Sonsuz miniklerde: Binbir ışık, binbir raks, atomlarında binbir beste; okyanuslarında muhteşem bahçeler renk renk örümcekler. Bir damlacık kuşundan dev müzik şöleni. Sevdasını zerre zerre salan, gülün kadife teninden gönülleri sarhoş, eden kokular. Ve sonra sonsuz mesafelerde serili muhteşem dünyalar.
Ya daha ötelerde, cennetinde, kokulardan, renklerden kurulu dayanılmaz cazibe. Seyrettikçe zevkten çıldırtan güzellikler.
Evrene sinen bu akıl almaz ihtişam nedir?
Bizdeki hasret, bizdeki haşyet neyin nesi? Bu dayanılmaz tutkular denizinde aşk nedir, sevda nedir?
İşte evrendeki bu ilâhi sırrı çözen tek anahtar Fâtiha'dır. Öyle bir şifre ki, her çevirişte ya da tuşlarına her basışta birbirinden ince hikmetleri bir bir gözler önüne seriyor.
İşte Fâtiha ve namazda canlanan Fâtiha sırrı, insanla evren arasındaki bilinmezliğin temel hikmetidir. Onun âyetlerini, evren şifreleri içerisinde tek tek inceleyeceğiz.
Âyet 1: Hamd, âlemlerin rabbi Allaha'dır: Bu âyet, evrenin bütün boyutlarına, fiziğine sinmiş temel yasadır. Allah'ın, sonsuz hilkat hazinesinde, ilim, muhteşem bir güzelliği temsil etmektedir. Sonsuz boyutlardan, düşünülmesi bile güç en küçük mesafelere kadar yaratılan her şeyde mutlak bir güzellik vardır. Sanki Allah, O'nun sanatındaki bu sonsuz güzelliği seyretmemiz için, hilkati böylesine içiçe hikmetlerle doldurmuştur. İnanınız ki, Cenab-ı Hak kendi sanatındaki güzelliği sergilemek istemese, bugün var olan her şeyi, çok daha basit çizgilerle yaratırdı. İsterseniz birkaç örnekle bu gerçeği sezmeye çalışalım:
a) Binlerce molekülünde özel titreşimler yaratmış, her birine ayrı bir beste çaldırmaktadır (Nuclear Magnetic Rezonance). Allah kendi güzelliğini sergilemese idi; bu titreşimler birer beste olmaz, sönük ses dalgaları halinde kalırdı.
b) Milyarlarca galaksisinde, her birine ayrı raks her birine ayrı nakış vermiş. Akıl almaz bir ahenk içinde, ama hepsi de birbirinden güzel bir ihtişam feleğinde yüzüyor. Şüphesiz, Cenab-ı Hak Fizikteki güzelliğini seyretmek istemese, böyle ihtişamlı dekor sergilemez; kalıp yıldızlar yaratırdı.
c) Toprağındaki mikrop, ağacındaki yaprak hayat çarkını döndürürken, bir hamd edene hizmet etmenin zevkini yaşıyor. Bir ibadet çırpınışı içinde hiç durmadan niyaz ediyor. Yaprak oksijeni, mikrop azotu işlerken yalnız ilâhi güzelliği hamd dekoru içinde hissediliyor.
d) Ya su; ne fizikte gönlü, ne de kimyada. Bir kul gibi hamd edene hizmet etme sevdasına düşmüştür. Ne donunca ağırlaşıp denizleri dolduruyor, ne de göklerde -60 dereceye gelen buharını taşlaştırarak arza dökülüyor. O kulluğun vecdi içinde kendi fiziği ne de çareler bulmuş.
e) Elmaya bakın. Hamd edene bir reçete hazırlamış. Sanki bir diyet uzmanı, Şekerini, vitaminlerini, iki değerli demirini ve karbonat iyonlarını öylesine ahenkleştirmiştir ki, ilâhi güzelliğin ve ikramın mâna sırrını yaşıyor.
f) Yoğurt ve ekmek bakterilerine bakın; kendilerine yaramayan, hatta üremesini durdurup onu yok eden nice binbir kimya maddesi işliyor hamd edene ulaşmak için.
İlâhi sanat mimarisinde hamd sırrını tüm âlemlere ilan eden bu yüce âyet, basit ölçülerde saydığımız bu maddeler içerisinde canlı bir hikmet gibi duruyor. Fâtiha'nın birinci âyeti ve onun manasındaki ilâhi hikmet olmasaydı tüm bu saydığımız hilkat sırları kuru matematiğin anlaşılmaz çizgisi arasında kalacaktı.
Demek ki; evrendeki bütün varlıklar, sanki Fâtiha'nın bu âyetini okumuş, sezmiş, anlamış gibi sergilenmiştir. Hikmetlerin en incesi; eşya, insana hizmet ederken onun hamdine katılmak için çaba sarfediyor. Bir gün gelecek; yaprak oksijenini kesecek. Su yağmur olmadan donacak, ne elma vitamin verecek, ne yoğurt bakterisi sütü işleyecek. İşte o gün, sen namaza durmadığına, hamd etmediğine çok dövüneceksin.
Ve yine bir gün, âlemin bu saydığımız canlıları davacı olacak. Yaprak: Ben hamde ulaşmak için oksijen yaptım. Ekmek bakterisi: Ben kendimi tüketip ona hizmet ettim diyecek. Ya elma: Ben. diyecek zavallı bir tohum olarak toprağa düştüm, cılız, ince filizlerimle tonlarca toprağı kaldırdım, yıllarca sabredip ağaç oldum. Sonra bir yıl boyunca didinip nice formüllerle nefis bir diyet hazırladım. O beni yesin hamd etsin diye. Yedi, fakat hamd etmedi, diye dava edecek.
Gerçekten Fâtiha’nın birinci âyeti ne anlatılmakla biter ne söylemekle hikmeti biter. O ancak namazda sezilir ve yaşanarak bilinir.
Âyet 2: O, Rahman ve Râhimdir: Hilkatın temelinde yatan sır bu iki esma ile iç içedir. Allah kendi bilinmezliğini bilmek, kendi güzelliğini seyretmek için tüm varlıkları yarattı. Yaratılışın başlangıcı, Allah'ın zatından zatına tecelli ederek sıfatlarını yaratmasıyla başladı.
Allah zatından zatına ilk tecellisinde Rahman sıfatını yarattı. Bu sıfat: Kudret, sevgi, merhamet gibi üç önemli sırrı bir arada temsil eder. Bundan dolayıdır ki; her varlık var olabilmek için mutlaka Rahman sıfatının tecellisindeki hikmetlere muhtardır. Evrenlerdeki hangi varlığı tanımak istersiniz, önce o varlıkta Rahman sırrını sezmeniz gerekir.
Madde fiziğinin temel dayanağı cazibe(gravidasyon)dir. Gravidasyonun özünde kudretle sevgi iç içedir. Rahman sırrı eşyaya yansıyınca orada şiddetli bir cazibe; onunla iç içe büyük bir kudret meydana gelmektedir.
Milyarca yıldızdan kurulu galaksilerde, varlığın temeli enerji gücü, tamamiyle cazibeden doğmaktadır. Bu cazibenin tesiri altında akıl almaz dönüş sistemleri meydana gelir. Aynı manzara atom çekirdeğinde de gözlenmektedir. Ayın, nazlı çehresiyle bizleri seyrede seyrede dünya etrafında dönerken denizleri nasıl şiddetle çekdiği, kudret ve sevginin açık bir tezahürüdür. Yedi kat semâlarda, yedi kat ayrı manyetik kuşağın varlığı Rahman sırrının ayrı bir hikmetidir.
Dış görünüşü itibariyle birden kavranamayan cazibe sırrı ile onun içinde yatan bir zerrecik atomunda bile dünyaları sarsan kudret; elbette rahman sırrının iç içe sevgi ve gücünü temsil etmektedir.
Rahim sırrına gelince: Cenab-ı Hak rahman sıfatıyla bütün evrenleri yarattıktan sonra, kendini o güzellikte seyrederken, o güzelliğin belli noktalarında yeni bir iştiyak ve sevgi sıfatı tezahür etmiştir. Bu sıfat Rahim sıfatıdır. Tanıdığımız kadarıyla inanan kullara karşı Cenab-ı Hakk'ın sevgi ve merhametini temsil eden bu sıfatın hikmeti; yukarıda arzettiğim gibi evrendeki bütün güzelliklerin içinde, kulluk hikmetinden Allah'ı zikretme sırrında mevcut olan ilâhi bir cazibedir.
Fâtiha Sûresi'nin ikinci âyetinde iki büyük mesaj vardır. Birincisi: Allahın, bütün varlıklara verdiği kudreti, cazibeyi, Rahman sıfatındaki sonsuzlukta tanıtmaktır ve âlemlerin rabbi olan tanıma bir fizik yorum getirmektedir. İkinci mesaja gelince: Cenab-ı Hakk'ın Hamd edene karşı intişar eden sevgi ve merhametidir ki; bu rahim sıfatında toplanır. Dolayısıyla Allah'ın Rahim sıfatı ancak namazın manyetik alanında bilinir. İki âyeti birden beraber kavramak istersek: Allah "Ey kulum! Ben âlemIerin mutlak yaratıcısıyım. Evrenlerdeki bu akıl almaz güzelliği Rahman sıfatımda sergiledim. Bu güzelliği daha yakından seyretmek istersen; bana hamd et ki Rahim sıfatımda ayrı bir cazibe seline katıl ve sevgimdeki sonsuz zevki tat" buyurmaktadır.
Âyet 3: Mâliki Yevmi'ddîn: Din gününün sahibi kavramını çok iyi tanımamız lâzımdır. Dış kalıbıyla din: Allah'ın emrettiği ahlâk ve yaşayış biçimidir. Bu bakımdan din gününün iki farklı mânası vardır. Biri yaşanan her anın ilâhi yasalar açısından değerlendirilmesi; bir anlamda ahlâk-ı Muhammedî ile ölçülmesidir. Bir anlamı da hepimizin tanıdığı din günlerinin toptan hesabının verileceği mahşerdir. (3)
İşte, bir kul namazda "Mâliki yevmi'ddîn" deyince; kendisinin her anının muhasebesini yapmaya hazır olduğunu ve ayrıca mahşerde toplu muhasebeye göre yaşaması gerektiğini ilâhi huzurda dile getirmektedir.
Kâinat hakkında temel şifre niteliği taşıyan Fâtiha'da, din günü kavramının, buna bağlı olan ahlak sorumluluğunun getirilmesi fevkalâde önemlidir. Şöyle ki:
a) İnsan evrendeki her varlıktan farklı bir sorumluluk taşımaktadır. Allah evreni ve yaratılış sistemini birinci ve ikinci âyetlerde net bir şekilde tanıttıktan sonra; şayet kafamızda bir düşünce varsa, "Benim bu evrende yerim nedir?" diye soruyorsak; Allah bu sorunun cevabını bu üçüncü âyette açıklıyor: Sen tüm varlıklardan farklı olarak Rahim sıfatına muhatapsın.Ancak ilâhi sevgideki bu şiddetli cazibeye sahip olmak için, din gününün idraki içinde olmalısın. Her hadisende ve davranışında, örnek olarak yarattığım Muhammedime benzediğin takdirde; Rahim sırrının iştiyakını gönlüne verir, seni evrenlerin sonsuz kanallarına ışınlarım. O zaman âlemlerin rabbi ve rahman hikmetindeki bütün ayrıntıları görür ve yaşarsın.
b) Bütün kudretlerin bende olduğunu ve bütün varlıkları severek yarattığımı idrak edersen, bütün mahlûka karşı dost olur sevgi duyarsın. Böylece yücelmiş ahlakınla, mahşer hesabını verirsin. Cenab-ı Hakk'ın; Mâliki yevmi'ddîn'den önce Rabbi'l âlemin ve rahman sıfatını açıklaması, din gününde bütün mahlukata olan sorumluluğumuzu hatırlatmak içindir. Gerçek insan, "Rabbi'l-âlemin" dedikten sonra kimseye kötülük yapamaz. "Rahman" dedikten sonra taşın toprağın içindeki atomun sevdasını düşünerek tüm yaratılmışları sever. Ve ancak bu tarz davranışla mahşere akyüzle gidilebilir. İşte, ahlâkın çekirdeği de budur, ağacı da budur. Yoksa ahlâk süs eşyası gibi her gün yer değiştiren oyuncak biblo değildir!
c) Mâliki yevmi'ddîn'in asıl özündeki mâna ise elest günüdür, âhiret ve dünya ikilisinin halk edilmesi hikmeti, Elest Meclisi'nin muhteşem sırrında yatar. Daha önce değindiğim gibi, Allah kendi güzelliğini seyretmek için evrenleri yarattığı zaman henüz zaman yaratılmamıştı. Bu bakımdan bu yaratılış anı bir öncelik ya da başlangıç diye tanımlanamaz. Biz bu ana yalnız ezel demekle yetinebiliriz. Bu anın bir saniye sürdüğünü iddia etmek ya da otuz trilyon yıl sürdü demek yanlıştır. Çünkü ezel, zaman ötesinde süren ve hep devam eden bir tazeliktir.
EZEL VE ELEST MECLİSİ
İşte bu ezel döneminde Allah, sonsuz evrenlerde usanılmaz ve dayanılmaz güzellikleri sergilemiştir. Zamanın henüz yaratılmayışı; ezele bakir, değişmez bir tazelik veriyordu.
Mânâ âleminde seher vakti, ezelden minik bir hatıra sayılır.
Ezelin bu şahane güzelliğinde, Allah kendi güzelliğini seyrediyor, kendi bilinmezliğinin sırrını şaheser sanatında tecelli ettiriyordu. Yaratılanlar ise, bu coşkulu ahengin binbir güzelliğe dönüşen intikalIerine hayran olmuşlar, mest olmuşlardı. Ezele ait bu bilgiler ve kavramlar; Kur'an'da, cennetin tanımından gelmektedir. Çünkü cennet bir anlamda elestteki güzelliğin daima olan görüntüsüdür. Ezelde var olan her şey, sonsuz mükemmelliği içerisinde Cenab-ı Hakk'ın rahman sıfatından gelen şiddetli bir cazibe sırrı taşıyordu. Şu ezel güzelliklerini şimdiki kavramlarımıza göre dile getirsek, şekli, ses, koku gibi etkiler şeklinde tasavvur edersek:
Ezel etkileri öylesine güçlü idi ki; onu bir yanıyla seyredip de çılgın gibi o güzelliğin içerisine fırlamamak mümkün değildir. Zaten ezeldeki "hayranlık ve mest oluşa" diye dile getirdiğimiz hal, işte bu sonu gelmez ilâhi cazibenin sırrıdır.
Allah, yaratışındaki bu nâmütenâhî güzelliği en derin noktasında seyrederken, bir an hamd niyazı arzu buyurdu. Ve birden bire ezelin her noktasından bir ilâhi sesleniş doğdu:
Elestü Birabiküm (Ben sizin rabbiniz değil miyim?)
O ana kadar bin bir güzellik içinde, intikalden intikale koşan ruhlar, melekler ve her türlü güzellikler; bir anda bu seda ile irkildi. Çünkü Allah'ın emri, O'nun gerçeğine uygun şekilde ezelin her noktasından, âdeta boyutların her zerresinden geliyordu. Daha önemlisi, bu seda varlıkların hem en özlerindeki derinliklerinden hem de bütün mesafelerin ötesinde aynı besteyi tekrar ediyordu. İdrakler, düşünceler, tamamiyle bu sesle dolmuştu. Hem âfakta, yani evrenin sonsuz mesafelerinde, hemde enfüste en içteki noktalarında tekrarlanan bu seda, varlıkların içine işlemiş, onları tamamen istila etmişti. Bu sedanın dayanılmaz güzelliği yanında aynı zamanda her noktadan gelişi, kudreti, şahane bir celâl etkisi yapıyordu.
Tüm varlıklar, önce hayranlık dolu bir haşyete büründüler Bir yandan da, dayanılmaz bir cazibe duyulan bu seda karşısında gittikçe mecalsiz kalıp tükendiler. Bu tecelli hilkatin en önemli sırrıdır. Zira Allah güzelliği, O'nun zevkine doyum olmayan seslenişinin şiddeti; ancak hamdIe tahammül edilebilir bir lezzettir. İnsanoğlu şaşırıpta bu tecelli karşısında kendinde bir varlık vehm ederek, neyi nasıl hissettiğini kavramaya çalışırsa perişan olur. Çünkü ilâhi güzellik karşısında bir başka kayda bir düşünceye ve bir duyguya mecal yoktur. Kendinde kişilik aramak; kendi varlığında bir adres bulma istemek; nefs dediğimiz yanımızın ilkel bir çabasıdır. Gurur gibi en büyük hastalığın tohumu işte bu kavram yanılgısından doğar. Gururdaki çare bulunmaz felaket işte gerçeğini ta elestten getirir. Varlıklar kendi mecalsizliklerini paniğe dönüştürdüler. Bu paniğin nedeni kendi kişiliklerine ve benliklerine bir yer aramaları idi. Evrenin her noktasında "Elestü Birabiküm" sedası tecelli ettiğine göre acaba kendileri nerdeydi? İşte bu benliğe düşme, bu gaflet, paniğe neden oldu. Bundan dolayı da gurur ilâhi nefrete müstahak olmuştur.
Elestteki bu panik, öyle şiddetlendi ki; varlıklar, yok olmaya doğru hızla koşmaya başladılar. Sanki bu şiddetli cazibenin, güzel ilâhi nağmenin, cevabını bulamamak ezginliği içinde yol olmayı niyaz ediyorlardı. Nitekim boyutlar yavaş yavaş dürülmeye başladı herşey, yokluğa gidiyordu.
İşte her şeyin bitmek, yok olmak üzere olduğu bir anda tüm evrende bir ses daha işitildi. Bu ses bir noktadan geliyordu. Fakat evrenin her noktasından duyuluyordu:
— Evet Rabbimizsin.
Bu ses fahr-i Kâinat Efendimizin bütün evrenleri yok olmaktan kurtaran Hamd niyazıdır. Ve o anda Efendimiz, bu ince hamdı dolayısıyla Allah tarafından Muhammed (S.A. V.) ismiyle şereflendirildi.
Ve sonra, bu hamd niyazının verdiği mecalle yeni "belî" dalgaları yükselmeye başladı. Böylece ard arda gelen rakslar halinde "Evet Rabbimizsin" niyazları evrene yayıldı.
Elestin, bu "evet" hamdleri, evrene öylesine yayıldı ki; nerdeyse herkes evet der oldu. Ancak benliğe düşmeden, ilk cevabı veren kesinlikle yalnız Efendimizdir. Ondan sonra, yine benliğe hiç düşmeden ya da çok erken bir anda benlikten kurtulan mutlu yüceler bu hamde iştirak edebildi. Daha sonra hamde iştirak edenler ise benlikle hamd arasında geçirdikleri bocalamalar nisbetinde değer kazandılar.
Dünya, bu sonradan hamd edenlerin, gecikme hatalarını bir kez daha kontrol ederek kurtulmalarına vesile olacak imtihan sahnesidir. Onun içindir ki dünya imtihanını kazanmanın tek yolu hamdden geçer. Hamdin sırrı da benlikten arınmaktır.
Şimdi, bütün okuyucularımdan ricam: Bandı silinmiş olan hafızalarımızda, bu elest meclisini düşünmeleri ve duygusal olarak Cenab-ı Hakk'a yaklaştıkları zaman hatırlamaya çalışmalarıdır. Özellikle de bize yanlış anlatılan elest kavramından uzaklaşmalarıdır.
Fahr-i Kâinat Efendimizin hamdinden sonra, elest meclisinde dalga dalga yükselen "beli" niyazlarının hepimiz tarafından da bilinmesi lazım gelen öncelik sırası vardır. Daha hiç birimiz bu hamde iştirak edemeden, bir takım hamd niyazları evreni doldurmuştu. Bu dalga dalga coşan iman raksının sahipleri dünyaya intikal ederken de Efendimize yakın şekilde ışınlanmışlardır. Evet niyazında, Efendimize en yakın halka iki kanattır. Birinci kanatta bulunanlar Efendimize soy bakımından da yakın olarak tecelli eden yücelerdir. Bilebildiğimiz kadarıyla bu iman dalgasında:
Hz. Hatice, Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Âmine, Hz. Abdullah, Efendimizin diğer evlâtları ve Ehl-i Beyt vardır. Aynı dalganın diğer kanadında Efendimize ilk iman edenler vardır:
Hz. Zeyd, Hz. Ebûbekir, Hz. Osman, Hz. Hamza, Hz. Cafer, Hz. Sad, Hz. Bilâl, Hz. Sümeyye, Hz. Amr, Hz. Fâtıma (Hz. Ömer'in kardeşi), Hz. Ümmül Fadl (Hz. Abbas'ın eşi) Hz. Nesibe, Hz. Veysel Karani, Hz. Dıhye, Hz. Zeynep, Hz. Ebü Deccani.
Şüphesiz ki bu iman dalgasındaki yücelerden elbette bilmediklerimiz vardır. Biz Efendimizin etrafındaki halkaların elest meclisindeki ilgisi açısından bu Örnekleri verdik.
İkinci iman dalgası: Efendimizin yakınları, ashab-ı güzin, şehitler, başta Hz. Ayşe olmak üzere Efendimizin eşleri.
Yine bu iman dalgasının bir başka kanadında peygamberler veliler ve âşıklar.
Ve sonra aynı fazın bir üçüncü dalgasına diğer bütün mü'minler vardır.
Kalûbelâ (evet dediler) tanımı Elest için halk arasında geçen bir tabirdir. Cenab-ı Hakk'ın, bu evet diyenlerin geciken niyazlarını, dünya ve ahiret çizgisinde nasıl imtihana tabi tuttuğunu Sûre-i Yâsin'in Yorumu'nda bulacaksınız
İşte "Mâliki yevmi'ddîn" âyeti hem elesti, hem ahiret hayatını; hamd niyazı gerçeğine bağlayarak açıklamaktadır. Bu yüzden de Fatiha'nın insanlar ve evren konusundaki kilit mesajıdır. Yine bu âyet, dördüncü âyette açıklayacağımız şekilde; sırr-ı Muhammedi'nin, ezelden gelen rehberlik ilkesini dile getirmektedir.
Ayet 4: Dördüncü âyet, Cenab-ı Hakk'ın, Elestten beri değişmez emri olan mutlak kulluk ve hamd niyazının ahlâk-ı Muhammedî 'de sembolleşen hikmetidir. Allahtan başkasına kulluk etmemek, O'ndan başkasından yardım dilememek ahlâkı; tüm kavgaları ve mutsuzlukları yok eder. Bu formüle uyanların gönlünde gam ve elemden eser kalmaz.
Ne var ki: Bu formül, insanlara pek ağır gelmektedir. Çünkü insan, çevresindeki etkilerden yanlış yargılara kapılır. Daima gizli şirkler edinir. "Yalnız sana kulluk ediyorum" andını unutarak, paraya ve mevkiye tapar, yardımı daima sun'i güçlerden dilenir. Bundan dolayı da kavgadan, musibetten kurtulmaz. Namazın harika formülü içinde günde kırk kez, hem de Allah huzurunda bu dördüncü âyeti okumamız; insanı tüm yanlışlardan arıtarak saflaştıran mucize bir reçetedir.
Bu âyetin asıl önemli yanı: insanı çok zor bir yükümlülük altına sokması değildir. Tam tersine, bize elestteki andımız, Efendimizin mutlaka kulluk niyazını hatırlatmasıdır. Bundan dolayıdır ki, bu âyeti namazda okuya okuya farkına varmadan kesinlikle arınırız.
Daha önce bir nebze değinmiştim, bu âyetin mütekellimi Efendimizdir. Fâtiha Sûresi bir âyetler topluluğu olduğu halde; mütekellimi, yani söyleyeni kolay kavranamayan bir sûredir. Bu yüzden onu dua sananlar bile vardır. Hâlbuki onun mütekellimindeki bu incelik: Fâtiha'nın en zarif mucizelerinden biridir.
Bütün âyetlerjn mütekellimi Allah'tır. Elbette Fâtiha'nın mütekellimi de Allah'tır. Fakat dikkat ederseniz 4–5. âyetler kul tarafından ifade edilen niyazlar şeklindedir ve çoğuldur. Bu tarz âyetlerin başında daima "De ki", "Dediler ki", "Deyiniz ki", gibi kula dönük ekler vardır. Fâtiha'da bu ekler de yoktur.
Peki, bu âyetlerin mütekellimi kimdir? Yani, kul mu? Elbette hayır!
Efendimiz, elest andından sonra, Allah’a müminler adına bir hamd niyazında bulunmuş bir anlamda bütün inananlara namaz kıldırmıştır. İşte bu hamd Cenab-ı Hakk'ın çok hoşuna gitmiş, kulluk kavramını ifade eden:
“Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz" niyazını âyetleştirmiştir. Bu âyet okunur okunmaz, Cenab-ı Hak Elestteki sırrın hikmeti içinde "Ne isterseniz dileyin" emrini verir. O anda kul en çok iştiyak duyduğu en yüce insan sırrı olan ahlâk-ı Muhammedî hikmetini ister ki; bu, sırat-ı müstakim'dir.
Fâtiha ve onun uygulaması olan namaz, yalnız kelimelerin manası ile değil, ledün hikmetindeki sırrı ile de bize hayat ve ahlâk verir.
Fatiha, kendi zarif şifre hikmeti içinde sırat-ı müstakim-i son üç âyette tanımlamaktadır. İnsanın sırrı, evren-insan ilgisi konusunda tek kavramı sırat-ı müstakim'de bulabilirsiniz. Şimdi bu üç âyeti yorumlayalım:
Âyet 5.6.7: Bizi sırat-ı müstakime hidayet eyle. O yol ki kendilerine nimet verdiklerinin yoludur. Nasipsiz ve sapmışların değil (yolu) değil:
Fâtiha'nın ilk dört âyeti evrenlere ve insanlara ait derinlemesine tanım yapmıştır. Evrenin sonsuz boyutlarında insanın mekânını tayin eden beşinci âyet, bu mekana sırat-ı müstakim ismini vermektedir.
Tüm varlıklar, ilâhi güzelliği sergileyen Allah sanatının temsilcileridir. Bu güzelliği idrak ancak Allah'a has bir tecelli ve nimettir. İnsan burada özel idrak sırrı ile nazlı bir seyircidir. İnsan bunun için yaratılmıştır. Bu nedenle insanın ufuk temsilcisi Fahr-i Kâinat, Elestte ilâhi hitaba cevap verebilmiştir.
İşte, insanoğlu, çoklu sisteminin kişilik kaygusu ve kimlik arzusu zannından kurtulup; Efendimiz gibi kendini arıtırsa sırat-ı müstakim'e ışınlanır.
Normal etimolojik sistem içinde doğru yol kavramı Ta-rik-i müstakim ile ifade edilebilir. Âyet-i kerimede bu kelimenin tercih edilmeyerek yerine sırat-ı müstakim denilmesi; kastedilen yücelmenin bir yolda yürümek yerine, bir mekanda mevki tutmak kavramını getirmek içindir. Zira sırat-ı müstakim geometrik bir mekân kavramıdır. Her noktada, her yandan arınarak öyle bir mekân sistemine gireriz ki; bu, Mustafa (S.A.V.) sırrıdır. Bir insan gönlünü ve nefsini her türlü yanlış yargılardan arıtarak Allah güzelliğini sezme çizgisine gelirse sırat-ı müstakim'e erişmiş olur. Bu yola erişmiş olanlar Allah'ın evrenlere verdiği sonsuz ihtişam hikmetlerini aynen yaşar. Bu olay bir anlamda cennet güzelliklerinin sezilme halidir. Bundan dolayıdır ki; böyle bir sırra erişmek için, ancak ilâhi tecelli cereyanı, nimet şeklinde intikal etmelidir. Altıncı âyet bu hikmeti dile getirmektedir. .
Allah, ahsen-i takvim sırrından yarattığı insanoğlunun gönlüne öyle bir özellik vermiştir ki: Allah dileyip ilâhi ceryanını o noktaya aksettirdiği zaman; minik âlemlerden, evrenlerin sonsuzluğuna kadar her güzellik orada yaşanır, hissedilir. Bu hikmet mîracın anahtarıdır.
İşte sırat-ı müstakim'i temsil eden Ahlâk-ı Muhammedî; yani gönlün arınması olayı öylesine önemlidir ki; fizik ve biyoloji yasalarından çok daha çetin bir kurallar sistemidir. Ne var ki sırat-ı müstakim'i Ahlâk-ı Muhammedî'nin tümü olarak ifade etmek; ana noktalarının açıklanmasını engellemektedir. Onu bütün halinde kavramak çok zordur. Bu sebebden arınma istikametimizi tayin etmekte büyük yanlışlıklara düşeriz. Ahlâk-ı Muhammedî'nin iskeleti olan hedefleri her mü'min tanımadıkça namazın sırrından faydalanamaz.
Âlem-i İslâm'da görülen en ciddi eksiklik, sırat-ı müstakim'i tanımayıştadır. Her mü'min, sırat-ı müstakim'in ana hatlarıyla Efendimiz ahlâkı olduğunu bildiği halde, o ahlâkı sünnetle ilgisi olmayan bazı şekli kalıplarda arar.
Şimdi elimizden geldiğince Sırat-ı Müstakim'in ana hedeflerini, bir anlamda Ahlâk-ı Muhammedî'nin temel yapısını dilimiz döndüğünce anlatacağız:
a) Mutlak kulluk: Efendimizin hayatı iyice incelendiği zaman, o tabloda göreceğimiz en önemli çizgilerden birisi "mutlak kulluk" kavramıdır. Allah'ı birleme demek olan tevhidin temeli, mutlak kulluğu idraktir. Mutlak kulluk demek, evrendeki tüm güzelliklerin, bunları sergileyen hadiselerin, yüce mimarı Allah'ın kudretini idrak ve O'nun dışında hiç bir kuwet, kudret, gurur gibi yanılgılardan kurtulmalıdır. Bundan dolayıdır ki Efendimiz her emirlerinde bu ince nüansı vurgulamış, kulluğu ile daima iftihar etmiştir. Bir kutsî hadisinde: "EI fakri fahrî" (yokluğumla övünürüm) buyurmuştur.
Öyleyse bilmeliyiz ki: Kendisinde gururun en basit şekilleri dahi bulunsa bir kimse sırat-ı müstakim'e kesinlikle adım atamaz.
b) Bütün mahlâkata, yeni yaratılmışlara karşı saygı ve sevgide çok içten olmak; bu konuda herşey söylenebilir. Ancak yine en doğrusu Efendimizin hayatından örnek vermektir:
Bilindiği gibi., Efendimiz, İslâmiyetin sıkıntılı ve acılı günlerinde Taifliler'in daveti üzerine Taif'e gitmiştir. Kendisini zorla davet edenler, Efendimizin yapacağı bir tebliğle müslümanlığı kabul edeceklerini vaad etmişlerdir. Buna rağmen taş yağmuruna tutulmuş, hakaret görmüş, kaçarak kurtulma zorunda kalmıştır. Hem kendisi hem de kölesi Zeyd, bir insanın tahammül edemeyeceği yaralar almıştır.
Efendimiz ellerini kaldırarak insanlık tarihinin en akıl almaz sırrını dile getirmiş: "Aman yâ rabbi, onlar gerçeği bilmiyorlar, onları affet, sakın azâbınla kahretme" diye Taifliler için dua etmiştir.
Elbette bu jest insanlık sevgisinin ideal bir görünümüdür. Böyle olmak çok zordur. Fakat ufuktaki işaret ışığına tâkatımızca belli ölçüde yaklaşmak sırat-ı müstakîmin vazgeçilmez unsurudur.
c) Gayret ve teslimiyeti birlikte yürütmek: Bir insan sırat-ı müstakîm' de olabilmek için hem sonsuz bir gayret ve çabanın içinde olmak, hem de teslimiyetinde sınır taşımayan bir güzelliğe sahip bulunmak zorundadır.
Efendimizin hayatı tetkik edildiğinde bu hikmeti çok açık şekilde farkederiz. Efendimiz, hayatı boyunca sonu gelmez mücadele vermenin gayreti yanında her olayın bitiş noktasında akıl almaz bir teslimiyet göstermiştir. Hicret bile bu gayret ve teslimiyet sırrının bir sentezidir. Mağarada gösterdiği akıl almaz teslimiyet, yanında, Arabistan sıcağının (Haziran ayının) tahammül edilmez günlerinde 800 km.yi bulan Hicret yolunu tahminlerin ötesinde bir gayretle aşmıştır.
İnsanın, imkânları bitene kadar gayret göstermesi; imkânların bittiği anda teslimiyetin huzur ve sükûnuna kavuşması gerekir. Bundan dolayıdır ki meskenet ve tembelliğin zerresine sırat-ı müstakîm'de yer yoktur.
d) Yine sırat-ı müstakîm'in en önemli bir ana kuralı, zıt gibi görünen meziyetleri birlikte taşıyıp meczetmektir. Meselâ her mü'min cesaret ve merhameti birlikte taşıyacak; garibe ve kimsesize karşı merhametli, zalime karşı cesaretli olacaktır. Bu huylardan birini taşıyarak ve yerinde kullanmayarak yapılacak tüm davranışlar sırat-ı müstakîm'in dışındadır. Bu husûsiyetlerin en önemlilerinden birisi de israf ve sehâdır. Sehâ, başkalarına karşı yardım hissinin güçlü olmasıdır. İsraf ise kendi nefsine harcanan fuzûli servettir. Sırat-ı müstakîmde hem sehâ olacak, hem de israfa yer verilmeyecektir.
e) Sırat-ı müstakîm çizgisindeki davranışlardan en önemlilerinden birisi kadere rıza konusudur. Hayrın ve şerrin tüm ayrıntılarıyla Allah'tan geldiğinin idraki içinde kulluğumuzu yürütmek zorundayız. Sırat-ı müstakîm' de yeşermeyi amaçlayan bir insan; dünya hayatındaki görüntülerden hiçbirisinin, Cenab-ı Hakk'ın hikmetli saltanatının dışında olduğu düşünemez.
Kulun vazifesi, hayat senaryosunda, Cenab-ı Hakk'ın verdiği rolü iyi oynamaktır. Dekorlara ve başkasının rollerine karışmak ise; yeni bir artistin bile sahneye çıkarken yapmayacağı affedilmez gaftır.
f) Yine sırat-ı müstakîm çizgisinde en önemli kurallardan birisi Cenab-ı Hakk'ın âlemlere verdiği ihtişamı hamd ile seyretmektir. Her teneffüs ettiğimiz havanın, her gördüğü ışığın yüce ve sevgili yaratıcıdan gelen bir ihsan olduğunun idraki içinde; sırat-ı müstakîm'de olan, daim hamdedir.
g) Sırat-ı müstakîm'in son maddesi ise bizler için Efendimize karşı en az aşk-ı mecazinden daha üstün bir sevgidir. Bu sevgi duyulmadıkça diğer maddelerdeki husûsiyetlerden birine erişmek mümkün olmadığı gibi sırat-ı müstakîm'de ulaşmak mümkün değildir.
Tüm maddelere bildirdiğimiz hikmetlere Mustafa sırrı içinde bir imbikten geçer gibi damla damla arınarak varmak ancak Allah'ın hidayeti ile mümkündür. Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Hak âyette emrederken “İlâhi” hidayet eyle emrini getirmiştir.
Ve Cenab-ı Hak son âyetinde evrenlerin en akıl almaz kurallarını getirivermiştir.
"Ey insanoğlu! Sen evrenler içinde nâmünetahi sanat güzelliğimi sergilediğim bu mâna kitabında; mekanların ötesindesin. Sevgili habibimin ahlâkında arınarak sırat-ı müstakîm'i seçersen, elest ve cennetin sonsuz güzelliğine intikal edersin."
Sırat-ı müstakîm sırrına eremeyenler için iki yığınaktan birine sürgün zorunluluğu vardır. Ya çokluk âleminin silik bir ferdi olur, kendini nasipsizlerden edersin, ya da arınmayı bilmez yanılgı ve şaşkınlığın bunalımları içerisinde dâllinler uçurumda yuvarlanır gidersin.
Günde kıldığımız kırk rekât namazda, bu şaşkınlıklardan ve nasipsizlerden kurtularak sırat-ı müstakîm'i anar dururuz; gönül vesvese ve telaşlarından bir an kurtulabilirsek ilâhi tecelliyi yakalayıveririz. O zaman bir anda o silik kişiliğimiz kaybolacak, Fâtiha'yı canlı olarak seyretmeye başlayacağız. Bu seyirde bütün mikro ve makrokozmosları, cenneti, daha muhteşemi Efendimizin elestte tüm mü'minlere kıldırdığı hamd namazını seyredeceğiz.