“Gök yarıldığı zaman; Yıldızlar parçalanıp etrafa saçıldığı zaman, Denizler birbirine katılıp tek deniz hâline geldiği zaman.” (İnfitâr, 82/1-3)
“Gün gelecek, gök şiddetle çalkalanacak, Dağlar sür’atle yürüyecektir.” (Tûr, 52/9,10)
“Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman, yıldızlar yerlerinden düşüp dağıldığı zaman; dağlar yürütüldüğü zaman.” (Tekvîr, 81/1-3)
“Gün gelir, gök sahifesini, tıpkı kâtibin yazdığı kâğıdı dürüp rülo yapması gibi düreriz. Biz ilkin yaratmaya nasıl başladıysak, diriltmeyi de Biz gerçekleştiririz. Bu üzerimize aldığımız bir vaaddir. Bunu gerçekleştirecek olan da Biziz.” (Enbiyâ, 21/104) .
Sebepler plânında, sağlam olarak çatılmış bir düzeni dağıtabilecek ve çekim gücü dâhil diğer kuvvetleri tesirsiz kılabilecek; gezegen ve yıldızları yörüngesinden çıkarabilecek kuvvet ne olabilir?
Son yıllarda bilim adamları, ‘karadelik çekim kuvveti’nin böyle bir vazife görebileceği ihtimali üzerinde durmaktadır.
“Kari’a; Nedir o kari’a? Kari’ayı, o kapıları döven ve dehşetiyle kalblere çarpan o kıyamet felâketini sen nereden bileceksin ki! O gün insanlar uçuşan kelebekler gibi şuraya buraya fırlatılırlar. Dağlar atılmış rengârenk yünlere dönerler.” (Kari’a, 101/1-5)
“Gök yarıldığı zaman.. Yıldızlar parçalanıp etrafa saçıldığı zaman.. Denizler birbirine katılıp tek deniz hâline geldiği zaman...” (İnfitâr, 82/1-3)
Yukarıdaki âyetlerde tasvir edilen hâdiseler Yaratıcı’nın takdiriyle ‘karadelik çekim kuvveti’nin tesirine bağlanmış olabilir.
Bir ateş küre üzerine oturduğumuz ve atmosferi meydana getiren gazların yerçekimiyle arz etrafında tutulduğu bilinmektedir. Kuvvetli bir çekimle dünya atmosferinden ilk önce kaybolacak şey, teneffüs ettiğimiz hava olacaktır. Böyle bir durumda dış basıncın kalkmasıyla, büyük ölçüde sudan (% 70) müteşekkil olan yeryüzündeki canlılarda ‘iç basınç’ galebe çalacak ve canlılar parçalanacaktır.
Diğer gezegenlerin yanısıra Güneş Sistemi’ndeki iki ‘asteroid kuşağı’nda mevcut trilyonlarca gök cisminin (asteroid, meteor ve kuyruklu yıldızlar) arasında Kudret-i İlâhî ile süregelen cazibe ipleri belki de karadelik çekim kuvveti tesiriyle koparılacaktır.
Kıyametin kopmasında geometrik çekim dengelerinin bozulmasına da rol verilebilir. Genel İzafiyet Teorisi’nde de görüldüğü üzere, göklerin uzay-zaman düzlüğü, Kur’ân’ın ifadesiyle, dürülebilir ve bir kâğıt gibi buruşturulabilir. Bu durumda da yıldızlar yerlerinden oynar ve dökülür.
Gergin bir örtü veya ağ, üzerine konan cisimlerin ağırlığı altında nasıl eğip bükülüyorsa, gökler de (uzay-zaman ağı) içlerine ‘yerleştirilmiş’ çok yoğun cisimler olan karadeliklere verilen vazifeyle eğilip bükülür, hattâ yırtılıp çatlar veya daha uygun bir tabirle delinir. Delinmenin mânâsı fizik kanunlarının geçerliliğinin ortadan kaldırılmasıdır.
Galaksilerin merkezine konmuş karadeliklerin giderek büyüyeceği, sonunda galaksinin karadelik hâline geleceği ve bütün karadeliklerin birleşmesiyle kâinatın toptan karadelik hâlini alacağı tahmin edilmektedir.
Deve iğne deliğinden geçtiğinde…
“Âyetlerimizi yalan sayanlara ve onları kabule tenezzül etmeyenlere gök kapıları açılmayacak ve deve iğne deliğinden geçmedikçe onlar da cennete giremeyeceklerdir. İşte Biz, suçlu kâfirleri böyle cezalandırırız!” (A’raf, 7/40)
‘Devenin iğne deliğinden geçmesi’ ifadesi gökcisimlerinin karadeliklerdeki ‘tekillik’ denen küçücük bir ‘noktadan’ geçirilmesini hatıra getirmektedir. Bu benzetme, karadeliğin yutma alanına giren koskoca bir kürenin; incelerek âdeta bir ip hâline gelebileceğini ve yutulan cisme göre çok küçük kalan karadeliğin çekimiyle yutulabileceğini akla getirmektedir.
Güneş’ten yüzbinlerce defa büyük bir gök cismi uzay-zamanın son derece bükülüp çukurlaştığı karadeliklerde yutulmaya başladığında, bir topluiğne başı kadar boyutsuz bir nokta hâline gelebilir.
Karadelik çekim kuvveti tesirinin en büyük olduğu merkez bölge ‘olay ufku’ ile anlatılır. Karadelikler, içinde bulunduğumuz bu âlemden başka uzaylara açılan ‘geçiş kapıları’ olabilir. Bu durumda, farz-ı muhal karadeliğin içine düşen bir astronotun başına gelebileceklere bakalım.
Fezâ yolcusu ile saatlerimizi dikkatle ayarlıyoruz ve onu karadeliğin ‘olay ufkuna’ doğru uğurluyoruz. Astronot yavaş yavaş çekimin giderek arttığı olay ufkuna yaklaşırken onun saatinin daha yavaş işlediğini görürüz. Güneş kütlesi kadar bir karadelik çevresinde olay ufkuna biraz yakın bölgede bizim saatimiz 1 saniyelik bir zaman aralığını gösterirken, onun saati bu aralığı meselâ 3,3 saniye gösterebilecektir. Çünkü zaman orada daha ağır akmaktadır. Astronotumuz olay ufkuna biraz daha yaklaştığında, onun meselâ 33 saniyesi (bir öncekinden on kat daha yavaş) bizim yine 1 saniyemize tekabül edecek, olay ufkuna tamamen girdiğinde ise, orada zaman artık donacak, saniyeler arasındaki zaman aralığı duracaktır.
Bu tasavvurî yolculuk acaba astronot açısından nasıl algılanır?
Uzay yolcusu olay ufkuna yaklaştıkça, zamanın ‘ağır’ işlediğini fark etmekle kalmaz, vücudunda garip bir uzama da görebilir. Çekim vücudun uç noktalarında (ayaklar ve baş) daha şiddetli tesir göstereceğinden, astronot ‘Ne oluyoruz?’ demeye kalmadan, iplik gibi uzamaya başlar. Gittikçe olay ufkuna yaklaşan astronot için geçen saniye, kâinatın bir ay, bir yıl, bin yıl sonrasını gösterir. Olay ufkuna bir adım kala, kâinatın neredeyse bütün geleceği astronotun 1 saniyesi içine sığar. Astronot, iğne deliği olan tekillik noktasına hızla sürüklenir ve kendini öteki tarafta bulur. Bu bölgede, ışık hızının mutlak hız (kâinattaki en büyük hız) olduğu tezini esas alan ‘özel izafiyet’ de geçerliliğini kaybeder. Çünkü tekilliğe doğru yaklaştıkça, astronotun veya uzay gemisinin üzerine tesir edecek çekim o denli şiddetlenir ki, bu andan sonra hız artık ışık hızını da aşar. Işıktan da yüksek bir hız söz konusu olduğunda, bütün illiyet prensipleri ve öncelik-sonralık münasebetleri artık geçersiz hâle gelir. İşte o vakit ‘zamanda’ da geriye doğru gidebiliriz. Bu konudaki yorumlar şu şekildedir: Tekillik kuyusuna düşmekte olan biri, kâinatın bütün geçmişini göz açıp kapama süresi içinde yaşayabilir. Artık o bir zaman gezgini hâline gelmiştir. Şimdiki zaman, geçmiş ve gelecek onun temaşası altına girmiştir. Tekilliğin iğne deliğinden o bir başka kâinata geçmiş olabilir.
Güneş, batıdan doğacak (Çekim gücünün gariplikleri)
Fahrettin Râzi tefsirinde, “Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman.” (Tekvîr, 81/1) âyetindeki ‘kuvvirat’ kelimesine Hz. Ömer’den gelen bir rivayete göre, ‘ışığını giderip karartmak’ mânâsını verirken; İbn-i Abbas’tan gelen bir rivayete göre ise, Güneş’in dürülmesini onun Arş’a katılması olarak yorumlar. Işığın dürülmesi ve toplanmasında İlâhî takdir fizikî âlemde nasıl tecelli edebilir? Bilindiği gibi karadelik çekiminden sadece madde değil ışık da kurtulamamaktadır.
Peygamberimiz’den (sas) gelen haberlere göre; Güneş, Arş’ın altında bulunduğu bir sırada ona, olduğu yerden doğması emri verilecek ve o da buna göre batıdan doğacaktır. Kıyamet esnasında vuku bulacağı bildirilen Güneş’in batıdan doğması nasıl mümkün olabilir?
Dünya’nın kendi ekseni etrafındaki dönüşü tersine çevirebilir mi? Bunda sebep rolü oynayacak mekanizma, karadeliğin yutulma tesirindeki bir gökcisminin (bu misâlde Dünya’nın) yörüngesinden çıkıp başıboş hâle gelmesi (böylece dönüşünün ters yöne çevrilmesi) olabilir.
Güneş’i ters yönden doğuyor gösterebilecek bir durum da, karadeliğin müthiş çekim tesiriyle ışınların yön değiştirebilmesidir. Doğudan gelen ışınlar ters yönden çekilince batıya yöneleceklerdir. Kıyamet tasvirlerinde Güneş’in ışınlarının ‘dürülüp kaldırılması’ karadeliklere yaptırılacak bir iştir.
İmâm-ı Gazâli Hazretleri, ‘Keşf-u Ulumu’l-Âhire’ risalesinde, kıyamet âyetlerinin tefsirini yaparken kâinat çapındaki kıyamete dikkat çeker: “Allah, Sur’un üfürülmesiyle, Kıyametin kopmasını murad ettiği zaman bir de bakarsın ki, dağlar uçuşup bulutlar gibi yürümeye, denizler birbirine doğru karışmaya, Güneş dürülüp kararmaya, kâinat birbirine girmeye, yıldızlar ipinden kopmuş tesbih taneleri gibi dökülüp dağılmaya, gök değirmen taşı gibi dönmeye, yer korkunç sarsıntılarla titreyerek deri gibi bazen gerilip bazen yayılmaya başlar. Öyle ki Allah, feleklerin görevden azledilmesini emreder; yerlerde, semalarda ve hattâ Kürsi’de canını vermemiş hiçbir canlı kalmaz. Ruhlu ise ruhunu teslim eder. Yer ve gökler sakinlerinden boş kalır.”
Bediüzzaman (ra) ise, kâinatın hassas bir düzen içinde birbirine bağlanmış parçaları arasındaki ulvî rabıtalarda (çekim, elektromanyetik kuvvet, nükleer kuvvet vd) bir bozulma olacağına dikkat çeker ve kıyameti şöyle tasvir eder (sadeleştirilerek):
“Şu dünyanın can çekişmesini, Kur’ân âyetlerinin işaret ettiği surette hayal etmek istersen bak. Şu kâinatın cüzleri, ince, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; gizli, nazik, lâtif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki; gök cisimlerinden tek bir cisim, ‘Öl!’ emrine veya ‘Yörüngeden çık!’ hitabına mazhar olunca şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışır, gök cisimleri dalgalanır, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleler, küreler gibi büyük topların müthiş sadaları gibi feryada başlar. Birbiriyle çarpışarak, kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenir. İşte şu ölüm ve can çekişme ile Kadîr-i Ezelî, kâinatı çalkalar, onu tasfiye edip, cehennem ve cehennemin maddeleri bir tarafa, cennet ve cennetin maddeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezahür eder.” (Sözler, s.498)
Kıyametin gerçekleşme şekli nasıl olursa olsun, Kur’ân’ın sürekli vurgu yaptığı gibi, “Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel Ezelî İrade’nin izniyle hâricî bir maraz veya muharrib bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni-i Hakîm’i dahi fıtrî ecelden evvel onu bozmazsa, herhalde hattâ fennî bir hesab ile bir gün gelecek ki: ‘Güneş dürülüp toplandığında, yıldızlar döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde’ (Tekvîr, 81/1-3) mânâları ve sırları, Kadîr-i Ezelî’nin izni ile tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerata (ölüm dakikaları) başlayıp acib bir hırıltı ile ve müdhiş bir ses ile fezâyı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek; sonra Emr-i İlâhî ile dirilecektir.” (29. Söz, İkinci Maksad, Dördüncü Esas)
Burada maksadımız; Kur’ân-ı Kerîm’in bir kere daha mu’cizevî yönüyle haber verdiği muazzam hâdiseleri, yine Cenab-ı Hakk’ın bilimler vasıtasıyla insanlığa bahşettiği idrâk zaviyesinden ele almak ve aklımıza yeni pencereler açmaktır. Vuku bulan ve bulacak olan hâdiselerin gerçek şeklini elbetteki ancak Allah (cc) bilir.