan tabutüssekine/Ahit sandığı orada verildi. Eğer Musa'nın ayağı çıplak olmasaydı, bir yalıtkan olsaydı ayaklarında, Tabutüssekine'ye dokunan insanlar gibi kül olurdu orada. Böylece EMİN BELDE'nin kutuplarını kavradık.
Gelelim devamına:

1- Tîn'e ve Zeytun'a,
2- Sina dağına
3- Ve bu güvenli beldeye andolsun ki,
4- Biz insanı en güzel biçimde yarattık.

Artı-eksi kutupların tam ortasındaki sina dağına ve Gize'den sina'ya, oradan Kudüs'e ve oradan da MEKKE'ye gelen KIBLE bunların dördü de EMİN BELDE. Kutuplar gezindikçe EMİN BELDE DE geziyor. Mekke'de duruyor şu anda... Bunu nereden anlıyoruz? BELED (Belde) suresinden. Ve İbrahim ile oğlu İsmail'in yaptığı KABE BLOĞUNDAN anlıyoruz. Kabe bloku PİRAMİTLERİN yerine yapılan bir GEOMETRİK modeldir. Ve GÜÇ artık buraya geçince, Allah "Kazıklar sahibi Firavun" diye indirdiği ayetle, gücü firavun başkentinden almıştır.

Tur dağından başlayan Arzı Mev'ud yolculuğu, 40 yıl çöl sürgünü ile devam etmiştir. Çünkü Tur'daki EMİN BELDE statüsü, Filistin�e doğru yürüyordu. (Kutupların yürüdüğünü unutmayınız) Allah onların Filistin�e girmelerini emretti. Ama İsrail oğulları reddettiler ve korktular. Çünkü orada nefilim'ler vardı (Devasa insanlar), Devler... Musa bir tanesini öldürdü ve kemiklerinden bir köprü kuruldu. Daha sonra Davut sapanıyla Calut'u (Goliath) devirdi.

Filistin'e yürüyemedi EMİN BELDE. Korkak İsrail oğullarıyla ÇÖLDE 40 yıl bekletildi EMİN BELDE. İsrail oğulları da mecburen beklediler. Emin Belde'den kutup içinde kutup (Tin-Zeytin gibi) Bıldırcın ve kudret helvası MİSAL kelimeleriyle anlatılan quadropole olmuştu. 40 yıl gecikmeyle bu kez EMİN BÖLGE Kudüs'e taşındı. O an eski adı Yaruşalim (Yaru=Arazi, alim=Selim, emin) Arapçasından örnek, "Sağ-salimen varmak gibi" Şalmut=Selamet. Kentin tam adı KUDDÜS AL ARU-SALİM. Kuddüs>>>Kudüs>>>Kutsal'ı bir yerden daha anımsayacaksınız. "KUTSAL TUVA (Tuba) VADİSİNDEN" Emin ve Kutsal TUVA bu kez kutsal ve selametli Jarusalem olmuştu.

Davut, o bölgedeki Anak oğlu devlerin lideri Calut(Galot, Goliath)ı öldürdü. Ve Kral Davut zamanında burası İbranilerin yurdu ve başkenti oldu. Aynı yere bir tür KABE ve biraz da PRAMİT karışımı bir mabed yapıldı. Tıpkı piramitler gibi, ifrit denen bir cin ırkı tarafından devasa bir Süleyman mabedi yapıldı. (Ağlama duvarı, bunun bir duvarıdır, diğerleri yıkılmıştır.) Zaten Ziggurath'da olduğu gibi İFRİTLERİN yaptığı herşey sonradan bir şekilde ilahi gazaba uğrayıp YOK EDİLİYOR. Yani paranormal olarak yapılan inşaatları Allah'ımız iptal ediyor, onlar geçici kalıyorlar. Nitekim, bugünkü ağlama duvarı, sadece İNSAN eliyle yapılmıştı. Ama daha sonra İFRİTLER (Ephrates) TESHİR edilip de Süleyman'ın emrine verilince, diğer kalan yapı, çarçabuk bitti. İfritlerin yaptığı bölümler yok oldu.

İkinci krallık ve krallığın alameti olan Tabutüssekine'yi yazalım? (Önemli)

247- Peygamberleri onlara: "Allah, size hükümdar olmak üzere Talût'u gönderdi." demişti. Onlar: "Ona bizim üzerimize hükümdar olmak nereden geldi? Oysa hükümdarlığa biz ondan daha lâyıkız, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir." dediler. Peygamberleri de "Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve ona bilgi ve vücut bakımından bir güç, bir genişlik vermiştir." dedi. Hem Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah'ın rahmeti geniştir, o her şeyi bilir.

248-Peygamberleri, onlara şunu da söylemişti: Haberiniz olsun, Onun hükümdarlığının alâmeti, size o tabutun gelmesi olacaktır ki onda Rabbinizden bir sekine (sükûnet, gönül rahatlığı), Musa ve Harun ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye (kalıntı) vardır. Onu melekler getirecektir. Eğer iman etmiş kimselerden iseniz, bunda sizin için kesin bir ibret, bir alâmet vardır.

249-Talut, ordu ile hareket edince dedi ki: "Allah sizi mutlaka bir nehirle imtihan edecek. Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de onu tatmazsa, işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka (bu kadarına ruhsat vardır)." Derken içlerinden pek azı hariç, hepsi de varır varmaz ondan içtiler. Talut ve beraberindeki iman eden kimseler nehri geçtiklerinde. "Bizim bugün, Calut ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok." dediler. Allah'a kavuşacaklarına inanıp, bilenler ise şu cevabı verdiler: "Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir."

20/39- "Onu sandığın içine koy, denize bırak, deniz de onu sahile bıraksın onu, hem Bana düşman, hem ona düşman biri alsın!" Ve senin üzerine,gözetimim altında yetiştirilesin diye, katımdan bir sevgi koydum.
20/40- O zaman kız kardeşin gidiyor ve: "ona iyi bakacak birini bulayım mı size?" diyordu. Böylece, gözü aydın olsun ve üzülmesin diye seni tekrar annene iade ettik. Hem bir adam öldürdün de seni gamdan kurtardık, seni birçok denemelerden geçirdik; bu sebeple yıllarca Medyen halkı arasında kaldın, sonra da ey Musa, bir kader üstüne geldin.

DAVUT>>>>TALUT (Calut ise Dev kral) Talut İsrail oğullarından değildi. Buna karşı çıktılar. Allah'ın verdiği tabutüssekine Ahit sandığına DOKUNABİLEN (TOPRAKLAYABİLEN) yegane insandı.


SOMUNCU BABA”, (HAMİD-İ VELİ HAZRETLERİ

Şemseddin Musa efendi Doğan güneş anlamına gelir ismi, Horasan erenlerindendir. Kendisi halvetiye tarikatının Ebherriye koluna bağlı ilimde önde gelen bir tasavvuf eridir. Bir gece rüyasında horasandan çıkıp diyar-ı Ruma doğru yol aldığını görür. Bu yolun sonunda kucağına beyaz bir kundak içinde bir çocuk verilir. Bu öylesine güzel bir çocuktur ki yüzündeki nur ile bütün diyar-i Ruma ışık tutar.

Bu işaret taşıyan bir rüyadır diye düşünür Musa Efendi. Hemen hanımı Fatıma ile yola koyulurlar. Diyar-ı Ruma gelip Kayserinin Akçakaya köyüne yerleşirler. Burası Musa Efendin rüyasında gördüğü o yemyeşil bereketli topraklardır.

Horasan Erenlerinden büyük bir veli olan babası Musa Efendi buralarda verdiği sohbetler ile kalpleri fetheder, etrafına ışık saçar.

"Ey müminler, insanları sevin, din kardeşleriniz ile aranıza fitne girmesine müsaade etmeyin. Fırkalara ayrılmayın. Talebiniz yalnızca Allah olsun. Her daim Allah'ı zikredin. Zikri daime ulaşın. Kalpten yapılan zikir insanı Allaha yaklaştırır. Zikirsizlik ise insanı Allahtan uzaklaştırır. Salih amel işleyin Allahın yardımcıları olun ki Allah da size yardım etsin.

Diye vaaz ederek kalplerin uyanmasına vesile olur.

Ve bir gün Horasanda gördüğü o rüya gerçek olur. Fatıma hanım ona nur parçası gibi bir erkek evlat verir. Sene 1331…

Hamid Hamideddin koyarlar oğullarının ismini.

Kulağına ezanla ismi okunurken babası ona "İnşallah insanları Allaha davet eden bir gönül eri olursun" diye dua eder.

Küçük Hamideddin biraz büyünce babasından namaz dualarını, namaz kılmayı fıkıh, hadis ilmini öğrenir. Yani ilk eğitimini Horasan evliyalarından olan babasından alır. 10 yaşına geldiğinde babası ona artık öğreteceği bir şeyi kalmadığını, başka hocalardan eğitimini tamamlamasını söyler.

Bunu işiten Hamiddeddin sabah olunca hemen ailesiyle vedalaşıp Kayserinin yolunu tutar. Başta Davud-i kayseri olmak üzere birçok ünlü müderristen ders alır.

Babasının vasiyeti olan Allah zikrini yani Zikrullahı kalbinden hiç eksik etmez. Bir gün köyüne gidip ailesini görmeyi ister. Köyü Kayseri'den yayan olarak 5 saatlik bir mesafededir. Eve vardığında babasını ölüm döşeğinde bulur Allah ona babası ile helalleşme yi nasip eder.

Daha sonra annesini de kaybedince artık doğuya gidip ilim alma vaktinin geldiğini düşünür. Yine yollara koyulur.

Zamanın ilim merkezlerinden biri olan dervişlerin ve ulemanın uğrak yeri olan Dimaşk a doğru yol alır. Dimaşkta bir dergâha yerleşir. Sabahları erken kalkıp herkese yetecek suyu taşır, sonra bahçede yabani otları temizleyip sebzeleri toplar. Ormandan odun kesip getirir ve sonra da fakir ailelere yiyecek taşır. O tam bir derviştir. Burada vazifesi bitmiş ve ayrılma vakti gelmiştir. Doğuya hep doğuya git demiştir mürşidi ona. Ve ona son gününde son sözlerini söyler.

"Sizler mana ve ilim yolunun yolcularısınız. İlim tahsil etmek için bir sultana ihtiyacınız var. Ancak bu sultan sayesinde tasavvuf yolunda ilerleyebilir yaptığı sohbetlerde insanlara doğruyu güzeli verebilirsiniz. Tasavvuf sevgi yoludur, aşk yoludur bu yolda başta Allah'ı ve onun yarattıkları, rahmeti ile kuşattığı bütün yaratıkları seveceksiniz. Allah için halka hizmet edeceksiniz. Benlikten kurtulup ömrünüzü insanlara adamakla geçireceksiniz. Gönlünüzün sultanını bulup onun yolundan gitmeye başladığız anda yol almaya başlarsınız. Kimin iki kaşının ortasında Kâbe'yi görüyorsanız ona bağlanın ve ballı petek olun. Böylece artık o kapıdan çıkıp çok uzaklara gitseniz bile kalbiniz hep onunladır."

Hamid-iVeli Hazretleri Şeyhinin nasihatlerini dinledikten sonra arkadaşları ile vedalaşıp yola koyulur. Yolda uzun boylu beyaz sakallı beyaz cüppeli beyaz atlı biri gelir yanına. Onu hemen tanır Hızır as dır bu gözlerinin içi gülen zat. Ondan Erdebile gitmesi konusunda bir işaret alır. Bir müddet onunla birlikte yola devam eder. Bundan sonraki bölümü tek başına gidecektir.

Artık en azından gideceği yolun istikametini bildirmiştir hazreti Hızır ona.

Erdebil'de Şeyh Hace Alaeddin –i Ali hazretlerinin himmeti sarmıştır her yeri, o devrin Gavs-ı azamıdır. Himmetin kaynağıdır. Hemen onu bulup huzuruna varır.

Hoş geldin der Hace Alaeddin –i Ali hazretleri ona. Bizde senin yolunuzu gözlüyorduk.

Artık bir süre yerim burası diye düşünür hamidi veli hazretleri ve hemen hizmetlere talip olur.

Çünkü tasavvufta yol almak ancak bir velinin kapısında hizmetle mümkündür. Onun için vaktinin büyük bir kısmını hizmetle geçirir. Günlerden bir gün dergâha dönerken yanına aksakallı biri yaklaşır. Şeyhinin dediği gibi iki kaşının ortasında bir işaret vardır. Ve oraya dikkatlice baktığında orada Kabe'yi görür.

Onunla birlikte akşam namazını kılar ve ondan o esnada pek çok şeyler alır. Dergâhına dönünce Şeyh hace aleaddin hz onu görüp hemen halinden durumunu anlar.

"Sen Beyazıdi Bistami Hz ile karşılaşmışsın". "Onun nuru ve kokusu sinmiş üzerine".der Artık sen buradan ayrılmalısın, Ondan alacağını almışsın, sana verecek başka bir şeyimiz kalmamıştır der.

O doğduğu, büyüdüğü baba topraklarına dönme zamanının geldiğini analar. Ve bu topraklara irşad yetkisi alarak geri dönecektir.

O Beyazıdi Bestami hz ruhaniyetinden beslenip onun tarafından hem irşad olmuş hem de irşad yetkisini almıştır. Meşrebide Üveysidir. Zamanın Gavs-ı Azamı olan Hace Alladdin Hz ona gavslık görevini devrederek dünyevi ve manevi ilimlerde icazet verip uğurlar.

İlk istikamet Bursa'dır.

Allahın öyle evliyaları vardır ki halkın içinde onları herkes tanır ve bilir bunlar açık seçik bilinen evliyalardır.

Birde öyle evliyalar vardır ki kendilerini gizler ve açık etmezler. Halkın içinde dolaşıp da hiçbir işaret vermezler. İşte somuncu babada Allahın gizli evliyalarından biridir ki kendini gizleyip kimseye belli etmez.

Buraya yerleşerek kendini halktan gizler.

Kendini ümmi olarak gösterip kendi geçimini sağlayacak bir iş kurar. O halvetiye tarikatının melamet meşrebindendir. Melâmet hakka yakınlığını belli bir kıyafet ile belli etmeyen, kendini gizleyen, herkes gibi iş güç peşinde ubudiyet vazifesini sessizce yürüten görünürde halk ile gönülde ise hak ile beraber olan Allah dostlarının yoludur.

Bu iş bir bakıma sahabe mesleğidir.

Hemen bir fırın yaparak işe koyulur. Kendini gizleyebildiği kadar gizler. Dağdan odun getirip geceleri hamur yoğurur. Sabah olunca o yoğurduğu hamurlardan himmetli somunlar pişirir. Pişirdiği somunları çarşı Pazar dolaşarak satmaya çalışır." Somunlar, müminler"diyerek somunlarını müminlere sunar. Pişirdiği somunları müminlerin yemesini ister. Çünkü ehlullahın güzel şeylerinin müminlere nasip olması büyük bir sırdır. Kapış kapış gider somunları ve İsmi de "Somuncu Baba" olarak dolaşmaktadır artık. Sattığı somun değil, hikmet pazarında nimettir. Bilen alır, bilen yolunu gözler olur. Halbuki onun niyeti para kazanmak değil, kendi manevi makamını gizleyerek halkın arasına karışmak ve örnek davranışları ile onları manevi olarak terbiye etmektedir.

Somuncu baba somuncu koca, ekmekçi koca ismi ile de anılır. Ekmeklerini ulu caminin inşaatında çalışan işçilere sunarak onları da doyurur.

Zaman Yıldırım Beyazıt hanın zamanıdır. Yıldırım Beyazıt han Niğbolu zaferini kazanmış bir zafer nişanesi olarak ve şükrünü eda etmek için bir cami yaptırmak ister. Peygamber Efendimizin mana âleminde işareti ile camiinin yapımına başlanır. Çalışmalar hızla devam eder ve sonunda o muhteşem eser biter.

Bir mimari harikası olan bu cami açılacağı günü beklemektedir. Öyle güzel ve öylesine haşmetlidir ki gökteki melekleri bile gıpta ettirecek bir güzellik diye bahsedilir ondan. Onu gören Rabbini hatırlar ve ona bakan gözlerini bir daha ondan ayıramaz.

Sıra caminin açılışına gelmiştir. Açılışta zamanın bütün ulemaları hazırdır.

Başta Molla Fenari olmak üzere birçok zevatı kiram oradadır. Açılış Kuran tilaveti ile sona erdikten sonra hutbe için Beyazıt hanın damadı olan Emir Sultanı kürsüye davet eder.

Bu davet karşısında çok utanan Emir Sultan Hazretleri " Şu anda aramızda Gavsul Zaman Hazretleri bulunmaktadır. O varken bize konuşmak düşmez" diye kürsüye Somuncu Baba Hazretlerini davet eder. O zamana kadar kimse tarafından gavsul azam olduğu bilinmeyen somuncu baba ifşa edilmiş olur.

Somuncu baba kürsüye çıkarken Emir Sultan hazretlerine dönerek " Ne yaptın sultanım, sırrımızı faş ettiniz" der.

Kürsüye çıkar ve söze şöyle başlar. "Burada bulunan bazı âlimler sure-i fatihanın tefsirinde müşkilad çekerler. Onun için bu surenin tefsirini yapalım" buyurur.

O sıralarda Molla Fenari Seb-ul Mesani isminde bir kitap yazmaktadır ama Fatihanın tefsirinde müşkülatı vardır.

Bunun için somuncu baba Fatiha suresini 20 ilim üzere 7 ruhunu tefsir etmeye başlar. Çok üst seviyede bir sohbet yapar. Fatihanın 7 ruhunu halka açıklar.

İlk ruhunu yalnızca avam anlar, ikinci ruhunu yalnızca havas anlar, üçüncü ruhunu ise hassul havaslar anlar. Diğer 4 ruhunu ise anlayan kimse çıkmaz. Böylece manevi kişiliği ortaya çıkmıştır, halk artık onun kim olduğunu bilmiştir.

Bu hutbe ve vaazı dinleyen halk onun büyük bir veli ve gavs-ül zaman olduğunu anlar. Herkes elini öpmek için izdiham yaratarak yanına ulaşmaya çalışır. Orada bir kere daha hikmetini göstererek üç kapıdan birden aynı anda çıkarak görenleri şaşkına çevirir. Akabinde hemen çilehanesine çekilerek halvete girer ve bir daha fırını yakıp somun pişirmez. Çünkü bir den bire şöhreti artmış herkes onu tanımıştır. Bir veli için en korkulacak hal şöhret ve halkın aşırı ilgisi ikramıdır.

Molla Fenari Somuncu Baba hazretlerinin ilmine hayran kalmıştır ondan faydalanmak için hemen kapısını çalar.

Derdini Somuncu Babaya açık açık anlatır.

"Bende sizde olan ilimden almak isterim. Bana da sahip olduğunuz ilmi öğretin" der. Bunu üzerine somuncu baba eğer ilmi talip ediyorsan işe Allahın zikri ile nefis terbiyesinden başlayacaksın der. Tamam der Molla Fenari ne istersen yapmaya hazırım.

Bunu üzerine somuncu baba hazretleri onun nefsine ağır gelecek bir imtihan sunar.

"Öyleyse eşeğine ters binip Bursa sokaklarını dolaş bakalım" der.

Molla Fenari bunu yapamayacağını anlatır. Öyleyse der somuncu baba buraya kadar gelip ilmimize talip oldunuz buradan boş gitmeyiniz. Ve ona tenezül eyleyerek bir nefes verip ikramda bulunur. Molla Fenari o nefesin etkisinden dolayı sure-i Fatiha üzerine öyle bir tefsir yazar ki, ondan sonra gelen âlimler dahi onu anlamakta zorluk çekerler.

Aldığı ilimden pek memnun olan molla fenari sakladığı 5 bin akçeyi somuncu babaya vererek "Bu helâl kazanılmış bir paradır lütfen bunu kabul edin" der.

Bunun üzerine somuncu Baba hz "Dur bakalım der, helâl olduğunu nereden biliyorsun" 5000 akçenin içinden 1 akçe alıp bu para ile hayvanlarına yem almasını söyler. Dediklerini yaparlar otu hayvanların önüne koyarlar. Hayvan otu koklayıp yemez sonra bir güzelde üzerine pisler. Demek ki içine haram karışmıştır diyerek parayı sahibine iade eder.

Artık sırrı iyiden iyiye ifşa olmuştur bu sebepten buradan gitme zamanı gelmiştir.

Yanına Ak Şemseddin, Kara Şemseddin, Ak Berettin, Kızılca Dedreddin, Muslihidini karamani, ve Hacı bayram veliyi alarak Bursa'dan uzaklaşır. Onun gideceğini öğrenen molla fenari onu yolda bir ağacın altında bekleyip gitmemesi için yalvarır.

Bütün Bursalılara da bu konuda dua etmelerini söyler. Ama emir Allahın emridir. Mutlaka yapılmalıdır. Bu yalvarış karşısında ne yapacağını şaşıran Somuncu Baba hazretleri yüzünü Bursa'ya dönerek "Çok bereketli ve yeşil bir şehir olması" istikametinde dua eder.

41 sene kaldığı bu şehre veda edip Aksaray'a doğru yol alır.

Ve aradığı toprakların burası olduğunu düşünerek buraya yerleşirler. İnsanlara burada Kuran-ı Kerim doğrularını anlatarak ışık olmaya devam eder. Yani Aksaray halkını irşad eder.

Bir gün en sevdiği talebelerinden olan Hacı bayram-ı Veliyi yanına alarak birlikte şama giderler, Mekke ve Medine'yi ziyaret ederek hacı olurlar.

Haç dönüşünde Hacı bayram-ı Veliyi Ankara yı İrşad etmesi için orada bırakarak yoluna devam eder.

Artık onun en sevdiği talebesi hacı bayramı veli hazretleri Ankara' nın en çok aranan ve ziyaret edilen bir velisi olmuştur. Kendisi de küçük oğlu Halil Taybi ile birlikte Darende'ye yerleşir.

Burası onun son ikametgâhıdır. Buranın halkı ile bütünleşecek Allahın verdiği nimetlerini kendi elinden burada halka dağıtacak ve yüzyıllarca ayak bastığı her yer ziyaretçi akınına uğrayacaktır.

Burada bu kutsal dağların arasını mekân tutar kendisine. Billur gibi akan kaynak suyundan alır abdestini, bu balıklarla özdeşleşir ve onun himmeti ile bu dağlardan akan su hiç kesilmeden coşkuyla akar asırlardır. Bazen coşkulu, bazen deli bazen nazlı nazlı süzülür iki dağın arasından.

Tam 80 sene ömür sürer Allah yolunda. Ve her saniyesi Allah ile beraber. 1412 yılında bir gün talebeleri ile helalleşir, iki rekât namaz kılıp uzun uzun dua eder ve dünyasını değiştirir. Cenaze Namazını Hacı Bayram Veli Hazretleri kıldırır.

Kendi ismini taşıyan Şeyh hamid-i veli caminin içinde oğlu Halil Taybi ile birlikte yatar.

O, tüm zamanını Allahın zikrine adamış, zikrin önemini insanlara anlatmış biridir.

Diriyiz daim, ölmeyiz
Karanularda kalmayız
Çürüyüp toprak olmayız
Bize leyl ü nehar olmaz

11 Ağustos 2009 Salı

Hz. İsa`yı Beklerken


HIRİSTİYANLAR neredeyse 2000 yıldır Hz. İsa’yı bekliyorlar ve onu bekleyen yalnız onlar değiller. Bekleme şekilleri, bekledikleri yer ve onun gelme biçimine olan itikadları çok farklı da olsa, bugün yeryüzündeki Müslümanlar da Hz. İsa’yı en az Hıristiyanlar kadar merak ve hasret ile beklemektedirler. Zira, peygamberler zincirinin son halkası Hz. Muhammed (a.s.m.) de, İsa aleyhisselamın tekrar dünyaya teşrif ettirileceğini hadisleriyle haber vermiştir. Dahası, son peygamberin eliyle insanlara bildirilen son Kitab’da da İsa peygamberin tekrar yeryüzüne gönderileceğine işaret edilmektedir. Yani, Kur’ân’a ve Hz. Muhammed’e (a.s.m.) iman etmiş herhangi bir Müslüman dahi, Hz. İsa’yı beklemektedir.

KUR’ÂN’A GÖRE HZ. İSA’NIN YENİDEN DÜNYAYA GELİŞİ

Kur’ân’da Hz. İsa’nın ahirzamanda yeniden dünyaya geleceğine işaret eden âyetlerin en önemlilerinden biri şudur: “Şüphesiz o (İsa’nın yeryüzüne inişi), Kıyâmetin yaklaştığının bilgisidir.”(1) Müslüman âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, bu ifadeler, şu an ruhu ve bedeniyle bambaşka bir âlemde bulunan Hz. İsa’nın ahirzamanda tekrar dünyaya döndürüleceğini ve bu hadisenin de yaklaşmış olan Kıyamet günü için bir işaret olacağını ima etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber, Hz. İsa’nın yeniden dünyaya gelişini bir Kıyamet alâmeti olarak hadislerinde belirtmiştir.(2)

HZ. İSA’NIN GÖĞE ÇIKARILMASI

Bir zaman Allah: ‘Ey İsa! Şüphesiz ben seni vefat ettireceğim ve bana yükselteceğim,’ demişti.”(3) Âl-i İmran sûresinde geçen ‘vefat’ (teveffi) kavramı üzerinde duran İslâm âlimlerinden Vehb b. Münebbih’e göre, burada sözü edilen vefat, bildiğimiz mânâda bir ölüm olayıdır. Yani Allah Hz. İsa’yı önce vefat ettirmiş ve kısa bir süre sonra da onu göğe yükseltmiştir.(4)

Bu yorumda, hem sahih hadislerin hem de “Seni bana (Kendi katıma) yükselteceğim” mealindeki âyetin doğrultusunda Hz. İsa’nın canlı olarak göğe çıkarıldığı vurgulanmaktadır.

Rabî b. Enes’e göre ise, buradaki ‘vefat’ (teveffi) kavramı, uyku anlamındadır. Buna göre, Allah İsa’yı uyutarak göğe çıkarmıştır. Çünkü sahih bir hadiste de geçtiği üzere, “Ölüm ile uyku kardeştirler.”(5) Nitekim En’âm sûresinin 60. âyetinde yer alan “Geceleyin sizi vefat ettiren O’dur” mealindeki ifadede ‘vefat’ kavramı uyku için kullanılmıştır.(6)

Başta İbn Abbas olmak üzere âlimlerin çoğuna göre ise, âyette yer alan ‘vefat’ (teveffi) kavramı, ‘bir yerden bir yere almak’ anlamındadır. Allah, Hz. İsa’yı öldürmeden ve uyutmadan, dünyada olduğu şekliyle, canlı olarak göğe kaldırmıştır.(7)

Ashab-ı Suffa’nın en önde gelenlerinden biri olan Ebu Hureyre, Hz. İsa’nın ahirzamanda tekrar dünyaya gönderileceğine dair Hz. Peygamber’den naklettiği bir hadiste şöyle demektedir: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim! Meryem oğlu İsa’nın aranıza adaletli bir hâkim olarak ineceği, istavrozları kırıp domuzları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap’tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur.

Bu hadisi nakleden Ebu Hureyre, hadisin ifadesini güçlendirmek için der ki: “Dilerseniz şu âyeti okuyun [mealen]: “Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce onun (İsa’nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsa, onların aleyhine şahitlik edecektir.” (Nisa; 159)8

Yine Ebu Hureyre anlatıyor:

Hz. Peygamber(s.a.s) şöyle buyurdu: “Peygamberler, baba bir kardeşlerdir. Anneleri farklı, fakat dinleri birdir. Ben herkesten çok Meryem oğlu İsa’ya yakınım. Çünkü benimle onun arasında başka bir peygamber yoktur. Onu gördüğünüzde tanımaya çalışın. O, kırmızı ile beyaz karışımı bir tene sahip, ıslak olmadığı halde başından (saçından) sanki su damlıyor. Şüphesiz o, geldiğinde haçı kıracak, domuzu öldürecek, mal çok artacaktır. Zamanında İslâm dini dışındaki tüm dinleri [bu ifadeyi ideolojiler, inançlar şeklinde de anlamamız mümkündür] Allah yok edecektir. Yine Allah, onun zamanında dalalet mesihi olan şaşı gözlü yalancı Deccal’ı da helak edecektir. Yeryüzünde öyle bir emniyet tesis edilecek ki, arslanlar develerle, kaplanlar sığırlarla, kurtlar davarlarla birlikte yayılacak; çocuklar yılanlarla—birbirine zarar vermeyecek şekilde—oynayacaklar. İsa yeryüzünde kırk yıl kaldıktan sonra ölecek, Müslümanlar cenaze namazını kıldırıp onu defnedeceklerdir.”(9)

HZ. İSA NEDEN TEKRAR GELECEK?

Âyet ve hadislerin ışığında, Hz. İsa’nın yeryüzüne tekrar gelişinin ne gibi sebepleri olabileceğini sorguladığımızda, karşımıza pek çok hikmetleri olduğu gerçeği çıkar. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir:

1. Hz. İsa’yı çarmıha gererek öldürdüklerini iddia eden Yahudilerin bu iddiaları çürütülmüş olacaktır. Bunun ne kadar yaygın bir inanç olduğunu bugün ‘haç’ın Hıristiyan inancının simgesi hâline geldiğini düşünerek anlayabiliriz.

2. Hz. İsa’nın yeryüzüne bir insan olarak gelmesi ve normal bir insan gibi eceli gelip ölmesi, Hıristiyanlarca ona isnat edilen ilâhlık iddialarını da çürütecektir.

3. Hıristiyanlık bugün yeryüzünde en çok tâbisi bulunmasına rağmen, tevhid inancından sapmış ve Hz. İsa’ya bir insan ve bir peygamber olduğu halde ilâhlık isnat eden bir dindir. Allah tarafından çok çirkin bir iddia olarak ifade edilen bu sapmanın bizzat o dinin peygamberi tarafından ahirzamanda tashih edilecek olması son derece hikmetlidir.

Hz. İsa (a.s), büyük peygamberlerden biri olmasına rağmen, çok genç bir yaşta, otuz üç yaşında düşmanlarının engellemeleri ve onu öldürme planları yüzünden şânına lâyık bir görevi tam ifa etmeden dünyadan göçüp gitti. Yani Yüce Allah tarafından göklere kaldırıldı. Dünyanın yedi harikasından biri olan Zülkarneyn seddinin harap olması, Ye’cüc-Me’cüc fitnesine karşı hâl diliyle insanları dikkate davet edip kıyametin geleceğine bir alâmet olduğu gibi, Hz. İsa’nın da harika şahsiyetine uygun olarak, ahirzamandaki Deccal fitnesine karşı insanlık camiasını kâl diliyle uyaran büyük bir kıyamet alâmetidir. Ayrıca, İsa aleyhisselam, İsevîlik din-i hakîkisine yeniden hizmet etmek ve hitam-ı misk olsun diye iki büyük semavî din olan İslâmiyet ile hakikî İsevîlik dinini gerçek tevhid ekseninde birleştirip insanlığı dünya hayatının son demlerinde Yüce Allah’a kulluk etmeye davet etmek üzere yeryüzüne yeniden merhaba diyecektir.

GELDİĞİNDE ONU NASIL TANIYACAĞIZ?

Bu sorunun cevabını da Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat’ından okuyalım:

Hz. İsa geldiği zaman herkes onu tanıyamaz. Yalnız onun yakınında bulunanlar ve ferasetli bazı mü’minler iman nuru ve şuuru ile onu tanıyacaklar.

KAYNAKLAR

1- Zuhruf, 43/61.
2- bk. Alûsî, XXV/95; Hamdi Yazır, VI/58.
3- Âl-i İmran, 2/55.
4- bk. Rağıb, (v f y) maddesi.
5- bk. Kurtubî, VI/100.
6- bk. a.g.e, a.g.y ; Rağıb, (v f y) maddesi.
7- bk. Kurtubî, IV/100.
8-Buharî, Buyû’ 102, Mezâlim 31, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242; Ebu Davud, Melâhim,14; Tirmizî, Fiten 54.
9-İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VI/493; Tayalisî, s.335; Ebu Davud, Melâhim,14; Ahmed, II/340; İbn Mâce, Fiten, 33.