Bu Blogda Ara

25 Mart 2010 Perşembe

Kuran'daki 50 Bin Yıldan Oluşan Günlerin (Mearic 4.ayet) Sırrı

Bu konuda üzerinde durulması gereken bir olay daha var.Altı günde yaratmanın geçtiği hiçbir ayette yıldızlar,dünya ve aydan bahsedilse bile,bunlar altı günde yaratmanın içine dahil edilmez.Hep ''yer ve gökler ve de bu ikisi arasındakiler''şeklinde genel olarak maddeyi tasvir edecek şekilde bir tarif  yapılır.Çünkü bu 300,000 yıllık süreç içinde henüz yıldız,galaksi ve gezegen gibi gök cisimleri oluşmamıştır.Bunların temel yapı taşları olan atomlar yani henüz şekil almamış olan madde oluşmaya başlamıştır.Zaten altı günde yaratmanın geçtiği ayetlerin birinde örneğin yıldızların ya da dünyanın da bu altı günde yaratıldığından bahsetseydi bu bir çelişki oluştururdu. Yer ve gökler ve ikisi arasındakiler sözüyle genel olarak maddenin tümünü kapsayan yani  yerde ve gökte gördüğümüz bütün maddelerin temel yapı taşı olan atomların yaratıldığı kastedilerek böyle bir tanımlama yapılıyor.Yaratılan bu ilk evrendeki hidrojen ve helyum atomları daha sonra oluşacak olan yıldızlardaki çok yüksek sıcaklıklarda oluşan reaksiyonlar sonucunda diğer elementleri oluşturacaktır.Hatta burada ''ikisi arasındakiler''sözüyle, astrofizikçilerin ''karanlık madde'' olarak tanımladıkları, galaksileri oluşturan yıldızların uzaya dağılmalarını önlediği iddia edilen madde benzeri varlığın da kastedildiği düşünülebilir.(Milyarlarca yıldızdan oluşan galaksiler çok büyük hızla sarmal bir şekilde dönerler.Bunun oluşturduğu merkez kaç kuvveti,galaksiyi oluşturan yıldızların toplam kütlesinden çok daha fazladır.Bu yüzden gök bilimciler galaksilerin uzaya dağılmalarını önleyen,bilinen maddenin dışında madde benzeri bir varlığın olması gerektiğini savunuyorlar.Bu varlığı da kesin olarak tanımlayamadıkları için ''karanlık madde'' olarak isimlendirirler.)Henüz galaksiler yoktur ama karanlık madde vardır.Tam olarak madde özelliği göstermedikleri için ''arada kalan''bir formdur.Aynı zamanda bu daha sonra tüm gökcisimlerinin arasındaki boşlukları da dolduracağı için ''yer ve gökler arasındakiler''şeklindeki tasvirin de yerinde olduğunu gösterir.Fussilet suresi 12. ayette''en yakın göğü kandillerle süsledik ve onu koruduk'' derken  en yakın gök olarak, yıldızlarını görebildiğimiz Samanyolu galaksimiz, onun uzaya dağılıp yokolmasını önleyen ve koruyan olarak da az önce sözünü ettiğim karanlık madde yani ''yer ve gökler arasındakiler'' kastediliyor olmalı.
     2) Hûd Suresi 7.ayet  '' O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için, Arş'ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır.''
Bu ayette ''Arşı su üzerinde iken''seklinde  dikkat çekici ve ilginç bir söz var.Burada sözü geçen ''su'' nedir? Yukarıda anlattıklarımızın ışığında 300,000 yıllık süreç içinde su molekülü henüz oluşmamıştır ve de o kadar yüksek sıcaklıkta bildiğimiz sıvı şekliyle su var olamaz denilebilir.İşte tam bu anda yukarıda da bahsettiğim bilimsel bulgulardan olan ''evrenin saydamlaşması'' olayı ile  ayette bahsi geçen ''su''  arasında ister istemez bir çağrışım meydana geliyor.Daha sonra yaptığım araştırmalar sonucunda ise ayetin Arapçasında ''su'' anlamına gelen ''ma'' kelimesİnin değil ''su renginde'' anlamına gelen ''mai' kelimesi kullanıldığını belirledim.Ayette geçen ''Arşı su üzerinde iken'' sözü evrenin 300,000 yıllık dönem sonunda saydamlaştığı yani ışığı geçirgen bir hale geldiği gerçeğine mi işaret ediyor?.Arş kelimesiyle evrenden daha yüksek bir mertebe kastediliyor ve o zamanki saydamlaşan evrene yukarıdan bakan kişi onu suya bakan kişinin gördüğü saydamlıkta görecektir.
Bugüne kadar bu ayetteki ''ma-i''kelimesi doğrudan su olarak anlaşılmış,gerçek anlamı olan ''ma-i'' yani ''su renginde olan'' veya ''su gibi olan'' anlamı göz ardı edildiği ve meallerde de bu şekilde yazıldığı için inananlar için bile anlaşılması ve kabul edilmesi zor bir durum ortaya çıkarmıştır.İnançsızlar için ise Kurana ve onun kaynağı olan Allah'a olan inanca karşı bir koz olarak değerlendirilmiştir. Ama ayetin başındaki '' O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için'' sözü sanki bu duruma işaret ediyormuş gibi duruyor. Ayrıca hem Kuran'da 6 günde yaratmayla eşzamalı ve bağlantılı olarak saydamlaşmaya işaret edilmesi hem de bilimsel kaynaklarda evrendeki maddenin yani atomların oluşumuyla bağlantılı olarak saydamlaşmadan sözedilmesi, mucizeyi açıkça ortaya koymaktadır.  Bu konuda üzerinde durulması gereken başka bir ayet daha vardır. Enbiyâ Suresi 30.ayet : '' İnkar edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?  Bu ayetteki su kelimesi de aslında ma-i şeklin de geçiyor.''Su renginde'' ''su gibi olan'' anlamı katıyor ve saydamlaşan evren kastediliyor.Ayetin başında göklerle yer bitişik iken ayrıldığı sözü ile Büyük Patlamanın (Bing Bang) kastedildiği zaten bilinen bir Kuran mucizesidir.Burada Büyük Patlamadan bahsedilmesinin hemen ardından her canlının sudan yaratıldığı belirtilmesi patlamadan sonra saydamlaşan evrenin kastedildiği anlamına gelir.Fakat ''her canlı şeyi sudan yarattık'' sözü bugüne kadar yanlış değerlendirilmiştir.Her canlı şeyin bildiğimiz anlamıyla sudan yaratıldığı anlamı çıkarılmıştır.''Sadece sudan canlılık ortaya çıkamaz'' diye bazı kesimlerden itirazlar da gelmiştir.Aslında bu ayette saydam şekilde görülen evrenin içerdiği maddelere dikkatinizi çekmek gerekir.O dönemde evrende yaklaşık olarak yüzde 75 Hidrojen ve yüzde 25 Helyum atomu bulunmaktadır.Canlılığın oluşması için gerekli olan iki temel unsur olan su ve karbon,bu karışımın içerisinde zaten bulunmaktadır.Şöyle ki ;üç helyum çekirdeği birleşerek karbon atomunu,dört helyum çekirdeği ise birleşip oksijen atomunu oluşturur.(Tabi bunların oluşumunu sağlayacak kimyasal tepkimeler daha sonra yıldızların verdiği yüksek ısıyla meydana gelebilecektir) Bu durumda su renginde saydam olan evrenin içerdiği maddelerin içinde hidrojen ve oksijenden dolayı su molekülünün (H20) temel parçalarının ve de karbonun bulunduğunu görüyoruz.Canlıların yapısında yaklaşık yüzde 18 oranında karbon,yüzde 80 oranında da su bulunduğu bugün bilinen bir gerçektir.Evrenin oluşmaya başlamasında yani büyük patlamadan 300,000 yıl sonra oluşan ve saydamlaşan evrenin içerdiği maddelerin canlılığın temel yapı taşlarını içerdiğini ve ayetin buna dikkat çektiğini anlayabiliriz. 
             3)Evrenimizin oluşumunu açıklayan Büyük Patlama (Big Bang) teorisinin en önemli kanıtı olan ve büyük patlamadan bugüne kadar geldiği savunulan ''kozmik fon radyasyonu'' denen bir olay keşfedilmişti.Bu keşiften bahseden bir kaynakta şöyle bir yorum vardır.
   '' Fakat bu keşif ortaya çözülmesi gereken bir de bilmece çıkardı. Fon radyasyonu, büyük patlamadan 300.000 yil sonra gazın son derece homojen olduğunu göstermektedir. Gazın içinde büyük topaklar ve delikler olsaydı, bunlar radyasyonun gökyüzündeki dağılımında sıcak ve soğuk bölgeler olarak gözükecekti. Öte yandan bugün çok topaklıdır. Kümeler, ince uzun gruplar halinde toplanan galaksiler ve bunların aralarında boşluklar vardı. Bu büyük yapıların orijinal gazin içindeki topaklardan çıkmış olması gerekmektedir. Tıpkı sütün topaklanarak peynire dönüşmesi gibi''
 Şimdi burada, daha sonra oluşacak olan galaksilerin ön şekilleri olan topaklanmaların sıcak gazın için de var olmaları gerektiğine fakat 300,000 bin yıllık süreç içinde son derece homojen bir yapıda olduğu ve de bunun sebebinin anlaşılamadığına dikkat çekiliyor.Sanki sonradan belirli bir müdahele olmuş gibidir.Burada Kur'an daki şu ayet akla geliyor.  Yûnus Suresi 3.ayet ''Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah'dır.''
    4)Yukarıdaki alıntı yaptığım kaynaklarda bahsettiğim 300,000 yıllık dönem evrendeki değişimler için bir ''dinlenme dönemi'' olarak nitelendiriliyor.
 ''300.000 yıl boyunca dinlenme dönemi
 (sıcaklık 3.000 derecenin altına düşer)
 Elektromanyetik kuvvetler devreye girer,
 elektronlar çekirdeklerin etrafında yörüngeye dizilir
 ilk Hidrojen ve Helyum Atomları oluşur''
 '' Bu ilk dakikalardan sonra evren artık bayağı soğumuştur. Bunun sonucu çekirdeksel kuvvetlerin etkinliği bitiyor. Evrenin o sıradaki bileşimi %75 Hidrojen, %25 Helyum çekirdeğinden oluşuyor. Sonraki 300.000 yıl boyunca hiçbir değişim meydana gelmiyor.''
Yani bu 300,000 yıllık süreç içinde evren soğumaya bırakılmış ve bu sürecin son bölümünde yeterince soğuyunca da elektromanyetik kuvvetler devreye girerek kendiliğinden elektronlar çekirdeklerin etrafına dizilip atomları oluşturmuştur.Şimdi bu konudaki ''dinlenme dönemi''ve elektronların kendiliğinden çekirdeğin etrafına dizilmeleri gibi nitelendirmeler şu ayeti anımsatıyor:Kâf Suresi 38.ayet:  Andolsun biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. ''Bize hiçbir yorgunluk çökmedi.'' Yorumu tamamen size kalmış.
5)Kuran’da sembolik olarak sözedilen bir günün ellibin yıla eşit olduğuna ilişkin olarak ilginç bulabileceğiniz bir tahminimden sözetmek istiyorum;
Bir alıntı:
‘’UZAYDA ŞEKER
Bilim adamları yıldızlar arası bir moleküler bulutta sofra şekerinin moleküler kuzeni olan glikolaldehit’ i  keşfettiler
Karbon, oksijen ve azottan oluşmuş, sekiz atomlu bir molekül olan glikolaldehit diğer moleküllerle birleşerek riboz ve glikoz gibi daha karmaşık şekerleri oluşturabilir. Riboz, RNA ve DNA gibi nükleik asitlein temel yapıtaşıdır, glikoz ise en basit şeker monomerlerinden biridir. Glikolaldehit, metil format ve asetik asitle aynı atomları içerir fakat değişik dizilişte. Metil format ve asetik asit de daha önce yıldızlar arası toz bulutlarında bulunmuşlardı. Bilim adamlarına göre glikolaldehit basitçe sofra şekerinin moleküler kuzenidir.
Şeker molekülü, galaksimizin merkezine yakın, bizden 26 000 ışık yılı uzakta (bir ışık yılı ışığın bir yılda katettiği yoldur ve yaklaşık olarak 36 trilyon kilometreye eşittir) çok büyük boyutlardaki gaz ve toz bulutunda tespit edildi. Bu toz bulutları- ki çoğu zaman birkaç ışık yılı büyüklüğündedirler- yeni yıldızların oluşumu için temel madde kaynaklarıdır. Fakat Dünya’ ya kıyasla çok daha seyrek olan bu bulutlar,  milyonlarca yıl süren karmaşık kimyasal reaksiyonların meydana geldiği bölgelerdir. Bu tür bulutlarda şimidye kadar 120’ ye yakın farklı molekül keşfedildi. Bu moleküllerin çoğunluğu küçük sayıda atom içerirler.’’
‘’Basit bir şeker (veya monosakkarit) olan glukoz (veya glikoz veya glükoz) yaşam için en önemli karbonhidratlardan biridir. Hücreler onu bir enerji kaynağı ve metabolik reaksiyonlarda bir ara ürün olarak kullanırlar. Glukoz fotosentezin ana ürünlerinden biridir ve hücresel solunum onunla başlar.’’
Yukarıda ki alıntıda yıldızlararası molekül bulutlarında canlılar için en temel gıda olan şeker  türevlerinden biri olan Glikolaldehit bulunduğunun keşfinden ve şimdiye kadar 120’ye yakın molekülün bu bulutlarda varolduğunun bilindiğinden söz ediliyor.Bu moleküller canlıların temel yapı taşlarını oluşturan ya da   gıda maddelerinin temelini oluşturan moleküllerdir.
Başka bir alıntı ise şöyle:
‘’Dev hidrojen gazı bulutları Dünya çevresine gelirse, kitlesel yokoluşlara ve 200 milyon yıl sürebilecek kartopu buzlanmalarına yol açabilecek. Dünya için bir başka tehlike de, Samanyolunun sarmal kollarında kümelenmiş yoğun hidrojen gazı bulutlarıdır. Colorado Üniversitesinden Alex Pavlov ve meslektaşları dev moleküler bulut adıyla bilinen bu tür bir bulutla karşılaşmanın kitlesel yok oluşlara yol açabileceğine, bu durumda kartopu buzlanmanın bile söz konusu olabileceğine inanıyorlar. Atmosferik bir iklim modelinden yola çıkan Pavlov ve arkadaşları en yoğun bulutların Dünya atmosferini tozla doldurabilecek güçte olduğunu, güneş ışığını engelleyerek gezegeni bir buzul çağına sürükleyebileceğini ortaya koydular. Atmosfer genelde güneş rüzgarlarının yarattığı baskıyla kozmik tozlardan korunur. Ancak Pavlov yoğunluğu yüksek bir bulutun bu rüzgarın etkisini yok edebileceğine ve gezegenimizin böylesi bir bulutun içinden geçmesi için gerekli olan 200,000 yıllık süre boyunca iklimin hızla soğuyacağına inanıyor.
‘’Gelişmiş Uzay Bilimleri Merkezinden John Lindsay aydan alınan toprak örneklerinin Dünyanın moleküler bulutlar arasından geçtiği görüşünü desteklediğine inanıyor.’’
 ‘’ İlk başlarda dünyanın hidrojen, su buharı, amonyak, metan ve hidrojen sülfitten oluştuğu düşünülüyor. Laboratuvarda böyle bir gaz karışımına dışardan enerji verildiğinde bir süre sonra kahverengi bir bulamaç elde ediliyor.’’
 Yukarıdaki alıntıda ise Pavlov adlı gökbilimcinin dünyamızın geçirdiği buzul çağlarını araştırırken, bu soğumaların, dünyanın Samanyolu galaksimizin sarmal kollarının arasında bulunan yukarıdaki alıntıda da bahsettiğim dev molekül bulutunun içinden geçmesi bu geçiş sırasında atmosferin tozla dolup güneş ışığını geçirememesinden kaynaklandığından bahsediliyor ‘Yukarıdaki paragrafta da belirtildiği gibi dünyada ilk başlarda hidrojen,su buharı,amonyak,metan ve hidrojen sülfit  molekülleri var.Sadece bunlardan canlılığın çeşitlenmesi ve gıda maddelerinin oluşabilmesi mümkün görünmüyor. Sonuç olarak dünyamız bu bahsi geçen dev molekül bulutunun içinden geçmiştir ve bugün dünyamızdaki gıda maddelerini oluşturan moleküllerin çok büyük bir bölümünü bu buluttan almıştır.Dünya kendi çevresinde dönerek  bu gıda denizi diyebileceğimiz bulutun içinden geçtiği için de her tarafına eşit olarak dağılmıştır.Ayrıca bu moleküller donduğu için bir çeşit dondurulmuş gıda özelliğini aldığını da söyleyebiliriz.
 Burada asıl dikkatinizi çekmek istediğim konu bu dev molekül bulutundan geçişin’’ 200,000 yıl’ sürmesidir. Fussilet suresi 10.ayet:’’ O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam ‘dört günde’ isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti’’ Tahmin edeceğiniz üzere 4 gün x 50,000 yıl=200,000 yıl
Ne büyük ‘tesadüf’ değil mi’? Ama mucize tesadüfler bununla da bitmiyor.Bir de şu bilgiye dikkatinizi çekmek istiyorum;
“Dünya genellikle kozmik ışınlardan manyetik alanı sayesinde korunuyor. Ancak manyetik alanın çok daha güçsüz olduğu tersinme dönemiyle bulutun geçtiği dönemin çakışması durumunda kozmik ışınlar içeriye akabilir. Pavlov manyetik alanda her 200,000 yılda bir tersinme olduğuna ve bulutla çarpışması sonucunda yaşanan etkinin bir milyon yıl kadar sürdüğüne dikkat çekiyor ve bu mantıktan yola çıkarak çoğu çarpışmaların en az bir tersinme dönemine denk düştüğü sonucuna varıyor.’’
 Yukarıdaki alıntıda dünyanın moleküler bulutun içinden geçmesi için gerekli olan 200,000 yıllık sürenin yanı sıra, yerkürenin manyetik kutuplarında her 200,000 yılda bir tersinme (kuzey manyetik kutbuyla güney manyetik kutbunun yer değiştirmesi) olduğundan söz ediliyor.Kozmik ışınların,ancak, manyetik alanın daha güçsüz olduğu tersinme dönemiyle molekül bulutundan geçilen dönemin  çakışması durumunda içeriye yani yerküreye akabileceği üzerinde duruluyor.Tabi burada kozmik ışınlardan bahsediliyor fakat kozmik moleküllerin de (bunlar gıdaların hammaddesini oluşturan moleküllerdir) yerküreye akışı için manyetik kalkan görevi gören manyetik alanın zayıflamış olması gerekir.İşte bu yüzden yerkürenin molekül bulutuna girişiyle,dünyanın manyetik alanındaki tersinmenin aynı ana denk gelip çakışması gerekiyor.Yüce Allah’ın Kur’an da neden (Fussilet Suresi 10.ayet)’’ tam dört günde’’ diyerek zamanlamayı vurguladığını tahmin ettiniz değil mi?
  Son olarak, dikkatimi çeken başka bir konudan bahsetmek istiyorum.Yukarıda ki <>başlıklı alıntı yaptığım yazıda şöyle bir cümle geçiyor: “Bu şeker molekülünün yeni yıldızların oluştuğu bir gaz bulutunda bulunması, hayatın oluşumunda rol oynayan öncü kimyasal moleküllerinin böyle bulutlarda bulunması, gezegenlerin yıldızlar çevresinde oluşmadan çok önce oluştukları anlamına gelir” diyor NASA’ nın Goddard Uzay Uçuş Merkezi’ nde çalışan Jan Hollis.’’ Yani  bu açıklamadan gezegenimiz olan dünyanın da Güneşten ve de galaksimizdeki diğer yıldızlardan önce oluşmuş olması gerektiği sonucunu da çıkarabiliriz.Kuran’da Fussilet suresi 9,10,11 ve 12. Ayetlerde de  ilk önce yerkürenin yaratılmasından bahsedilmesinin ardından “sonra duman halinde olan göğe yöneldi’’ denilerek, galaksimizdeki diğer yıldızların dünyamızdan sonra oluştuğu görüşüyle paralellik gösterdiğine de dikkatinizi çekmek isterim.

24 Mart 2010 Çarşamba

TİTANOMAKIA'DAN ARMEGEDON'A MESAJLAR…TİTANOMAKIA'DAN ARMEGEDON'A MESAJLAR… Binlerce yıl önce iki ayrı uygarlık dünyaya hükmetmek için savaşıyordu. Atlantik ve Mu tıpkı bugünkü (Amerika ve Rusya gibi) ayrıca bazı küçük müttefik devletler vardı. Atlantis’in etkisinde olanlar, Mu’nun etkisinde olan bölgeler. Dünya asırlarca barış nedir bilmemişti. İki bloğun müttefikleri bu korkunç savaşta her çeşit silahı kullanıyordu. Bu silahlardan bazılarını yeniden keşfettik, Atom bombası gibi. Bazılarını ise henüz tanımıyoruz. Hatta bununla ilgili olarak Zeus’un yıldırım tutan değneği (bir nevi ışın silahı olabilir). Atlantisliler, beyni etkileyen silahların uzmanıydı. Bunlar çeşitli hayaller görmeyi sağlıyordu. Mu’nun sakinleri Noa caller ise, düşmanı öldüren ya da felce uğratan türde silahlar yapıyorlardı.Atlantis ve Mu savaşıyorlardı ama nasıl olduysa olaylar kontrollerinden çıktı. Kusursuz silahlardan biri bozulmuş ve dünyanın kederi çizilmişti. Birkaç yıl içinde parçalanıp tüm gezegeni felakete sürükleyecekti. Bu savaş sahneleri Mitoloji de bütün çarpıcılığıyla gözler önüne serilmiştir. Bu tufan öncesi savaş sahneleri “Devler ve Tanrılar Savaşı (TİTANOMAKIA) adını almaktadır. (Theog. 630 vd.) “Titan Tanrılarla Kronos oğulları ki birileri mağrur Titan’lar, Uthrys’te, Öbürleri, tüm nimetleri verenler, Olympos’un tepesinde oturanlar, Uzun zamandan beri savaşıyorlardı Güçlü saldırılarla birbirlerine girerek. Yürekleri hınçla dolup taşarak Tam o yıl cenkleşti durdular. Bitip tükenmek bilmiyordu bu kavga Belli değildi kimin kazanacağı, Demek ki Zeus, Kronos’u yenmekle egemenliği hemen ele alamadı. DEVASA SAVAŞ ARAÇLARI (1OO KOLLU DEVLER) Olympos’luların saltanatı ancak kendilerinden önceki kuşakla on yıl süren bir savaştan sonra kurulabildi. Bu başarının da ancak Yüz Kollu Devlerin yeraltındaki hapislerden çıkarılmaları ile sağlanabildiği belirtilir. Thessalia’nın yüksek doruklarındaki bir savaş sahnesi: Daha büyük olamazdı gümbürtü. Biri çökerken öteki üstüne düşse onun. Böylesine büyüktü gümbürtüsü Birbiriyle cenkleşen tanrıların. Rüzgarlar da karışıp Mu kaynaşmaya Savuruyorlardı sarsılan toprağı Karıştırıp birbirine tozları Şimşekleri, yıldırımları, gümbürtüleri, Büyük Zeus’un bu savaş silahlarını. Bir yandan öbür yana taşıyorlardı. Savaşların bağırış çağırışlarını.” Evet, işte tufandan önceki savaş sahneleri bunlar, modern bir anlatım tarzında konuyu ele alırsak şöyle bir tablo çıkar ortaya: * “Devler Tanrılar Savaşı” (Titanomakia) * (Titreyen-Titreten-Makineler) * (Devasa makineler yani Dev Robotlar) * (Devasa Makinelerin içindeki akıllı bilge kişiler) İnsanlık büyük felaketlerin ardından ilkel yaşama, geri döndüğünde bir nevi insan belleği çöktüğünde her yeni uygarlığın başlangucında yeni sayfalar açıyor daha önce yaşanan olayları pirimitizm içinde olduklarından kendi çağlarında bulunmayan ileri düzeydeki pilotlara veya astronotlara tanrı diyorlardı. Neden?.. Çünkü bu pilotlar ellerindeki makinelerin komutluğunu yapıyorlar ve onlar çok güçlü silahlar kullanıyorlardı. Tabii ilkel insan bunu nasıl anlatacak, etrafındaki oluşmakta olan olağan üstü gücü Antropomorfizm’le özelleştirecekti. Böylece tabiat olaylarıyla dile getirip yüce tanrısal yetkilerle kendilerince donatılmış bu insanları ilahlaştıracaklardı. Ortaya dolayısıyla umacı çıkmış oluyordu. Bu yanılgıya biraz da günümüze gelinceye kadar ifrit uydurması şiirsel anlatımlar ve felsefe adı altında doğmaların katılmış olması da etken olmuştur. GÜNÜMÜZÜN ORTADOĞUSU… Atlantis’e gönderilen bir birlikten bahsetmiştik. Zaman zaman onlarda gelip Olympos’luları vuruyorlardı. Her iki bloğunda müttefik güçleri vardı. O zamanın belki de Ortadoğu’su burasıydı. Orada tüm savaş denemeleri yapılıyordu. Örnek verecek olursak Körfez Savaşı, izni İlahiyle vaki olacak tüm dünyayı ateşe atacak İran savaşı gibi… Evet, güçlü saldırılarla birbirine girerler, 10 yıl süren, bu savaşta her iki tarafın durumu da hemen hemen aynı imiş, sonra Zeus uzun gayretlerle iktidar mücadelesi yapmış. Bu savaşı da Zeus’un lehine döndürenler şüphesiz “Yüz kollu Devler” yeraltındaki hapislerden (Kurganlardan) çıkarılabilmesi ile sağlanabilmiş. Nedir bu yüz kollular? 1. Bize göre devasa çok gelişmiş silahlarla donatılmış içinde pilotları olan Dev Tanklar veya araçlardır. Her palet te hareket ederken oynar başlıklı taretlerle tüfeğin ateş ediyordu. Çünkü Taret aynı bir baş gibi sağa, sola hareket eder. Dolayısıyla 50 başlı, yüz kollu denilmesi, bu çok gelişmiş Dev Robot makineler adını alabilir. Yeraltındaki sığınaklarından çıkan bu Dev Tanklar veya Makineler bu savaşın ismini veren mitolojideki (Titanomakia) adını almaktadır. a) Hypsibremetes: Göklerde gürleyen b) Nephele gereta: Bulutları devşiren. c) Ostıpetes: Şimşek savuran d) Terpikeraunos: Yıldırım sever e) Aigokbos: Kalkan taşıyan f) Erigdoupos: Uzaklarda gürleyen A) HYSIBREMETES: Göklerde Gürleyen: Özellikle şunu belirteyim ki, Zeus’un bu 6 özelliği iki şekilde ele alınmalıdır. a- İlkel Pirimitizm içinde yani başka bir anlatımla Antropomorfizim, yüce tanrısal formların insan şeklinde dönüşülmesi şeklinde ele alınmalı, b- Modern anlatım tarzında şekillendirilmelidir. Dolayısıyla biz iki şekli de anlatmaya çalışacağız. 1- Tanrısal bir form düşünülmüş. 2- Sesten hızlı uçulduğunda ki çıkartlan ses anlatılmak istenmiş. Konkort uçaklarının çıkarttığı sesten birçok insanlar rahatsızlık hissettikleri gibi. B) NEPHELE GERETA: BULUTLARI DEVŞİREN: a) Antropomorfizm etkisi mevcut. b) Uçaktan bakıldığında bulutlar devşiriliyormuş gibi görünür. C) OSTIPETES: ŞİMŞEK SAVURAN: a) Antropomorfizm etkisi mevcut. b) Bir çeşit ışın saçan, ışın sıçraması veya “IŞIN SİLAHI” D) TERPİKERAUNOS: YILDIRIM SEVEN: a) Antropomorfizm etkisi mevcut. b) Kozmik enerji gücü, bir çeşit yok edici “mavi ölüm ışını” bu deyimi de, İbn-i Batuta da kitabında bahsetmiş. E) AİGİOKBOS: KALKAN TAŞIYAN: a) Antropomorfizm etkisi mevcut. b) Bir nevi enerji kalkanı veya robotların üstündeki koruyucu zırh. Işığı yansıtan ayna gibi geriye yansıtıcı: F) ERİGDOUPOS: UZAKLARDA GÜRLEYEN: a) Antropomorfizm etkisi mevcut. b) Bir silahın tesir sahasında (hedefte) yaptığı tahribatta evvelki duyulan ses. Modern anlatımlarla, mitolojilerde geçen bu savaş sahneleri ve Zeus’un (Zülkarneyn) aldığı özellikler açıklandığında, sanıldığı gibi mitolojiler sadece bir efsane değil günümüze ışık tutan birer belge niteliğinde olduğu tespit edilir. Bu kadar modern bir yaşantı yaşayan dedelerimiz mağaralardan gelmediği, her ne kadar Tarih kitaplarında bu şekilde anlatılsa da bu anlatım tarzının değiştirilmesi gerektiği dolayısıyla Tarih kitaplarının yeniden yazılması gerekmektedir. Dünyadaki tek medeniyette 20 yüzyıl medeniyeti değildi… Devasa makineler savaşı, Atom savaşları ve çeşitli savaşlar örneğin Amerikalıların Yıldız Savaşları Projesi gibi, birçok proje üretilmiş neticede bu korkunç boyuttaki silahlar bozulmuş. Dünyanın kaderi çizilmişti. Günümüzde genetik mühendisliği çok ileri gittiğini ve çeşitli kobaylar yapıldığını, bu arada da silah türlerinden “zincirleme reaksiyonu başlatılacak bir formül üzerinde duruluyor. Maddenin en küçük parçası atomun zincirleme reaksiyonla patlaması mümkün olursa, siz tehlikeyi o zaman seyredin. Tabii bu bir varsayım sadece. Böyle bir şeyin olması mümkün değil zira atom kâinatın en mükemmel yapılanmış en küçük maddesidir. Nükleer kuvvet olmazsa atom olmaz. Zayıf kuvvet olmazsa, elektron olmaz, çekim kuvveti olmazsa dünya olmaz, güneş olmaz, biz olamazdık. Bu kuvvetlerden bir tanesinin yokluğu veya bir tanesi de meydana gelebilecek ufak bir hesap hatası bile kâinatın yokluğu demektir. Bu ne kadar mahir bir mühendisliktir ki aynı kutupta elektromanyetik kuvvetlerin birbirini ittiği yerde nükleer kuvvet görevlendirilmiş ve atom çekirdeği bir arada tutulmama elektromanyetik kuvvetin bin misli şiddetindeki bu kuvvete, atom çekirdeğinin dışına taşmaması emredilmiştir. Çekim kuvvetinden, neredeyse rakamlara sığmayacak kadar daha fazla şiddete sahip elektromanyetik kuvvete, ancak atomları ve molekülleri bir arada tutma vazifesi verilmiş, bu vazifenin dışına taşmaması için zıt kutuplar halinde dengelenmiştir. Hangi tesadüf bu dengeyi salar, hangi tabiat bu hesabı yapar? Âlemlerin Rabbinden başka kim olabilir… İş işten geçtikten sonra Dünya insanları bir masaya oturdular. Ama yapacak bir şey yoktu. Çünkü felaket yaklaşıyordu. Bunun için Nuh A.S. bu işe devam etmemeleri için dünyayı uyarmıştı. Ama onlar dinlemediler. Azgınlık yılmaması için uyarılmışlardı… Türk araştırmacılar, tankları hatta uçakları görünmez kılan nanoteknoloji tabanlı, düşük maliyetli malzeme geliştirdi…

TİTANOMAKIA'DAN ARMEGEDON'A MESAJLAR
   Binlerce yıl önce iki ayrı uygarlık dünyaya hükmetmek için savaşıyordu. Atlantik ve Mu tıpkı bugünkü (Amerika ve Rusya gibi) ayrıca bazı küçük müttefik devletler vardı. Atlantis’in etkisinde olanlar, Mu’nun etkisinde olan bölgeler.
   Dünya asırlarca barış nedir bilmemişti. İki bloğun müttefikleri bu korkunç savaşta her çeşit silahı kullanıyordu. Bu silahlardan bazılarını yeniden keşfettik,  Atom bombası gibi. Bazılarını ise henüz tanımıyoruz. Hatta bununla ilgili olarak Zeus’un yıldırım tutan değneği (bir nevi ışın silahı olabilir).
   Atlantisliler, beyni etkileyen silahların uzmanıydı. Bunlar çeşitli hayaller görmeyi sağlıyordu.
   Mu’nun sakinleri Noa caller ise, düşmanı öldüren ya da felce uğratan türde silahlar yapıyorlardı.Atlantis ve Mu savaşıyorlardı ama nasıl olduysa olaylar kontrollerinden çıktı. Kusursuz silahlardan biri bozulmuş ve dünyanın kederi çizilmişti. Birkaç yıl içinde parçalanıp tüm gezegeni felakete sürükleyecekti.
   Bu savaş sahneleri Mitoloji de bütün çarpıcılığıyla gözler önüne serilmiştir. Bu tufan öncesi savaş sahneleri “Devler ve Tanrılar Savaşı (TİTANOMAKIA) adını almaktadır. (Theog. 630 vd.)
   “Titan Tanrılarla Kronos oğulları
   ki birileri mağrur Titan’lar, Uthrys’te,
   Öbürleri, tüm nimetleri verenler,
   Olympos’un tepesinde oturanlar,
   Uzun zamandan beri savaşıyorlardı
   Güçlü saldırılarla birbirlerine girerek.
   Yürekleri hınçla dolup taşarak
   Tam o yıl cenkleşti durdular.
   Bitip tükenmek bilmiyordu bu kavga
   Belli değildi kimin kazanacağı,
   Demek ki Zeus, Kronos’u yenmekle egemenliği hemen ele alamadı. 
 
     DEVASA SAVAŞ ARAÇLARI (1OO KOLLU DEVLER)
   Olympos’luların saltanatı ancak kendilerinden önceki kuşakla on yıl süren bir savaştan sonra kurulabildi. Bu başarının da ancak Yüz Kollu Devlerin yeraltındaki hapislerden çıkarılmaları ile sağlanabildiği belirtilir.
   Thessalia’nın yüksek doruklarındaki bir savaş sahnesi:
   Daha büyük olamazdı gümbürtü.
   Biri çökerken öteki üstüne düşse onun.
   Böylesine büyüktü gümbürtüsü
   Birbiriyle cenkleşen tanrıların.
   Rüzgarlar da karışıp Mu kaynaşmaya
   Savuruyorlardı sarsılan toprağı
   Karıştırıp birbirine tozları
   Şimşekleri, yıldırımları, gümbürtüleri,
   Büyük Zeus’un bu savaş silahlarını.
   Bir yandan öbür yana taşıyorlardı.
   Savaşların bağırış çağırışlarını.”
   Evet, işte tufandan önceki savaş sahneleri bunlar, modern bir anlatım tarzında konuyu ele alırsak şöyle bir tablo çıkar ortaya:
 *  “Devler Tanrılar Savaşı” (Titanomakia)
  *  (Titreyen-Titreten-Makineler)
 *   (Devasa makineler yani Dev Robotlar)
  *  (Devasa Makinelerin içindeki akıllı bilge kişiler)
   İnsanlık büyük felaketlerin ardından ilkel yaşama, geri döndüğünde bir nevi insan belleği çöktüğünde her yeni uygarlığın başlangucında yeni sayfalar açıyor daha önce yaşanan olayları pirimitizm içinde olduklarından kendi çağlarında bulunmayan ileri düzeydeki pilotlara veya astronotlara tanrı diyorlardı. Neden?.. Çünkü bu pilotlar ellerindeki makinelerin komutluğunu yapıyorlar ve onlar çok güçlü silahlar kullanıyorlardı. Tabii ilkel insan bunu nasıl anlatacak, etrafındaki oluşmakta olan olağan üstü gücü Antropomorfizm’le özelleştirecekti.
Böylece tabiat olaylarıyla dile getirip yüce tanrısal yetkilerle kendilerince donatılmış bu insanları ilahlaştıracaklardı. Ortaya dolayısıyla umacı çıkmış oluyordu. Bu yanılgıya biraz da günümüze gelinceye kadar ifrit uydurması şiirsel anlatımlar ve felsefe adı altında doğmaların katılmış olması da etken olmuştur.
GÜNÜMÜZÜN ORTADOĞUSU…
   Atlantis’e gönderilen bir birlikten bahsetmiştik. Zaman zaman onlarda gelip Olympos’luları vuruyorlardı. Her iki bloğunda müttefik güçleri vardı. O zamanın belki de  Ortadoğu’su burasıydı. Orada tüm savaş denemeleri yapılıyordu. Örnek verecek olursak Körfez Savaşı, izni İlahiyle vaki olacak tüm dünyayı ateşe atacak İran savaşı gibi…
   Evet, güçlü saldırılarla birbirine girerler, 10 yıl süren, bu savaşta her iki tarafın durumu da hemen hemen aynı imiş, sonra Zeus uzun gayretlerle iktidar mücadelesi yapmış. Bu savaşı da Zeus’un lehine döndürenler şüphesiz “Yüz kollu Devler” yeraltındaki hapislerden (Kurganlardan) çıkarılabilmesi ile sağlanabilmiş.
 Nedir bu yüz kollular?
1.      Bize göre devasa çok gelişmiş silahlarla donatılmış içinde pilotları olan Dev Tanklar veya araçlardır. Her palet te hareket ederken oynar başlıklı taretlerle tüfeğin ateş ediyordu. Çünkü Taret aynı bir baş gibi sağa, sola hareket eder. Dolayısıyla 50 başlı, yüz kollu denilmesi, bu çok gelişmiş Dev Robot makineler adını alabilir. Yeraltındaki sığınaklarından çıkan bu Dev Tanklar veya Makineler bu savaşın ismini veren mitolojideki (Titanomakia) adını almaktadır.
     a) Hypsibremetes: Göklerde gürleyen
   b) Nephele gereta: Bulutları devşiren.
   c) Ostıpetes: Şimşek savuran
   d) Terpikeraunos: Yıldırım sever
   e) Aigokbos: Kalkan taşıyan
   f) Erigdoupos: Uzaklarda gürleyen 
   A) HYSIBREMETES: Göklerde Gürleyen: Özellikle şunu belirteyim ki, Zeus’un bu 6 özelliği iki şekilde ele alınmalıdır.
   a- İlkel Pirimitizm içinde yani başka bir anlatımla Antropomorfizim, yüce tanrısal formların insan şeklinde dönüşülmesi şeklinde ele alınmalı,
b- Modern anlatım tarzında şekillendirilmelidir. Dolayısıyla biz iki şekli de anlatmaya çalışacağız.
   1- Tanrısal bir form düşünülmüş.
   2- Sesten hızlı uçulduğunda ki çıkartlan ses anlatılmak istenmiş. Konkort uçaklarının çıkarttığı sesten birçok insanlar rahatsızlık hissettikleri gibi.
   B) NEPHELE GERETA: BULUTLARI DEVŞİREN: a) Antropomorfizm etkisi mevcut. b) Uçaktan bakıldığında bulutlar devşiriliyormuş gibi görünür.

   C) OSTIPETES:
ŞİMŞEK SAVURAN:
   a) Antropomorfizm etkisi mevcut.
   b) Bir çeşit ışın saçan, ışın sıçraması veya “IŞIN SİLAHI”
   D) TERPİKERAUNOS: YILDIRIM SEVEN:
   a) Antropomorfizm etkisi mevcut.
   b) Kozmik enerji gücü, bir çeşit yok edici “mavi ölüm ışını” bu deyimi de, İbn-i Batuta da kitabında bahsetmiş.
   E) AİGİOKBOS: KALKAN TAŞIYAN:
   a) Antropomorfizm etkisi mevcut.
   b) Bir nevi enerji kalkanı veya robotların üstündeki koruyucu zırh. Işığı yansıtan ayna gibi geriye yansıtıcı:
   F) ERİGDOUPOS: UZAKLARDA GÜRLEYEN:
   a) Antropomorfizm etkisi mevcut.
   b) Bir silahın tesir sahasında (hedefte) yaptığı tahribatta evvelki duyulan ses. 
   Modern anlatımlarla, mitolojilerde geçen bu savaş sahneleri ve Zeus’un (Zülkarneyn) aldığı özellikler açıklandığında, sanıldığı gibi mitolojiler sadece bir efsane değil günümüze ışık tutan birer belge niteliğinde olduğu tespit edilir. Bu kadar modern bir yaşantı yaşayan dedelerimiz mağaralardan gelmediği, her ne kadar Tarih kitaplarında bu şekilde anlatılsa da bu anlatım tarzının değiştirilmesi gerektiği dolayısıyla Tarih kitaplarının yeniden yazılması gerekmektedir. Dünyadaki tek medeniyette 20 yüzyıl medeniyeti değildi…
   Devasa makineler savaşı, Atom savaşları ve çeşitli savaşlar örneğin Amerikalıların Yıldız Savaşları Projesi gibi, birçok proje üretilmiş neticede bu korkunç boyuttaki silahlar bozulmuş. Dünyanın kaderi çizilmişti. Günümüzde genetik mühendisliği çok ileri gittiğini ve çeşitli kobaylar yapıldığını, bu arada da silah türlerinden “zincirleme reaksiyonu başlatılacak bir formül üzerinde duruluyor. Maddenin en küçük parçası atomun zincirleme reaksiyonla patlaması mümkün olursa, siz tehlikeyi o zaman seyredin. Tabii bu bir varsayım sadece. Böyle bir şeyin olması mümkün değil zira atom kâinatın en mükemmel yapılanmış en küçük maddesidir.
   Nükleer kuvvet olmazsa atom olmaz. Zayıf kuvvet olmazsa, elektron olmaz, çekim kuvveti olmazsa dünya olmaz, güneş olmaz, biz olamazdık. Bu kuvvetlerden bir tanesinin yokluğu veya bir tanesi de meydana gelebilecek ufak bir hesap hatası bile kâinatın yokluğu demektir. Bu ne kadar mahir bir mühendisliktir ki aynı kutupta elektromanyetik kuvvetlerin birbirini ittiği yerde nükleer kuvvet görevlendirilmiş ve atom çekirdeği bir arada tutulmama elektromanyetik kuvvetin bin misli şiddetindeki bu kuvvete, atom çekirdeğinin dışına taşmaması emredilmiştir. Çekim kuvvetinden, neredeyse rakamlara sığmayacak kadar daha fazla şiddete sahip elektromanyetik kuvvete, ancak atomları ve molekülleri bir arada tutma vazifesi verilmiş, bu vazifenin dışına taşmaması için zıt kutuplar halinde dengelenmiştir. Hangi tesadüf bu dengeyi salar, hangi tabiat bu hesabı yapar?
   Âlemlerin Rabbinden başka kim olabilir…
   İş işten geçtikten sonra Dünya insanları bir masaya oturdular. Ama yapacak bir şey yoktu. Çünkü felaket yaklaşıyordu. Bunun için Nuh A.S. bu işe devam etmemeleri için dünyayı uyarmıştı. Ama onlar dinlemediler. Azgınlık yılmaması için uyarılmışlardı…

Türk araştırmacılar, tankları hatta uçakları görünmez kılan nanoteknoloji tabanlı, düşük maliyetli malzeme geliştirdi…

Kuantum Fizik ve Kur’an

Ankebut’un İbrahim Suresi Yorumundan…

49- Ve yevmeizin (dikkat edilen, kulak verilen, izin verilen gün) mücrimini (cisimleri, tenleri, renkleri, sesleri, semavi varlıkları) iplerin içinde birbirlerine bağlantılı, bağlanmış olarak görürsün.

Mealde: O gün bütün suçluları zincirlerle, bukağılarla birbirlerine bağlanmış olarak göreceksin.

Buna iki yönlü mana vermek zorunluluğu var. Birincisi, mücrimini suçlular olarak manalandırırsak, bütün kişilerin suçlu olduğunu, çünkü herkesin suçta bağlantılı olduğunu anlarız. Çok iyi bir insan olabilirsin, ya da çok günahsız sanabilirsin kendini. Ama günahta ortaktır insanoğlu. 
 Niye? Biri bir günah işlerse ben niye ortak olayım ki?

Çünkü mükemmel olamazsın. Her şeyi tam mı yaptın ki kendini toplum günahından sıyırdın. Gördüğün halde bir fakire yardım etmediğin olmadı mı? Yapacak bir yardımın olduğu halde hasta komşunu umursamadığın? Kötü bir amaca hizmet ettiğini bildiğin halde bir şeylere para vermedin mi? 

Bunlar küçük günahlar, büyük günahlara niye ortak olayım? Yapmadığım iyilik niye beni başkalarının günahına ortak etsin?

Çünkü büyük günahlar, büyük zulümler küçüklerin birikiminden oluşur. Mahallende biri açlıktan ölse sen katil değil misin? Herkes biri yardım eder diye sorumluluğu başkasına atarken, bir insan bu yüzden hırsız ya da katil olabiliyor. Her ihmal bir insanın hayatını kötülüğe doğru kaydırıyor. Unutma, kötülük bulaşıcı virüs gibidir. Çok küçük olabilir ama öldürücüdür. Kötülükte usta olanlar bu küçük suçlardan kötülük imparatorluğu kurdular. Sizler de bu imparatorluğun kölesi olarak yaşıyorsunuz. 
Bütün ekonominiz onların elinde. Oysa iyilik de yayılır. “Benim hisseme ne düşer?” diye sorgulayın kendinizi. Daha önce ne ihmaller yaptığınızı da sorgulayın. Göreceksiniz, dikkat ettiğiniz, vicdanınızın konuşmasına izin verdiğiniz gün, günahta ortak olduğunuzu.
İkinci mana ise o günün yani “yevmeizin”in diğer bir yönü. Bu ayet, bilime ışık tutuyor. Kuantum fiziğinin gerçekliğinden ve bunun görünür hale gelmesinden bahsediyor. İnsan, bütün madde ipliklerini görebilecek. Mücrimin, ten, ceset, ses, renk semavi varlık anlamlarının hepsini içeriyor. Demek ki iplerin içinde olanlar bunlar. Maddeniz iplerin içinde. Bilindiği gibi kuantum fiziği maddenin ışık ipliklerinden oluştuğunu iddia eder.

Peki ses? Renk, ışık ipliklerini kastediyor olsa, sesin iplerin içinde olması nasıl oluyor?

Ses, maddeyi çözer ya da bağlar. O madde ipliklerinin bir araya gelişini, kulağınızın duyamadığı çok düşük ya da çok yüksek sesler sağlamıştır. Sura üfürülme, çok yüksek bir sesin evreninizin var oluşunu sağlamasıdır. İkinci sur ise var olanı paramparça eder. Evreniniz zaten ses, ışık ve ruhtandır. Ses ışığı, ışık da sesi bağlar, ruh, oluşuma yerleşir. Hayat başlar. Hemen burada belirteyim, tiz sesleri ve sıcak renkleri azaltın. Bir kadehi parçalayabilen tiz soprano sesi sizde neleri parçalar hiç düşündünüz mü? Ayrıca kırmızı rengin özellikle erkekler üzerinde çok olumsuz etkileri vardır. Kırmızı bedenin rengidir. Egoyu kuvvetlendirir, kan ve et yapısı için faydalıdır. Kadınlar adet gördüklerinden kan yapıcı kırmızıya adet bitiminde ihtiyaçları olabilir. Ama erkek, fiziksel olarak zaten eksik değildir. Kırmızı renk erkeği öfkelendirir. Hayat koruma programını ateşlediğinden saldırganlık yapar ve savaş zamanı kullanılır. Diğer zamanlarda erkeğin insan ilişkilerini bozar hatta hastalık yapar. 

Aa neden!?…

İnsan soğuk renklerle daha bilinçli, sıcak renklerle daha egoist bir hal alır. Kırmızının fiziksel güçlendirici etkisi olduğundan bazı hastalarda faydası olur. Ama devamlı kırmızı bir şeyleri üzerinizde taşımak hiç de iyi değildir, saldırganlığa neden olur. Tiz ses ise parçalayıcıdır çok zararlıdır. Bu yüzden kadın sesi yasaklanmıştır. Hele bu öfkeyle bağıran bir kadınsa maazallah. Bir de acıklı ve olumsuz bir tiz şarkı da çalınırsa zararı tam olur. Çocuklara da bu konuda dikkat etmek gerekir.
 Ha bir de mücrimin kelimesinin semavi varlıklar anlamına bakarsak, semavi varlıkları da iplerin, bağlantıların içinde görür hale gelebileceksiniz. Önceki ayette saklı olanı semavatın ortaya çıkmasıyla bu bağlantıların farkına varacaksınız ve evrende, bu madde ipleri sayesinde seyahat edebileceksiniz demek. Bütün bunlar insanlığın geldiği bir üst düzey durumu izah ediyor. 

50- Giysileri katran (eriyik), ve veçhelerini (yüz, görünüşlerini) nar (ateş, parlak ışık) bürür. 

Bu ayet öncekinin devamı niteliğinde. Buradaki giysiden kasıt insanın bedenidir. Beden anlamını taşıyan pek çok kelime varken Arapçada gömlek, elbise anlamına gelen serabil kelimesi kullanılmış. Çünkü burada elbise gibi değiştirilme özelliği olan bir bedenden bahsediyor. Bu bedenin yapısı eriyik gibi yani bir kalıba döküldüğünde şekil alan eriyik katran gibi, ağaç usaresi gibi vs. bir oluşum. Ve bedenlerin görünüşlerinin parlak ışıklı olacağını anlatıyor.
İki tür evren yapı enerjisi var: Biri nar, biri nur. Nurdan oluşan evrenler melekut âlemidir. Sizin yaşadığınız tür ise tükenme özelliği olan nar enerjisidir. Madde yapınızın enerjisi nar denen enerjiden oluşur. Tıpkı güneşiniz gibi bir müddet sonra sonlanır. Siz, çok kuvvetli nar enerjisi olduğu için güneşinizin narını görebiliyor ama çıplak gözle bakamıyorsunuz. Bunun sebebi sizin görüş yeteneğinizin henüz narı göremeyecek kabiliyette olmasıdır. İşte o gün, yani değişik bir devre girdiğiniz zaman, insan için bunlar mümkün olacak ve siz birbirinizin bedenlerini parlak ışıklı olarak göreceksiniz. 

51- (Bunlar) Allah, her nefse kazandığı şey ile karşılık verdiği içindir. Muhakkak Allah, Seriulhisab (hesabı çabuk olan)dır. 

Burada bahsedilen kazanma nedir? Her nefisin kazandığının karşılığı önceki ayetle nasıl bir ilgi içindedir?
Allah’ı zihninizde gerçek bilgilerle tanımlamalısınız. Ancak, her nefis aynı tekâmül düzeyinde olmadığından her kişiden aynı anlayış beklenmez. Bir bilgi verildiğinde bazıları o bilgiden günaha doğru bir kapı açarken, bazıları bulunduğu iyi hali de beğenmeyerek daha üst düzey bir ahlâka kapı açar. 
Örneğin biz bu ayetleri açıklamaya çalışıyoruz. Ama bazı kişiler bu ayetleri, yaptıkları kötü işler için bir kaçış olarak görebilir. Çünkü diğer meallerde bunlar kötülüğe verilen cehennem azaplarının bir tarifiyken, biz burada başka yönleri olabileceğini göstermeye çalışıyoruz. Bazıları için bütün bunlar; “demek ki dedikleri gibi cehennem yokmuş, ayetler başka şeylerden bahsediyormuş, oh ya artık istediğimi yaparım” anlamına gelebilir. Her nefise kazandığı şey ile karşılık veriliyorsa, bu ne şekilde olursa olsun, kazanan ve kazanamayan var demektir. Bir önceki ayetle ilgisini kurarsak insanlardan ancak kazananlar yani bilinç düzeyleri yeterli olanlar bu deviri görebilir demek ki. Ancak “Allah hesabı çabuk olandır” demek bu düzeye gelen her nefsin bunu elde edebileceği demektir. Bazıları için dünyanın geçireceği bir devirde bunları görmek mümkün olabilecekken yani geleceğe atfolunurken, bazıları için yaşadığı anda mümkündür. Bu yüzden hiçbir şeyi ileriye atmamak, her şeyi bu anda aramak gerekir. En doğrusu ve insanı en tekâmül ettiren yol işte budur.


Şimdi ben istediğim norma girebilen, yüksek ışıkla parlayan, bağlantıları görüp istediğim yere seyahat edebilen bir kişi olabilir miyim?

Kazanabilirsen olabilirsin. Ya bütün ayıklamalardan sonra o devri görecek kadar uzun yaşayıp o zaman içinde insanlığın gelebileceği noktada bunları görürsün ya da velayet yoluyla zihninde açtığın kapılardan girerek bunları görürsün. Bu düzeye gelen pek çok peygamber ve veliullah olduğuna göre buna inanmalısın, bu mümkündür. Unutma bütün bunları uzağa gönderip durmamalısın. Allah hesabı çabuk olandır. Kazandığının karşılığını hemen verir. Şimdi…

52- Bu, insanlar için bir tebliğdir (mesajdır) ve onunla uyarı bulmaları için ve muhakkak Onun tek ilah olduğunu bilmeleri için ve de kapı sahiplerinin bunu zikretmeleri içindir. 

Mealde: Bütün insanlığa bir uyarıdır bu. Öyleyse artık onunla uyarı bulsunlar ve bilsinler ki, Tek İlah O’dur; ve sağduyu sahipleri de bunu akıllarında tutsunlar.

Farkındaysan bu iki çeşit uyarıdır. Biri tüm insanlara uyarı bulmaları ve Allah’ın tek ilah olduğunu bilmeleri, ikincisi ise “ulul el bab= kapı sahipleri” zikretmeleri için. İnsanlar uyarı bulup bilirken, kapı sahipleri zikrederler çünkü kapı sahipleri zihinlerinde derin tefekkür kapılarını açtıklarından, onlar bilmekte değil hatırlamaktadırlar. Yani zaten bütün evren bilgilerinin beyninizin beyaz hücrelerinde mevcut olmasından dolayı bilmekle değil, hatırlamakla, zikretmekle uğraşırlar. Kapı sahipleri zaten uyarı bulmuşlar ve bilmişlerdir. Daha önce de söylediğim gibi, insanlığın geleceği, tekâmül düzeyine ferdi olarak gelebilirler. Sizin keramet dediğiniz haller, onlar için bir kapıdan içeri girmek gibidir. Ama insanlık, pek çok uğraş ile kademe kademe tekâmül edip, genleri yoluyla üst düzeye ulaşabilen bir yol izler. Bütün bu uğraşlar sonucunda geldikleri düzey, daha önce nebiler, veliullahların geldiği düzeydir. İşte o düzeyde bütün insanlık, tek bir bedenin hücreleri, tek bir zatın değişik elbiseleri gibi olduklarını anlayacak, iman edemeyen kalmayacaktır.

3.DÜNYA SAVAŞI HERMEGİDDO

3.DÜNYA SAVAŞI HERMEGİDDO
“Canavar mevcud idi ve mevcud değildi...”
GELECEK DE GELECEKLERİN GEÇMİŞİDİR!..
“Resul-i Ekrem (A.S.M.) bir gün sabah namazını kıldı, sonra minbere çıkıp öğle namazı vaktine kadar bize hitab etti. Sonra minberden indi ve öğle namazını kıldı. Sonra minbere çıkıp ikindi namazı vaktine kadar bize hitab etti. Sonra indi ve ikindi namazını kıldı. Sonra yine minbere çıkıp güneş batıncaya kadar bize hitab etti. Bu hutbelerinde bütün olmuş ve bundan sonra olacak olan hâdiseleri haber verdi, onları bize öğretti ve ezberletti.” (Bu İhbar-ı Nebevi mutlak surette değil, belki ekseriyetle ehemmiyetli olanları muraddır.)
(Buhari, Müslim)
3. DÜNYA HARBİ BAŞLADI MI?..
Hz. Huzeyfe bin El-Yeman (R.A.) şöyle demiştir ki bu hadisi Ebu Hureyre’nin yanısıra Hz. Ali ve İbn-i Abbas’ın (R.A.) da rivayet ettiği bildirilmiştir:

“Ahirzaman’ın harbi cihan harbidir. Çok kimselerin öldürüldüğü iki büyük harbden sonra bir üçüncüsü daha olacak. İkinci cihan harbinin ateşini yakan (başlamasına sebeb olan) “Büyük Reis” künyesinde bir adamdır…”.
(El- Mehdiy-yul Muntazar Alel Ebvab)
Şimdi bu hadisin yorumuyla birlikte özellile 3. Harp konusundaki yoruma yer verelim:
Bu hadîs-i şerif ahirzamanda üç cihan harbi olacağını ve ilk iki harbin çok büyük olup bunlarda çok kimselerin öleceğini, üçüncü harbin ise, her ne kadar o da bir cihan harbi olsa da evvelki iki harbe nisbeten fazla kimsenin ölmeyeceğini haber vermektedir. Çünkü hadîs, ilk iki harb için “büyük olan o iki cihan harbinde çok kimseler ölecektir” demiştir. Halbuki asrımızda vuku bulan harb de ekser dünya devletleri birleşerek bir tek yeri vurmaktadırlar ki bu mevzu M. Tevrat’ın İşaya Bölümü 13/1-6 numaralı maddesinde ‘’Biraraya getirilmiş BİRİKMİŞ MİLLETLER ülkelerinin kargaşılık gürültüsü! Orduların Rabbi cenk için orduyu yokluyor, bütün memleketi viran etmek için, Rab ve gazabın silahları uzak bir diyardan göklerin ucundan geliyorlar’’ şeklinde ifadelendirilmiştir.

Biz meseleyi hadislerden yine süzerek takip edelim:
Ebu Nadre (R.A.) dedi ki; Cabir (R.A.)’ın yanında idik, şöyle dedi: “Öyle bir zaman yaklaşıyor ki, Irak ahalisine bir kafiz (kile), bir dirhem sevk olunmayacak” (Yani Irak’a ambargo konulacak ve ne parayla ne de ölçekle alışveriş olmayacak...). Dedik ki “Bu kimden dolayı olur”. Dedi ki: “Acemler (Arab’ın gayrısı) bunu men’ ederler.” Sonra dedi: “Şam ahalisine bir dinar, bir müdy (kile) sevk olunmayacak”. “Bu kimden dolayı olur” dedik. “Rumlar’dan dolayı” dedi. Sonra az bir müddet sustu...
(Et-Tac, Ali Nâsıf el-Hüseyni)
Hadîste geçen Şam’dan murad sadece şu anki Şam şehri değildir. Çünkü şu anki Şam şehrinin ismi o zaman Dımeşk idi. Şam’dan murad Şam-ı Kübra’dır ki, bu coğrafyaya Filistin ve diğer Şam çevreleri de dahildir.

Siyah sancaklılar kendi aralarında ihtilafa düştükleri zaman sarı sancaklılar onların üzerine gelir ve Mısır’ın köprüsünde toplanırlar. Ehl-i maşrık (Doğu) ve ehl-i mağrib (Batı) arasında 7 (gün veya hafta veya ay veya yıl mı olduğu hadîste belirtilmemiştir) harb olur.
(Naim bin Hammad Kitab-ul Fiten-160)
Bu hadîsin verdiği haber de aynen cerayan etmiştir. O şark tarafındaki taifeler arasında ihtilâf çıkınca, yani “Kuzey İttifakı” diye tesmiye edilen kimseler o taife-yi mücahidine muhalefet edince, bu hadîste “sarı sancaklılar” ve “ehl-i mağrib” diye bahsedilen Birleşmiş Milletler ordusu, Mısır’ın köprüsü olan Süveyş Kanalında karargâh kurarak “ehl-i maşrık” olan Afganistan’daki o taife-i mücahidini 7 hafta boyunca bombaladı ve sarı sancaklıların bir reisi, devletleri kendilerine taraftar edip ifsadat yapmak için tam 40 gün dünya devletlerini dolaşarak “Deccal 40 günde dünyayı dolaşır” hadîsinin bir te’vilini gösterdi. Hadîsteki 7’den murad bu 7 hafta olabileceği gibi, harbin asimetrik, biyolojik terör ve cephesel olmak üzere 7 yıl süreceğine de işaret olabilir Allah-u alem?!
Ayrıca bu savaşın ilk başlangıç merhalesi olan Talikan yani bugünkü Afganistan’a yapılan operasyona ve onun başındaki kişiye dikkat çekilerek ilerde de bahsedeceğimiz gibi bu savaşın başlangıç merhalesinin ve en önemli ayağının Afganistan olduğu anlaşılacaktır...
Hermeciddun Harbi
İNCİL’DEKİ İŞARETLER
“İsa Mesih'in mesajıdır. Yani yakında mutlaka vuku bulacak şeyleri kendi kullarına göstermek üzere Allah’ın ona verdiği ve kendi meleği vasıtasıyla gönderip, kulu Yuhanna’ya beyan eylediği vahyidir. O dahi Allah’ın kelamına ve İsa Mesih’in şehadetine, hemen cümle gördüğü şeylere şehadet eyledi. Ne mübarektir bu nübüvvetin sözlerini okuyan ve dinleyip içinde yazılmış olan şeyleri hıfz edenler. Zira vakit yakındır”.
Burada verilen haberler Hz. İsa’nın (A.S.) ahirzamand nüzulünden evvel vuku bulan ve nüzulünün alametleri olan hâdiselerdir. Çünkü bu hâdiseler anlatıldıktan sonra 22. Bab’ın 6.- 7. ve 20.- 21. ayetlerinde şöyle yazılıdır:

“Ve (İsa) bana dedi ki; “bu sözler sadık ve haktır. Ve mukaddes peygamberlerin Allah’ı Rab, yakında mutlaka vuku bulacak şeyleri kullarına göstermek için kendi meleğini irsal eyledi. İşte tez gelirim. Ne mübarektir bu kitabın nübüvvet sözlerini hıfz eden kimse”...
Ve yedi tas tutan yedi melekten biri gelip bana hitaben:
Gel çok sular üstünde oturan ve dünya melikleri onun ile zina edip, zeminin sekenesi onun zinasının şarabıyla mest oldukları büyük fahişe aleyhinde olan hükmü sana göstereceğim” diyerek ruhta beni bir yere götürdü. Ve yedi başı ile on boynuzu olarak, üzeri küfür isimleri ile dolu kırmızı bir canavara rakib olan (binen) bir karı gördüm. O kadın, erguvânî ve kırmızı hıl’at giymişti. Ve altun ve mücevherat ve incilerle donanmış olarak, elinde mekruhatla ve zinasının nâpâklikleri ile dolu bir altın kasesi olup, alnı üzerinde “Sırrı büyük Babil. Zeminin fahişelerinin ve mekruhatının anası” diye bir isim yazılı idi. Ve o karıyı mukaddeslerin kanı ile ve İsa’nın şehitlerinin kanı ile mest olmakta gördüm. Ve onu gördüğümde ziyadesiyle taaccüp ettim. Melek bana dedi ki:
“Ne için taaccüp ettin? Kadının ve onu götüren yedi başlı ve on boynuzlu canavarın sırrını ben sana söyleyeceğim. Gördüğün canavar mevcut idi ve mevcut değildir. Ve Haviye’den çıkacak ve helâka gidecektir. Ve zeminin sekenesinden olup isimleri dünya kurulalıdan beri hayat kitabında yazılmış olmayan kimseler o mevcud olmuş ve mevcud değil isede yine hazır olan canavarı gördüklerinde taaccüb edeceklerdir. Hikmete vakıf olan akıl bunda lazımdır.
Yedi baş, o kadının üzerinde oturduğu yedi dağdır ve yedi meliktir. Bunların beşi düşmüş ve biri mevcuddur. Ve öbürü daha gelmedi ve geldiği zaman az müddet kalması gerektir. Ve o mevcud olmuş olan ve mevcud olmayan canavar kendisi dahi sekizincidir. Ve yediden olup helake gider.
Ve gördüğün on boynuz, on melik olup daha saltanatı ele almadılar ise de canavar ile beraber bir saat kadar melikler gibi hükumeti ele alırlar. Bunların muradı bir olup kuvvet ve hükûmetlerini canavara teslim ederler. Bunlar kuzu ile muharebe edip kuzu onlara galib gelecektir. Zira o Melik-ul Mülükdur. Ve onunla beraber olanlar dahi davetli ve müntehab ve sadıktırlar”.
Ve bana dedi ki; “senin gördüğün ve fahişenin üzerlerinde oturduğu sular; kavimler ile cemaatlar ve milletler ve lisanlardır. Ve canavar üzerinde gördüğün on boynuz, fahişeye buğz edip onu perişan ve çıplak edecek. Ve onun etini yiyip, onu ateşe yakacaklardır. Zira Allah’ın sözleri itmam oluncaya kadar, Allah kalblerine koyduğu kendi muradını icra edeler. Ve muradları bir olup saltanatlarını canavara teslim eyleyeler.
Ve o gördüğün kadın dünya melikleri üzerine saltanat eden o büyük şehirdir”.
Burada daha önce de zikredilen şu hadîsin aynı ifadesiyle Amerika’ya işaret edilmektedir: Bütün dünyanın ve bütün hilelerin melikesi de Mehdî’ye karşı çıkar ki o melikenin ismi zaniyedir (Amerika). Bu melike o gün bütün dünyayı dalalet ve küfre sevkeder.
(Esme-l Mesalik Lieyyam-il Mehdîyy-il Meliki Li Küll-id Dünya Biemrillah-il Malik, Kelde bin


ÖZGÜRLÜK HEYKELİ NEYE İŞARET...
Bu hadîste Amerika’nın şahsiyet-i maneviyesi ZANİYE/ZİNACI bir melike olarak tasvir edildiği gibi İncil’de de aynı manada “zeminin sekenesi onun zinasının şarabıyla mest oldukları büyük fahişe” diye isimlendirilmiştir. Bunun sebebi ise şudur: Amerika kelime itibariyle müennes olduğu gibi, zaten kendisi de başında boynuzları olan ve Hürriyet Anıtı dedikleri heykelleriyle kendilerini kadın suretiyle temsil etmişlerdir. Yıllardır Siyonizmin güdümünde hareket eden uluslararası Amerikan kurum ve kuruluşları bütün dünyada hürriyet ve adalet namları altında fuhşiyatı ve zulmü ve dalaleti teşvik ederek hâkimiyetini bunun ile idame etmektedir. “Ve o gördüğün kadın dünya melikleri üzerine saltanat eden o büyük şehirdir” cümlesi “fahişe kadın” olarak tabir edilen bu şeyin, hakikatte bir devlet olduğunu sarahaten göstermektedir.

Kadının alnı üzerinde “Sırrı büyük Babil. Zeminin fahişelerinin ve mekruhatının anası...” diye bir isim yazılı olması ise; yeryüzünde işlenen fuhşiyata onun sebeb olmasından dolayıdır. Kadının temsil ettiği Amerika, burada olduğu gibi diğer bazı yerlerde Büyük Babil şehri olarak da tabir edilmektedir. Bunun sebebi İncil’i tefsir eden alimlerin, İncil’in ifadelerini o zamanın en büyük şehri olan Babil’e tatbik etmeleridir. Eğer bu ifade İncil’in asıl metninden ise, Amerika’nın o zamanın Babil’i gibi zengin ve Babil’in kralı Nemrud gibi cebbar ve fuhşu teşvik eden bir hükumet olduğuna işaret etmek içindir. Fakat hahamların ve papaların iğvasıyla başta Amerika olmak üzere Hıristiyan alemi, bu ifadelerin zahirine baktığı ve bu sebeble işaret ettiği hakikatı görmediği için onun meşhur Babil şehri olduğunu zannederek Irak’ı vurmaktadır. Vurdukçada kendini, dünyayı Babil’in fesadından kurtaran Evanjelist bir ‘’kahraman’’ olarak görmektedir. Aşağıda geleceği üzere şu anki Evanjelist Amerikan yönetimi Babil’in yıkılacağını haber veren İncil’in ayetlerini tahakkuk ettirdiklerine zannetmektedirler!.. Aslında dünyayı fesada veren ve fuhşa teşvik eden ve akıbette helak olacak olan hakiki Babil’in kendileri olduğunun farkında değiller.
1-ABD
2-Japonya
3-Almanya
4-Birleşik Krallık
5-Fransa
6-İtalya
7-Kanada
8-Rusya
7 DAĞ G7 Mİ?..
Yukarıda geçen, kadının üzerine oturduğu “YEDİ DAĞ, YEDİ MELİK;” ifadesi görüşlerine başvurduğumz heyet tarafından -Allahu A’lem-‘’ güçlerini Amerika’nın çıkarlarına kullanan ve G-7 namıyla bilinen yedi büyük devlete ve reislerine; Dünya meliklerinin, bahsi geçen kadınla zina etmesi ise Amerika’nın yer yüzünde işlediği dehşetli zulme yardım edip, onun zulmüne ortak olmalarına işaret ettiği’’ şeklinde ifade ediliyor...
Diğer açıklamalar ise şöyle;
Mukaddeslerden murad; şirkten, zinadan ve sair büyük günahlardan kendini koruyan hakiki imanlı kimselerdir.

Mukaddeslerin kanıyla mest olmak tabiri ise; Amerika’nın mukaddes Müslümanlara yaptığı zulüm ve cinayetlerle iftihar edip, zulüm üstüne zulüm işlemesidir.

Fahişenin üzerine oturduğu lisanlar ise kendi çıkarına yönlendirdiği bütün medya olsa gerektir.

Kadının bindiği canavar ise ileride izah edileceği üzere kendisinin riyaset ettiği ve gücünü kullandığı Birleşmiş Milletlerdir (M. Tevrattaki ifadesiyle Birikmiş Milletler İşaya 13/1-6).
Bu arada Rusya’nın 1998 yılında topluluğa katılmasına karar verilmesiyle topluluk G8 olarak anılsa da Rusya’nın topluluk indindeki fonksiyonu sembolik olmaktan öteye gitmemiş, nitekim birçok toplantı da kopma noktasına gelecek şekilde dillendirilmiştir. Üstelik 2014 yılı itibariyle RUSYA ve diğer ülkeler arasında çatışmalar yaşandığında birçok SIRRA daha yakından şahit olacağız.
 
ADADAKİ CANAVAR İNGİLİZ ENTELİJANSİYASI!..
13. Bab’da ise bu canavarın (zulmün merkezi) denizden çıkacağı belirtilmiştir.
Şöyle ki:
“Ve denizin kumu üzerinde durdum ve yedi başı ve on boynuzu ve boynuzları üzerinde on tacı ve başları üzerinde küfür isimleri bulunarak denizden çıkan bir canavar gördüm. Ve o gördüğüm canavar kaplana benzeyip, ayakları ayının ayakları gibi ve ağzı aslan ağzı gibiydi. Ve ejder ona kendi kuvvetini ve tahtını ve azim hükumet verdi. Ve onun başlarından birini gûyâ ölecek derecede mecruh gördüm. Ve onun mehalik yarası iyi oldu. Ve bütün zemin canavarın ardından taaccüb eyleyip, canavara hükümet veren ejdere secde kıldılar. Ve canavara dahi secde kılarak “canavara benzer kim var ve onun ile kim muharebe edebilir?” dediler. Ve ona büyük sözler ve küfür söyleyen bir ağız verilip, ona kırkiki ay istediğini yapmaya kudret verildi. Ve Allah’a karşı küfr ile yani onun ismine ve meskenine ve semada sakin olanlara küfretmek için ağzını açtı ve mukaddesler ile muharebe edip onlara galip gelmeye ona kudret verildi. Ve ona her kabile ve lisan ve millet üzerine hükümet verildi. Ve zebh olunmuş kuzunun hayat kitabında isimleri dünya kurulalıdan beri muharrer olmayarak zeminde sakin olanların cümlesi ona secde kılacaklardır. Kulağı olan işitsin. Esirliğe götüren esirliğe gider. Kılıçla katl eden kılıçla katlolunmak gerektir. Mukaddeslerin sabrı ve imanı bundadır”.
Burada canavarın denizden çıktığı ifade edilmekle İngiliz devletine ve gizli komitesine işaret edilmektedir. Ve yukarıda Deccal bahsinde anlatıldığı üzere Temim-i Dari hadîsinde zikredilen Deccal’ın bir adada bulunması işaretiyle haber verilen ve Birleşmiş Milletler Deccaliyetinin ana menbaı olan İngilizlerden, hadîsin aynı ifadesiyle bahsedilmektedir. Bu haberin İngilizlere ait olmasının sırrı şudur ki; İngilizler o zamanda medeniyette geri ve vahşi bir millet oldukları halde daha sonra gittikçe medenileşip kuvvetlendiler. Nihayet Amerika kıt’asına kadar nüfuzlarını arttırıp orada Amerika Birleşik Devletlerini kurdular. 2. Cihan harbinden sonra ise Fransa, Rusya ve Çin’le beraber Birleşmiş Milletleri kurup Amerika’yı onun başına getirdiler. Yani Amerika bir robot gibi İngiliz Entelijansiyası tarafından yetiştirilen ve sonra da idareyi onlara kaptıran Siyonist kadrolar tarafından mankurtlaştırılmış bir gladyatör gibi kullanılıyor.
GELELİM FIRAT’A
“Ve altıncı melek kendi tasını büyük Fırat Irmağı üzerine boşalttığında onun suyu çekildi. Tâ ki şarktan olan meliklerin yolu hazırlana. Ve ejderin ağzından ve canavarın ağzından ve yalancı peygamberin ağzından, kurbağalar misüllü üç nâpâk ruhun çıktığını gördüm. Zira, bunlar alametler gösteren cin ruhları olup, zeminin ve bütün dünyanın meliklerini, herşeye kadir Allah’ın o büyük gününün muharebesine cem etmek için onların yanına giderler. [İşte hırsız gibi gelirim. Ne mübarektir uyanık durup çıplak gezmemesi ve ayıbı görünmemesi için kendi esvabını hıfz eden kimse]. Ve onları İbranice ARMECİDDUN (hermeciddun ve armagedon) denilen mahalle cem ettiler”.
Burada Fırat Irmağı’nın suyunun çekilmesi -ki bu haber aynen hadîs-i nebevîde de mevcuddur ve Fırat’ın suyunun çekilip altın bir dağ çıkaracağı ve insanların oraya toplanıp büyük bir harb olacağından bahsedilmektedir- Allahu A’lem, o çevrede barajlar yapılmasıyla ve verimli toprakları sebebiyle dünyanın gözünün orada olması ve çevresinde gayet kesretli petrol yataklarının bulunmasıyla (Bor, Toryum ve diğer madenler fizibilite çalışmaları sonucu tesbit edilmiş olup raporlar saklanmaktadır) bütün dünya devletlerinin oraya hâkim olabilmek için çalıştıklarına ve bu sebeble o bölgede büyük fitneler zuhur edeceğine işarettir.

CİNLER- VESVAS- HANNAS!..

KURAN’DA CİNLERLE İLGİLİ BAZI AYETLER
“ Cannı da (insten/insandan evvel) Mesamata (yani maddeye) nüfuz edici ateşten (şualardan) yarattık.” (Hicr-27)
“O gün ki (Allah) onların hepsini toplayacaktır. (ve şöyle hitab edecektir): «Ey cin cemaati, insanlardan bir çoğunu (baştan çıkartıp) almak, (kendinize tabi kılmak) kaydına düştünüz ha!..”       (Enâm-128)
“Ben cinleri ve insanları sadece kulluk etme­leri için yarattım...”  (Zâriyat-56)
— (Kıyamet gününde hitap edilir):
— “ Andolsun ki ben, cehennemi bütün insan ve cinlerden (müstehak olanlarla) dolduracağım.”(Hud-119)
“ O gün ki (Allah) onların hepsini toplayacaktır. (ve şöyle hitab edecektir): «Ey cin cemaati, insanlardan bir çoğunu (baştan çıkartıp) almak, (kendinize tabi kılmak) kaydına düştünüz ha!..”       (Enâm-128)
“Ben cinleri ve insanları sadece kulluk etme­leri için yarattım...”  (Zâriyat-56)

CİNLER İSTİHBARAT  YAPMAK İÇİN YOLA ÇIKIYOR
Allah’ın Resulü yoldaşlarından bir takım insanlarla Ukaz panayırına doğru gidiyordu. Cinnîlerin gökyüzünden haber almasına bir engel girmişti. Üzerlerine kıvılcımlar atılmıştı. Bunun üzerine Cinnîler kendi topluluklarına geri dönmüşlerdi. Toplulukları onlara, “ne oluyor” dediklerinde, demişlerdi ki bizimle gökten gelen haberler arasına bir engel gerildi. Üzerimize kıvılcımlar yollandı. Bunun üzerine kavimleri onlara demişti ki; “sizinle gökyüzünden gelen haberler arasına bir engelin girmiş olması yeni meydana gelen hadise yüzündendir. Hadi varın dünyanın doğusunu, batısını gezin. Sizinle gökyüzünden gelen haberin arasına giren engeli görün...” Bunun üzerine onlar kendileriyle gökyüzünden gelen haberlerin arasına giren engeli bulmak üzere doğuda batıda dolaşmaya başladılar. İşte Tuhame yönüne yönelmiş bulunan o gruplardan birisi Ukaz panayırına doğru Nahle'de duran peygamberin yanına geldi. Hz. Peygamber dostları ile birlikte sabah namazını kılıyordu. Kuran sesini duyunca ona kulak verdiler. Dediler ki vallahi bizimle gökyüzünün haberi arasına giren engel budur. İşte oradan kavimlerine geri döndükleri zaman şöyle dediler: «Ey kavmimiz bizi doğru yola ileten acayip bir Kuran dinledik ve ona inandık. Ve biz Rabbimiz’e kimseyi ortak koşmayacağız.” Bunun üzerine yüce Allah sevgili peygamberine şu âyeti kerîmeyi inzal buyurdu : «De ki : Bana vahyolundu ki cinlerden bir taife Kuran'ı dinledi. “

CİNLERİN CİSİMLERİ HUSUSUNDA TARTIŞMALAR
Kadı Ebu Yalâ der ki: «Cin, teşekkül etmiş cisimlerden ve şekillenmiş şahıslardan ibarettir. Büyümüş ve gelişmiş olması mümkündür.
Ebul - Kasım El - Ensarî, El-İrşad'ın şerhinde Kadı Ebu Bekir'den naklen şöyle yazmaktadır: «Biz diyoruz ki , onları gören görür. Çünkü Allah ona görme hissini vermiştir. Böyle bir algılayışa sahip olamayan da tabiî ki göremez. Onlar içiçe geçmiş, birleştirilmiş cisimlerden ibaret oldukları için görülebilirler. Bazıları da cinlerin ince ve basık cisimlerden teşekkül ettiklerini iddia ederler.
Bu, makul ve tutarlı bir düşünce olmakla birlikte, onların  şekli hakkında kesin bir delil bilmiyoruz.
Soru: Cinler nasıl olur da ateşten yaratılmış olabilirler? Ateş parçaları ve alevleri tabiatı itibariyle birbirinden ayrılıp bir bünye halinde sabit olmaz?
Cevap: Hayat cismin hepsine alakadar etmez. Cismin diri olan yeri hayatın açığa çıktığı yerdir. Kaldı ki, hayatın bir bünyeye muhtaç olduğuna bilsek bile bu, Allah’ın yaratıcı kudretinde zor değildir. Çünkü O, bunu da yaratmaya kadirdir. Nasıl su içinde yanıcı ve yakıcı gazlar bir araya geliyorsa cinlerin mahiyetinde de böyle bir araya getirilmiş enerji kullanılmış olabilir.
Soru: Cinlerin ve meleklerin ince cisimler olması nasıl mümkün olur? Çünkü onların kuvvetleri arşı yüklenip taşıyacak kadar, şehirleri altüst edecek kadar büyüktür. Cebrâil’in kanatlarıyla bâzı yerleri nasıl altüst ettiği hepimizce malûmdur?
Cevap: Bu da Allah'a göre mümkündür. Çünkü melekler ve cinler böyle olmakla beraber Allah onlara fazla kuvvet ihsan edebilir. Kaldı ki kanattan kasıt kuşların kanadı değil bir nevi pervaneler gibi dönen enerji kalkanları.
Onların ince ve küçük cisimlerden teşekkül ettiklerine delil olarak şu âyette de işaretler vardır: «Çünkü o da, kabilesinden olanlar da sizi, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden muhakkak görürler.» (Araf: 27).
Soru: Lâtif olan bir cismi görmekte göz nurunun kuvvetli olmasına ihtiyaç görülmüyor mu?
Cevap: Evet. Ama bu ince cisimlerde bahis konusu olabilir. Kalın cisimlerde değil. Rüzgâr ince ve lâtif olduğu müddetçe biz onu göremeyiz. Fakat tozları havaya kaldırıp kalınlaşınca görürüz. Bu gayet açık bir meseledir. İşte bu sebeple biz diyoruz ki, eğer Allah cinlerin cisimlerini kalın yaratıp görme gücümüzü şimdiki halinden daha tabiî kılsaydı elbette ki onları görebilirdik.
CİNLER VE ŞEYTANLAR İNSANLARIN ŞEKLİNE DE GİRER Mİ?..
Şurası bir gerçektir ki, cinler, insan, hayvan, kılığına bürünüp muhtelif şekiller alırlar. Hattâ katır ve merkep şekline girdikleri, kuş kılığına bürünüp havada uçtukları da görülmüştür.
Rahatlıkla suyun bir bardağın şeklini alması gibi insan kalıbına da  bürünürler. Nitekim Şeytan, dini kaynaklarda anlatıldığı gibi Kureyş halkına, orada yaşayan Suraka bin Malik b. Caşem kılığında gelmiştir. Bu durum Hz. Muhammed ve yoldaşları Bedir savaşına hazırlanırlarken olmuştur.
Allah şöyle buyurmuştur:
— O zaman Şeytan onların yaptıklarını methedip şöyle demişti: «Bugün size; insanlardan galebe edecek hiç bir kimse yoktur. Ben de sizin muhakkak ki yardımcınızım).» Sonunda iki ordu (karşı karşıya) göründü, «Ben sizden katiyen uzağım, gerçek ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum. Ben Allah'tan korkarım elbet! Allah azabında çok şiddetlidir.» diyerek iki topuğu üstüne (tabana kuvvet) kaçtı..» (Enfâl: 48).
Nitekim O, Darun Nedve'de bir takım insanların Allah’ın Resulü hakkında; “Onu öldürelim mi, hapis edelim mi? Yoksa yurttan çıkaralım mı?..” diyerek toplandıklarında, yaratılışı cinlerden olan Şeytan “Necidli bir ihtiyar” kılığına girmiştir. Allah şöyle buyurmuştur: «Hani bir zaman o küfür edenler seni tutup bağlamaları, ya da öldürmeleri yahut (yurdundan zorla) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken Allah da onun karşılığını yapıyordu. Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır.» (Enfâl, 30).
Bu hususta Kadı Ebu Yalâ'nın fikri: Şeytanlar kendi kendilerine şekillerini değiştiremezler. Buna güç ve kabiliyetleri yoktur. Ne var ki Allah onlara “bazı tısımlı kelimeleri” ve “işleri” öğretmiştir. “O kelimeleri söylediklerinde ve yahut o işleri yaptıklarında Allah onları bir hâlden diğer bir hâle veyahut bir şekilden başka bir şekle sokar. “Bunları görenler de cinlerin kendi kendilerine tebdili kıyafet yaptıklarını sanırlar. Oysa onları bir hâlden diğer hâle çeviren kendileri değil, Allah’tır... Çünkü kendi kendilerine bunu yapamazlar. Böyle bir şey yapmaya kalkıştıklarında bünyeleri parça parça olur ve hayat denilen bir şey kalmaz. Öyleyse izinsiz böyle bir şey yapmalarına da imkân yoktur. Zira tüm varlıklara iyilik ve kötülük yapma kudreti verilmiştir ta ki imtihan yeri olan dünya da kazananlar ve kaybedenler sonucu kendi fiilleriyle ortaya döksünler!..
İblis'in, Suraka bin Malik'in şekline girdiği, Cebrail'in Sahabeden “Dihye-i Kelbi”nin kılığına büründüğü meselesine gelince, yukarıdaki yorumumuzla anlaşılabilir.
Allah onu bir sözü söylemeye izinli kılmıştır ve o bu sözü söyleyince o kılığa kolayca girebilmiştir. —Tabiî bu da Allah'ın izni ve sırri kudretleriyle olmuştur—.

CİNLER NERELERDEDİR?..
Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed b. Câfer, “El-Azame” adlı kitabının 12. cüzünde der ki: «Hadîs âlimlerinden Bilâl b. el - Hâris'in şöyle anlattığını naklediyorlar: Seferlerin birinde Allah'ın Resulü ile birlikte bulunuyorduk. İhtiyacını gidermek için yanımızdan uzaklaştı. Ona su getirdim. Bir de baktım ki yanında birtakım adamların gürültüler çıkararak konuştuklarını duydum. O güne kadar böyle bir şey duymamıştım. Bunun hakikatini Hz. Peygamberden sorunca şu cevabı aldım: İmanlı cinlerle inkarcı cinler arasında anlaşmazlık çıktı. Kendilerini ayrı ayrı yerlere yerleştirmem için benden ricada bulundular. Bunun üzerine Müslüman cinleri köy ve dağlara, inkarcı cinleri de dağlardaki vadilerle denizlerdeki mağaralara yerleştirdim».
Zemahşerî, “Rebi’ul Ebrar” adlı kitabında şöyle der: “A'raf anlatır: Birçok çadırların bulunduğu yere geldik. Birçok insanları gördük. Aradan çok zaman geçmeden onları kaybettik. Onlar o gördükleri insanların cin, çadırların da onların evleri olduğuna inandılar.”

SİHRİN VE HASTALIKLARIN MERKEZLERİ
“El-Müvetta” adlı eserinde İmam Malik anlatıyor: «Hattab'ın oğlu Ömer Irak'a gitmek istedi Kab’ul Ahbar ona şöyle dedi: «Ey Mü'minlerin Emîri, Gitme!.. Çünkü sihrin ve kötülüğün onda dokuzu oradadır. Belalı cinler ve korkunç hastalıklar vardır orada».
Ebu Bekir b. Ubeyd, “Mekâyidü'ş Şeytan” adlı kitabında der ki: «Hadîs bilginleri bize Câbir oğlu Yezid'den şöyle naklettiler: «Müslüman evlerinin tavanlarında Müslüman cinler bulunur. Öğle vakti sofraları konulduğunda tavandan aşağıya inip onlarla beraber yemek yerler. Akşam sofraları kurulduğundan yine onlarla birlikte akşam yemeğini yerler. Allah onları Müslümanlara yardımcı kılar. »
İbni Ebî Dâvud der ki: Hişâm, el-Muğîre'den o da İbrahim'den şöyle nakletmiştir: “Tuvalet deliğinin ortasına çiş etmeyin. Çünkü oradan size bir cinni/mikrop sıçrar da hastalık olur.”
Zeyd b. Erkam, Allah’ın Peygamberinden naklediyor: «Bu otluk sahiplidir. Sizden biriniz helâya geldiğinde şöyle desin: “Allahümme innî eûzü bike minelhubsi ve’l  habâisi”. Bu hadîsi Tirmizî, Nesaî ve ibn-i Mâce rivayet etmiştir. Helâda iken cinler, insanın avret mahalline bakarlar. O yüzde bu yerleri sakınmadan banyo ve tuvaletlerde uzun süre kalmak bir çok hastalığın ve marazın bünyeye taşınmasına vesile olmaktadır.
Enes'den şöyle nakledilmiştir: «Allah'ın Resulü helâya girdiklerinde: “Allahümme inni eûzü bike minel-hubsi vel-habâisi” derlerdi».


MEZARLIKLARDAKİ ŞER KONSEYİ
Cinlerin en çok bulundukları yer hamamlar, otluklar, mezbelelikler gibi yerlerdir. Kötü niyetli cinler bu gibi pis yerlerde daha çok bulunurlar. Bu tip yerlerde namaz kılınmasını dahi yasaklayan hadîslerden bahsedilmiştir. Çünkü bu gibi yerler şeytanların uğrağıdır. İslam adabı bilginleri bu yerlerin kirlerin akıtıldığı yerler olması nedeniyle oralarda namaz kılınmasını doğru bulmamışlardır. Hamam ve ahırlarda namaz, şeytanların uğrağı olduğu için kılınmamaktadır. Kabirde namaz kılmak şirke vesile olacağı için yasaklanmıştır. Kaldı ki, kabirler de yatanın durumuna göre şeytanların uğrağı olabilir.
Şeyhlik veya keramet sahibi olduğunu iddia eden bir takım kimseler de bu gibi yerlere gelip şeytanlarla karşılıklı konuşurlar. Onları görenler de keramet gösterdiklerini sanırlar. Oysa yaptıkları iş kâhinlerinkinden farksızdır. Putların içine girip putperestlere âdet üstü işler gösteren sihirbazlar güneş, ay ve yıldızlara tapanlar da böyle şeyler yaparlar. Birtakım tesbihler, elbiseler asarlar ve bundan medet beklerler. “Ruhaniyetü't-Tevakib” diye adlandırdıkları şeytanlar gelirler, onların bazı ihtiyaçlarını karşılarlar. İstediklerini öldürtürler, dilediklerini hasta yaptırırlar veya sevdiklerini getirirler. Lâkin farkına varmadan elde ettikleri zarar, kavuştukları yarardan daha büyük ve tehlikelidir. Çünkü onlara yarardan kat kat üstün zarar getirmektedirler.

İNSANLARIN EVLERİNE ŞEYTANLARIN GİRMESİ
Müslim ve Ebû Dâvud, Câbir'den rivayet ediyorlar: Cabir, Allah'ın Elçisi’nin şöyle dediğini duymuştur: «Kişi evine girmek istediğinde girerken ve yemek yerken Allah'ın ismini zikr ederse, şeytan çetesine hitaben şöyle der: «Siz burada barınamazsınız ve yemek de yiyemezsiniz.» Eve girerken Allah'ın ismini söyleyip yemek yerken söylemezse, şeytan: «Yemeğe yetiştiniz, fakat burada kalamazsınız» der. Eve girerken Allah'ın ismini zikr etmezse, şeytan: «Yemeğe yetiştiniz. Burada da kalabilirsiniz» der.


CİNLER DE YERLER İÇERLER Mİ?..

Kâdı Ebû Yâ'lâ şöyle der: Cinler de yerler, içerler ve evlenirler.
Bu konuda, ilim adamları üç ayrı fikir ortaya atmışlardır:
1— Cinler yemezler ve içmezler. Bu söz itibar edilmeyen bir sözdür.
2— Onlardan bir kısmı yer, içer; bir kısmı yemez, içmez. Bu fikri, ileride gelecek olan Vehb'den nakledilen bir hadîs teyid etmektedir.
3— Bütün cinler, yerler, içerler. Bu kanaatte
olan âlimler, nasıl yiyip içtikleri hususunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir.
Bir kısmı şöyle diyorlar: Onların yeme - içmeleri sadece koklamak ve gönlü rahatlatmaktan ibarettir. Yoksa bizim gibi çiğneyip yutma suretiyle değildir.
Diğer bir kısım ilim adamının görüşü ise şöyledir: Onların yeme içmeleri aynen bizim gibidir. Çiğnerler ve yutarlar. Bu konuda bildirilen haber ve hadîsler bu fikri teyid etmektedir.
Meselâ; çiğneyip yuttuklarına Ebu Dâvud'un rivayet ettiği Ümeyye b. Mahşî'nin hadîsi delil olmaktadır. O rivayette şöyle bir bilgi vardır: «Onunla beraber şeytan da yiyordu. Allah'ın ismini anınca, şeytan birden kusup karnındakileri çıkardı». 
Ebû Ömer b. Abdil Berr. Hadîs bilginlerinin, Abdüssamed b. Ma'kal'den söyle naklettiklerini anlatıyor: Cinler hakkında kendisinden bilgi isteyenlere Vehb b. Münebbih şöyle dedi: Onlardan bir kısmı yer, içer, evlenir ve nesil üretir. Onlardan bâzıları da, sihirbaz ve azgın cinlerdir.
Sahîhayn'da şöyle varid olmuştur: «Cinler Allah Elçisinden yemek istediler. Üzerine yemeden evvel Allah'ın ismi anılmış her yiyecekten geriye kalan “kemik ve tezek” sizin yemeğinizdir, buyurdu ».
İbn-i Selâm bu hadîsin tefsirinde şu hususu ilâve etti: «Tezek onlar için yemyeşil bir ot oluverir».
Peygamber Efendimiz, bu sebepten kemik ve tezekle tuvalette temizlik yapılmasını yasak etmiştir. Bu hususta birçok güvenilir hadîs bildirilmiştir.
Müslim ve diğerlerinin derlediği güvenilir hadislerde, Selmân el Fârisî'den şöyle nakledilmiştir: «Def-i hacette/ihtiyaç giderilirken Kıbleye karşı durmamızı sağ elle o uzvumuzu temizlememizi, su yoksa üç taştan az kullanmamızı, tezek veya kemikle bu işi yapmamamızı  bize Allah'ın  Resulü yasak etmiştir».
Müslim'in “Sahîh'i Buhari” isimli eserinde ve diğer hadîs mecmualarında Câbir'den şöyle nakledilmiştir: «Allah'ın Resulü kemik veya tezekle temizlenmemizi yasaklamıştır».
Hüzeyme b. Sâbit ve diğerlerinin yaptıkları rivayette de bu yasak vardır.
Bu yasağın sebebi, İbn-i Mes'ud'dan nakledilen bir hadîsde izah edilen şu husustur: «Bana bir Cin davette bulundu, beni alıp götürdü. Onlara Kurân okudum. Sonra beni alıp götürdüler, eserlerini ve ateşlerinin eserlerini gösterdiler. Aynı zamanda benden azık istediler. Ben de onlara dedim ki: Üzerine Allah'ın ismi zikredilmiş herhangi bir kemik elinize geçerse işte o, ve bir de alâf artığı (tezek) sizin azığınızdır.”

YILAN KILIĞINDA BİR CİN...
«Efendimiz ile birlikte yürüyorduk. Bir yılan gelip yanında durarak ağzını Hz. Peygamber'in kulağına yaklaştırdı. Sanki ona bir şey fısıldıyordu. Allah Elçisi «Evet!» dedi. Ve yılan ayrıldı. Bunun durum üzerine Hz. Peygamberesoru sorulunca, dediler ki:
— O cinlerden bir adamdır; bana şöyle dedi: «Ümmetine emret de tezek ve kemikle taharetlenmesinler. Çünkü Allah bunları bize azık yaptı.»
«Cinler yemez-içmezler» sözü sahîh hadîslerle çatıştığı için doğru değildir.
Eğer bu sözlerinden, bir kısım cinlerin yemediklerini, içmediklerini kastetmişlerse bir derece hak verilir. Fakat sahîh hadîslerden bütün cinlerin yeyip içtikleri anlaşılmaktadır.
CİNLERİN DAVETSİZ YEME VE İÇMELERİNİN ENGELLENMESİ
Müslim ve Ebû Dâvud, Huzeyfe’den bildiriyorlar: Biz Allah'ın Resulünün yanında yemek yemek üzere hazır bulunduğumuz zaman o sofraya elini uzatmadan önce başlamazdık. Bir defasında onunla yemek yemeğe hazırlanmıştık. Bir cariye gelip hemen yemek yemeğe elini uzatmak istedi. Hz. Peygamber, onun elini tuttu. Bir köylü geldi, o da hemen elini uzatmak istedi, Allah’ın Peygamberi onun da elini tuttu ve şöyle buyurdu: «Allah'ın ismi anılmadıkça (Besmele çekilmedikçe) şeytan yemek yemeği helâl bulur. Şeytan bu cariye ile birlikte geldi sofraya katılmak istedi, cariyenin elini ben tutunca bu defa da köylü ile gelip yemek istedi. Nefsim yed’i kudretinde (kudret elinde) olan Allah'a kasem (yemin) ederim ki, şu anda o şeytanin eli onların elleri ile birlikte benim avucumun   içindedir».
Ebû Dâvud, Ümeyye b. Mahşî'den rivayet etmiştir: Peygamber dostlarından biri dedi ki: «Bir adam besmele çekmeden yemek yiyordu, Allah'ın Elçisi de orada oturuyordu. Adamın sofrasında bir lokma bir şey kalmıştı. Onu tam ağzına getireceği zaman: “Bismillâhi evvelini ve ahiri” dedi. Ve Allah'ın Elçisi gülerek şöyle buyurdu: «Şeytan onunla yemeğe devam ediyordu. O Allah'ın ismini söyleyince, karnındakini kusarak çıkarmak zorunda kaldı.»
Ebû Bekr İbn'id Dünya “Mekâyîdüş Şeytan” adlı kitabında şöyle demiştir: Muaviye b. Nufeyl el Aclî dedi ki: Anbese İbnî Said'in yanında idim, yanıma Süheyl oğlu Salebe geldi. O Salebe'ye:
—  Çok acayip bir şeyi görmüşsün, anlatır mısınız? dedi. O da şöyle cevap verdi:
—  Seherde içmek için bir kaba su koyuyordum. Bir defasında seher vakti gelip o koyduğum suyu içmek için gidince orada bir şey bulamadım. Ertesi akşam, üzerine Yasin okuyarak koydum. Seherde yanına gidince olduğu gibi duruyor bir hâlde buldum. Birde baktım ki âmâ (kör) bir şeytan evin yanında dolaşıp durmuyor mu?..»

CİNLERİN HEPSİ ÖLÜR MÜ?
Eb'uş-Şeyh, “Ennevadir” kitabında der ki: Hadîs âlimlerinden bazıları İsa b. Ebî İsa'dan naklettiklerine göre, Haccac b. Yusuf'a demişler ki: Çin'de bir yer var, o yerde yolu sapıttıklarında “yola gelin” diye bir ses duyarlar ve fakat hiç kimseyi görmezler.
Bunun üzerine o birtakım insanları gönderir ve onlar, «Oraya gittiğinizde bilhassa yanlış yola sapın, size “buradan!” diye ikazda bulunurlarsa hemen onlara saldırın ve kimler olduğunu anlayın» diye tembih eder.
Bunun üzerine onlar giderler, onun emrini yerine getirirler. Fakat cinler derler ki, «Siz bizi asla göremezsiniz.»
— Pekâlâ ne zamandan beri buradasınız? diye sorduklarında, şu cevabı verirler:
«— Biz yılları saymayız. Ancak Çin sekiz kere harabe oldu ve sekiz kere yeniden imar oldu. İşte biz hâlâ gördüğünüz gibi burdayız.»
İbn-i Eb'id-Dünya der ki: Bâzı hadîs âlimleri Hasan'dan şöyle rivayet ettiler: «Cinler ölmezler.» Ben de ona cevaben şu âyeti okudum: «İste o (ve benzerleri), cinden ve insandan kendilerinden evvel gelip geçen ümmetler arasında, üzerlerine (azab) söz(ü) hak olmuş (kimseler)dir...» (46 - El - Ahkaf: 18)
Hasan'ın sözünün mânası şudur: Yâni onlar şeytanla birlikte bekletilirler.Şeytan ölünce, onunla beraber onlar da ölürler.
Kurânda bütün cinlerin bekletildiklerine dair delil yoktur. Demek ki hepsi değil de, bâzısı bekletilmektedir. Çünkü yukarıda geçmişti. Hz. Peygamber'e gelen heyetten bir çoklarının öldüğünü anlatmıştık, ileride de bu görüşte bilgiler verilecektir. İbn-i Abbas der ki: Bekletilecek olan yalnız şeytanların piri yani cenetten kovulan lanetli “iblis”dir...
Eb'uş-Şeyh El-Azame adlı kitabında der ki: Hadîs âlimlerinden kimileri Zara b. Damûre'den şöyle nakletmişlerdir: Bir adam İbn-i Abbas'a sordu.
— Cinler ölür mü?» Cevab verdi:
— İblis'den başka hepsi ölürler.
— Peki (Cânn) denilen şey nedir?
—  O, cinlerin küçükleridir.»
İbn-i Şâhin, “Garaibu's - Sünen'de” der ki: Hadîs âlimlerinden bâzıları İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini naklederler: «Günler iblis'i kocaltır, sonra yine otuz yaşına döner.»

CİNLERİN ÜREMESİ?
Kadı Abdu'l-Cebbar der ki: “Zürriyet, çoluk - çocuk demektir. Onların ince cisimlere sahip bulunmaları, doğurmalarına mâni teşkil etmez. Çünkü nice küçük cisimli hayvanlar vardır ki, doğurmaktadırlar. Küçük olmaları doğurmalarına mâni olmamaktadır.”
Zemahşerî, “El-Keşşaf”da der ki: Eski kitaplar üzerinde gayet küçük kurtlar görürsün. Göz, ne kadar keskin olursa olsun onları, kımıldamadıkça göremez. Bu kadar küçük yaratığı yaratan ve ona kullanacağı dış ve iç organlar verip neticede onu bütün inceliklerine kadar tasarlayan Allah'ın daha ne yaratıklar tasarladığını düşünememek büyük bir akli noksanlıktır.”
Evet hayvanların küçük olmaları, (tek hücreli olsalar bile) onların üreyip çoğalmalarına mani değildir. Çünkü Allah her şeyi günümüz tabiriyle “nanoteknolojiye” göre yaratmıştır.  Bir şey yapmayı dilediğinde  o iş için gerekli olan kainattaki her şey ve enerji o istikamette «OL» emriyle hareket etmektedir.  Bugün ki bilgi teknolojileriyle bu durumu çok daha rahat anlayabiliyor ve anlatabiliyoruz.
CİNLERİN ÇARPIM TABLOSU...
Bâzen de insanoğlunun bilmeyerek onları işkenceye mâruz bırakmasından meydana gelir: Üzerlerine anlamayarak yukarıda uyardığımız mahallerde (izbe yerlerde) çiş etmek, üzerlerine bilmeden sıcak su dökmek gibi. İnsanlar bunları, cinlerin rahatsız olacaklarını bilmeden kasıtsız yaparlar. Fakat gel de cinlere anlat bunu(!) Onun bu hareketini kendilerine af edilmez bir zulüm sayarlar, daha çetin bir işkence ile karşılık verirler.
Bâzen de cinlerin sırf korkutmak ve işkence yapmak maksadıyla insanoğluna revâ gördükleri zulümlerdir. Oysa onlarda tıpkı insanlar gibi yaptıklarından sorumludurlar. Çünkü onların da yaratılanları kırmaya, üzmeye hakları yoktur. Neticede İnsanoğlu onları görmeden, bilmeden zarar vermiştir. Bilerek yapsa bile tıpkı insanın insana yaptığını cezalandırması gibi belli bir hukuku  vardır..
İnsanoğlu, cinleri incitecek hareketi şayet evinde yapmışsa, cinler bilmelidirler ki ev onun evidir; istediği gibi tasarruf edebilir. Yani ortada davetsiz bir misafire yapılan bir muamele vard ki orta da böyle bir durum da: “Ey cinler! Sizin, onların evinde, barınmaya hakkınız yoktur. Onlar izin vermeden evlerinde bir saniye bile duramazsınız. Siz ancak kimsesiz evlerde, harabelerde ve bozkırlarda barınabilirsiniz, diye bildirilir kendilerine.”
Bu sebepledir ki, cinler, umumiyetle harabelerde, boş arazilerde, necaset yerlerinde, mezbeleliklerde, kabristanlarda bulunurlar.
Şu halde onlardan herhangi biri, insanoğluna saldırdığında, kendisine ilâhi hükümler hatırlatılır, iyilik emredilir, kötülüğü terk etmesi istenir.
İnsanlara yapılan öğütler onlara da yapılır. Çünkü Allah şöyle buyurmuştur:
«Bir Peygamber göndermedikçe azab edici olmadık!» (EI-İsra: 15),
«Ey cin ve ins topluluğu! İçinizden size, âyetlerimi okuyacak peygamberler gelmedi mi?» (El - En'-âm: 130).
CİN'İN KİŞİNİN BEDENİNE GİRMESİ
- Peygamberin Cinni Çıkarması -
Ebû Bekr er-Razî gibi bâzı Mutezile âlimleri, Cin'in bir kimsenin bedenine girmesini inkâr etmişlerdir. Onlara göre iki ruhun bir bedende bulunması imkânsızdır. Oysa cin ruh değildir, manyetik bir varlıktır. Buna rağmen cinlerin varlığını kabul ediyorlar.
Eb'ul-Hasan el-Eş'arî, Ehl-i Sünnet tabir edilen insanların makalelerinden şöyle naklediyor: Ehl-i Sünnet cematine  göre cinler, insanların bedenlerine girerler. Delil olarak şu âyetteki benzetmeye dikkat çekmişlerdir: «Riba/faiz yiyenler “şeytan çarpmış” birer deliden başka bir halde kabirlerinden kalkmazlar...» (El - Bakara: 275).
Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah der ki: Babama; «Bâzıları, cin'in insan bedenine giremeyeceğini söylüyor, bu hususta siz ne dersiniz?» diye sorunca şöyle cevap verdiler: «Yalan söylemişlerdir.»

«Bir kadın oğlunu Allah'ın Resulünün yanına getirdi ve:
— Ey Allah'ın Resulü! Bunda delilik vardır. Öğlen ve akşam tutar onu bu hastalık, diye yakındı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz onun göğsünü sıvazladı ve ona dua etti. Onu kusturunca, karnından siyah köpek yavrusuna benzer bir şey çıktı. Ve yürüyüp uzaklaştı...»
Bu hadîsi, Ed-Dârimî, “Müsnedi”nin ilk kısımlarında rivâyet etmiştir. Usame b. Zeyd'den nakledilen hadîsde de ise bununla ilgili şu kayıd vardır: «UHRUC YA ADUVVELLAH! FE İNNÎ RESÛLÜLLAH SELLELLÂHU ALEYHİ VESELLEM.», «ÇIK EY ALLAH'IN DÜŞMANI; BEN ALLAH'IN RESULÜYÜM.»
HAVA GİBİ GİRER YEL GİBİ ÇIKARLAR
Kadı Abdu'l-Cebbâr der ki: Onların ince cisimli olduklarına dair ileri sürdüğümüz deliller anlaşılınca “hava gibi insan bedenine girmelerinde hiç bir mâni düşünülmemelidir. Rüzgâr ve alıp verdiğimiz nefes, nasıl bedenlerimize giriyorsa, cinler de öylece girerler. Yel gibi çıkarlar”  Bu, cevherlerin aynı yerde birleşmesini icap ettirmez. Cisimlerimize, gayet ince bir cismin, kaplara girdiği gibi girip konarlar.
Soru: Pekâlâ onların dar cisimlerimize girmesi, parçalanmalarını gerektirmez mi?..
Cevap: Cisimlere giren şey demir veya odun gibi sert madde olduğu zaman, dediğiniz doğru olabilir; rüzgâr gibi olduğunda asla. Şeytanlar hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz. Çünkü onlar cisimlere girdiklerinde ya bütün vücutları ile girerler —ki vücudun kısımları birbirine bitişiktir— ya bir kısmı girer diğer kısmı dışarıda kalır. Her iki halde de parçalanması icap etmez. Tıpkı deliğine girmek isteyen yılan gibi. Bütün vücudu ile de girebilir, bir kısmı de. Şayet bir kısmı ile girerse diğer kısmı dışarıda kalır. -Buna rağmen yılan bölünmez.
İçimize giren cinleri sindirmiş de olmayız. Böyle bir şey düşünülemez. Çünkü bir şey yemek için çiğnemek ve yutmak lâzımdır. Bedenlerimize giren cinler ise, ne çiğneniyor, ne de yutuluyor. Hattâ midemize giren su bile çiğnenmemektedir.
— Pekâlâ bunlar, taşlara da girebilirler mi? diye sorulursa, «Evet» diye cevap veririz.

DAMARLARDA DOLAŞABİLİYORLAR MI?
Kadı Abd'ul-Cebbâr der ki: «Şeytan İnsanlarda kanların dolaştığı yerde dolaşır» hadîsi ve benzeri hadîslerden de anlaşılacağı üzere, onların ince ve cisimlere girebilecek bir halde olmaları gerekmektedir. Kaldı ki onların insan bedenlerine girdiklerini ispat edecek hadîsler de bildirilmiştir. Bütün bunlar gösteriyor ki, cisme girecek cisimlerin sert ve kalın olmaması gerekmektedir.
Bu hususta  aktarılan haberlerin şöhreti ve bu sahanın uzmanlarınca kabulü sebebiyledir ki, Ebû Osman b. Ubeyd şöyle demiştir: «Cinlerin insan bedenine girmesini inkâr eden kişi, dehrinin/materyalistin tâ kendisidir. O böyle demiştir çünkü cinler hakkında o kadar hadîs aktarılıştır ki, nerede ise namaz, oruç, zekât ve hac hakkında bildirilen hadîslere yetişecek miktarda. Öyleyse bu hadîsleri inkâr eden “red edici” sayılır. Bilinmesi ancak Allah’ın elçisi ile mümkün olan şeyleri red eden ise kâfirdir çünkü peygamberleri vasıtasıyla bildiren bizzat varlıkları yaratıcısı Allah’tır. Eser sahibinden daha iyi eseri bilebilecek olan olabilir mi?..
Mucizelerin ancak Allah tarafından meydana getirildiğini bilmeyen kimsenin, cisimlerin Allah tarafından yaratılmış olduğunu bilmesi de imkânsızdır. Bu durumda olan kimse, kendisini vücuda getiren bir kudreti, kendi nefsi (özbenliği) hakkında ki “Heran Yaratıcı” ilmini de inkâr etmiş sayılır. Ve kâinatın sonradan yaratılmış bir eser olduğunu kolay kolay kabul etmez.
Eb'ul-Kâsım El-Ansarî der ki: Onlar kalın cisim olsalar dahi, yine de yemek ve su gibi cisimlerimize girmeleri mümkün olur. Onların girmesi demek, insanların dokunmaları veyahut insanlar tarafından kendilerine dokunulması demektir.
Bâzıları da şöyle demişlerdir: İnsanlara girmesi demek, gölgelerini/enerjilerini onların üzerine salmaları demektir. Bu da dokunmak veya çarpmakla olur. Bu keyfiyeti de akıl kabul etmektedir. Ne var ki, onların insan cisimlerine girdiklerine, hatta şeytanın başını kalbe koyduğuna dair naklî deliller de sunulmuştur.
Şurası bir gerçektir sonradan yaratılmış olan herhangi bir yaratığın, başkasının hareketlerini tamamen kontrol etmesi mümkün değildir. O başkası ister melek, ister şeytan, ister insan olsun fark etmez. Şu halde çarpılmış olan kişinin hareketleri kendi fiilidir. Eğer çarpılmış kimse, kendisinde meydana gelen hareketleri yapmağa güç getirebiliyor ise öyleyse yaptıklarından sorumludur değilse sorumlu olmaz. İstem dışı hareketlere mecbur tutulmuş olur.


“YERYÜZÜ” DENEN SAHNENİN İLK OYUNCULARI...

İnsanoğlu ise “topraktan” yaratılmıştır. Yeryüzünün ilk sakinleri cinlerdir. Yeryüzünü kendilerine has teknolojilerini kötüye kullanarak adeta cehenneme çevirdiler, cinayetler işlediler. Bunun üzerine Allah onlara “el-Haris/sonradan İblis” ve arkadaşlarını göndererek onları deniz adalarına ve dağların eteklerine sürdürdü. İblis bu işi başarınca mağrurlandı, «Kimsenin yapamadığı işi ben yaptım!» dedi. Allah onun kalbindeki kibri biliyordu. Yanındaki meleklerin tabiî iblisin, kalbinden geçirdiklerinden haberleri yoktu.
İbn-i Şaklan'ın bu sözünü, İbn-i Şihab'dan yapılan şu rivâyet teyid etmektedir: İblis Cinlerdendir. O, cinlerin babasıdır, tıpkı Âdem'in insanoğlunun babası olduğu gibi.

İÇ İSTİHBARATÇI...
Nas suresinde geçen «De ki: İnsanların Rabbi, insanların Melikine sığınırım.» ayetiyle, günahlara sebep olan kötülerden ve kötülüklerden kurtulabilmenin yegane çaresinin Allah'a sığınma olduğu telkin edilmektedir.
Bu sûreden önce gelen Felâk sûresi ise, “sihir” ve “ateşli kıskançlık” ile başkası tarafından yapılan zulme sebep olan fenalıktan Allah'a sığınmayı beyan etmektedir ki bu dış sebepleri teşkil eder.
Nâs sûresi ise, kulun kendi nefsine zulmetmesine bahis olan iç şer kuvvetleri  hakkındadır.
“...min şerri vesvasil hannas...”  Birinci şer odağı ayetten de anlaşılacağı gibi “El-Vesvâs”.
_ Nedir bu vesvas?.
_ Halk içinde bilinen adıyla Vesvese”. Vesvese'nin aslı, hareket ve his edilmeyen gizli bir “iç ses”dir. Ondan kaçınılması ciddi bir “nefs bilgisi” yani insanın içinde yaşattığı duygularını kontrol edebilmesi kontrolün iradesinde olmasıyla ilgilidir. Yoksa büyük psikolojik hastalıkların, kuruntuların odağı olarak her an gücünü ve çapını artırır.
Konunun araştırmacıları “El-Vesvas”ın hakkında fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bâzıları bunun vasıf olduğunu söylerken  bir kısmı da masdar/bunun bir kaynağı çıktığı yer olduğunu iddia etmişledir.
Sûre'deki “Hannas” kelimesine gelince: Anlamı “gizli” olmaktır. Ebû Hureyre'nin “Ondan gizlendim.” sözü bunu teyid eder. Kelimenin hakikati, meydana çıktıktan sonra kayıp olmak, saklanmaktır. Gündüzün yıldızların saklanması gibi...
Sûredeki “Yuvesvisû fî sudurinnasi” sözü şeytanın üçüncü sıfatıdır. Önce onun vesvesesi, sonra da bu vesvesenin (Hannas)yeri anlatılmıştır.
Kurân'ın şu hikmetini ve verdiği stratejisini düşünün ki, “Vesvâs” ve “Hannas”la vasıfları anlatılan şeytanın kötülüğünden nasıl sığınılacağını mükemmel bir tarzda açıklamış, sadece onun şerrinden dememiştir. Maksat onun bütün kuvvet unsurlarından olmasıdır. “Min Şerril Vesvas” deyince onun bütün kötülüklerini kapsamıştır.
Sonra bir de “Yuvesvisû Fi sudurinnasi” sözü var ki: İlahi mesajda, insanların göğüslerinde vesvese yapar denmiştir de, kalplerinde vesvese yapar denmemiştir. Elbette bunun da bir sırrı olmalıdır. Çünkü göğüs, kalb sahasıdır ve yuvasıdır. Ona geleceklerin tümü gelip göğüste toplanır. Sonra da oradan doğru kalbe girer. Şu halde o, dehliz gibidir. Göğüse, emirler ve iradeler kalbten doğru çıkar. Sonra her tarafa yayılır. Bunu anlayan, şüphe yok ki Allah’ın şu ifadesini de anlamış olur: «Göğüslerinizin içindekini yoklamak, yüreklerinizdekini temizlemek için Allah, sînelerdeki özü hakkıyle bilir.»
Şeytan kalp sahasına girer, oradan kalbe vermek istediği vesveseyi verir. Böylece vesvesesi/kurgusu doğru kalbe gider. Bu sebepledir ki Allah, “Şeytan ona vesvese verdi” buyurdu da (Onda) buyurmadı.

Kadı Ebû Ya'la der ki: Vesvas'ın, sadece kalbin anlayabileceği gayet gizli bir söz/sinyal göndermesi muhtemel olduğu gibi, fikir bazında bizzat kendisinin etkili olması da mümkündür. Sonra insana dokunma, çarpma ve saptırma gibi işler bizzat ondankaynaklanır.

Peygamber Efendimizin «Şeytan Ademoğlu’nda kanın aktığı yerde su gibi akar» hadîsiyle, vesvesenin kastedildiği de düşünülebilir.  Tıpkı “kaplerine dana içirildiler” âyetinde ki anlamın, “dana”nın kendisi değil de, altın buzağı sevgisi olduğu kastedildiği gibi, denilirse şu cevap verilir: Eğer o, insanın vücuduna girmemiş olursa vesvesesi hissedilmez. Çünkü hariçte olan söz veya ses, kulağına duyurmadıkça insan işitemez. Şeytanda insana duyuracak ses yok ki. O nefsin insanın iç benliğiyle konuşması gibi konuşur.

Bâzılarına göre o, cismi lâtif/hava gibi şeffaf olduğu için Ademoğlunun cesedine girer ve vesvese/kuruntular verir. İnsana adî ve basit düşünceler verir. Allah buyurmuştur: «İnsanların göğüslerinde vesvese yapar.»
       Konuşması mümkündür. Büyülenmiş kişinin esir olduğu sihir gibi. Sihir bir ses değil, ama büyülenen kişi onun etkisinden kurtulamamaktadır. Allah’ın Elçisinin bir hadisi bu konuyu adeta özetliyor, “Söz, sihirdir...” Tabi burada özel bir amaçla ve oktanla yapılan sözden bahsediliyor. Ayrıca günümüzde teknolojik olarak ses tıpkı ışığın el fenerinin ışığının bir araya toplanıp bir noktaya yönlendirildiği gibi yönlendirilebilmektedir. Yani kalabalıklar içinde sadece bir kişiye lazer ışınları gibi sesinizi bir noktada odaklayıp  gönderebiliyorsunuz...

“MİNEL CİNNETİ VENNAS”
Ayrıca  “minel cinneti vennas” sözü, “Ellezi yuvesvisû/ vesvese veren” sözünü açıklamaktadır. Buna göre vesvese veren varlıklar iki çeşit oluyor: “insanlar” ve “cinler.”
Cin, insanların kalbine vesvese veriyor. İnsanlar da insanlara vesvese veriyor “yoldan çıkarmağa uğraşıyor”, demektir. Demek ki vesvese veren, ins ve cin olarak iki türdür; vesveseye uğrayan ise yalnız insan olarak bir türdür. Yukarda vesvesenin, kalbe gizlice kötü duygu koymak anlamında olduğunu anlatmıştık. Bu ise insanlarla cinler arasında müşterek bir şeydir.

Kur'ân-ı Kerîm, insanların da tıpkı cinler gibi şeytanları olduğunu anlatmıştır: «Biz her peygambere de insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yaptık.» (6 - El-En'am: 112).
Ebû Bekr Abdullah b. Ebû Davûd Süleyman der ki: Hadîsçiler Muaviye b. Ebî Talha'dan şöyle rivâyet etmişlerdir: «Hz. Peygamber'in dualarındandı: “Allahım, kalbimi zikrine mani olacak vesveselerden berî kıl, benden şeytan vesveselerini uzak et.”
İbn-i Abbas'dan nakledilmiştir:
« Ağzını kalbin üstüne kor, durmadan üfler/emer yani vesvese/kuruntu verir insana. Allah zikredildiği zaman susar, Allah'ın zikri terk edildiğinde yine gelir. İşte Vesvas ve Hannas budur.»

ŞEYTANLAR İNSANLARIN VÜCUDUNA NEREDEN GİRİYOR?

Urve b. Rüveym'den alıntılanmıştır: «Meryem oğlu İsa Rabbine, şeytanın Ademoğlundaki yerini göstermesi için dua etmiş. Bakmış ki lanetlik şeytan başını tıpkı bir yılan gibi kalbin özüne salıvermiş zehirlemek için bekliyor .»
Kul Allah'ı andığı ve her ne olursa olsun Allah rızası için iş tuttuğu zaman susuyor; Bağlantıyı kopardığında ise yine kalbini emmeye ve vesvese/kuruntu verip huysuz ve huzursuz etmeye devam ediyor.
Ömer b. Abdulazîz'e dayanılarak anlatılmıştır: Bir adam, Rabbine, kendine şeytanın yerini göstermesi için dua etmiş, bunun üzerine Allah ona içi boş bir ceset gös-termiş, öyle ceset ki, içi dışından görünüyor. Şeytan bir sivri sinek şeklinde hortumunu kalbinin içine saplamış iğfal  ediyor. Kul Allah'ı hatırladıkça susuyor, dünyevi düşüncelere dalınca sokmağa devam ediyor.
Esuheylî der ki: «Peygamber Mührü “iki omuzu arasına” BEN şeklinde konmuştur. Çünkü şeytan insanoğluna oradan nüfuz eder. Peygamber bu mhürle bundan korunmuştur.»

ŞEYTAN’IN EN SEVDİĞİ SORU?
Urve babasından, o da Hz. Aişe'den (R.A.), Aişe de Allah'ın Resulünden anlatmıştır:
«Şeytan birinize gelip der ki:
_ «Seni kim yarattı?»
_ «Allah yarattı» diye cevap verince, bu sefer,
_ «Allah'ı kim yarattı?» diye sorar. Sizden biriniz böyle bir şeyle karşılaşırsa «Allah'a ve Resulüne iman ettim» desin. Çünkü böyle bir şeyi ancak bu giderir.»
Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî, Abdullah b. Muğaffel'den naklettiklerine göre Allah'ın Resulü şu nasihatte bulunmuştur:
«Sizden biriniz, yıkandığı yere kesinlikle idrarını yapmasın. Çünkü “vesvas”ın gücü ondandır.»
Müslim Osman b. Abil-As'dan rivâyet etmiştir: Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! Şeytan namazda ve kıraatta beni rahat bırakmıyor! Şöyle buyurdular:
«— O, Hanzeb denilen Şeytandır. Onu hissettiğin zaman, ondan Allah'a sığın ve soluna üç kere üfür!» Resûlullahın bu emrini dinledim ve Allah benden onu giderdi.»*

VESVAS VE İÇ İSTİHBARAT
Haccac b. Yusum sihirbazlıkla suçlanan bir adamın yanına gelerek,
_ Sen sihirbaz mısın diye sorar.
Adam: Hayır, diye cevap verir. Bunun üzerine taşlar avucuna koyar ve sihirbaz sandığı adama:
_ Bu avucumda kaç taş vardır, diye sorar. Adam, “Şu kadar taş vardır” diye cevap verir. Sonra öbür avucuna taş alır fakat saymaz.
_ Pekala bu avucumda ne kadar taş var? Diye sorunca:
_ Bilmem, der.
_ Peki ilkini nasıl bildin?..
_ Onu sen bildin sonra VESVASIN öğrendi o da benim VESVASIMA haber verdi. Neticede o da bana haber verdi.
İkincisinde ise taşları saymadığın için sayılarını bilemedin haliyle sen bilmediğin için kalbine de bilgi gitmedi bu yüzden VESVASIN bilemedi, bilemediği için benim VESVASIMA haber veremedi. Eh artık ben onu nereden bilecektim dedi.

ŞEYTAN SİNEK ŞEKLİNDE, İSTİHBARAT TOPLUYOR;
Süfyan’ın oğlu Muaviye,  katibine haber göndererek gizli bir mektup yazmasını emretti. Ancak katip mektubu yazarken sürekli bir sinekle didişti. Bir ara  sinek mektubun üzerine kondu. Katip aniden elindeki kalemle sineğe vurunca “ayaklarından biri” koptu. Sonra mektup bitip sokağa çıkınca ilginç bir şey oldu:
_ Müminlerin  Emiri Muaviye, sana şu bilgileri yazdırdı deyip mektuptakileri olduğu gibi anlattılar.
Önce şok geçiren katip,
­­­_ Peki size bunu kim haber verdi dedi.
_ “Bacağı kesik bir Habeşli” gelip anlattı dediler.
Bunun üzerine katip müminlerin Emiri Muaviye’ye tekrar bir mektup yazıp durumu haber verdi.
Müminlerin Emiri cevabında şöyle yazıyordu:
_ Allah’a yemin ederim ki halka mektuptaki bilgileri haber veren insan şekline girmiş şeytandan başkası değildir. O senin kalemle vurup kalemle bacağını kopardığı sinekten başkası değildir. Önce sinek olup metubu okudu sonra insan kılığına girip halkın arasına karışıp muhbirlik yaptı!..
FELAK SURESİ (113. AYET)
1- De ki. “Sığınırım Rabbine o ağaran sabahın,
2- Şerrinden bütün yaratıklarının
3- Karanlığı bastığı vakit bir gecenin şerrinden
3-    Ve düğümlere üfleyen neffasların/üfürükçülerin şerrinden
4-    Ve şerrinden bir hasetçinin haset ettiği zaman!

NAS SURESİ (114. VE SON AYET)
1-    De ki “Sığınırım Rabbine insanların,
2-    Melikine insanların
3-    İlahına insanların!
4-    Şerrinden o sinsi (hannas) VESVASIN ki
5-    Vesvese verir göğsünde insanların
6-    Gerek cinlerden gerekse insanlardan.
Değerli okuyucumuza özel not:
Bir düşünceye göre Hannas, kıyamete yakın insanların nefisleriyle şeytanların bileşkesi sonucu ortaya çıkan hal. Bu yüzden bu surenin aynı zamanda Kuran’ın son süresi olması, kıyamet ve kıyamet alametleri zaviyesinden de görülebilir.