Bu Blogda Ara

15 Kasım 2013 Cuma

OKSİJEN MUCİZESİ : YEŞİL AĞAÇTAN ÇIKAN ATEŞ

”O ki,size yeşil ağaçtan ateş çıkardı da siz ondan tutuşturup duruyorsunuz.”(yasin:80)

Plastitler bitkilere has dizayn edilmiş moleküllerdir. Bilindiği üzere kromoplastlar kloroplastlarda bulunup turuncu renk içerirler. Lökoplastlar (beyaz kloroplastlar) ise yeşil renkte ışığı emen düğmeler olup şeker imal ederler. Zira fotosentez olayında kloroplast içerisinde yer alan klorofil maddesinin ışığı absorbe etmesiyle (tutma eylemi) birlikte tutulan ışık kimyasal enerjiye dönüşüp ayrıca ATP taşıyıcı enerji elde edilir. Aynı zamanda bitkiler fotosentez sayesinde oksijen üretmiş olurlar. Yani bitkiler atmosferde on binde üç oranında (% 0,03) bulunan gazdan yaprakları marifetiyle aldıkları 6 molekül karbondioksit ve kökleriyle aldıkları 6 molekül suyu güneş ışığı yardımıyla bünyelerinde var olan klorofille özümleyerek glikoz (besin) ve 6 molekül oksijen üretirler. Böylece su ve karbondioksitin birlikteliğiyle şekere kavuşmuş oluruz. Baksanıza artık tek hücreli yeşil bitki olarak kabul edilen fitoplanktonlar bile güneş ışığını kullanıp CO2, H2O, besi elementlerini (azot, fosfor, kükürt vs.) oksijene ve organik maddelere dönüştürüp denizlere hayat veriyorlar. Bu arada fotosentez sonucu üretilen oksijeni soluyan insan ve diğer canlılar beslendiği gıdaları yavaş yanmayla yakıp dışarıya karbondioksit verirler. Karbondioksit vücut içerisinde devamlı üretilmesi hasebiyle elbette ki dışarı atılması gayet tabiidir. Aksi takdirde az bir karbondioksit birikiminin vücuda vereceği zarar ciddi sonuçlar doğuracaktır. Kuşkusuz karbondioksiti vücutta yeteri kadar dengede tutan akciğerden başkası değildir. Demek ki canlı cansız âlemde her şey ayarlanmış bir denge hesabıyla karşılıklı “al gülüm ver gülüm” misali biri karbondioksit ikram ederken diğeri de oksijen sunuyor. İyi ki de karşılıklı ikramda bulunuyorlar. Zira onlarsız yaşamak anlamsız. Mesela beyin oksijensizliğe ancak 4 dakika dayanabiliyor. Sonrası malum beyin ölümü, akabinde gerçek ölüm vuku bulmakta. Kaldı ki gıdalarla elde edilen enerji, oksijen molekülleriyle sentezlenmeden asla kullanılamıyor. Dolayısıyla oksijen molekülleri olmaksızın istediğiniz kadar yeyip içiniz aldığınız besinler işlenilemeyeceği için hiçbir işe yarayamayacaktır. Her şey sanki oksijenle sentezlenmeye muhtaç durumda. Zaten oksijen sentezleme konusunda mahir bir element. Öyle bir element ki herhangi bir maddeyle reaksiyona girdiğinde hızlıca bileşik oluşturabiliyor. Nitekim kesilen elmanın kahverengimsi renk hal alması, demirin pas tutması bunun tipik bir misali. Bundan da öte oksijenin vücutta sergilediği faaliyet sayesinde karbondioksit molekül haline gelebiliyor. Gerçekten biz kullar Allah’a iman etmiş olmanın verdiği güçle bu muazzam işleyen sistem karşısında şaşkınlığımızı gizleyemeyip, “Bu ne güzel karşılıklı döngü ve yardımlaşmadır” diye haykıransımız geliyor.
Yanma olayı tabiatta da gerçekleşir, nasıl mı? Tabiî ki havada ki oksijen vücudumuza besin kaynağı bir madde ile reaksiyona girip yanma olayının vuku bulmasıyla. Bu yüzden Allah-ü Teala; “Rızkınız semadadır” (Zariyat, 22), “ Size gökten ve yerden rızk veren” (Neml, 64), “O Allahtır ki, arzın içinde ne varsa hepsini sizin için yarattı” (Bakara, 29) beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiştir. Yani güneş, yağmur, hava ve orman hepsi rızkımız.
Işığın kaynağı elbette ki güneştir. Her şeyde ölçü tayin edildiği gibi güneşinde kendine has belli bir ölçüye göre ayarlanmış kütlesi, hacmi ve enerjisi var. Zira güneşin merkez katmanlarında 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüşüp ısı ve ışık oluşturuyor. Düşünebiliyor musunuz atmosferin üst katmanlarında % 21 oranında bulunan oksijen tıpkı azot gibi güneşten gelen kısa dalga boya sahip zarar verici mor ötesi ışın ve X ışınlarını yutarak yeryüzüne filtre edilmiş halde iniveriyor. İşte bu inen ışık bir anda bitki maharetiyle kimyasal enerjiye çevrilip zerreden kürreye; “Senin verdiğin nimetlere sonsuz şükürler olsun” dedittirecek türden her şeye hayat kaynağı olabiliyor. Bu nimetin bilimsel anlamı karbonhidrat sentezi ve oksijenin canlıların istifadesine sunulmak üzere serbest salınması demektir. Yani hidrojen alınıp oksijen hizmetimize sunuluyor. Karbondioksit ise sudan ayrılan oksijen için alıcı rol konumunda olup karbonhidrat bileşiği üretiyor. Oluşan bu bileşik hem bitkinin beslenmesine hem de bizim için gerekli protein, yağ ve nişastaya ayrıştırılır. Şöyle ki; maddenin molekül ağırlığı kendisini oluşturan atomların ağırlıklarının total miktarı kadardır. Buradan hareketle glikoz maddesini (C6H12O6) meydana getiren karbon atom ağırlığı 12, oksijenin 16, hidrojenin ise 12 olduğuna göre; total glikoz atom ağırlığı (6 x 12) + (12 x 1) + (6 x 6) = 180 gram olduğu görülecektir. Demek oluyor ki karbondioksit suyla izdivacında glikoz ve oksijen üretiyor. Üstelik üretilen besinin % 40 pasta dilimine denk düşen kısmın büyük bir bölümünü karbon oluşturmakta. Nihayetinde bu pasta bize gerektiğinde gıda, gerektiğinde meyve oluyor, her şeyden öte yeşil bir manzaramız olmakta. Dahası kloroplastlar hava ve suyun özünde bulunan en temel üç elementimiz olan karbon, hidrojen ve oksijeni sentezleyerek hayat buluruz. Aynı zamanda serbest salınan oksijenle atmosferimiz temiz havaya bürünüp teneffüsümüz sağlanır. Bugün teknolojik imkânlarla havadan oksijen ayırt edebilmek için bin bir türlü ayırımsal damıtma işlemlerine zahmetle katlanan insanoğlu bitkilerin 6CO2 + 6H2O → (C6H12O6) + 6O2 formülüyle bu işi gayet rahat bir şekilde yaptıklarını gördükçe şaşa kalıyorlar.
Atmosferin en önemli gazlarından olan oksijenin doğuşu bundan 2000 milyon sene öncesine dayandığı tahmin ediliyor. Genel olarak yeryüzünde oksijen değişik şekillerde sahne almaktadır. Hatta bulunduğu alana göre de unvan almaktadır. Şöyle ki litosferde oksitlendiği için maden oksidi, hidrosferde su, atmosferde ise moleküler oksijen diye isimlendirilir. Kur’anda oksijen var mı derseniz şu ayeti kerimeyi okumak sanırım hepimize fikir verir. Bakın Allah-ü Teala: “Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin ayet–80), “Şimdi bana (yeşil bir ağaçtan) çatmakta olduğunuz ateşi söyleyiniz onun ağacını siz mi yarattınız. Yoksa onu yaratan biz miyiz?” (Vakıa,71–72) ayetiyle oksijeni bitkilerin ürettiğine işaret etmenin yanı sıra oksijensiz yanma olayının gerçekleşemeyeceğini bildirmektedir. Yani oksijen olmalı ki karbondioksit elde edilebilsin. Dolayısıyla ateş yeşil ağaçtan çıkan oksijen demektir. Ateş (oksijen) olmadan karbon içerikli kömür karbondiokside dönüşemez zaten. Keza ateş olmadan yemek pişmez, savaş aleti ve zirai aletler de yapılmaz. Karbondioksit olacak ki bitkiler yetişebilsin, bitkiler olacak ki hayvanlar beslenebilsin, hayvanlar olacak ki biz insanlar etinden sütünden hatta derisinden yararlanabilelim. Görüyorsunuz bir karbon kelimesinden nerelere kadar geldik. Belli ki yaşadığımız hayatta birbirine bağlı muazzam bir trofik diye tabir edilen beslenme zinciri mevcut. M. Hamdi Yazır ayette geçen ifadelerin sadece odun ve kömürle sınırlı kalmayıp sürtünme ve dokunma sonucu oluşan elektrik manasına da gelebileceğine dikkat çekmiştir. Ayrıca nasıl ki fotosentezle besin maddeleri üretilebiliyorsa, aynı zamanda gece fotosentezin tam tersi aerobik (oksijenli) solunum sonucu besin maddeleri oksijenle yakılıp açığa karbondioksit, su ve bir miktar enerji çıkabiliyor. Anlaşılan bitkiler her sabah güneşin doğuşuyla birlikte fotosentezi aracı kılarak ilahi mektubun gereği hummalı bir faaliyete geçip ürettikleri meyveleri bizlere takdim ediyorlar. Yine hakeza gece karbondioksit, gündüz ise oksijen üretip, böylece ormanlar oksijen deposu haline geliyorlar. İşte oksijen ve su dengesi denen mucizevî olay bu olsa gerektir. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet; Kim ki ormanlardan bir ağaç keserse boynunu kopartırım demiştir. Yani yaş kesen baş kesendir demek istemiştir. Bundan da öte Yüce Peygamberimiz(s.a.v); “Yarın kıyamet kopacağını bilseniz bile ağaç dikiniz” emri her şeyi anlatmaya yetiyor.
Hakikat şu ki yeşil bitkiler güneş ışığını en iyi işleyebilecek düzeyde olan biyomotorlardır. Güneş ışığı eşliğinde yaşadığımız hayat ise bir noktada yeşilden mora kadar yedi tayf üzerine kurulu renkler manzumesidir. Bu yüzden tüm canlılar güneş ışığına mest olurlar. Malum olduğu üzere beyaz ışık esas itibariyle kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi lacivert ve mor ışıkların karışımından meydana gelmektedir. Peki, bu ışıklar hangi mekanizmayla seçilip bize sunulur derseniz, belli ki ışık yapraklarda bir mercek misali süzülüp uzun dalga boyunda turuncu-kırmızı ışınlar ve daha kısa dalga boylu mavi-mor ötesi ışınları filtre ederek seçim gerçekleşir. Nitekim beyaz ışık cam prizmadan geçirildiğinde bunu gözlemlemek mümkün. Hatta gök kuşağı da bunu doğrulayan bir hadisedir. Dolayısıyla orta boy dalga ışınlar yaprak tarafından yansıtıldığında klorofil bitkinin bulunduğu kısımda bizim tarafımızdan yeşil renkte algılanır. Anlaşılan klorofil bu işi kırmızı ve mavi ışığı kuvvetle absorbe edip kendisinde bulunan yeşil rengin çok az bir bölümünü yansıtarak gerçekleştirir. Hakeza bilim adamları okyanuslarda var olan bir nevi bitki sayılan alglerin (diatomlar) kara bitkilerinden daha büyük misli derecede fotosentezde aktif rol oynadıklarını belirlemişlerdir. Ayrıca yerden 80 kilometre uzaklıkta yer alan strosfer tabakasının bünyesinde taşıdığı azot gazı sayesinde güneşten gelen mor ötesi zararlı ışınlar filtre edilip korunmaya alındığımız tespit edilmiştir. Şayet bu filtre işlemi olmasaydı hayat felç olacaktı.
Atmosferde mevcut gaz oranların belirli oranlarda bulunması mucizevî rabbaniyedir. Mesela azotun % 78, oksijenin % 21 oranında atmosferde sabit değerde bulunması belli bir ilahi planın işleyişine yönelik amaç içindir. Kesinlikle bu oranlar tesadüfen tayin edilmiş rakamlar değil. Nasıl olsun ki, baksanıza bu sabit değerler sayesinde dünyamızı bir baştanbaşa kadar kaplayan gerek bitki, gerek hayvan ve gerekse insan toplulukları hayat bulmaktadır. Allah korusun mevcut denge ayarının hedefinden şaşması her şeyin allak bullak olması demektir. Düşünsenize oksijenin atmosferde iki katı oranda fazla olduğunu bir anda varsaysak arzımızda hafif ateş kıvılcımı yakmakla hem solduğumuz havayı hem de yeryüzünü cehenneme çevirmemiz an meselesidir diyebiliriz. Ya da tam tersi oksijen % 21 değilde yarısı kadar düşük değerde olsaydı nefessizlikten acaba halimiz nice olurdu, isterseniz bunu da siz düşünün. Bir kere nefes almak için oksijen almamız şart. Fakat bu ön şart sadece azot ve oksijen dengesi için mi, elbette hayır. Ayrıca karbon gerçeği var. Bu yüzden karbondioksit gazının varlık nedenini görmezden gelemeyiz. Zira bu gazın doğuşu da incelemeye değer bir bambaşka bir âlem. Nitekim karbon dengesi öyle ayarlanmış ki atmosferin dış tabakalarına gelen kozmik ışınlar burada birtakım kimyasal reaksiyonlarla yüksüz parçacıklara (nötron) dönüşüp derhal azotla birleşerek radyoaktif karbona (C14 izotopuna), bu izotop da oksijenle birleşerek radyoaktif karbondioksit gazına dönüşüyor, derken hava akımları yardımıyla bu gaz atmosferin en alt katmanlarına hızla diffuze oluyorlar. Böylece birçok canlı ve cansız varlıkların kimyasal bileşenlerini birbirine bağlayan karbon dengesi sağlanmış oluyor. Dahası şeker 6 karbon atomuna, gliserin 3 karbon atomuna, keza protein yapımında önemli rol oynayan amino asitlerde karbon atomuna bağlı faaliyet gösteriyorlar. Tabir caizse canlının en temel maddesi karbon atomudur.
Bu arada gökyüzünde çakan şimşeklerde rızkımız. Çünkü şimşekle birlikte havanın nemi kimyasal reaksiyona girip bitkiler için vazgeçilmez azot bileşikleri (tabi gübre) meydana gelmektedir. Rabbül âlemin; “Göğü ve yeri, rızkınıza iki hazine gibi hazırlayan, oradan yağmuru, buradan bitkileri çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve zemini iki itaatkâr haznedar hükmüne kim getirebilir? Öyle ise, şükür Ona mahsustur” (Yunus, 31), “Yere girenleri ve ondan çıkanları, gökten inenlerle oraya yükselenleri Allah bilir”(Hadid, 4) buyurmakta.
Karbondioksit sadece atmosferde yüksüz parçacıklardan oluşmuyor. Yeryüzünü kaplayan her cins bitki özellikle sonbaharda yaprak dökümüyle birlikte tüm elemanları toprağa karışıp çürümesi sonucu karbondioksit gazı imal ediyorlar. Yani bitkinin ölüsü bile bir anlamda canlılık demek. Nasıl ki toprak ananın bağrına tohum serpilip zamanla toprakta neşvünema bulup dirilişe geçiyorsa, bu dünyadan bir kuş misali göç eden insan elbet haşirde dirilecektir. Malumunuz peygamberimize inanmak istemeyen müşrikler;‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemikler mi dirilecek’ diye itiraz etmişlerdi hep birlikte. Bugün müşrikler yaşasaydı o ufalmış dedikleri kemikleri yandığında veya karbon haline geldiğini gördüklerinde bitkilerin gaz haline gelmiş karbondioksiti fotosentez kanunu ile özümseyip glikoz ve oksijen ürettiğine şahit olduklarında acaba ne diyeceklerdi, doğrusu merak konusu. Galiba glikozun, yani şekerin canlı varlığa geçerek hayat verdiğini görüp ‘Allah’ demekten başka çareleri kalmayacaktı. Vesselam.

Karıncanlar ve Enformasyon Teorisi



Enformasyon, alınan veya gönderilen verinin sayısal ölçüsünün yanında işlenmesi manasına gelir. Claude Shannon’un 1948 yılındaki enformasyon tarifiyle birlikte [1], enformasyona önceleri sadece nicelik (miktar) olarak bakılıyordu. Fakat sibernetik, fizik, biyoloji, tarih gibi çok geniş bir sahada kullanılmasıyla birlikte, kainatta icra edilen hadiselerde, enformasyonun maddeye ait olmayan bir özellik olarak ele alınmasının gerekli olduğu ve böylece enformasyona, madde ve enerjiye ilave olarak üçüncü bir unsur olarak bakılması gerektiği düşüncesi ağır basmaya başlamıştır. ;;
Enformasyon teorisine göre, enformasyon üretiminin gerçekleştiği her hadisede, mutlaka “mesaj veren” ve “mesaj alan” olmak üzere iki taraf söz konusudur. Bu sebeple insanoğlunun, kainatta icra edilen hadiseleri anlamaya çalışırken “alıcı” konumunda olduğunu ve o hadise ile “Verici”nin (yani Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celaluhu)) vermek istediği mesajı doğru anlamak ve fiiliyata dökmekle mükellef olduğunu anlayabilmesi önemlidir. Fakat unutulmamalıdır ki, enformasyon sürecinin unsurlarından birisi de “gürültü (noise)”dür ve insanoğlu, gündelik yoğun hayatın verdiği telaştan ve rutin faaliyetlerin getirdiği ünsiyetten dolayı, etrafında cereyan eden hadiselerin kendisine verdiği mesajı anlama ve kainattaki gerçek misyonunu keşfetme noktasında oldukça fazla gürültüye sahiptir. Gürültü, mesajın doğru olarak alınmasını zorlaştıran nesne, hadise v.b. gibi şeylerdir. Gürültüye misal olarak, bir televizyon ekranındaki karıncalanma, iki kişinin konuşması esnasında etraftan gelen gürültü, telefon görüşmelerindeki parazitler v.b. verilebilir ve her hadisede mutlaka gürültü dediğimiz şey az veya çok vardır. Bu bağlamda gürültüyü azaltmak ve mesajı doğru olarak anlamak o kadar büyük önem arzeder ki, bilim dünyasında tamamen gürültü olarak gözüken sonuçların içinden dahi, fiziksel hadise ile ilgili bir sonuç çıkarmaya yönelik özel algoritmalar geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bilgisayar programcılığında takip edilen yolu özetleyerek bu hususu açıklamaya çalışalım. Bilgisayar simülasyonları gerçekleştiren bir bilim insanı, öncelikle inceleyeceği sisteme ait özellikleri, yazacağı kodun içinde tanımlamalıdır. Mesela Fortran programlama dilini kulanarak böyle bir kod yazmayı planladığını varsayalım. Bunun için öncelikle Fortran programlama dilini, komutlarını, çalışma algoritmalarını iyi bilmesi gereklidir. Çünkü her bilgisayar programlama dilinin kendine ait bir komut sözlüğü ve algoritma kuralları vardır. Söz konusu bilgisayar programında hata olup olmadığı, o programın, yazıldığı bilgisayar programlama diline ait bir derleyiciden geçirilmesiyle anlaşılır. Aynen bunun gibi, inanan bir insan kainat kitabını okurken, Kur’an ve Sünnet-i Seniyye kendisi için önemli bir rehber vazifesi görür ve kainatın içinde cereyan eden hadiselerdeki gürültünün, kendisini yanlış yollara ve çıkarımlara sürüklemesine mani olur.
Kainattaki her varlık ise, kendine mahsus bir lisanla bazı hakikatleri insanoğluna anlatmaya çalışırken, tefekkür edebilen insanoğlu ve hususen bilim insanları da, gözlediği davranış modellerini kendi hayatına adapte etmeye ve yeni şeyler icat etmeye çalışır. Bu süreci daha iyi anlayabilmek için, enformasyon teorisinin mertebeleri olan istatistik, söz dizimi, anlam (semantik), eylem (pragmatik) ve gaye/hedef (apobetik) seviyelerinden bahsetmek faydalı olacaktır [2]. Yazının geri kalan kısmında ise, ayağımızı sokağa attığımız her an karşımıza çıkan ve birçok insanın önemsemeden üzerine basarak geçtiği karıncaların, tefekküre açık ruhlara fısıldadığı bazı hakikatlerin, fen ve mühendislik bilimlerinde bulduğu uygulama sahaları anlatılmaya çalışılacaktır.

İstatistikî Seviye. Bir kitap, bilgisayar programı, insan genomu v.b. şeyler, çok sayıda yapıtaşlarından meydana gelir. “Bu kitapta/programda/insan genomunda kaç tane harf/karakter/kelime vardır?” sorularının cevabı, birer istatistiki enformasyondur. Mesela Kur'an-ı Kerim'de, çeşitli kelimelerin kaç defa geçtiği, bazı ayetlerin kaç defa tekrar edildiği, surelerin kaç ayetten oluştuğu v.b. istatistiki bilgilere sahip olmak, “istatistik seviyesi”ndeki bilgilerdir. Benzer şekilde, kainat kitabıyla ilgili olarak, “Bir gün kaç saatten oluşur?”, “Bir yıl kaç günden oluşur?”, “Mandalin ağacı yılın hangi aylarında meyve verir?”, “Güneş bir devrini kaç yılda tamamlar?”, “Samanyolu Galaksisi'nde kaç yıldız vardır?”, “Bir su molekülünün inşâsı için kaç hidrojen ve oksijen molekülüne ihtiyaç vardır?” v.b. sorulara verilecek cevaplar da istatistiki bilgidir. “İstatistikî seviye”, en temel ve en düşük seviyedeki bilgidir. Bu seviyeye dair verilen cevaplar, metin içindeki manâ ile alâkalı değildir. Bu sebeple, istatistik seviyesi, o dille yazılan cümlelerdeki manâya bakmaz. Bu seviye, sadece madde ile mesajdaki manâ arasında (yani madde ile manâ alemleri arasında) bir köprü kurar.
Söz Dizimi Seviyesi. Bu seviyede, öncelikle metnin/programın/lisanın ne olduğuna bakılır. Hangi dilde yazılmışsa, o dilin söz dizimine göre oluşturulan kelimelere, kodlara, motiflere dikkat edilir. Artık kelimelerin manâsı vardır. Fakat bu seviyede, yine cümlenin/programın/genomun ne demek istediği tam olarak anlaşılamaz. Metin içindeki bir kelimede veya cümlede yanlışlık olup olmadığı kontrol edilir. O dile ait kurallar çerçevesinde anlamlı kelimeler dizimi, bir niyetin, bir kasıt ve iradenin olduğunu ima eder. Bu iki seviyenin, kainattaki her şeye “manâ-yı ismi” ile bakmaya karşılık geldiği söylenebilir. Mesela Kur'an-ı Kerim'deki bir ayetin içinde geçen bir kelimenin, kullanıldığı yerdeki manâsı, “söz dizimi seviyesi”ne ait bilgiler ihtiva eder. Kainat kitabında ise, bir elma ağacındaki herbir elma, Güneş Sistemi'ndeki herbir gezegen, maddenin içindeki herbir atom, birer kelime olarak düşünülebilir ve “söz dizimi seviyesi”ndeki enformasyon paketçiklerini oluşturur. Bu seviye bütündeki manâyla değil, sadece cüz içindeki kelimelerin manâsı ile ilgilenir.
Manâ Seviyesi (Semantik seviye). Bu seviyede, artık kelimelerin, komutların, v.b. şeylerin bir araya gelmesiyle oluşturulan cümleler söz konusudur. Ancak bu seviye, enformasyonun iletilmesinde kullanılan dil, kelimelerin sayısı, harflerin sayısı gibi konularla değil, mesajın muhtevasıyla, yani manâsı ile ilgilenir. Buna misal olarak, Kur'an-ı Kerim'deki her bir ayetin manâsı verilebilir. Bu seviyede artık ayetlerle verilen mesajlar önemlidir. Kainat kitabında da, her bir sistem içinde kurulan cümlelerin manası çözülmeye çalışılır; mesela bir insan vücudundaki savunma mekanizmasının işlettirilmesinde icra edilen herbir fiil bir cümle gibidir. Alyuvarların çalışma mekanizmaları ile akyuvarlarınki farklı farklıdır ve bunların çalıştırılmasındaki her bir faaliyet, savunma sistemi içinde kurulan cümleler gibidir. Dolayısıyla vücudun herhangi bir yerindeki bir faaliyet, sinir sistemi tarafından gerekli yerlere bildirilir ve enformasyon akışı sağlanır. Bir meyva ağacında, meyvanın teşekkül ettirilmesinde icra edilen herbir fiil de, yazıldığı dile ait birer cümledir. Bir ağacın tohumlarının içine derc edilen programın çalıştırılması esnasında, kullanılan programlama dilinin komutları icra edilir ve gayeye uygun şekilde ürün teşekkül ettirilirken, topraktan hangi minerallerin hangi ölçüde alınacağı, fotosentezin nasıl yapılacağı v.b. cümleler yazılıdır. Materyalist bir bakış açısıyla bakan bilim insanları, bu cümleleri sadece madde ve enerji açısından okumaya çalışarak temelde büyük bir hata yapmakta ve bunun sonucunda da, yapılan işlerde kullanılan elemanlara birer ilâhlık vermek zorunda kalmaktadır. Fakat enformasyon maddî bir kavram olmadığından, bunun doğru bir yaklaşım olduğunu söylemek mümkün değildir. Bütün varlık ve hadiseler enformasyon kalıpları kullanılarak “kün fe yekün” tezgahında dokunmakta ve icraatler, bütün kainatı kuşatan bir bilgi ağıyla gerçekleştirilmektedir.
Fonksiyon (aksiyon) Seviyesi (Pragmatik seviye). Bu seviyede, cümleler doğru okunsun veya okunmasın, alıcıdan fonksiyon beklenir. Bu seviye, enformasyonu alan kişinin enformasyonu gönderen kaynağın istediği gibi davranıp davranmadığı ile ilgilenmez. Fakat her mesaj iletildiğinde, gönderici (kaynak) tarafından bir beklenti de ihtiva eder. Mesela televizyonlardaki veya gazetelerdeki belli bir ürünle ilgili en basit bir reklam dahi, rakipleri arasından o ürünün tercih edilmesine yönelik beklenti mesajlarına sahiptir. Bu sebeple bu seviyeye, “aksiyon seviyesi” denir. Gönderen de artık aksiyonun içinde rol alır; istediği durumu elde etmek üzere mesajı tanzim eder ve mesajı mümkün olduğunca geniş bir çevreye ulaştırmaya çalışır. Aynen bunun gibi, Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerin verdiği mesajları doğru okumak, insanoğlu için kritik öneme sahiptir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ve “Allah'ın ipine sımsıkı sarılın” mealindeki ayetler, cümlelerin doğru okunarak amele dönüşmesi gerektiğini çok açık bir biçimde ifade etmektedir. Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi vesellem) hayatının Kur'an-ı Kerim'in temessül etmiş hali olduğundan, sünneti seniyye, Cenab-ı Hakk'ın (celle celalühü) bizden beklediği davranışları göstermektedir.
Gaye/Hedef Seviyesi (Apobetik seviye). Gaye ve maksat, enformasyonun en son ve en yüksek seviyesine karşılık gelen bilgidir. Her mesaj bir maksat ihtiva eder. Bu perspektifte, mesajı alanlarda gözlenen fonksiyonlar, göndericinin istediği hedefe uygunluğuna göre değerlendirilir. Çünkü bu seviye, göndericinin niyet ettiği hedefle ilgilidir ve enformasyonun beş seviyesi arasında en önemlisidir. Kainat kitabını yazarak ve arkasından semavi kitaplar göndererek mesaj veren Cenab-ı Hakk (celle celaluhu), alıcı konumundaki kullarında beklediği davranışların sergilenip sergilenmediğine bakar. Materyalist bakış açısı ise, kainattaki her hadisede verilmek istenen mesajı okumaya çalışırken, enformasyonu bir yaratıcı ve idare edici Allah’a vermeden, sadece madde-enerji etkileşmesine bağlamaya çalışır. Bu sebeple süreç içinde bulunan her varlığa sonsuz bir ilim, kudret ve irade vermek zorunda kalmaktadır.

Karıncaların Davranış Motifleri Ve Bilimsel Uygulamaları
Karıncaların enteresan davranışları ile ilgili önemli çalışmalar özellikle son elli yıl içinde yapılmıştır [3-5]. Bu çalışmalarda kullanılan algoritmalardan birisi “karınca koloni optimizasyonu (ant colony optimization)” dur. Birçok mühendislik uygulaması, karınca koloni optimizasyonu algoritmalarına dayanır. Karıncaların davranışları incelendiğinde, davranışlarının, ferdi hayatlarının devamı için değil, koloninin hayatının sürdürülebilmesi üzerine programlandığı görülmüştür. Bilim insanları, karınca ve arı gibi hayvan türlerinin sergiledikleri davranışlardan ilham alarak ortaya koydukları çalışmalar neticesinde, “Karınca Koloni Optimizasyonu”, “Böcek Sürüsü Zekası”, “Robotbilim”, “Bulanık (Fuzzy) Sistemler”, “Yapay zekâ” ve buna benzer başlıkları olan yüzlerce kitap ve makale yazmıştır [6]. Karınca ve arı gibi hayvan türlerinin davranışları, komplekslilik biliminin araştırma konuları arasındadır. Kompleks davranışlar sergileyen sistemlerdeki her birey, bir ağ (network) üzerinde bulunmakta ve birisinin hareketindeki değişiklik ağ üzerindeki diğer bireylere iletilmektedir. Mesela bir karınca kolonisi bir ağ oluşturmakta ve kolonideki her karınca ise o ağın bir bireyini temsil etmektedir. Dolayısıyla ağ üzerindeki bir karıncanın davranışı diğer karıncaların davranışına tesir edebilmektedir. Şimdi karınca aleminin, bilim insanlarına ilham kaynağı olan bazı davranış motiflerinden bahsetmek faydalı olacaktır.
Yiyecek Ararken En Kısa Yolu Buluyorlar: Karıncalar, yuvalarından yiyecek aramak için çıktıklarında, önce katı cisimlerde atomların yaptıkları Brown hareketini andırır bir salınım hareketi sergileyerek yiyecek ararlar [7]. Karıncalar da adeta atom veya moleküllerin yaptığı hareketlerin değişik bir şeklini yerine getirmektedir. Yiyecek aramaları esnasında “pheromone” denilen bir hormon salgılayarak geçmiş oldukları yerleri işaretler. Bu “hormonal işaretler”, diğer karıncalar için bir rehber vazifesi görür. Mesela bir karınca yiyecek bulur bulmaz, hemen yiyeceğin miktarını ve kalitesini değerlendirerek bu yiyeceğin bir kısmını yuvaya götürür. Yuvaya dönüşü sırasında pheromone hormonunu zemine bırakmaya devam eder fakat bu defa yiyeceğin miktarına ve kalitesine göre zemine bıraktığı pheromone hormonunun miktarı da değişir. Böylece diğer karıncalar, karşılaştıkları pheromone'un miktarına göre, o yol üzerindeki yiyeceğin kalitesi ve miktarı hakkında bilgi sahibi olurlar. Bu mükemmel organizasyon neticesinde, yiyeceğe giden en kısa mesafe tespit edilmiş olur ki, bu da kainattaki bütün hadiselerde müşahede edilen “kainatta israf yoktur” hakikatini işaret eder (Şekil 1). Fizik'te bu hakikat, “en az iş ilkesi” olarak bilinir. Fiziki sistemleri inceleyen bilim insanlarının yaptığı birçok hesaplama işlemi, sisteme ait bağ koşulları altında “en az iş ilkesi”ne dayanmaktadır.
Şekil 1. Karıncalar, yuvaları (N) ile yiyecek kaynağı (F) arasındaki en kısa yolu, kendi lisanları ile kurdukları cümleler sayesinde bulurlar.

Bir Ekosistem Mühendisi Gibi Çalışıyorlar: Karıncalar mükemmel bir ekosistem mühendisi gibi iş görürler. Mesela yeraltındaki yuvalarını inşa ederken, çok büyük miktarda toprak taşıyarak toprağın altını üstüne getiriler. Avustralya veya Kuzey Amerika çöllerinde, her yıl hektar başına 400 ila 800 kg toprak taşırlar [8]. Dolayısıyla karıncalar toprağın fiziki özelliklerinde çök önemli değişikliklere sebep olurlar. Sadece toprağın altını üstüne getirmekle kalmaz, nebatî kalıntıları yuvalarına götürür, biriktirir ve dışkı olarak çıkarırlar. Böylece toprağın kimyevi özelliklerini değiştirirler ve yuvanın etrafındaki toprak parçasının nitrojen, fosfor, potasyum ve organik madde bakımından zengin olmasını sağlarlar. Yapılan bir araştırmada [8], Brezilya'daki “Atta Capiguara” karıncalarının yuvası civarında, 1.5 metre genişliğinde ve 5 metre derinliğindeki toprak parçası içinde 500 kg kadar organik madde bulunduğu tespit edilmiştir.
“Seyahat Eden Satıcı” Problemine İlham Oluyorlar: Özellikle son 20 yıldır yapılan çalışmalarla birlikte, karınca, arı ve hatta bakterilerin göstermiş oldukları kompleks davranışlar yavaş yavaş anlaşılmaya başlanmıştır. Bunun neticesinde bilim insanlarının ve mühendislerin, kendi sahalarındaki kompleks problemlerin çözümü için, böceklerin davranışlarından esinlenerek çözüm üretme gayretine girdikleri göze çarpmaktadır [9]. Bu problemlerin en önemlilerinden birisi, “Seyahat eden satıcı” problemidir. Bu problemde satıcı, elindeki malları satmak üzere ziyaret edeceği şehirleri belirler ve mallarını en az enerji harcayacak şekilde satabilmek için, sırasıyla hangi şehirleri ziyaret etmesi gerektiğinin hesabını yapar. Karıncalar bu tür optimizasyon problemlerinin çözümünde ilham kaynağı olmaktadır. Mesela bilgisayar simülasyonlarında, bu problemin çözümü için öncelikle hayali bir karınca kolonisi oluşturulur. Her bir hayali karınca, bir tur esnasında, her şehri sadece bir defa ziyaret eder. En sonunda yolculuğa başladığı şehre geri dönerek bir tur tamamlamış olur. Turunu tamamladıktan sonra, o turda ziyaret ettiği şehirleri aynı sırada ziyaret ederek, her iki şehrin arasındaki yolu, yaptığı turun uzunluğuna bağlı olarak “pheromone” hormonu ile işaretler. Arkasından gelen karıncalar seyahati sırasında şehir seçerken, yolu üzerinde daha fazla pheromone olan yolu tercih etmeye çalışır. Pheromone hormonları buharlaşabildiği için, en kısa turların bulunduğu ağlar en fazla pheromone içeren ağlar olacaktır. Böylece en fazla pheromone hormonunun olduğu turların oluşturduğu ağlar, daha uzun seyahat eden karıncaları da kendisine çekmeye başlar ve malların satılması için hangi yol güzergâhının takip edilmesi gerektiği bulunmuş olur.
Karıncalar Beyin Doktorlarına Mesaj Veriyor: Beyin üzerine çalışan tıp uzmanlarının da karıncalardan esinlenerek keşfedebileceği şeyler olsa gerek. Nitekim Pulitzer ödüllü kavrambilimci Douglas Hofstadter, “Gödel, Escher, Bach” adlı kitabında karınca kolonileri ile beyin arasında bir benzerliğin olduğunu ifade etmektedir [10]. Hem karıncalar hem de beyin birer kompleks sistemdir. Her ikisinde de, aralarındaki iletişimi sağlayan basit elemanlar vasıtasıyla kompleks global bir davranış sergilenmektedir. Beyinde, bu basit elemanlar “nöron”lardır. Beyin, nöronlara ilave olarak bir çok farklı türden hücreden yaratılmıştır. Fakat beyin üzerine çalışan bir çok bilim insanı, nöronların eylemlerinin ve nöron grupları arasındaki bağlantı motiflerinin, algılama, düşünme, hissetme, şuur ve diğer beyin aktivitelerine sebep olduğuna inanmaktadır. Nöronlar üç temel kısımdan yaratılmıştır: a) soma (hücre bedeni), b) dendritler (diğer nöronlardan gelen hücre veri girişini ileten dallar), c) aksonlar (hücre veri çıkışını diğer nöronlara ileten gövde). Genel olarak bir nöron, aktif veya inaktif (aktif olmayan) durumda bulunur ve inaktif olan bir nöron, dendritler vasıtasıyla diğer nöronlardan yeteri kadar sinyal alırsa aktif hale gelir. Aktif hale gelen nöron “akson”lara bir elektrik pulsu gönderir ve bu puls kimyasallar vasıtasıyla, adına nöro-verici denilen kimyevi bir sinyale dönüştürülür. Bu kimyevi sinyaller, dendritler vasıtasıyla diğer nöronların sırayla aktif hale getirilmesinde kullanılır. Bir nöronun aktif hale gelme sıklığı ve kimyevi çıkış sinyalleri, veri girişine ve nöronun son zaman dilimlerinde ne kadar aktif hale geldiğine bağlı olarak zamanla değişiklik gösterir. Nöronların bu çalışma prensipleri, bir karınca kolonisinde gözlenen ve yukarıda özetlenen prensipleri akla getirir: Her birey (nöron veya karınca) diğer bireylerden sinyaller alır ve bu sinyallerin yeterince güçlü olması diğer bireylerin davranışına tesir eder ve onların da ilave sinyaller üretmesine vesile olur.
Trafik Akışının Düzenlenmesinde Karıncalardan Alınan İlhamlar: Bilim insanlarının karıncalardan ilham aldığı diğer bir saha trafik akışıdır [11]. Günlük hayatımızdaki trafik akışının düzenlenmesi için kullanılan çeşitli tekniklerden birisi, yol üzerine yerleştirilen ve günün belli saatlerinde ortalama kaç tane motorlu aracın geçtiğinin belirlenmesini sağlayan sistemdir. Yol üzerine yerleştirilen kablolar sayesinde, belirli saatlerdeki trafik yoğunluğuna göre trafik ışıklarının düzenlemesi yapılır. Bu bakış açışıyla, trafik ağının da kompleks bir sistem olduğu düşünülebilir. Karayolları bir trafik ağı olarak düşünüldüğünde, her bir araç karınca ve araçların üzerinden geçtiği kablolar ve trafik ışıkları ise pheromone'ların bırakıldığı yerler olarak düşünülebilir. Böylece eğer belli bir yerde trafik sıkışması söz konusu ise (yani pheromone fazla ise), bu sıkışıklık ağ üzerindeki bütün merkezlere gönderilmekte ve trafik ışıklarının yanma süreleri ayarlanarak ağ üzerinde verimli bir trafik akışın sağlanması mümkün olabilmektedir.
Karınca Koloni Optimizasyonu” Fabrikalarda Uygulanıyor: Karınca davranışlarının optimizasyon problemlerinde kullanıldığı diğer bir saha, belli bir ürüne ait parçaların farklı binalarda imalâtı problemidir. Bu tür problemlerde maksat, tesisler arasında, toplam mesafeyi en küçük yapacak şekilde parça transferlerinin gerçekleştirilmesidir. Bu çalışmalardan birisi, İngiltere'de Unilever şirketinden David Gregg ile Santa Fe Enstitüsü'nde BiosGroup'tan Vincent Darley'in gerçekleştirdiği çalışmadır [9]. Bu çalışmada, verilen bir iş dizisinin fabrikadaki makinelerde gerçekleştirilmesi işlemi, karınca davranışlarından esinlenerek modellenmiş ve iş dizisi en kısa sürede gerçekleştirilebilmiştir. Karınca davranışlarının uygulaması, süreç içinde vazifeli olan bir makinenin arızalanması gibi beklenmedik hadiselerle karşılaşıldığı durumlara dahi uygulanabilmektedir. Çünkü karıncalar, yolları üzerinde engellerle karşılaştıklarında, alternatif yollar ararlar ve yeni yollar keşfettiklerinde pheromone salgılayarak bir “B planı” oluştururlar. Bu özellikleri, ekolojik başarılarının altında yatan en önemli husustur ve bilimsel çalışmalar için kritik bir öneme sahiptir. Mesela telefon hatlarında meydana gelen beklenmedik bir problem düşünelim. İzmir'den İstanbul'a yapılan bir telefon çağrısı için, birkaç ara düğüm (node) noktası vardır. Çağrının İstanbul'a iletilmesi sırasında bazı düğüm noktaları meşgul olabilir ve bu sebeple boş olan düğüm noktalarının kullanılması zamanın en verimli şekilde kullanılmasını sağlar. Çünkü boş olan düğüm noktaları kullanılmaz ve o an dolu olan düğüm noktalarının boş hale gelmesi beklenirse, zaman kaybı söz konusu olacaktır. Bunun yerine dolu düğüm noktasına en yakın boş düğüm noktalarının araştırılarak çağrının en kısa sürede İstanbul'a iletilmesi sağlanabilir. Düğüm noktalarının boş hale gelmesi, karıncaların kullandığı dile göre “pheromone”nun buharlaştığı manâsına gelmektedir.
Yuvayı Ölülerinden Temizleme Metodu Fabrikalarda Kullanılıyor: Karıncaların hayranlık uyandıran davranışları, yuvalarını ölülerinden temizleme işlerinde de görülmektedir. “Messor Sancta” türü karıncalarda, işçi karıncalar yuvalarını temiz tutmak için koloninin ölen bireylerini biriktirirler. Yapılan bir deneysel çalışmada, karıncalar başlangıçta rastgele olarak dağıtılmış ve işçi karıncaların bir kaç saat içinde yığınlar oluşturdukları gözlenmiştir [9]. Bu süreç içerisinde, karıncalar yakınlarında buldukları cesetleri belli noktalarda toplayarak biriktirmişlerdir. Bilgisayar simülasyonlarında ise, ölü karınca yığını ne kadar büyükse, canlı bir karıncanın o yığından bir cesedi alarak başka bir yere götürmesi ihtimali o kadar az ve bulduğu bir cesedi o yığın üzerine koyması ihtimali de o kadar fazla olacak şekilde gerçekleştirilir [12]. Bu sebeple koloninin net davranışı, yığına ceset bırakmanın artması ve yığından ceset toplamanın azalması şeklinde cereyan eder.
İnternetteki “Pheromone”lar: Rutger Üniversitesi'nden Paul B. Kantor, dünya internet ağı (www: world web wide) üzerinde bilgi bulmak maksadıyla bir “sürü zekası (swarm intelligence)” yaklaşımı geliştirmiştir [9]. Mesela ansiklopedik bilgi arayan insanlar kendi aralarında bir koloni oluştururlar; bazı koloni üyeleri diğer koloni üyelerinin ilgisini çekecek bilgiler bırakır ve bu bilgilere “dijital pheromone” olarak bakılabilir. O konuyla ilgilenen kişiler çeşitli arama motorlarını kullanarak o “dijital pheromone”ları ararlar. Bu da internette, tıklanan bir sitenin kaç defa ziyaret edildiği, hangi dosyaların kaç defa indirildiği v.b. istatistikî bir veri oluşturur. Öyle ki, bazı siteler bozuk veya bazı linkler kırık ise, bunu farkeden bazı koloni üyeleri bu durumu web sitesine bir mesaj (yani dijital pheromone) olarak bırakırlar ve bu da kırık olan linkin kullanılma ihtimalini azaltarak üyeleri zaman kaybından korumuş olur.
Yukarıda anlatılan konu başlıklarını genişletmek mümkündür. Bilim camiasının, “sürü zekası”, “karınca koloni optimizasyonu”, “yapay zekâ” gibi algoritmaları kullanarak yeni şeyler üretmenin gayreti içerisinde olduğu, yazılan kitaplardan ve yayınlanan makalelerden anlaşılmaktadır. Fakat burada mühim olan husus, karıncaların ve diğer varlıkların, kendi lisanlarıyla iletmeye çalıştıkları mesajı doğru okumak ve yorumlamaktır. Enformasyon teorisindeki mertebeler ise, verilen mesajları doğru olarak okumayı ve anlamayı kolaylaştırmaktadır.
Bu açıdan kainata ve içindekilere baktığımızda her birisi Allah’ın ayrı bir sanatıdır. Her bir varlık Allah’ı tesbih etmektedir. Nitekim varlıkların kendi lisanlarıyla Yaratıcılarını tesbih ettiklerini anlatan Nur Suresi’nin 41. ve İsra Suresi’nin 44. ayetleri çok manidârdır: Baksana göklerde olan, yerde olan herkes, kanatlarını çarparak uçan dizi dizi kuşlar, hep Allah’ı tesbih ederler. Onlardan her biri kendi duasını ve tesbihini pek iyi bellemiştir. Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilir. (Nur Suresi, 41. Ayet - Suat Yıldırım)”, “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah'ı takdis ve tenzih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O'nu hamd ile tenzih etmesin. Ne var ki siz onların bu tenzih ve takdislerini iyi anlayamazsınız. Bunca azametiyle beraber, kullarının gaflet ve cürümlerine karşı O, halimdir, gafurdur (çok müsamahalıdır, affedicidir)” (İsra Suresi, 44. Ayet – Suat Yıldırım).
Karıncaların da varlık kitabında çok önemli bir yeri vardır. Yukarıda bahsettiğimiz üzere onlardan ilham alınarak geliştirilen pek çok teknoloji vardır. Kur’an-ı Kerîm’de karıncalardan şu şekilde bahsedilmektedir: “Derken karıncalar vadisine geldiklerinde (Hz. Süleyman ve ordusu), onları gören bir karınca: “Ey karıncalar, haydin yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları, sizi farketmeyerek ezip çiğnemesinler!” diye seslendi.
Onun sesini işiten Süleyman tebessüm ederek: “Ya Rabbî!” dedi, “beni nefsime öyle hâkim kıl ki gerek bana, gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim, Seni razı edecek güzel ve makbul işler yapabileyim. Bir de lütfedip beni hayırlı kulların arasına dahil eyle!” (Nahl suresi, 27/18-19)
Karıncanın özelliklerini çok veciz bir şekilde özetleyen bu ayetler, “Nahl” (karıncalar) adlı surede yer almaktadır. Sûrenin ismi de mesaj yüklüdür. Zira karıncalar sistemli topluluklar halinde yaşarlar. Bu hakikate hem surenin adı hem de bahis mevzusu olan ayet işaret etmektedir. Ankebut (örümcek) gibi diğer hayvanlar tekil olarak zikredilirken karınca çoğul olarak gelmiştir. Çünkü örümcekler tek başlarına hayat sürerlerken, karıncalar sadece topluluklar halinde yaşarlar ve faaliyetleri koloninin (yerleşkenin) hayatını sürdürebilmesi üzerine inşa edilmektedir. Eğer bir karınca beraber yaşadığı topluluğunu kaybederse veya herhangi bir sebepten dolayı onlardan ayrılırsa, ya başka bir topluluğa katılır veya bir müddet sonra ölür. Çünkü karınca tek başına hayatını sürdüremez. Bu hususa, mealini verdiğimiz ayet-i kerîmede “karıncalar vadisi” (وادي النمل ) ifadesiyle işaret edilmektedir. Sayıları ise on milyonlara kadar ulaşır ve bu topluluklar sevk-i ilahî ile çok hassas dengeler üzerine hayat sürmektedirler. Karıncalar çok farklı iş ve mesuliyetleri olmasına rağmen hepsi görevlerini son derece özenle, fedakarca, sabırla, yılma ve yorulma bilmeden mükemmel bir şekilde yerine getirirler. Bu noktada da onlardan alacağımız çok ders olsa gerektir.
Kur’an-ı Kerîm, karıncaların toplu halde yaşamasını ve diğer varlıklarla iletişimini nazara vermektedir:
حَتَّى إِذَا أَتَوْا عَلَى وَادِ النَّمْلِ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَا أَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمَانُ وَجُنُودُهُ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ "Derken karınca vadisine geldiklerinde onları gören bir karınca : "ey karıncalar, haydin yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları farkında olmadan sizi ezip çiğnemesinler" diye seslendi.”
Ayette bildirildiği üzere karıncaların kendilerine mahsus dilleri vardır. Yapılan araştırmalara göre karıncaların 1 mm ile 7 mm arasında değişen boyları ve tuz tanesi kadar beyinleri olmasına rağmen iletişime geçmede bir çok dile sahip oldukları tespit edilmiştir. Her bir karınca yerleşkesinin kendine özel dili vardır. Bunun yanında diger yerleşke karıncalarıyla iletişimde de farklı bir dil kullanırlar. Ayrıca diğer hayvanlar ve haşerelerle de farklı dille konuşurlar. Ne var ki günümüzün gelişmiş ilmi araçlari bu dilleri tam olarak keşfedememiş sadece konuşma anında gösterdikleri olgu, çıkardıkları ses, yaptıkları hareketlerle alakalı kısmi bilgilere ulaşmıştır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

  1. Kimyasal Dil: Karıncanın vücudundan salgılanan uçucu kimyasal hormonlar şeklinde kendini gösterir. Hormonun içeriği kendine has manâ ifade eder: emir verme, yönlendirme, uyarma, yemek yada yapı malzemelerinin yerlerini işçi karıncalara gösterme gibi.
Bu kimyasal salgıların karınca türlerine göre farklılık gösterdiği tespit edilmiş ve böcek araştırmacılarına göre "izleri gösteren salgılar"olarak tanımlanmıştır.
Tehlike durumlarında, adına "uyarı salgıları" denilen ve uyarı için kullanılan kimyasal salgılar salgıladıkları da tespit edilmiştir.

  1. Fiziksel Dil: Bu dil ile iletişim, karıncaların elleri, ayaklari, karınlarını hareket ettirme ve sezi antenleriyle dokunma şeklinde gerçekleşmektedir. Bilim adamları bu hareketlere bir manâ verebilmek için yoğun bir şekilde çalışmaktadır.
C- Akustik Dil: Bu dil, karıncaların çıkardıkları cızırtı türünden yankılı akustik titreşimlerin, ayaklarındaki duyu hücrelerince algılanıp iletişime geçmelerinde kullanılmaktadır. Akustik dil, karıncaların akustik titreşimlerle iletişime geçme gibi bir yetenekleri olduğunu gösterse dahi, Süleyman aleyhisselam’ ın işittiği ve anladığı dil haricinde bir dil olsa gerek.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus ta, karınca topluluğunda kraliçe karıncanın konumudur. Karınca topluluğu kraliçe arı ile başlar ve karınca yerleşkesini, bir kraliçe veya topluluğun büyüklüğüne göre birden çok kraliçe karınca yönetir. Ayette konuşan ve diğer karıncalara yuvalarına girmelerini emreden de نَمْلَةٌ dişi karıncadır. İşçi karıncalar da yerleşke inşa etme (bir yuva veya bir cok yuvalar), ulaşım yolları açma ve o yerlerin temizliği, korunması, savunması gibi görevlerinin yanında, yiyecek toplanması ve depolanması gibi görevleri de yerine getirirler. (13)
Netice itibariyle Kur’an, asırlar öncesinden karıncaların topluluk halinde yaşadıklarına, en önemli özellikleri olan kendi aralarında ve diğer varlıklarla olan harika iletişimlerine dikkat çekilerek, araştırmacılara keşfedilmeyi bekleyen ufuklar göstermiştir. Günümüze kadar karıncaların koloni halinde yaşamalarından, birbirleriyle iletişimlerinden ilham alınarak değişik teknolojiler geliştirilmiştir. Bununla birlikte keşfedilerek teknolojiye dönüştürülmeyi bekleyen daha birçok özellikleri olduğu da bilim insanları tarafından ifade edilmektedir. 

 doç.dr.Özhan kayacan

Meninin Yaratılması


Tarık Suresi-5.6.7.ayetleri.
5-Onun için insan bir düşünsün neden yaratıldığını!
6-Bir atılgan sudan yaratıldı.
7-Ki, arka kemiği ile göğüs kemikleri arasından çıkar.

Ayetlerin meallerinden anlaşıldığı gibi insan atılan, fışkıran bir sudan yaratıldığını, bu suyun atılma yeri olarak sırt kemiği ile göğüs kemikleri arasından çıktığı beyan edilmiştir.
Ayette geçen kelimeler: ;; Dafık: atmak, dökmek, atılmış, atılgan suda olan bir gayreti mana olarak göstermektedir. Yahrucu::çıkar,çıkarır,her zaman çıkar.
Sulb:.omurga( sırt kemiği) .boynun arkasından kuyruk sokumuna kadar olan kemiğe denir.
Teraib:göğüs kemikler.göğüs kafesi olduğudur.
Üro-genital refleks merkezi
Şekil-1 Duysal Uyarılar
Meni ve yumurtanın atımının fizyolojisine geçmeden önce atım fiili ve atılganlık sıfatının meydana gelmesi için ani hareket ve güç gerektiren bir olayın olması lazımdır. Vücudumuzda bir uyarıya karşı olan tüm ani cevaplar kadında ve erkekte suyun(meninin) atılma veya atılmış olma hali refleks sinirleri vasıtasıyla kasların kasılmasıyla meydana gelir. Vücudumuzdaki kasları ve salgı bezlerini uyaran tüm refleksler, sempatik sinirlerdir ki bu sinirler ayetin buyurduğu göğüs ve sırt kemikleri arasından çıkan omurilik uzantılarıdır. Dolayısıyla reflekslerin çıkış merkezi beyin değil omuriliktir.
Erkekte meninin atılması
İnsan vücudunda organlar görev yaparken görevlerini kendi başlarına yapamazlar. Vucudun dengesi, organların görevlerinin tetiklenmesi ve kontrolü için mutlaka sinir sistemine ihtiyaç vardır. Organlarda meydana gelen görevler kompleks bir sistemin ürünüdür. Erkekte meninin atılması refleks sinirleri vasıtasıyla olur. Erkekte cinsel heyecanın doruğunda, Beyin ve cinsel organlardan gelen duysal sinir uyarılar( İmpuluslar) omuriliğin(medülla spinalis) arka boynuzuna oradan da sempatik refleks merkezine iletilir(T1-L2) refleks merkezinden değerlendikten sonra çıkan sinir uyarıları post ganglionik sinir lifleri vasıtasıyla yoğun sinir ağı olan pleksus hypogastricus inferior ‘a kadar gelir.Bu refleks uyarıları erkek üreme organlarında atımdan önce sürümü başlatır.önce birinci depodan(vazo defferens),ikinci depodan(vesicula seminularis )ve prostattan aynı anda meniyi oluşturan sıvıları alarak kasların kasılmasıyla meni ilerler ve üretra arkasındaki depoda birikir.Bu birikme basıncın arttığını tekrar refleks merkezine bildirir refleks değerlendirme merkezinin gönderdiği ani emirle üratrada sıkışan sıvı atım yerindeki kaslardan m.bulbospongiosusların ritmik kasılmalarıyla dışarı atılır.
Erkekte ve dişide üreme organlarını uyarma görevini yapan(T1-L2) =Sırt kemikleri ile göğüs kemikleri arasındaki deliklerden çıkan sempatik reflex,segmantal sinirlerdir.Bu organları uyaran en yoğun lifler ise T10-L1=Sırt kemikleri ile göğüs kemikleri arasındaki deliklerden çıkan sempatik reflex,segmantal sinirlerdir.(2)
Neticede:
Emisyon ve ejekülasyon, erkeğin cinsel aktivitesinde doruk noktayı oluşturur. Seksüel uyarıların yoğunlaşması sonucu omurilikteki refleks merkezlerinden sempatik uyarılar doğmaya başlar. Çoğunluğu T10-L1 düzeyinde omurilikten çıkan uyarılar, mezenterik hipogastrik,pelvik sempatik pleksuslar yoluyla genital organlara ulaşır ve emisyonu (sürümü)başlatır ejekülasyonu (fışkırtma)haber verir.(3)
Bu antomik ve fizyolojik işarette Kuran-ı Kerimin buyurduğu sırt kemikleri ile göğüs kemikleri arasından çıkan refleks sinirleri erkekte3-5 cc meninin atılmasına vesile olur.
Yumurtanın atılması ve atılmış olması
Yumurtlama(Ovülasyon), kadınlarda yumurtalıklardaki yumurtanın atılmasıdır. Yumurtlama genellikle adet dönemlerinin ortasına rastlayan 11-16. günler arasında olur. Yumurtlamadan önce yumurtanın olgunlaşmasına hormonlar vesile olur.(FSH, LH, PROGESTERON, OSTROJEN) yumurta atılmadan önce östrojenin hormonunun etkisiyle cinsel duygu ve istek zirveye ulaşır. Kadın tenasül uzuvlarındaki uyarılma sırt ve göğüs kemikleri seviyesindeki(T10-l-L1) refleks merkezini uyarır. Yumurtlama(ovulasyon)meydana gelmeden önce sırt ve göğüs kemikleri arasından çıkan refleks merkezinin sinirsel uyarımı ile önce rahimde ve tüplerde kasılmalar başlar, Rahimin ritmik kasılmaları yumurtayı rahime bağlayan bağın ritmik gerilmesine ve patlamaya hazır yumurtalığın hareketine sebep olur.Sonuçta LH hormon ununda etkisiyle yumurta 1-1.5 cc sıvıyla birlikte atılır.Kasılan tüplerin ucundaki saçaklar yumurtayı tüp içine alarak karın boşluğuna düşmesine mani olur.Yumurtlamadan önce başlayan rahim,tüp ve perine kasılmaları yumurta atıldıktan sonrada devam eder.Rahimdeki bu kasılmalar aynı zamanda rahim başını 0,5 cm açarak spermlerin rahim içine oradansa tüplere ulaşarak yumurtayla buluşmasına vesile olur.(3) Uyarlan Aynı bölge sempatik sinirleri pelvis ganglionlar vasıtasıyla döl yatağı kaslarını kasarak döl yatağı salgısının artmasına orgazm ile cinsel doygunluğa ulaşır.(1)
During ovulation, the fallopian tube contracts rhythmically.Bu kasılmalar yumurtayı yumurtalıktan atılmasına sebep olduktan sonra fallop tüpü yoluyla yumurta rahim doğru itilmesine vesile olur. The pain you feel during ovulation is most likely a result of the egg bursting through the follicle.Yumurtlama sırasında hissedilen ağrı büyük ihtimalle folikül içindeki yumurtanın patlamasının bir sonucudur. Birkaç saat veya birkaç gün sürebilir. (5)
Yumartalıkları, uterusu, döl yatağı kaslarını uyaran reflex sempatik sinirler, pleksus uterovaginalise sempatik T10-L1 segmentlerden gelir. Bazı kadınlarda ovulasyon (yumurtlama) sırasında paraumblikal bölgede(göbek çevresi)ağrı hissedilir. Ovarıum (yumurtalık)ağrı duygusu T 10-L1 arasından gelen refleks sinirleriyle meydana gelir.Medulla spinalis segment duzeyinde merkezi sinir sistemine ulaştığı için ovulasyon(yumurtlama)ağrısı hissedilir.(4)

Yumurtanın suyu ile birlikte atılması
Kuranda bahsedilen meniyi ve yumurtayı atma fiili, erkek ve dişi genital organlarında bulunan kasların, sırt ve göğüs kemikleri arasından çıkan sempatik sinirlerin (T1-LI) uyarılmasıyla başlar. Sperm ve yumurtanın atımı için mutlaka refleks merkezi gereklidir.
Fonksiyonel hale gelmiş yumurta ve spermi sularıyla birlikte tek başına tek organ ların görevleri meydana getiremez. Birkaç üreme organı ile birlikte mutlaka refleks merkezinin olması lazımdır. Anatomik yapının kaybındaki neticeleri, bir hastalıklar ya da herhangi bir kaza sonucu sırt omuriliği zedelenip felç olanlarda görürüz. Erkekte ve kadında omurilik tahribatının seviyesine göre refleks kayıpları görülür. Omurilik lezyonu altıncı sırt kemiği(T6) seviyesinde ve daha yukardaysa karın reflekslerin tamamında ( Superior hipogastrik pleksus, çölyak/superior mezenterik pleksus ve intermezenterik pleksus, inferiormezenterik pleksus,pelvik pleksus)kayıp olur.Onuncu sırt kemiği(T10 )düzeyinde veya altındaysa alt ve orta karın refleksler elde edilir,onikinci sırt kemiği(T12) altındaysa karın reflekslerde kayıp görülmez.(7)

Bu demektirki sırt kemikleri ile göğüs kemiklerinin bittiği yerden sonra uyarıcı reflekslerin merkezi yoktur. Kuranı kerim sırt ve omurilik kemikleri derken refleks antomisinin bittiği yeri işaret etmektedirki burası aynı zamanda omuriliğin sonlandığı yerdir.( Conus medullaris m.spinalis) Bundan sonra sinir lifleri yukarıdan gelen sinir uzantılarıdırki at kuyruğu şeklinde(cauda equina)devam eder.
SONUÇ
Atılan sıvının kadın ve erkek menisi olduğu kesindir. Erkeğin menisinin vücuttan atıldığı son organ bellidir. Kadınlardaki atım yeri, atılım maddesi ve miktarı dışarıdan yapılan gözlemlerle bilinmemektedir. Ayette erkekten atılan sudan yaratıldı demiyor. Atılan sudan yaratıldı buyuruyor. Atılan su sadece erkek ten atılan su değildir, aynı zamanda kadından da atılan sudur. Erkeğin suyu cinsel organdan dışa, kadınınki ise yumurtalıktan tüp içine atılır. Erkeğin suyunu gözler, kadınınkini ise ilim gözü görür.

Erkekte suyun atımı sadece bir organla olmaz spermlerin ilk bekleme yeri(epididimit), meninin yaklaşık bir ay bekleme yeri (vaso deferens), meni kesesi (seminal vezikül),atılma yeri(posterior üretra),idrar torbası, uretra kaslarının hepsi aynı zamanda refleks merkezinin emriyle görev yapmasıyla meydana gelir. Dolayısıyla diğer organların tamamı veya her biri atma, fışkırma, atılgan olma haline vesile olamazlar. Suyun erkekte ve kadında atılması için mutlaka refleks merkezine ihtiyaç vardır. Bu merkez omurilik ve Kuranın buyurduğu sırt kemikleri ile göğüs kemikleri arasından çıkan refleks sinirleridir.
Kadında ve erkekte atılan su, atım sırasındaki oluşan fizyolojik olaylar, atımda tetiğin çekildiği ilk nokta, atıma kadar hangi organların bu vazifeye iştirak ettiği, iştirak sırasında hangi kimyasal maddelerin hangi güzergâhlarda ilave olduğu gibi düzenli olayların ard arda yapılmasıyla fonksiyonel hal alır.
”Kuranı Kerim atılan suya tenasül uzuvlarından atılır deseydi böyle bir beyan kadın için uygun olmazdı. Erkek için kısmen uygun olurdu. Kadına bakan yönü eksik açıklandığı için tenkitlere maruz kalırdı. Çok basit ve eksik bir şekilde konuyu anlatma olurdu ki, buda Kuranın hikmetine ve büyüklüğüne gölge düşürürdü.

Dış tenasül uzuvlarının kadında yumurtanın, erkekte spermin yapımında ve atımında hiçbir görevi yoktur. Dış tenasül uzvu sadece erkekte meninin dışarı çıktığı, terk ettiği yerdir. Ne meniyi meydana getirebilirler nede atım yapabilirler. Sadece uyarıları refleks merkezine ileten bir vasıtadır. Atım olayını Kuranın işaret ettiği sırt kemikleri ile göğüs kemikleri arasından çıkan refleks sinirler i atım emrini verir ve elektrik deşarjını başlatır. Bu desarj saniyeninin 150 de biri gibi kısa bir sürede üretra arkasında birikmiş meniyi, kadında yumurtalıktaki yumurtayı cevresinde bulunan kasların kasılmasıyla dışarı fırlatır.sperm ve yumurtanın atılıma fiilinin başlangıcı sırt ve göğüs kemikleri arasından çıkan sempatük sinirlerin elektirik desarjıdır.
Sonuçta, kadın ve erkekte suyun atılmasında görevi başlatmaya sebep olan ortak bir nokta olmalıdır. Bu ortak nokta yokluğunda üremenin sekteye uğramasına vesile olan, sırt ve göğüs kemikleri arasından çıkan refleks sinirleridir. Kuran-ı Kerim atma görevini yaptıran refleks merkezi olan omuriliği işaret eder. Çünkü bir şeyin çıktığı yer başlangıcıdır. Atıldığı yer ise terk ettiği yerdir. Atılan son organ olan kadında yumurtalığın, erkekte tenasül uzuvlarının atılmada, sürümünde, yapılmasında, bazı kimyasalların karışmasında hiç bir rolü yoktur. Kuranın işaret ettiği yer olan sırt omuriliğinden (Torakal)çıkan refleks sinirleri bu görevi yapar. Atılma işinin başlangıç uyarısını götüren sinirler sırt omurları ile göğüs kemiklerinin yaptığı eklemin altındaki deliklerden(foremenlerden) çıkar.(T 1-L 1)Çoğunluğu T10-l1 arasından gelen sempatik lifler, hipogastrik sempatik pleksus ve pelvis sempatik pleksuslar adı altında genital organlara ulaşır. cinsel haz ve diğer duygusal uyarılarla uyarılan refleks sinirleri emisyonu(sürüm) başlatır.ejekülasyonu(atma,fırlatma)tetikler. Kadında yumurtayı, erkekte meniyi dışarıya atar.
 dr.Arslan mayda

Kâinatın Genişlemesi ve Big Bang



Giriş
Hubble’ın evrenin genişlediğine işaret eden yaklaşık on yılda elde ettiği gözlem sonuçlarını 1929 yılında yayınlamasından sonra, fizikçilerin kainat hakkındaki görüşleri tamamen değişmeye başlamıştı. Aslında tarihsel olarak Hubble gözlemlerini yayınlamadan önce, Einstein’ın 1916 yılında ortaya koyduğu kütle çekimi denklemlerini kullanan Friedmann, evrenin genişlemesi gerektiğini 1922 yılında yayınladığı bir çalışmayla ortaya koymuştu.;; Fakat o yıllarda, büyük ölçüde felsefi sebeplerden, evrenin durağan (static) olması gerektiği düşüncesi oldukça baskındı. Bu yüzden, ilk ortaya koyduğu denklemlerin dinamik bir evren öngörmesinden hoşlanmayan Einstein, durağan evren modeli elde edebilmek için denklemlerinde küçük bir değişiklik yapmıştı (Hubble’ın gözlemlerinden sonra Einstein bu değişikliği kariyerinin en büyük hatası olarak tanımlamıştır.) Bu yüzden Hubble’ın gözlemsel verileri büyük bir şaşkınlık ve heyecan uyandırmıştı. Zaman içinde Hubble’ın sonuçlarını destekleyen başka gözlemlerin yapılmasıyla, genişleyen evren düşüncesi karşı konulması güç bir gerçek olarak ortaya cıkmaya başlamıştı. Tabii, evren genişliyorsa geçmişte daha küçük olmalıydı, ve belki bütün evrenin küçük bir hacim olarak ortaya çıktığı bir andan bahsedilebilirdi. Bu bulguları ciddiye alan bir gurup fizikçi, kainatın (yani uzay-zaman ve içindeki bütün maddenin) doğumu ve gelişimi hakkında teorik araştırmalar yapmaya başlamışlardı. Bütün bu gelişmeleri (büyük ihtimal) şaşkınlıkla izleyen ve evrenin ezeli olması gerektiğini düşünen diğer bir gurup fizikçi ise, Hubble’ın gözlemlerini açıklamanın alternatif yolları olabileceğini düşünüp, durağan evren düşüncesinde ısrar ediyorlardı. Bunlardan biri olan Hoyle, 1949 yılında BBC radyoda katıldığı bir programda, genişleyen evren ve dolayısıyla evrenin başlangıcı fikrini eleştirmek için “büyük patlama” (big-bang) ifadesini kullanmıştı. O programda kinayeli bir uslupla ifade edilen büyük-patlama tanımlaması zaman içerisinde genişleyen evren modelini adlandırmakta kullanılmaya başlanmıştı. Böylece kainat hakkında kimsenin tahmin dahi edemiyeceği yepyeni bir model ortaya çıkmıştı.

Büyük patlama modelinin önemli öngörülerinden biri olan ve patlama sonrası ortaya çıkması beklenen (bu yeni ateşlenmiş bir silahtan çıkması beklenen duman şeklinde düşünülebilir) elektro-magnetik radyasyonun (kozmik mikrodalga fon radyasyonu) Penzias ve Wilson tarafından 1964 yılında gözlemlenmesiyle, model hakkındaki tereddütler (neredeyse) tamamen ortadan kalkmıştır. Zaman içinde teknolojinin de gelişmesiyle, büyük-patlama modelini destekleyen farklı birçok gözlem ve hassas ölçüm yapılmıştır. Elde edilen gözlemsel sonuçları açıklayabilecek bugün için başka bir kozmolojik model de bulunmamaktadır. Bu sebeple büyük-patlama modeli fizikçiler arasında genel kabul görmüştür. Bu tarihi bilimsel gelişmelerde hiçbir müslüman bilim adamının katkısının olmaması acı gerçeğini (şimdilik) bir kenara bırakıp, kainat hakkında gözlem ve teorilere dayanarak elde edilmiş bazı bilgileri vermeye çalışalım.
Kainat hakkında bildiklerimiz Galaksiler evren içindeki tipik yapılardır. Güneş sisteminin içinde bulunduğu samanyolu disk tipinde bir galaksidir. Yapılan ölçümler samanyolu disk yarıçapının 100.000 ışık yılı ve kalınlığının ise 100 ışık yılı olduğunu göstermiştir (1 ışık yılı, ışığın 1 yılda katettiği mesafe-yaklaşık 10 trilyon km- olarak tanımlanır. Işık hızı maddenin erişebileceği en yüksek hız olarak kabul edilmektedir. Işık saniyede yaklaşık 300.000 km yol alır.) Samanyolu galaksisinde güneş gibi yaklaşık 100 milyar yıldız bulunmaktadır. Kütle çekimi dolayısıyla, galaksi merkezlerinde yıldız yoğunluğu daha fazladır (yine kütle çekimi dolayısıyla galaksi merkezlerinde kara-deliklerin var olduğu düşünülmektedir). Gece gökyüzünde gözle görülebilen yıldızlar, samanyolu içindeki yıldızlardır (şehirlerden uzak yerlerde, samanyolunun merkezini parlak bir disk olarak fark etmek mümkündür). Fakat teleskoplar ile daha uzak mesafelere odaklanıldığında, artık başka galaksiler parlak noktasal cisimler olarak gözlenirler (Hubble kainatın genişlediği sonucuna uzak  galaksiler üzerine yaptığı gözlemler sonucunda ulaşmıştı.). Galaksilerin bir araya gelmesiyle galaksi kümeleri, ve kümelerin birlikteliğinden ise super-galaksi kümeleri oluşur. Bütün bu başdöndürücü mesafeleri ifade etmek için ışık yılı bile oldukça küçük bir uzaklık birimi olarak kalmaktadır.
Kainatı tasvir açısından elimizdeki en başarılı teorik model Einstein’ın genel izafiyet teorisidir. Genel izafiyet teorisine göre, uzay-zaman dinamik bir objedir ve eğilip, bükülebilir. Bizim kütle çekimi olarak hissettiğimiz kuvvet ise uzay-zamanın eğriliğinin bir sonucudur. Büyük-patlama modeli, genel izafiyet teorisi içinde doğal olarak ortaya çıkar. Kainat hakkında aşağıda bir kısmından bahsedeceğimiz temel bilgiler, genelde gözlemsel veriler ile genel izafiyet teorisi kullanılarak elde edilmektedir.
Büyük-patlama modeline göre, kainat yaklaşık 13.7 milyar yıl önce çok sıcak ve çok yoğun bir halde doğmuştur. Burada kainat derken uzay-zaman ve içindeki herşeyin kastedildiğini hatırlatmakta fayda vardır. Demek oluyor ki  bizim bildiğimiz zaman ve mekan da büyük patlama ile ortaya çıkmıştır.  Bu yüzden, büyük patlama öncesinde ne vardı sorusu, model için manasız bir sorudur. Benzer şekilde, günlük hayattan aşina olduğumuz genişleme kavramı birşeyin başka birşey içinde ilerlemesini çağrıştırsa da, kainatın genişlemesini iç ve diş kavramlarına ihtiyaç olmadan, yani kainatın içinde genişlediği başka bir ortamı düşünmeden, tanımlamak mümkündür.
Büyük-patlama modelinin önemli öngörülerinden bir tanesi geçmişte kainatın termal (ısısal) bir dengede olduğudur. Bu öngörüyü destekleyen önemli gözlemsel veriler de bulunmaktadır. Bu sebeple büyük-patlama kelimesi kaotik bir olayı çağrıştırsa da, kainatın ortaya çıkışında çok önemli bir denge hali mevcuttur. Bu denge halinin kendiliğinden oluşmasının imkansızlığı birçok fizikçi tarafından dile getirilmiştir.  
Çok sıcak ve çok yoğun bir denge halinde doğan evren, genişledikçe soğumaya başlamıştır. İlk dönemlerdeki sıcaklık o kadar fazladır ki, maddenin en küçük yapı taşlarından oluşan bir plazma (çorba) hali mevcuttur. Sıcaklık azaldıkça plazmanın yapısı değişir ve farklı kozmolojik evreler ortaya çıkar. Örneğin sıcaklik 1010 dereceye düştüğünde, proton ve nötronlardan atom çekirdekleri oluşmaya başlar. Sıcaklık 3000 dereceye düştüğünde ise atomlar oluşur. Bu değişik evrelerin varlığını destekleyen birçok gözlem yapılmıştır. Mesela Penzias ve Wilson tarafından 1964 yılında gözlenen kozmik mikrodalga fon radyasyonu, ilk atomların oluştuğu evreden sonra serbest kalan fotonlardan (yani ışıktan) oluşur.
Büyük-patlama modeli daha birçok önemli detaya sahiptir ve bugüne kadar bu model kullanılarak yapılan hesaplar gözlemlerle uyum içinde olmuştur. Bununla birlikte bilinen fiziğin patlama anına (sıfır zamanına) yaklaştıkça geçerliliğini yitirdiğini ve yeni teorilere ihtiyaç olduğunu belirtmekte fayda vardır.
Kur’anı Kerimde kainatın genişlemesi Kur’anı Kerimde kaniantın genişlemesine açık olarak işaret edilmiştir. Zariyat suresinin 47. ayetinde mealen şöyle buyurulmaktadır: “Semayı azametle Biz kurduk ve ona durmadan vüs’at veriyor ve genişletiyoruz.” Ayette kainatın genişlemesine “mûsiûn” kelimesi ile işaret edilmiştir. Fakat burada asıl ilginç olan kelimenin kullanılış şeklidir. Müfessirlere göre  ayette geçen “Ve innâ le mûsiûn” bir isim cümlesidir ve Arapça’da isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. Dolayısıyla “Ve innâ le mûsiûn” cümlesine “Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz.” mânâsı verilebilir. Büyük-patlama modeline göre de kainat doğduğu andan itibaren sürekli genişlemektedir. Bu ayetle Kur’an yol gösterici olarak vazifesini de yerine getirmekte ve “genişletiyoruz” ifadesi ile genişlemenin kendi kendine değil bizzat Allah’ın kudretiyle gerçekleştirildiğini vurgulamaktadır. 
Büyük patlama ile ilgisi olabilecek ayetler
Enbiya suresi 30. ayette mealen şöyle buyurulmaktadır: “O kafirler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi. Biz onları ayırdık; sonra her canlı varlığı sudan yarattık. Hala inanmayacaklar mı?” Bazı müfessirlere göre bu ayette geçen “ratk” (bitişik) ve “fetk” (ayırma) kelimeleri büyük-patlama anına işaret ediyor olabilir. Yukarıda da özetlemeye çalıştığımız gibi büyük-patlama anında bütün kainat çok küçük bir hacim halinde bir arada bulunmaktaydı ve daha sonra genişleyerek büyümeye başladı. Kainat genişledikçe, içindekiler birbirlerinden ayrılmaya başladılar. Ayette geçen “ratk” ve “fetk” kelimeleri ile bu olaylar zinciri işaret ediliyor olabilir.

Bununla birlikte, bazı müfessirler bu ayetin güneş sisteminin, dünyanın ve atmosferinin oluşumuna işaret ettiğini düşünmüşlerdir. Bunun sebebi ayetin devamında canlı varlıkların yaratılmasından bahsedilmesidir. Bu durumda “ratk” güneş sisteminin birlikte olduğu duruma “fetk” ise gezegenlerin ve dünyanın güneşten kopup atmosferin oluşmasına işaret ediyor olabilir. 
Belirtmek gerekir ki güneş sistemi gibi sistemlerin galaksiler içinde oluşması da büyük-patlama modeli içinde düşünülmektedir (büyük-patlama modeli sıfır zamanından bugüne kadar bütün evreleri ifade etmek için kullanılır). Dolayısıyla her iki olası açıklamayı da büyük-patlama modeli ile irtibatlandırmak mümkündür.
Büyük-patlama ile ilgili olabileceğini düşündüğümüz başka bir ifade de En’am 14, Yusuf 101,  İbrahim 10, Fatır 1, Zümer 46 ve Şura 11. ayetlerde geçen “fatıri’s semavati ve’l ard” cümlesidir. Benzer şekilde Enbiya suresi 56. ayette de gökler ve yerler ile ilgili  “fatarhünne”  ifadesi kullanılmıştır. Genel olarak meallerde “fatara” kelimesi “yaratma” olarak tercüme edilmiştir. Fakat Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde “fatara” kelimesinin “yarmak”, “uzunluğuna yarmak” ve “bir misal sebketmeksizin ilk olarak yaratmak” manalarına da geldiğini anlatmıştır. “Fatara” kelimesinin bu anlamlarına bakıldığında, “fatıri’s semavati ve’l ard” cümlesinin büyük-patlamaya işaret edebileceği düşünülebilir. Şöyle ki, büyük-patlama bütün kainatın ortaya çıktığı ilk özel yaratılma anını anlatmaktadır. Bu sebeple “bir misal sebketmeksizin ilk olarak yaratmak” manası büyük-patlamanın bu özelliğine işaret ediyor olabilir. Ayrıca “yarma” kelimesi büyük-patlama anını “patlama” kelimesinden daha iyi ifade etmektedir. Uzay-zamanın ortaya çıkması bir tohumun yarılıp çatlayıp ortaya çıkması ile gayet güzel tasvir edilebilir.
“Fatara” kelimesinin Elmalılı Hamdi Yazır tarafından zikredilen manalarından “uzunluğuna yarmak” ifadesi de oldukça dikkat çekicidir. Büyük-patlama ile ilgili önemli yanlış anlamalardan bir tanesi, kainatın bir noktadan doğduğunu düşünüp başka bir boşluk içinde genişlediğini hayal etmektir. Büyük-patlama tek bir noktada meydana gelmemiştir. Bugünkü teorik anlayışımıza göre büyük-patlama ile bütün uzay bir anda ve birden ortaya çıkmıştır (yaratılmıştır). Başka bir ifadeyle büyük patlama heyerde meydana gelmiştir. “Fatara” kelimesinin “uzunluğuna yarmak” manası asıl alınırsa, bunun büyük-patlamanın bir noktada gerçekleşmediğine işaret ediyor olabileceği düşünülebilir.
Sonuç
Yukarıda özetle anlatmaya çalıştığımız hususlar göz önüne alındığında, Kur’anda kainatın yaratılması ile ilgili ayetleri açıkça mucizevi olarak nitelemek mümkündür. Tabii, konu başka açılardan da ele alınıp genişletilebilir. Örneğin, Kur’anı Kerimde yedi ayette geçen “yedi-sema” kelimesi ile büyük-patlama sonrası meydana gelen değişik evreler (evrelerin tam sayısını belirlemek mümkün olmasa da Arapça’da yedi, yetmiş ve yedi yüz sayılarının kesretten kinaye yani çokluğu ifade için kullanıldığını belirtmekte fayda vardır) ya da bazı teorilerin öngördüğü ekstra boyutlara (ilginç olarak son yılların en çok çalışılan teorilerinden sicim teorisinde -string theory- yedi ekstra boyutun varlığı öngörülmektedir)  işaret ediliyor olabilir.

Son olarak bu çalışmanın sadece amatör bir deneme olduğunu vurgulamak yerinde olacaktır. Asıl yapılması gerekenin ise fizikçiler (özellikle uzmanlık alanı kozmoloji olanlar)  ile tefsir ilimlerine vâkıf insanlardan oluşan bir heyetin, konu ile ilgili bütün ayetleri bir bütün halinde sistematik olarak ele alması ve  hiçbir önyargıya sahip olmadan (Arapça gramer, kelime bilgisi ve tefsir usulü çerçevesinde) analiz edip anlamaya çalışmasıdır.  Böyle bir çalışmanın Kur’an mucizesini çok daha iyi ortaya koyacağı aşikardır.
Kur’anda Kainatın Genişlemesi ve Büyük Patlama:
Prof. Dr. Ali Kaya
Boğaziçi Üniversitesi