Plastitler bitkilere has dizayn edilmiş moleküllerdir. Bilindiği üzere
kromoplastlar kloroplastlarda bulunup turuncu renk içerirler.
Lökoplastlar (beyaz kloroplastlar) ise yeşil renkte ışığı emen düğmeler
olup şeker imal ederler. Zira fotosentez olayında kloroplast içerisinde
yer alan klorofil maddesinin ışığı absorbe etmesiyle (tutma eylemi)
birlikte tutulan ışık kimyasal enerjiye dönüşüp ayrıca ATP taşıyıcı
enerji elde edilir. Aynı zamanda bitkiler fotosentez sayesinde oksijen
üretmiş olurlar. Yani bitkiler atmosferde on binde üç oranında (% 0,03)
bulunan gazdan yaprakları marifetiyle aldıkları 6 molekül karbondioksit
ve kökleriyle aldıkları 6 molekül suyu güneş ışığı yardımıyla
bünyelerinde var olan klorofille özümleyerek glikoz (besin) ve 6 molekül
oksijen üretirler. Böylece su ve karbondioksitin birlikteliğiyle şekere
kavuşmuş oluruz. Baksanıza artık tek hücreli yeşil bitki olarak kabul
edilen fitoplanktonlar bile güneş ışığını kullanıp CO2, H2O,
besi elementlerini (azot, fosfor, kükürt vs.) oksijene ve organik
maddelere dönüştürüp denizlere hayat veriyorlar. Bu arada fotosentez
sonucu üretilen oksijeni soluyan insan ve diğer canlılar beslendiği
gıdaları yavaş yanmayla yakıp dışarıya karbondioksit verirler.
Karbondioksit vücut içerisinde devamlı üretilmesi hasebiyle elbette ki
dışarı atılması gayet tabiidir. Aksi takdirde az bir karbondioksit
birikiminin vücuda vereceği zarar ciddi sonuçlar doğuracaktır. Kuşkusuz
karbondioksiti vücutta yeteri kadar dengede tutan akciğerden başkası
değildir. Demek ki canlı cansız âlemde her şey ayarlanmış bir denge
hesabıyla karşılıklı “al gülüm ver gülüm” misali biri karbondioksit
ikram ederken diğeri de oksijen sunuyor. İyi ki de karşılıklı ikramda
bulunuyorlar. Zira onlarsız yaşamak anlamsız. Mesela beyin
oksijensizliğe ancak 4 dakika dayanabiliyor. Sonrası malum beyin ölümü,
akabinde gerçek ölüm vuku bulmakta. Kaldı ki gıdalarla elde edilen
enerji, oksijen molekülleriyle sentezlenmeden asla kullanılamıyor.
Dolayısıyla oksijen molekülleri olmaksızın istediğiniz kadar yeyip
içiniz aldığınız besinler işlenilemeyeceği için hiçbir işe
yarayamayacaktır. Her şey sanki oksijenle sentezlenmeye muhtaç durumda.
Zaten oksijen sentezleme konusunda mahir bir element. Öyle bir element
ki herhangi bir maddeyle reaksiyona girdiğinde hızlıca bileşik
oluşturabiliyor. Nitekim kesilen elmanın kahverengimsi renk hal alması,
demirin pas tutması bunun tipik bir misali. Bundan da öte oksijenin
vücutta sergilediği faaliyet sayesinde karbondioksit molekül haline
gelebiliyor. Gerçekten biz kullar Allah’a iman etmiş olmanın verdiği
güçle bu muazzam işleyen sistem karşısında şaşkınlığımızı gizleyemeyip,
“Bu ne güzel karşılıklı döngü ve yardımlaşmadır” diye haykıransımız
geliyor.
Yanma olayı tabiatta da gerçekleşir, nasıl mı? Tabiî ki havada ki
oksijen vücudumuza besin kaynağı bir madde ile reaksiyona girip yanma
olayının vuku bulmasıyla. Bu yüzden Allah-ü Teala; “Rızkınız semadadır” (Zariyat, 22), “ Size gökten ve yerden rızk veren” (Neml, 64), “O Allahtır ki, arzın içinde ne varsa hepsini sizin için yarattı” (Bakara, 29) beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiştir. Yani güneş, yağmur, hava ve orman hepsi rızkımız.
Işığın kaynağı elbette ki güneştir. Her şeyde ölçü tayin edildiği gibi
güneşinde kendine has belli bir ölçüye göre ayarlanmış kütlesi, hacmi ve
enerjisi var. Zira güneşin merkez katmanlarında 564 milyon ton hidrojen
560 milyon ton helyuma dönüşüp ısı ve ışık oluşturuyor. Düşünebiliyor
musunuz atmosferin üst katmanlarında % 21 oranında bulunan oksijen tıpkı
azot gibi güneşten gelen kısa dalga boya sahip zarar verici mor ötesi
ışın ve X ışınlarını yutarak yeryüzüne filtre edilmiş halde iniveriyor.
İşte bu inen ışık bir anda bitki maharetiyle kimyasal enerjiye çevrilip
zerreden kürreye; “Senin verdiğin nimetlere sonsuz şükürler olsun”
dedittirecek türden her şeye hayat kaynağı olabiliyor. Bu nimetin
bilimsel anlamı karbonhidrat sentezi ve oksijenin canlıların
istifadesine sunulmak üzere serbest salınması demektir. Yani hidrojen
alınıp oksijen hizmetimize sunuluyor. Karbondioksit ise sudan ayrılan
oksijen için alıcı rol konumunda olup karbonhidrat bileşiği üretiyor.
Oluşan bu bileşik hem bitkinin beslenmesine hem de bizim için gerekli
protein, yağ ve nişastaya ayrıştırılır. Şöyle ki; maddenin molekül
ağırlığı kendisini oluşturan atomların ağırlıklarının total miktarı
kadardır. Buradan hareketle glikoz maddesini (C6H12O6)
meydana getiren karbon atom ağırlığı 12, oksijenin 16, hidrojenin ise
12 olduğuna göre; total glikoz atom ağırlığı (6 x 12) + (12 x 1) + (6 x
6) = 180 gram olduğu görülecektir. Demek oluyor ki karbondioksit suyla
izdivacında glikoz ve oksijen üretiyor. Üstelik üretilen besinin % 40
pasta dilimine denk düşen kısmın büyük bir bölümünü karbon oluşturmakta.
Nihayetinde bu pasta bize gerektiğinde gıda, gerektiğinde meyve oluyor,
her şeyden öte yeşil bir manzaramız olmakta. Dahası kloroplastlar hava
ve suyun özünde bulunan en temel üç elementimiz olan karbon, hidrojen ve
oksijeni sentezleyerek hayat buluruz. Aynı zamanda serbest salınan
oksijenle atmosferimiz temiz havaya bürünüp teneffüsümüz sağlanır. Bugün
teknolojik imkânlarla havadan oksijen ayırt edebilmek için bin bir
türlü ayırımsal damıtma işlemlerine zahmetle katlanan insanoğlu
bitkilerin 6CO2 + 6H2O → (C6H12O6) + 6O2 formülüyle bu işi gayet rahat bir şekilde yaptıklarını gördükçe şaşa kalıyorlar.
Atmosferin en önemli gazlarından olan oksijenin doğuşu bundan 2000
milyon sene öncesine dayandığı tahmin ediliyor. Genel olarak yeryüzünde
oksijen değişik şekillerde sahne almaktadır. Hatta bulunduğu alana göre
de unvan almaktadır. Şöyle ki litosferde oksitlendiği için maden oksidi,
hidrosferde su, atmosferde ise moleküler oksijen diye isimlendirilir.
Kur’anda oksijen var mı derseniz şu ayeti kerimeyi okumak sanırım
hepimize fikir verir. Bakın Allah-ü Teala: “Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin ayet–80), “Şimdi bana (yeşil bir ağaçtan) çatmakta olduğunuz ateşi söyleyiniz onun ağacını siz mi yarattınız. Yoksa onu yaratan biz miyiz?”
(Vakıa,71–72) ayetiyle oksijeni bitkilerin ürettiğine işaret etmenin
yanı sıra oksijensiz yanma olayının gerçekleşemeyeceğini bildirmektedir.
Yani oksijen olmalı ki karbondioksit elde edilebilsin. Dolayısıyla ateş
yeşil ağaçtan çıkan oksijen demektir. Ateş (oksijen) olmadan karbon
içerikli kömür karbondiokside dönüşemez zaten. Keza ateş olmadan yemek
pişmez, savaş aleti ve zirai aletler de yapılmaz. Karbondioksit olacak
ki bitkiler yetişebilsin, bitkiler olacak ki hayvanlar beslenebilsin,
hayvanlar olacak ki biz insanlar etinden sütünden hatta derisinden
yararlanabilelim. Görüyorsunuz bir karbon kelimesinden nerelere kadar
geldik. Belli ki yaşadığımız hayatta birbirine bağlı muazzam bir trofik
diye tabir edilen beslenme zinciri mevcut. M. Hamdi Yazır ayette geçen
ifadelerin sadece odun ve kömürle sınırlı kalmayıp sürtünme ve dokunma
sonucu oluşan elektrik manasına da gelebileceğine dikkat çekmiştir.
Ayrıca nasıl ki fotosentezle besin maddeleri üretilebiliyorsa, aynı
zamanda gece fotosentezin tam tersi aerobik (oksijenli) solunum sonucu
besin maddeleri oksijenle yakılıp açığa karbondioksit, su ve bir miktar
enerji çıkabiliyor. Anlaşılan bitkiler her sabah güneşin doğuşuyla
birlikte fotosentezi aracı kılarak ilahi mektubun gereği hummalı bir
faaliyete geçip ürettikleri meyveleri bizlere takdim ediyorlar. Yine
hakeza gece karbondioksit, gündüz ise oksijen üretip, böylece ormanlar
oksijen deposu haline geliyorlar. İşte oksijen ve su dengesi denen
mucizevî olay bu olsa gerektir. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet; Kim ki
ormanlardan bir ağaç keserse boynunu kopartırım demiştir. Yani yaş kesen
baş kesendir demek istemiştir. Bundan da öte Yüce Peygamberimiz(s.a.v);
“Yarın kıyamet kopacağını bilseniz bile ağaç dikiniz” emri her şeyi anlatmaya yetiyor.
Hakikat şu ki yeşil bitkiler güneş ışığını en iyi işleyebilecek düzeyde
olan biyomotorlardır. Güneş ışığı eşliğinde yaşadığımız hayat ise bir
noktada yeşilden mora kadar yedi tayf üzerine kurulu renkler
manzumesidir. Bu yüzden tüm canlılar güneş ışığına mest olurlar. Malum
olduğu üzere beyaz ışık esas itibariyle kırmızı, turuncu, sarı, yeşil,
mavi lacivert ve mor ışıkların karışımından meydana gelmektedir. Peki,
bu ışıklar hangi mekanizmayla seçilip bize sunulur derseniz, belli ki
ışık yapraklarda bir mercek misali süzülüp uzun dalga boyunda
turuncu-kırmızı ışınlar ve daha kısa dalga boylu mavi-mor ötesi ışınları
filtre ederek seçim gerçekleşir. Nitekim beyaz ışık cam prizmadan
geçirildiğinde bunu gözlemlemek mümkün. Hatta gök kuşağı da bunu
doğrulayan bir hadisedir. Dolayısıyla orta boy dalga ışınlar yaprak
tarafından yansıtıldığında klorofil bitkinin bulunduğu kısımda bizim
tarafımızdan yeşil renkte algılanır. Anlaşılan klorofil bu işi kırmızı
ve mavi ışığı kuvvetle absorbe edip kendisinde bulunan yeşil rengin çok
az bir bölümünü yansıtarak gerçekleştirir. Hakeza bilim adamları
okyanuslarda var olan bir nevi bitki sayılan alglerin (diatomlar) kara
bitkilerinden daha büyük misli derecede fotosentezde aktif rol
oynadıklarını belirlemişlerdir. Ayrıca yerden 80 kilometre uzaklıkta yer
alan strosfer tabakasının bünyesinde taşıdığı azot gazı sayesinde
güneşten gelen mor ötesi zararlı ışınlar filtre edilip korunmaya
alındığımız tespit edilmiştir. Şayet bu filtre işlemi olmasaydı hayat
felç olacaktı.
Atmosferde mevcut gaz oranların belirli oranlarda bulunması mucizevî
rabbaniyedir. Mesela azotun % 78, oksijenin % 21 oranında atmosferde
sabit değerde bulunması belli bir ilahi planın işleyişine yönelik amaç
içindir. Kesinlikle bu oranlar tesadüfen tayin edilmiş rakamlar değil.
Nasıl olsun ki, baksanıza bu sabit değerler sayesinde dünyamızı bir
baştanbaşa kadar kaplayan gerek bitki, gerek hayvan ve gerekse insan
toplulukları hayat bulmaktadır. Allah korusun mevcut denge ayarının
hedefinden şaşması her şeyin allak bullak olması demektir. Düşünsenize
oksijenin atmosferde iki katı oranda fazla olduğunu bir anda varsaysak
arzımızda hafif ateş kıvılcımı yakmakla hem solduğumuz havayı hem de
yeryüzünü cehenneme çevirmemiz an meselesidir diyebiliriz. Ya da tam
tersi oksijen % 21 değilde yarısı kadar düşük değerde olsaydı
nefessizlikten acaba halimiz nice olurdu, isterseniz bunu da siz
düşünün. Bir kere nefes almak için oksijen almamız şart. Fakat bu ön
şart sadece azot ve oksijen dengesi için mi, elbette hayır. Ayrıca
karbon gerçeği var. Bu yüzden karbondioksit gazının varlık nedenini
görmezden gelemeyiz. Zira bu gazın doğuşu da incelemeye değer bir
bambaşka bir âlem. Nitekim karbon dengesi öyle ayarlanmış ki atmosferin
dış tabakalarına gelen kozmik ışınlar burada birtakım kimyasal
reaksiyonlarla yüksüz parçacıklara (nötron) dönüşüp derhal azotla
birleşerek radyoaktif karbona (C14 izotopuna), bu
izotop da oksijenle birleşerek radyoaktif karbondioksit gazına
dönüşüyor, derken hava akımları yardımıyla bu gaz atmosferin en alt
katmanlarına hızla diffuze oluyorlar. Böylece birçok canlı ve cansız
varlıkların kimyasal bileşenlerini birbirine bağlayan karbon dengesi
sağlanmış oluyor. Dahası şeker 6 karbon atomuna, gliserin 3 karbon
atomuna, keza protein yapımında önemli rol oynayan amino asitlerde
karbon atomuna bağlı faaliyet gösteriyorlar. Tabir caizse canlının en
temel maddesi karbon atomudur.
Bu arada gökyüzünde çakan şimşeklerde rızkımız. Çünkü şimşekle birlikte
havanın nemi kimyasal reaksiyona girip bitkiler için vazgeçilmez azot
bileşikleri (tabi gübre) meydana gelmektedir. Rabbül âlemin; “Göğü ve
yeri, rızkınıza iki hazine gibi hazırlayan, oradan yağmuru, buradan
bitkileri çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve zemini iki
itaatkâr haznedar hükmüne kim getirebilir? Öyle ise, şükür Ona mahsustur” (Yunus, 31), “Yere girenleri ve ondan çıkanları, gökten inenlerle oraya yükselenleri Allah bilir”(Hadid, 4) buyurmakta.
Karbondioksit sadece atmosferde yüksüz parçacıklardan oluşmuyor.
Yeryüzünü kaplayan her cins bitki özellikle sonbaharda yaprak dökümüyle
birlikte tüm elemanları toprağa karışıp çürümesi sonucu karbondioksit
gazı imal ediyorlar. Yani bitkinin ölüsü bile bir anlamda canlılık
demek. Nasıl ki toprak ananın bağrına tohum serpilip zamanla toprakta
neşvünema bulup dirilişe geçiyorsa, bu dünyadan bir kuş misali göç eden
insan elbet haşirde dirilecektir. Malumunuz peygamberimize inanmak
istemeyen müşrikler;‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemikler mi dirilecek’
diye itiraz etmişlerdi hep birlikte. Bugün müşrikler yaşasaydı o
ufalmış dedikleri kemikleri yandığında veya karbon haline geldiğini
gördüklerinde bitkilerin gaz haline gelmiş karbondioksiti fotosentez
kanunu ile özümseyip glikoz ve oksijen ürettiğine şahit olduklarında
acaba ne diyeceklerdi, doğrusu merak konusu. Galiba glikozun, yani
şekerin canlı varlığa geçerek hayat verdiğini görüp ‘Allah’ demekten başka çareleri kalmayacaktı. Vesselam.