Bu Blogda Ara

3 Haziran 2012 Pazar

FATİH,İSTANBUL'UN FETHİ VE AYASOFYA'NIN SIRLARI

BISMILLAHIRRAHMANIRRAHIM
Tüm Hakikatleri ve Bilinmeyen Yönleri ile İstanbul,
Ayasofya ve Fatih Sultan Mehmed Han
Allahın izni ve Evliyaların yüksek himmetiyle İslambul, Ayasofya ve Fatih
Sultan Mehmed Han üzerine verilen izin miktarınca dur denilen yere kadar
gidip bügüne dek saklanan ve gizlenen sırları ve hakikatleri açmaya niyet
ettik İnşaallah. Allahu Teala kalbimize ve sözümüze kuvvet versin.
Versinki söz ve mana buluşsun, hikmetler yerini bulsun. Şimdi Hadis’i
şerif’te övülen ve başta Ashabı kiram olmak üzere Hazreti Muaviye den
(r.a.) Hazreti Fatih Sultan Mehmed Han`a kadar cümle İslam
Hükümdarlarının ilk hedefi olan İstanbulun feth`i ile sohbetimize
başlayalım vesselam. İstanbul’un ilk ismi Makedonya’dır. Şimdi bazıları
şaşırabilir tabii ki, Makedonya balkanlarda bir yer değil mi diye. Evet
balkanlardaki devlette İstanbul‘un eski ismini almıştır. Makedonya´nın
anlamı; Hikmet-i Mukaddese (Kutsal hikmettir).
İstanbulun bilinen ve bilinmeyen bir çok ismi vardır. Mesela Bizans,
Yankoviçe, Aleksandre, Pozantiyam, Konstantinopolis, Makedonya gibi.
Fakat bizim için önemli olan İstanbul’un Osmanlılardaki ismidir; o da
İslambol ve İslambul idi. İslamı bulup İslamın bol olsun manasında İslambol
ve İslambul diyorlardı Osmanlılar’da. Türkiye Cumhuriyeti ise İstanbul
olarak değiştirdi. Lakin biz öncelikle İstanbul’un ilk sahibini ele alalım. Ve
diyoruz ki o; Hz. Süleyman Aleyhisselam’dır. Allah şefaatına nail eylesin(!)
Hz. Süleyman As. bildiğiniz gibi yeryüzünde sınırsız hududlara, yerlere
ve göklere hükmeden bir padişahtı. Allah ona öyle bir saltanat nasib
etmiştiki, orduları ne yere ne de göğe sığıyordu. Ancak batıda bir okyanusta
“Serenduz” denen bir adada “Sidon” adında bir kral, Süleyman Peygambere
itaat etmez ve başkaldırarak: „Ben seni tanımam, kendimden başkasını kabul
etmem” diye isyan eder. Bunun üzerine Süleyman Peygamber yer götürmez,
çeşitli yırtıcı hayvanlardan, cinlerden, şeytanlardan ve insanlardan kurulu
düzenli ordularıyla bu asi kralın üzerine yürür. Koskoca Süleyman
Peygamber bu, kralın bütün memleketini harap edip, Ordularını yok eder.
Kral’ı da öldürüp güzeller güzeli kızını kendine hanım olarak alır. Kız o
kadar güzelmiş ki, yeryüzünde eşi ve benzeri yokmuş. Peri yüzlü melek
görünüşlüymüş1. Bir müddet sonra bu yeni hanımı Süleyman Peygambere der
ki: «Ey benim rüzgardan denize, insandan cine hükmeden sultanım! Bana bu
(1Süleyman peygamberın Saba Melikesi o sıralar daha yeni vefat etmiştir.)
yeryüzünde eşi benzeri olmayan bir mekan bul ve orada öyle muhteşem bir saray
yaptır ki, ömrümün sonuna kadar orada ibadet edeyim» diye istekde bulunur.
Şimdi İstanbul’un geçmişini bilelim diye anlatıyoruz bütün bu bilgileri.
Niçin İstanbul? İstanbul’un önemi ne? İşte bu noktada onu anlatmak için
başa dönüyoruz. Anlamak istiyorsak evveliyatını iyi bilmemiz gerekiyor.
“Başa bak! Eğer sonunu görmek istersen” diyor Mevlana.
Hanımının arzusunu kırmak istemeyen Süleyman Peygamber cinlere ve
kuşlara emreder: „Bana öyle bir yer bulun ki, bu Arzu yerine gelsin ve söz yere
düşmesin”. Bunun üzerine yeryüzünü dolaşan kuşlar, cinler, periler aynı
anda gelip: „Ey Allah’ın yer yüzündeki halifesi biz bir yer biliyoruz” diye
haber verirler. İşte o yer İstanbul’dur.
İstanbul’da ki Sarayburnu denilen yere Hz Süleyman Peygamber makamını
kurar. Ve oraya öyle bir saray yaptırır ki yeryüzünde ne eşi vardır nede
benzeri. Daha sonra hanımı orayı kendine mesken edip ibadete çekilir. Ancak
meğer hanımı aslında gizlice babasının heykeline taparmış. Bunu öğrenen
Süleyman Peygamber onu da öldürür. Ve o sarayı orada bırakıp oralardan
gider. Mescid-i Aksa’yı babası Hz. Davud’un bıraktığı yerden itibaren
tamamlamak için Arz-ı Mukaddese2 yani Filistin‘e varır. Ve orada vefat edip,
Allah’ın rahmetine kavuşur. Bunun üzerine oğlu Ruhbaam İstanbul’a gelir ve
İstanbul’u yani ilk adıyla Makedonya’yı hükümet merkezi yapar. Ve 240
sene dünyayı İstanbul’dan yönetir. Oralara türlü türlü yerleşim yerleri ve
binalar yaptırıp, güzelleştirir yani İstanbul’u koskoca bir şehir haline getirir.
Bu arada belirtelim ki İstanbul dokuz kez harap olmuş, dokuz kez imar
edilmiştir. Daha sonra Ruhbaam da gider. Allahu Teala yeniden yeryüzünü
güzelleştirmesi ve şenlendirmesi için İskender-i Zülkarneyn Hazretlerini
yollar, bu zat hem kraldır, hemde peygamberlerdendir ve Hz. Hızır As. ile
birlikte Yecüc ile Mecücü, Kaf dağında’ki ejderhaları, canavarları çeşitli
adalarda’ki dinazorları hapseden de İskenderi Zülkarneyn’dir. Ve sonunda
Zülkarneyn As. gelip, İstanbul’u alır ve başlar imar etmeye, orasını hükümet
merkezi yapıp aynen Süleyman Peygamberin bulunduğu noktadan ele alarak
başlar dünyayı yönetmeye. Sonunda o da ölür, ondan sonra yerine başka
biri gelir.3Sonra Hz. İsa As.’ın havarilerinden ve halifelerinden “Şem’un Safa”

(Hiristiyanlarca Petrus) isminde bir kimse İslambol‘a gelir ve orada bir hayvan
sürüsü satın alıp bir kuyu kazar. O kazdığı kuyudan çıkan su İstanbul’da eşi
benzeri olmayan bir su’dur. Bütün padişahlar o sudan içip sadece o suyu
(2Arzı-Mukaddese = Mukaddes Yer.
3 Ki dünyayı 4 hükümdar yönetmiştir. Bunlardan ikisi müslümandır.
Birisi İskender Peygamberdir, diğeri Süleyman Peygamberdir. Diğerleri ise gayr-i müslimdir.)
kullanmışlardır, ta ki Osmanlının belirli bir müddet için tarih sahnesinden
çekilmesine kadar.
Bunları anlatıyoruz ki, İstanbul‘un değeri ortaya çıksın, ve kimlerin
İstanbul’da rolü var tam olarak bilinip anlaşılsın diye. Süleyman
peygamberden İsa As.’a, Şem´un Safa’dan Hızır As. ve Zülkarneyn
peygambere kadar.
Sonra Konstantin diye bir kral gelir ve o’da hızla İstanbul’u imar etmeye
başlar. İstanbul kalesini bir ucu Sarayburnu, Yedikule ve diğer ucu’da Eyüp
El Ensari bölgeleri olmak üzere üçgen şeklinde inşa ettirir. Ve bu kaleye 366
kapı’nın haricinde, 27 köşesinde, yıldız ilmine vakıf rahiblerin çeşitli
tılsımlar üzerinde çalışma yapabilmeleri için araştırma kuleleri yaptırır.
Daha sonra bu Kral’ın bir kızı olur. Kızı büyüyünce Konstantin kızının adı
hürmetine Muhteşem bir ibadethane yaptırmaya karar verir. İşte o
ibadethanenin bir hikayesi vardır. Şöyledir ki: kral Konstantin amansız bir
hastalığa tutulur. Bunun üzerine o zamanların mecusi, yani ateşe tapan
rahibleri krala gelip: „Ey bizim Haşmetli kralımız, sen derhal bir havuz
yaptır, ve onun içine hıristiyanların yeni doğan bebeklerinin kanını akıt, sonra
içinde bir hafta yüz, ki bu amansız hastalıktan şifa bulup kurtulabilesin!”
Konstantin havuzu yaptırır. Fakat sıra bebekleri kesip kanını akıtmaya
gelince annelerin feryadlarını, ağlayışlarını görüp merhamet damarları kabarır
ve dayanamayıp: „Bu bebekleri öldürmektense, ben ölmeye razıyım” der. Tam
o gece rüyasında Hz. İsa As.’ı görür. İsa As. Ona: „Madem ki, sen o
insanlara merhamet ettin, onları bağışladın. Biz de seni bağışladık ve artık
bundan sonra sen bizim hususi himayemizdesin”, der ve Krala elindeki asayla
bir kere dokunur. Bu dokunmayla Kral şifa bulur, bütün hastalıklardan
kurtulur. Bunun üzerine mecusi olan kral İsa As.’ın dinini kabul eder ve işte
oraya AYASOFYA mabedini inşa etmeye başlar. Doğduğu şehrin isminin
Sofya ve kızınında bir azize olmasından dolayı bu mabede yani kiliseye
AYASOFYA4 denir. Ve Ayasofya’yı öyle bir yere inşa ederki, tam Süleyman
Peygamberin ibadet ettiği, İsa As.’ın havarisi olan Şem’un Hazretlerinin de o
kuyuyu kazdığı, suyu çıkarttığı yere Ayasofya’yı inşa ettirir. İnşaat tam 40
yılda biter. Şimdi Ayasofya’yı orada bırakalım ve İstanbul meselesine geri
dönelim.
Hemen hemen Osmanlı’nın tarih sahnesinden belirli bir müddet üzere
çekilmesine kadar İstanbul bir dünya merkeziydi. Dünyayı idare eden
hükümet merkeziydi. Hakikatte ki ilahi sır budur; İstanbul’dan hükmedildiği
zaman dünyaya hükmedilir. İstanbul’u Hadis-i Şerif üzerine ilk kuşatan Hz.
(4 Yunancada Aya: aziz manasındadır.)
Muaviye’dir. Allah şefaatine nail eylesin. İkinci kuşatan Hazreti Ebu Eyyüb
El Ensari Hazretleridir (Eyüb Sultan) ki bizimde girmek istediğimiz bölüm
burasıdır. Bu asırda kitaplarda kasten yazılmayan bölümlerdir. Hz.
Muaviye’den sonra İstanbulu fethetmek için büyük bir orduyla İstanbul
kalesinin önüne gelen Hz. Ebu Eyyüb El Ensari ve yanındaki İslam
Ordusu altı ay boyunca İstanbul’u kuşatırlar. Lakin kış bastırır ve İslam
Ordusu bitkin düşer. Kaleyi almak imkansızlaşınca, aralarında istişare
edip: „En iyisi biz buralardan eli boş dönmeyelim” diyerek İmparator
Heraklius‘a belli bir haraç vermesi ve üç gün boyunca Ayasofya‘yı gezip
namaz kılma izni karşılığında kuşatmayı kaldıracaklarını teklif ederler. Kral
teklifi büyük bir sevinçle karşılar ve “savaşmaktan daha iyidir gelsinler,
gezsinler, görsünler ve yeterki gitsinler” deyip derhal tekliflerini kabul eder.
Binaenaleyh Eyüb Sultan Hazretleri bin seçkin müslüman askeri ile içeriye
girer. Ayasofya’da, Hz. Süleyman Aleyhisselamın makamının bulunduğu yerde
iki rekat hacet namazı kılar. Ve “Yarabbi, bu beldeyi, bu namazı kıldığımız
yeri İslam’a hayrlı uğurlu ve İslam ibadetgahı eyle!” diyerek hayır dua da
bulunur.
İşte bu asırda kitaplarda yazılanlar şimdi buraya kadar Eyüb Sultan
Hazretlerinin savaşarak surlara yanaştığı ve ok saplanmasıyla yaralanıp
şehid düştüğüdür. Aslında hakikatte ise; Eyüb Sultan Hazretlerinin bin
seçkin İslam askeriyle içeri girip Ayasofya’da iki rekat namaz kılması ve 3
gün boyunca Ayasofyayı ve İstanbulu her yönüyle inceleyip not alıp bu
bilgileri İstanbulun gerçek Fatihinin eline aktarmasıydı.
Allah’ın Evliya kullarına gelecek açıktır. Onlar olacak olanları görürler
ve hikmetlerini bilirler. İstanbul´u alamayacaklarını bildikleri halde neden
onca yolu katettiler ve savaşmaya geldiler? Tabii ki Fatih Sultan Mehmed`e
hazırlık için. Eyüb Sultan Hazretleri Kuran da geçen Ayetleri ve Peygamber
Efendimizin Hadisi Şeriflerini ebcet hesabı denilen bir hesapla çözmüş
akabinde bu çalışmayı yapmıştır. Fatih´in İstanbul´u 1453 senesinde
alacağını biliyordu. Fatih Sultan Mehmed Han’a (cennetmekan) savaş için
gerekli olan bütün bilgiler buradan gelmiştir. O sadece İstanbul’un hangi
araç gereçle alınacağının projelerini yapmıştır. Yoksa İstanbul hakkında her
şeyi zaten biliyordu velhasıl. Nitekim Eyüb Sultan Hz. üçüncü günün sonunda
tam kaleden çıkmak üzereyken papazlar durumu anlar ve: „Bre bunlar buraya
casusluk etmeye gelmişler. Bunları koman dışarı” diyerek kale muhafızlarını
kışkırtarak Ebu Eyüb El Ensari ve İslam askerlerinin üzerlerine saldırtırlar ve
kalenin içinde müthiş bir savaş başlar. Eyüb Sultan Hz.’leri ve bin kadar
müslüman askerine karşı binlerce Bizans askeri. Üç saat süren bu savaşta
binlerce Bizans askerini kılıçtan geçirirler, müthiş bir cenk olur. Dışarda olan
müslümanların, içeride ki olaydan haberleri olmadığı için yardıma gelemezler.
İçeride ise kan gövdeyi götürür, tam kale kapısını kırıp, dışarıya çıkacakken
atılan bir taş Eyüb Sultan Hazretlerine isabet eder ve onun orada şehid
olmasına vesile olur. Zaten o sıralar hastalıktan muzdarip imiş. O taşın
sebebiyeti ile Kale kapısının önünde şehid düşer. Sonraları o kapıya Ensari
kapısı denmiştir. O girdiği kapıya yakın bir yere de defnedilmiştir. İslam
Askeri granit bir taşın üzerine o tarihi geçirirler. Nitekim Akşemseddin
Hazretleri orayı keşf’ettiğinde o granit levhayıda bulmuştur.
Eyüb Sultan Hazretlerinin hadisesi bu şekilde cereyan eder. İçeride
müthiş bir savaş olur ve Onlar orada şehid düşerler. Allah şefaatine nail eylesin!
İslambol 11 kere kuşatılmıştır. Onbirincisinde Fatih Sultan Mehmed Han 77
Evliya ile kuşatmıştır. Bunların içinde Hızır Aleyhisselam, Silsile-i
Nakşibendiyenin altın halkasından Sırrı Azam sahibi, Ubeydullah Ahrar Hz.
Molla Fenari, Emir Buhari, Molla Gürani, Akşemseddin Hazretleri, Şeyh
Zindani Hazretleri, Horoz Dede, Oduncu Baba… gibi büyük Evliyalar Hacı
Bektaşi Veli’nin müridleri ve Nakşibendi şeyhlerinden kurulu 300 kişilik şeyh
ordusuyla birlikte oradadır. İstanbul’un fethinde 77 kapıya 77 büyük Evliya
dayanmıştır. Hangi kapıdan hangi Evliya girdiyse, o kapıya o Evliyanın ismi
verilmiştir. Oduncu babanın girdiği kapının adı „Odun Kapısı’dır“, Horoz
Dede’nin açtığı kapının ismi “Horoz Kapısı” Şeyh Zindani Hz. açtığı kapının adı
“Zindan kapısı”. Ve o kapıları onlar açmışlardır.
İşte asıl değinmek istediğimiz konuya geldik. O da İstanbul’un fethi idi.
İstanbul´un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed´in ilk işi Topkapı
tarafında bulunan, İstanbul’u kuşatmak ve almak için gelecek gemileri
durdurmak üzere Hz. İsa zamanında hususi tılsımlar ile bakırdan yapılmış
ve her daim içinde büyücülük ve falcılıkla uğraşan cadılardan oluşan gemileri
parçalayıp yok etmek olmuştur. Bu gemilerden üç adet varmış, lakin birini
daha önce Hz. Eyüb El Ensari parçalamış, geriye kalan iki tane gemiyi de
Fatih Sultan Mehmed Han batırıp yok etmiştir ki bu esrarengiz gemilerin
varlığından Fatih’i rüyasında Eyüb Sultan Hz. haberdar etmiştir. Fetih
başlamadan önce Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri; alimleri ve Allah
dostlarını toplayıp: „Bana yardım edin! İstanbul’u alalım. İstanbul’un
yarısını size hediye edeceğim. İstediğiniz kadar tekke, zaviye, dergah. Ne
kadar mekan istiyorsanız, hepsini size vereceğim“ der. Bunun üzerine manevi
sultanların orduya yaptığı konuşmadan sonra iki rekat hacet namazı kılarlar
ve “Bismillah” deyip, “bu kale fethedilecek inşaallah, ayet vardır, hadis
vardır5“ diyerek askeri motive edip aşka ve şevke getirdikten sonra Osmanlı

(5 “Elif, Lam, Mim, gulubetir rum“ ayetinin (Rum suresi) ebced ve cifir hesabında Fatih Sultan Mehmed Hanın istanbulu 1453
de alacagı belirtiliyor.)
askerleri bütün güçleriyle kaleye saldırırlar. O şekil saldırı metodunda
normalde kalenin ikinci hafta düsmesi gerekirdi ki, o zamanın teknolojisine
göre hiç bir devlette olmayan güçlü ve modern teknoloji kullanmıştır Fatih
Sultan Mehmed Han. Lakin ne yapsa etse kale düşmeyince: „Hocalarım,
Paşalarım, bu saldırı karşısında normalde dünyanın hiçbir kalesi ayakta
duramazdı. Nasıl olurda bu kale hala duruyor ayakta?” diye sorar şeyhlere,
Paşalara Fatih Sultan Mehmed Han. Akşemseddin Hazretleri derki: „Sultanım
bu kale senindir. Müjdelidir. Lakin üç şey engeldir fethe. Bunlardan birincisi,
zamanın kutbu olan Nakşibendi silsilesinin altın halkasından Şeyh
Ubeydullah Ahrar Hz. ki ondan medet istemek gerekir. İkincisi Tüm
Balkanların ve Rumelinin Manevi Sorumlusu Şeyh Sarı Saltuk Baba dır ki,
ondan dahi medet gerekir. Üçüncüsü ise içeride bir tane apdal meczup Allah
dostu vardır ki, aman benim gavurcuklarıma bir şey olmasın diyerek bizim
attığımız gülleleri tutup bize geri atıyor.” deyince.6 “Bre, kimdir bu? Bize
savaş mı açıyor bu Adam? Hemen buna bir çare bulalım” diye hiddetlenir Fatih
Sultan Mehmed Han. Nitekim Bunun üzerine Akşemseddin Hazretleri:
„Sultanım, bu zat bize karşı savaş açmış değildir. Lakin o da yüce Allah’ın
emri üzere hareket ediyor. Zira kendisi evliyalardandır. Onun görevi de orayı
korumaktır, ki hikmetini ancak Cenabı Hak bilir. Her mahlukatın belli bir
görevi olduğu gibi o büyük zatın görevide orayı korumaktır“, diyerek ekler:
„Lakin, hiç merak etmeyin hesabımıza göre kalenin muhasarasının elli’nci günü
ölmesi gerekiyor. Ama kalenin elli’nci gün düşeceğini askerlerin bilmemesi gerekir.
Aksi taktirde askerlerin savaşma azmi kırılır ve o sevaba nail olamazlar” diye
Sultanı teskin eder. Fatih Sultan Mehmed Han bunun üzerine askere
ihsanlarda bulunup, bahşişler verir, mal ve mülk dağıtır. Onları şevke getirip
her gün sanki o gün kaleyi alacakmış gibi kaleye saldırtır. Böylece onları Şehidlik
mertebesindende mahrum bırakmamış olur. En nihayet günler geçer ve
Osmanlı’lar bir an bile durmadan, usanmadan Hz. Peygamberimizin (s.a.v.)
müjdelediği asker olabilme şerefini elde edebilmek için yılmadan, yorulmadan
kaleye saldırırlar. Askerler kalenin fethi ile meşgul olurken, Fatih Sultan
Mehmed Han da bu arada çadırında ibadet edip, dua ve zikir çekerek zamanın
kutbu olan zatı ve mekanın Sultanını yardıma çağırır: «Ya zamanın sahibi
Ubeydullah Ahrar Hazretleri, ya Şeyh Muhammed Buhar’i Sarı Saltuk
Hazretleri, ey Allah’ın aziz dostları. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin mübarek
yüzü suyu hürmetine benim bu kaleyi almamda yardımcı olun. Sizin himmetinize
ihtiyacım var. Sizin himmetiniz yetişmez ise benim bunca gayretim nice ola.”,

(6 “Budala meczup.” Osmanlıca da budala şimdiki gibi apdal manasında değil idi. Şerefli bir kelime idi. O aptal ve budala
kelimeleri manası iyi olan kelimeler idi. Bunları kötüye kullandılar. Olayı tersine çevirdiler. Apdal herif diyoruz! Aslında bu
hakaret değildir).
diye gözyaşları içinde meded ister. Binaenaleyh, sonunda ellinci gün gelir çatar.
Şafak ile birlikte sabah namazını eda ettikten sonra orduyu son büyük
hücum için teftişe çıkar. Orduyu teftiş edip tüm hazırlıkları gözden
geçirdikten sonra, tek başına bir tepeye doğru atını sürer. Tepeye varır ve
atın üzerinde heyecan ile aşağıda tüm güzelliği ve haşmeti ile süzülen
İstanbulu ve onun karşısında duran Hazret’i Peygamberin (s.a.v.)
müjdesine mazhar olacak şanlı Osmanlı ordusunu seyreder. Bir müddet
seyrettikten sonra atını hız ile aşağıya doğru sürüp, ordunun yanına gelip,
merkezdeki yerini alir. Ulema ve paşalar ile görüştükten sonra tarih de çağ
açıp çağ kapatacak olan son hücum emrini verir. Besmele-i şerif ile birlikte
Osmanlı yiğitleri “Allah Allah” nidaları ile yeryüzünü ve gökyüzünü
çınlatarak kaleye hücum ederler. Aradan mücadele dolu saatler gecmesine
rağmen, kale bir türlü düşmek bilmez. Osmanlı yiğitleri teker teker kırılıp,
ortalık toz toprak, ve tam bir kargaşa içindeyken, bu hali seyreden Fatih
Sultan Mehmed Han “Bre, bu kale niye bir türlü düşmez?!”, diye kılıcını
çekip atını kaleye doğru hiddetle sürmek üzere iken, doğu tarafından sanki
uçarak kendisine doğru dörtnala gelen esrarengiz bir atlı görür. Bembeyaz,
yağız atın üzerinde nur-ani yüzlü heybetli bir kimse yanına yaklaşıp
“Esselamun aleykum, ey şanlı hükumdar”, diye selam verir. Fatih “Aleyküm
selam. Ey Pir, kimsin? Ve nereden gelirsin”, diye sorar. Bunun üzerine
beyaz atlı Pir “Ben senin yardımına çağırdığın kimseyim. Adım Ubeydullah
Ahrar’dır“, cevabını verir. Fatih “Ya Ubeydullah Ahrar Hazretleri, sen
yalnız mı geldin?” der. “Hayır, ey şanlı Sultan. Hele bir bak kimler ile
geldim” diyerek kolunun yelesini açarak gösterir. Fatih bakar ki,
Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin yelesinin içinde binlerce beyaz atlı, nur
yüzlü yiğitler ellerinde kılıçlar ile dörtnala kendisinden yana geliyorlar. Bu
kerameti gören Sultan Mehmed Han hemen atından inip secdeye varıp
Allah’a şükreder. Ubeydullah Ahrar Hazretleri “Bitmedi, ey cihan
hükumdarı, daha bitmedi. Bir de şu tarafa bak”, diye batı tarafını işaret
eder. Fatih secdeden doğrulup batıya doğru bakar. Ve yine beyaz atların
üzerinde yüzlerce dervişin bir Pir’in arkasından, adeta uçarcasına kendisine
doğru at koşturduklarını görür. Her birinin elinde tahta kılıçlar vardır. Bu
Pir Fatih’in yanına yaklaşıp “Essalumun Aleykum”, diye o dahi selam
verir. “Ve Aleyküm selam”, diyerek selamı alırlar. Fatih ardından “Ey ulu
zat, sen kimsin?” der. Tahta kılıçlı Pir “Ben senin yardımına çağırdığın
kimseyim. Bana Sarı Saltuk derler,” deyince Fatih Sultan Mehmed Han
yine secdeye kapanıp Allah’a şükreder. Ubeydullah Ahrar Hazretleri “Daha
bitmedi ey müjdeli Hükumdar. Hele bir de şu tarafa doğru bak”, diye deniz
tarafını gösterir. Fatih denizden tarafa baktığında, denizin üzerinde
yürüyen iki Pir görür. “Bunlar kimdir, ya Ubeydullah Ahrar Hazretleri?”
diye sorar. Hazreti Ubeydullah Ahrar der ki: „Bunlar İlyas ve Hızır
As.’dırlar. Bizlere deniz yolunu emin kılacaklar. Ey Sultan şimdi de dört
yanından gelenlere bak” deyince, Fatih bakar ki, bir de ne görsün. Dört bir
yandan akın akın bembeyaz elbiseler içinde, ellerinde kılıç, altlarında yağız
atlarla gelen binlerce yiğit. Heyecan içinde “Ya bunlar kimlerdir“, diye
sorar. Ubeydullah Ahrar Hazretleri “Bu yiğitler Ashab-i Güzinler’dir.
Onlarda bu müjdeye, hiç olmazsa manevi olarak nail olmaya niyet etmiş ve
bu arzularınıda Peygamber-i Zişana (s.a.v.) arz etmişlerdi. İşte bu
mübarekler onlardır”, der. O esnada Fatih kale kapısı altında, elinde ki bir
taşı kaleye atmaya hazırlanan bir kimseyi görür ve sorar: „Peki ya Şeyh,
elinde taş ile kale kapısının önünde bekleyen şu zat kimdir?“ Şeyh Ahrar „O
da, Hazreti Eyüp El Ensari Hazretleri’dir ki, o elindeki taş vaktiyle ona
atılıp kendisinin şehid olmasına vesile olan taştır. Şimdi o bu taşı onlara
geri atarak iade edip yarım kalan fethini tamamlayacaktır,“ diyerek bu kez
de kale surlarını göstererek, “Bir de şuraya bak, ey Fatih!” diye şehadet
parmağı ile İstanbul surlarını gösterir. Fatih Sultan Mehmed Han surlara
bakınca, surların üzerinde gözleri kamaştırarak nur saçan bir zat görür.
Hayatı boyunca böyle muhteşem bir güzellik ile karşılaşmamıştı kutlu
padişah. Gözlerini o zat’tan ayırmadan, izah edilemeyecek bir coşku içinde,
“Ya Ubeydullah Ahrar Hazretleri, söyle bana. Güneşten bile daha çok ışık
veren bu mübarek zat kimdir”, diye sorar. Şeyh Ahrar Hazretleri, gözleri
yaş içinde heyecan ile cevap verir: „O güneşten bile daha parlak olan kimse,
herşeyin o’nun yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, iki cihan Sultanı Hazret-i
Muhammed Mustafa Efendimizdir (s.a.v.). Yanında duran mübarekler ise,
sırasıyla Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali
Ridvanullah-i Ecmainler’dir“, deyince Fatih Sultan Mehmed Han
gözyaşlarını tutamaz ve ellerini açarak Cenabı Hakk’a hamd,
Peygambere’de (s.a.v.) salavat getirir.

Bir müddet bu inanılmaz heyecan ve coşku içinde kendinden geçen Fatih,
Ubeydullah Ahrar Hz.’lerinin: „Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizden işaret
gelmiştir. Mübarek vakit tecelli etmiştir. Kalk ve yürü Ey Cihan Hükümdarı.
Nam senin, şan senin, devir senin’dir artık” sesiyle kendine gelir, hemen ayağa
kalkıp atına atlar, kılıcını çekip Ordunun en önünde duran Ashabı Kiram,
melekler ve evliya’lar ile arkasındaki Osmanlı askerlerinin önüne geçerek:
„Haydi Yiğit’lerim. Gün bugün’dür, Nam bugündür, şan bugündür. Allah ve
Resulü Hakkı için ”Bismillah hücum” emrini verir. Ve başta Evliyalar olmak
üzere cümle İslam askerleri “Allah Allah” nidaları ile kale surlarına doğru
akarlar.
Ve Evliyaların her biri bir kapıya dayanır. Sadece bir tek kapı önünde, tam
bin kişilik Buhara’dan gelen Şeyh Ahmed Yesevi Hazretlerinin müridleri
topluca şehid düşer. O kapıya bu sebeple “Şehid Kapısı” denir.
Velhasıl Evliyaların açtığı kapılardan Osmanlı askerleri şan ve şeref ile
girdikten sonra ilk yaptıkları iş İmparatorun sarayına girmek olur ki,
burada imparatorun hususi seçme yüzlerce saray muhafızları pusuda hazır
bekler. Netice itibari ile tabii kısa bir çarpışma olur ve Saray ele geçer. Hemen
ardından Ayasofya’ya girerler. Ayasofya’nın çeşitli bölmelerinde gizlenmiş olan
binlerce rahib ve keşiş ellerindeki kılıçlarıyla Fatih Sultan Mehmed Han
Hazretlerini hedef alarak üzerine saldırırlar ve Ayasofya içinde üç gün
süren bir savaş olur. İstanbul 53 gün içinde feth edildi denir. Ancak bu tam
doğru değildir. Hakikatte İstanbul 50 günde fethedilmistir, artı üç gün de
Ayasofya’da savaşılmıstır. Bu yüzden toplam 53 gün sürmüstür. Bu üç günlük
savasta Ayasofyanın içi kan gölüne döner. Ayasofya’nın gizli bölümlerinde,
mahzenlerinde ve dehlizlerinde gizlenen rahibler yakalanır ve idam edilirler.
Askerler emniyeti sağladıktan sonra Ayasofyayı dolaşan Fatih Sultan Mehmed
Han. Bir direğin altında Ayasofyanın kubbesine doğru yükselen bir nur görür.
Derhal o tarafa doğru ilerler ve bakar ki, pırıl pırıl nur saçan bir zat, göğsü
açılmış bir şekilde, cansız yerde yatıyor. Ve mübarek göğsünde kırmızı bir
renkle “YA VEDUD” yazıyor. “Sultanım!” diyor Akşemseddin Hazretleri
„İşte bizi engelleyen meczup budur. Mübarek bir zat idi. O da kendi görevini
yaptı. Her gün “Yarabbi benim canımı al ki İstanbul İslamın eline geçsin diye
dua edip kendini tarihte yeni bir sayfa açılması için feda etti. Bize yani
İstanbul’un fethine mani olmak istemiyordu. O yüzden Allah’tan ölümünü
diledi ama, o bu dua’yı ederken bir taraftanda görevini yapıyordu. Aman
gavurcuklarıma bir şey olmasın diye, bizim attığımız gülleleri tutup bize
geri atarak görevini ihmal etmiyordu. Şimdi bize düşen bu mübarek zat’ı
yıkayıp, layıkıyla defnetmektir, der. Hemen evliyalar, ulemalar o mübarek
zatı yıkamak için toplanır. Fakat o an da Ayasofya’nın kubbesinde bir ses
duyulur. “O has kulu biz yıkadık. Siz sadece onu defnedin!” orada bulunan
tüm ulema ve şeyhler bu ilahi sesi işitince „Allahu Ekber“ diyerek tekbir
getirirler.
Tazim ve hürmet ile o büyük zat’ı alıp tabuta koyarlar. Fakat Allah’ın
hikmeti, tabut aniden kendi halinde hareket etmeye başlar, ve kendilerini bir
anda tabutla birlikte Eğrikapı tarafında açık bir mezar’ın önünde bulurlar.
Bakarlar mezarın içinden misk gibi koku ile „YA VEDUD“ sesleri gelir.
Hayranlık ve şaşkınlık içinde tabutu tam mezara götürüp indirecekleri vakit
tabut kendiliğinden hareket edip mezara girer. Bu büyük keramet karşısında
şeyh’ler ve ulema Tekbir getirirler. Çok büyük bir evliya imiş. İşte onun’da
öyle bir hikayesi var. Allah sırrını takdis etsin. O mübarek zat’ı Eyüb Sultan
Hazretlerinin yakınına defnedip, tekrar Ayasofya’ya dönerler. Ayasofya’da
Süleyman Peygamberin makamı olan yerde hacet namazı kılarlar.
İlk cuma namazında ise Akşemseddin Hazretleri minbere çıkıp Cuma
hutbesine “Elhamdulilliah Elhamdulillah” diye başlar. Ve orada yaptığı hamd ve
şükür Hutbe’sinden sonra herkes tekbir ve salavatlar getirmeye başlarlar.
Bizzat Fatih Sultan Mehmed Han’ın arzusu ile Aksemseddin Hazretleri
imamlık görevini ifa eder. Ve namaz’dan sonra hep birlikte Peygamber
Efendimizin mübarek elinin şemasının olduğu yere gelirler, orada salavatlar
getirip, dualar ederler. Vel hasıl kalede asayiş sağlandıktan sonra Fatih
Sultan Mehmed Han gazilere bahşiş ve ganimetlerin dağıtılmasının
ardından derhal kale surlarının ve şehrin onarılması ve yeniden imarına
başlanılması için emir vererek sarayda hazirlanan odasına çekilir. Gece
yarısı olduğunda kapısı çalar ve Akşemseddin Hz.’leri: „Kalkın Sultanım,
görmeniz ve bilmeniz gereken bir şey daha var“, diyerek Fatih’i alarak
yanlarında başta Aşık Paşazade olmak üzere zamanın önemli şahsiyetleri ile
birlikte tekrar Ayasofya’ya gelirler. Önünde vaftiz taşı bulunan bir mermer
sütun’u çevirince sütun’un arkasındaki duvarın içe doğru açıldığını görürler.
Akşemseddin Hazretlerinin peşinden açılan duvardan içeriye giren Fatih
ve yanındakiler duvarların sağ ve sol tarafında asılı yanmakta olan
meşaleleri alıp uzun ve kasvetli koridorda bir müddet ilerledikten sonra
aşağıya doğru inen bir taş merdiven önünde dururlar. Akşemseddin
Hazretleri tarafından önden gönderilmiş olan hususi saray muhafızlarının
aşağıdan verdikleri ışık işaretinin ardından hep beraber kırk basamak
aşağıya indikten sonra meşalelerle aydınlatılmış havalandırma sistemi
olarak kullanılan tavana birleşik içi boş taş direklerin bulunduğu geniş bir
alana gelirler. Yan yana sıralanmış kapalı kapıların sonundaki kapının bir
önceki kapının önüne gelip dururlar. Akşemseddin Hz.: „Sultanım, şimdi bu
kapıdan içeri gireceğiz“ der, ve kapıyi açar. Kapıdan içeriye girdiklerinde
büyük bir holde bulurlar kendilerini. Mum şamdanlarla aydınlatılmış holün
iki tarafında Osmanlı saray muhafizlarının dizilmiş olduklarını görürler.
Holü geçtikten sonra yine bir kapının önünde dururlar. Akşemseddin Hz.:
„Sultanım, şimdi bu kapıdanda gireceğiz“ diyerek kapıyı açar ve içeriye
girerler. Girdikleri odanın içinde yüzlerce mumdan oluşan tavana asılı
büyük bir Avize’nin altında yaşları altmış ile doksan arasında yedi papazın
ayakta kendilerini beklediklerini görürler. papazların en yaşlıları hemen öne
atılarak: „Hoşgeldiniz ey Konstantinopel Fatihi, garbın ve şarkın Sultanı“
diyerek Fatih Sultan Mehmed Han’ın önünde eğilip eteğini öper. Onu
takiben sırayla diğer papazlar dahi etek öptükten sonra liderleri olan yaşlı
papaz: „Ey cihan hükümdari, yüzyıllar boyu bizim dedelerimizden,
babalarımıza, ve onlardanda bize kadar gelerek en nihayet bizde son bulan
mukaddes kutsal emanetleri ve nöbeti artık yeni sahibine teslim etme
zamanı gelmiştir“ diyerek bulundukları odanın duvar tarafında dayalı
duran yer döşeklerinin yanındaki sandıklara doğru gider. Sandıkların içinde
en büyük olanın üzerine çıkarak duvardaki şamdanlıkların içindeki
mumlardan birini çıkardıktan sonra mumu çıkardığı yere altın bir anahtar
sokarak çevirir. Anahtarı çevirmesi ile aniden duvar taşlarından birisinin
içeriye doğru kaydığı görülür. Taşın kaymasıyla birlikte yaşlı papaz elini
duvarda açılan boşluğa doğru sokar ve içinden kat kat ince deriye sarılı
mücevherlerle kaplanmış bir kutu çıkarır. Kutudan Fatih Sultan Mehmed
Han’ın ve yanındakilerin şaşkın bakışları altında Hz. Peygamber’imizin
(s.a.v.) mübarek elinin ceylan derisi üzerindeki resmini çıkartarak üç kere
öpüp başına sürerek Fatih Sultan Mehmed Han’a uzatır ve: „Ey cihan
Padişahı, bu mübarek resim Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek elinin
baskısıdir.“ der Fatih Sultan Mehmed Han Akşemseddin Hz. tasdikleyici
bakışını görünce derhal ileri atılır ve yaşlı papazın elinden mübarek resmi
alarak göz yaşları içinde Salavat çekerek öpüp yüzüne, gözüne sürer ve
hemen ardından Akşemseddin Hz. dönerek: „Hocam, bütün bunlar ne demek
oluyor? Siz bunları biliyormuydunuz? Bu mübarek resim bu papazlarda ne
arar, ve ellerine nasıl geçmiştir?“ diye heyecan ile sorar. Akşemseddin Hz.:
„Sultanım, biz Bizans’ı muhasara ettiğimiz gece bana rüyamda bizden
yüzyıllarca sene önce yaşamış olup hakiki ismi Muhammed Buhari olan Sarı
Saltuk Baba7 gelerek bu gizli sırlardan ve yerlerden bahsetmiştir. Zira
kendisi Selçuklu devletinin kargaşa ve çöküş zamanında Bizansa girerek
Ayasofya’da papaz kılığında yıllarca ibadet edip Ayasofya ile ilgili sırları
öğrenip o muhasara gecesi bana aktarmıştır. Siz fetihten sonra İslambol’un
asayişi ile ilgilenirken bende boş durmayıp Aşık Paşa Zade Efendi ve
ulemadan birkaç kimse ile birlikte saray muhafızlarınıda yanıma katarak,
Sarı Saltuk Baba’nın gösterdiği bu gizli yolları muhafızlar ile emniyete
alarak papazların bulunduğu bu odaya girip onlar ile görüştükten sonra
derhal sizi alarak buraya geldik. Sultanım destur verirseniz şimdi size bu
mübarek resmin bu papazların eline nasıl geçtiğini anlatayım diyerek başlar
anlatmaya“. Vaktiyle Bizans Imparatoru Konstantin çok sevdiği kızının
arzusu üzerine bu eşsiz mabedi yapmak için harekete geçtiğinde yanına
elinde Ayasofya’nın inşaatı ile ilgili planlarla birlikte esrarengiz bir şahıs
gelerek: “Ey Konstantin, eğer bu mübarek mabedi benim elimdeki plana göre

(7 Sarı Saltuk Battal Gazi’nin torunu olup Seyyid’tir. Esved Nikola, Kelgra
Sultan, Muhammed Buhari, Şerif Hızır isimleriyle ünlüdür Balkanlarda, ve Batı dünyasında, Aziz Nikola olarak tanınır.)
yaparsan bu inşaatın bütün masraflarını ben karşılayacağım“ der. Kral
Konstantin yanındaki mühendislerle bakar ki, bu esrarengiz şahısın elinde
gösterdiği planlar hiçbir mimarın çizemeyeceği harikuladelikte planlardır.
Hemen kabul eder ve tam Hz. Süleyman As.’ın makamını kurduğu yerde
inşaatı başlatır. İnşaat kırk yılda tamamlanır. İşte bu Ayasofya’nın gerçek
mimarı, planları getirip masrafları karşılayan kişi o esrarengiz Şahıs olan
Hızır As.’dır. Hızır As. Ayasofya’yı güzel huylu ve bilgili Ignados adında
bir mimara inşa ettirirken işte bu geçtiğimiz gizli bölmelerin ve dehlizlerin
içinde yüz oda yaptırırki, her odanın bir kapısı vardır. Bu yüz kapıyı her
sayıp işaretlendiğinde işaretlenmemiş bir kapının daha ortaya çıktığı
görülür. Acaip sırdır. İşte bu papazların bulunduğu oda o işaretlenmiş olan
en son kapının önünde duran bir önceki kapıdır. Binaenaleyh aradan
yüzyıllar geçer ve bütün herşeyin Onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Hz.
Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizin dünyaya teşrif etmesi ile birlikte
yeryüzünde o gece 70 bin olay olur. Nemrut’un sönmeyen ateşi söner,
Kisra’nın sarayı yıkılır, Kabe’deki putlar düşüp kırılır, ve zelzeleler olup
işte bu Ayasofya’nında kubbesi düşer ve bir daha da onarılamaz. Ve
nitekim, Peygamber’imizin (s.a.v.) çocukluk zamanında Şam taraflarında
rahib Buhayra isminde bir papazın yanına Hızır As. gelerek: „Ey nurlu
keşiş. Sana getirdiğim ilahi emir odur ki yanına 300 rahib alarak Mekke’ye
gidesin. Orada şu anda henüz çocuk yaşta olup bütün Peygamberler’in başı
ve sonu olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek tükürüğünü alasın. Onun
mübarek parmağının izini bir deriye çıkartasın, sonra Mekke’nin
toprağından ve Zemzem suyundan alıp Konstantinopole gidesin. Orada
bunları Ayasofya’nın yıkık kubbesinin harcına karıştırarak kubbeyi tekrar
onarıp eski yerine koyasın.” der, ve kaybolur. Bunun üzerine rahib Buhayra
denilen imanlı papaz derhal harekete geçerek yanında emredilen sayıda
papaz ile birlikte Mekke’ye gelir ve sırayla Peygamberimiz’in (s.a.v.)
mübarek elini öpüp iman tazeledikten sonra daha küçük yaşta olan Hz.
Muhammed (s.a.v.)’e kendilerini Hızır As.’ın yolladığını ve mübarek
emanetleri alıp Konstantinopel gidip Ayasofya’nın kubbesini onaracaklarıni
söyleyerek yanında getirdiği siyah bir Mürekkep ve ceylan derisini
heybesinden çıkartarak Peygamber’imizin (s.a.v.) mübarek parmağını bu
siyah mürekkebe batırıp bizzat amcası Ebu Talib’inde orada bulunup elinde
tuttuğu ceylan derisinin üzerine basmasını rica eder. Peygamberimiz (s.a.v.)
mübarek parmağını tam siyah mürekkebe batıracağı sırada rahib Buhayra
hırsa ve aşka gelip, kendini tutamayıp Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek
elini tutup tümüyle mürekkebe batırarak ardından da Ebu Talib’in bir taşın
üzerine sermiş olduğu ceylan derisinin üzerine bastırır. Efendimizin
mübarek elinin mürekkebe değmesi ile birlikte siyah olan mürekkeb bir anda
yemyeşil bir nur’a dönüşerek Hz. Muhammed (s.a.v.) elinin bastığı ceylan
derisinin üzerinde nur’dan bir pençe şeklinde çıkar.
Üzerinde mübarek elin baskısı olan ceylan derisini eline alıp öpüp
yüzüne gözüne süren rahib Buhayra hemen Peygamber Efendimizin önünde
diz çöküp: „Ya Resullah, destur ver bu elimde tuttuğum mübarek elinizin
baskısı benim elimde, ve benden sonrakilerin elinde durduğu müddetçe bu
resim hürmetine bizi her türlü vergiden ve yargıdan muaf tutup,
dokunmayıp rahat bıraksınlar”, diye ricada bulunur. Bunun üzerine Hz.
Peygamberimiz: „Ey Buhayra. Her şeyi yoktan var eden yüce Rabbimin izni,
şu an yanımda bulunan Cebrail ve Melaikenin ve dahi amcam Ebu Talib’in
şahidliği ile bu resim sende ve senden sonra kimin elinde bulunursa onlara
dokunulmayacak ve her türlü vergiden muaf tutulup ihtiyaçları karşılanıp
güvence altında olacaklardır. Ta ki, kutsal emanetlerimin ve miraslarımın
sahibi öz be öz torunum Muhammedül Mehdi Aleyhisselam Ahir zaman’da
zuhur edip benim emanetlerimi miras hakkı olarak teslim alıp kılıcımı
kuşanana kadar.“ buyurarak ilahi güvenceyi verir. Bu kutsal güvenceyi
alan rahib Buhayra derhal Efendimizin mübarek ayaklarına kapanıp
öperek yüzünü gözünü sürer. İşte bu mübarek resim bu şekilde rahib
Buhayra’dan Bu papazların eline kadar gelmiştir, Sultanım“, diyerek
sözünü bitirir Akşemseddin Hazretleri. Bu anlatılanları gözlerini mübarek
resimden bir an bile ayırmadan dinleyen Fatih Sultan Mehmed Han:
„Hocam, şimdi bu mübarek resimin bu papazlarda daha fazla durmasına
gönlüm razı değildir. Onu derhal bunlardan alıp diğer kutsal emanetlerin
yanında muhafaza edelim“, diyerek arzusunu dile getirince, yaşlı papaz
hemen Padişahın ayağına kapanıp: „El aman ey şanlı Padişah. Hz.
Muhammed (s.a.v.) ve İsa hakkı için Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bize tahsis
etmiş olduğu bu kutsal emaneti koruma ve muhafaza etme şerefini bizden
almayın. Biz bu emanetleri yüzyıllardır mücevherlerle işlenmiş kutular
içinde, misk kokularıyla saklayıp muhafaza etmişiz. Bu emanete asla
hıyanetlik etmemiş olup gerektiğinde canımızı bile vermekten çekinmemişiz.
Biz bunun kıymetini ve şerefini çok iyi biliriz. Siz bunu bizde bırakınki
kıyamete kadar emniyette olup hem bu dünyada hemde ahirette şefaat
bulalçm“, diye yalvarçr, ve ardından devam eder: „Ey bahtiyar Sultan, size
bir sır daha vereyim ki, o da bu resimden iki adet daha mevcud
bulunduğudur. Bunlardan birisi Urfa’da Azer Kilisesinde, ikincisi ise Van
gölünün üzerindeki Ahdimvar adasında bulunan eski ermeni kilisesinde
mahfuz bulunmaktadır. Acayip sırlı bir kilisedir. Buyruk verin derhal haber
salıp getirtelim huzurunuza. Yalnız bizdeki resmin bizde kalmasına izin
verin“ deyince, Fatih Sultan Mehmed Han: „Peki, sizin elinizde Hz.
Muhammed’in (s.a.v.) güvencesine dair bir belge mevcudmudur, ki
sözlerinizin doğruluğu ispat ola?“ diye sorar. Yaşlı papaz hemen o mübarek
resmi çıkarttığı kutudan yine deriler üzerine yazılmış ve mühürlenmiş,
başta Peygamberimizin (s.a.v.) olmak üzere Hz. Ebubekir (ra), Hz. Ömer,
Hz. Osman, Hz. Ali (k.v.) ve diğer halifelerin ve hükümdarların güvence
verdiklerine dair fermanlarıni gösterir. Bu belgeleri tetkik edip hakiki
olduğuna hükmeden şeyhler ve ulema bu fermannameleri öpüp yüzüne
gözüne sürdükten sonra padişaha uzatıp: „Sultanım bu papazlar doğru
söylerler. Bu fermannameler hakikidir“ diye tasdikleyince Fatih Sultan
Mehmed Han daha fazla düşünmeden yanında bulunan ünlü vezir ve
tarihci Aşık Paşa Zade’ye dönerek: „Buyruğumdur. Benim oğullarım ve
onların oğulları ve dahi kıyamete kadar gelecek oğullarımın oğulları, bu
mübarek resim kimde bulunursa bulunsun onların her türlü vergi ve
yargıdan muaf tutulup tüm ihtiyaçlarının Beytülmalden karşılanmasına
dair Peygamber (s.a.v.) buyruğu üzere benim dahi fermanım olup, kim bu
fermana karşı gelip uymazsa Firavun ve Karun’un lanetlendiği gibi
lanetlenmesine“, diyerek bir deri üzerine bu tarihi fermanı yazdırıp
mühürleterek yaşlı papaza uzatır. Papaz derhal bu fermanı öpüp başına
sürdükten sonra diğer fermanların bulunduğu kutuya koyar. Velhasıl bir
kaç gün geçtikten sonra Urfa’daki Azer Kilisesinden mücevherlerle
kaplanmış bir kutu içinde pırıl pırıl parlayarak etrafa misk kokusu saçan
bir mendile sarılı Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ikinci resmi gelir. Fatih Sultan
Mehmed Han, huzurunda toplanan büyük divan önünde şeyhlerin,
ulemanın, sadrazamların ve paşaların getirdiği Salavatı Şerif ile Hz.
Akşemseddin elmaslarla süslü kutunun içinden kat kat sarılı halde olan o
nur saçan mendili açtığında: „Subhan Allah, Senin hikmetinden sual
olunmaz Yarabbi bu ne güzel bir yüz“ diyerek hayranlık içinde bir müddet
mendile baktıktan sonra, sabırsızlıkla ne olduğunu bir an önce öğrenmek
isteyen padişaha doğru uzatarak: „Sultanım bu mendil bildiğimiz mendile
benzemiyor“, diyerek mendilin üzerinde çok güzel, nur gibi parlayan bir yüz
gösterir. Fatih, mendili alır bakarki hiç görmediği güzellikte bir erkek yüzü
mendilde durur, hemen: „Bre Papaz bu mübarek yüz kime aittir tez söyle“
diye mendili getiren Azer Kilisesi papazına seslenir. Papaz derhal diz
çöküp selam verip etek öptükten sonra: „Haşmetli Padişahım, bu mendil
üzerindeki resim Hz. İsa Aleyhisselam’ın mübarek yüzünün resmidir. Hz.
İsa bir sabah havarileri ile birlikte ibadet etmek için içi su dolu bir leğende
elini yüzünü yıkayıp, yüzünün yaşını bu mendile sildiğinde, nurlu yüzünün
mübarek şekli aynen bu mendile çıkar ve bir daha da asla silinmez. Bu
mendil Hz. İsa dan Habibi Neccar’ın eline, ondan halifesi Şemun Safa
Hz.lerine ondan rahib Buhayra’ya, ondan da sırasıyla bize kadar gelerek
bizdende sizin elinize geçmiştir. Bu mübarek resmi suya atsan ıslanmaz,
ateşe atsan yanmaz. Hz. İsa’nın mucizesidir ki bizler bu kutsal emanete iki
cihanın nuru ahir zaman Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek
elinin resmini sararak misk kokuları sürerek itina içinde bu kıymetli
cevherlerden oluşan kutunun içinde yüzyıllar boyu muhafaza etme şerefine
ermişiz. Okumuş olduğumuz kitaplarımızdan ve ata’larımızdan, bir gün bir
Mehmed’in gelip Bizansı fethedip bu kutsal emanetleri devralacağını, biz
biliyor ve bekliyorduk. Allah’a şükürler olsun ki Size bu emanetleri verme
şerefi bize nasib oldu“, diyerek mendilin sırrını anlatınca, padişah
divanında kim varsa hepsi tekbirler, salavatlar getirerek Hz. Muhammed’in
(s.a.v.) ve Hz. İsa’nın mübarek resimlerini sırayla edep ve tazimle yüzlerine,
gözlerine sürdükten sonra itina ile Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek
resmini, Hz. İsa’nın mübarek mendiline sararak tekrar kutuya koyup
muhafaza memurları ile birlikte Salavatlarla diğer kutsal emanetlerin
muhafaza edildiği yere doğru uğurlarlar.
Daha sonra Ayasofya’nın o esrarlı 100 kapısındaki Odalarından her gece
sırasıyla birinde papazlarla8 ve ulemadan büyük zatlarla birlikte gizli
görüşmeler yapan Fatih Sultan Mehmed ve Akşemseddin Hz.leri ileride
Hristiyan Dünyasını sarsacak ve onları birbiriyle uğraştırıp müslümanların
bu sayede yollarını açacak ilmi çalışmalarda bulunup İslambol da asayişi ve
yasaları yürürlüğe sokarak ardından hiç vakit kaybetmeden ilayı
kelimetullahı yeryüzünde hakim kılmak için gözlerini yeni hedeflere doğru
dikip, kızıl elmaya yani Şarki Roma’dan Garbi Romaya doğru bakarak
mübarek sakallarını sıvazlar. Allah makamını cennet komşusunu Hz.
Muhammed (s.a.v.) eylesin.
Amin,…el Fatiha.
(8Hz. Muhammed (s.a.v.) mübarek elinin resmi rahib Buhayra’dan Fatih Sultan Mehmed’e kadar hangi papaz
tarafından muhafaza edilmişse onlar Allah’ın izni, Peygamber’in (s.a.v.) duası ile müslüman olup, imanlarını
papaz kıyafeti altında gizlemişlerdi. Sarı Saltık Baba Hz.leri papaz kılığında Ayasofya’da kendi zamanının
papazları ile bu gizli sırlar hakkında görüşmüşlerdi. Sarı Saltuk Baba aynı zamanda Ahmed Yesevi Hz.lerinin
halifesi olup, 12 lisan bilip papaz kıyafeti altında Balkanlarda gizlice Islamı yayarak, ve aynı zamanda Esved Nicola
ismi altında Hırıstiyanlık dininde olan teslis inancını ortadan kaldırmıtır. Bogomin Mesebini yayarak. Hırıstıyanlık onu Noel Baba
olarak tanır. Hırıstıyanlarin St. Nicolaus olarak tanıdıkları kimse aslında hakikatte kılık deyitirmi olan Sarı Saltuk Baba Hz.’dır.)