Manevî
âlemde Ali Efendimiz kadar çok ağır kimse yoktur. Cenab-ı Hakk, Hz. Ali
Efendimiz'i anlayabilmemiz için, onun büyük varlığından ışık
alabilmemiz için, bize bazı işaretler vermiştir. "Ben tanıyamadım, ne
yapayım, keşke tanısaydım, onun sırrına sığınırdım." deme kapılarını
kapatmıştır.
Neden?
Çünkü
yeryüzünde, Kâbe'de doğan ilk ve son insan Hz. Ali'dir. Annesi Hz.
Fâtıma. Efendimiz, Hz. Fâtıma için ikinci annem derdi. Mekke
sokaklarında bir alış verişe git¬tiği zaman sancılanmış ve çocuğun eve
dönmesine müsaade edemeyecek kadar kısa bir zamanda doğacağını anlayınca
yanındaki arkadaşlarının yardımıyla Kâbe'ye girmiş ve Hz. Ali
Efendimiz'i Kâbe'de dünyaya getirmiştir.
Bu
esrarengiz sırrın ardından, ikinci bir manevî diploma gelmiştir. Fahr-i
Kâinat Efendimiz, Hz. Fâtıma'nın doğurduğunu, bir erkek yavru meydana
geldiğini işitince evinden koşmuş gelmiş, Fâtıma sultanın evine ve Hz.
Ali Efendimiz'i yıkamıştır. İşte ikinci manevî diploma… Bunların bir
tanesi dahi hiç kimseye nasip olmayan hâdiselerdir. Nitekim Fahr-i
Kâinat Efendimiz mânâya teşrif ederken de Hz. Ali, Efendimiz'i
yıkamıştır. Bu karşılıklı iltimas biri doğuşu, biri âlemi Cemâle intikâl
edişi simgelemesi fevkalâde güzel bir hâdisedir.
Hz.
Ali Efendimiz çocukluk dönemini, henüz daha oyun çağını geçirmeden,
Fahr-i Kâinat Efendimiz'e tutkusu dolayısıyla, (o zaman Fahr-i Kâinat
Efendimiz kendi hane-i Saadetlerindeydi) her an Efendimiz'in yanında
olmaktaydı. Oyun, dünyaya ait işleri bir tarafa bırakıp, onun teneffüs
ettiği havayı teneffüs etmek, onun neşesini kavrayabilmek için devamlı
Efendimiz'in yanında ışıklanmıştır.
İLK NAMAZ
İslâmiyet’in
zuhuruyla beraber, pazartesi günü Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hatice
annemizle beraber ilk namaza başlamış, onları gören Hz. Ali bu namaz
ışığının sırrı içerisinde, kâinatın üçüncü cemaati olarak 10 yaşındaki
Hz. Ali salı günü iman edip, namaza başladığı için mânâ âleminde salı
fevkâlade önemlidir. Nitekim Akşemseddin, İstanbul'un fethinde günlerce
bekleyip, sabretti, manevî bir ceryanın intişarına maruz kalmadan
İstanbul'un fethi günü, Allah'a karşı niyaz ederken salı sabahı Ulubatlı
Hasan'a: "İş tamam, hadi bakalım asıl surlara." dedi.
Bu
hikmet, Hz. Ali sülietini temsil edebilmek, Hz. Ali'nin yenilmez,
kapıları açan sırrına sığınmak içindir. Ondan dolayıdır ki, mânâ
âleminde Müslümanlar için salı fevkâlâde uğurlu, önemli bir gündür. Tam
aksine Bizans için de salı bir felâket gündür. Bütün ümitlerinin söndüğü
şerlerin tükendiği gündür.
Ne
yazık ki, İslâm topluluğu zaman içerisinde bu mânevî eğitimlerden
mahrum kaldığı için, salı'yı uğursuz sayan aptallar görülmüştür.
İLMİN KAPISI
Fahr-i
Kâinat Efendimiz'in temsil ettiği ilmin kapısı, Hz. Ali'dir.
Bildiğimiz, kendi kafamızdan tahayyül ettiğimiz sıradan bir ilmin kapısı
değildir Hz. Ali. Hiç kimse kendisini bir takım kitap ve kütüphane
düşünceleri içerisinde görüpte işte bunların kapısıdır sanmasın. Çünkü
Muhammedî demek, maddenin, mânânın, Levh-i Mafhuz'un tümü demektir.
Nitekim Efendimiz'in "Ben ilmin şehri, Ali kapısıdır" emrinden sonra Hz.
Ali Efendimiz kendi ilminin hikmetini ve sırrını ancak Efendimiz
emrettikten sonra hissetti. Bu çok değişik bir hâdisedir, bir gizli
hazinedir onun ilmi. Efendimiz emrettiği zaman demek ki, ben ilmin
kapısıymışım diye düşünerek değil, gönlünden onun hikmetlerini alarak ne
kadar Cenab-ı Hakk tarafından ceryanla yaratıldığı, nasıl ikram sahibi
olarak yaratıldığı anlatılmıştır. Bunu zahir plânda, madde ilimlerinin
özellikle müspet ilimlerin anahtarı matematiktir, biliyorsunuz?
Matematik olmadan ne fizik olur, ne kimya olur, ne biyoloji olur, ne
teknoloji olur. Ne aya gidilir, ne uzayın sonsuzlukları bilinir. Mutlaka
matematiğe muhtaçtır.
Matematik
ilmini, ilmin kapısı olan Hz. Ali Efendimiz'e Cenab-ı Hakk toptan
teslim etmiştir. Nasıl teslim etmiştir? Matematik üç kademedir. Birinci
kademesi aritmetik dediğimiz bilinen sayıların yardımıyla bir sayı
bulmaktır. On üçle, kırk beşi toplarsanız; Yirmi yediyle, yüz seksen
yediyi toplarsanız, ikiyle çarparsanız, beşe bölerseniz, bu matematiğin
en kolay hâlidir. Asr-ı Saadete kadar matematik adına bilinen bu
aritmetik idi.
İLM-İ CEBİR
Hz.
Ali Efendimiz'e ikinci bir anahtar verildi. Neydi bu anahtar?
Bilinenler yardımıyla bilinmeyenleri bulmak, yani Cebir. Bunu Hz. Ali
Efendimiz, Hz. Hasan Efendimiz kanalıyla torunu Cafer-i Sadık
Efendimiz'e intikâl ettirdi. Cebiri yeryüzüne getiren gerçekten Hz.
Caferi Sadık' tır ve onun 20 yaşındaki talebesi Câbir, ilk Cebir
kitabını yazarak, aslında Âlem-i İslâm'a bir ışık tutmak, bütün ilimleri
İslâm kanalından akıtmak için şifreyi vermiştir. Sonra da o meşhur El
Câbiriye Kitabı Fransa'ya geçmiş, El-Câbir olarak, sonradan da Arşebül
olarak istifade edilmiştir.
Bütün
bilim adamları özellikle bir İtalyan bilim tarihi üstadı vardır. 0:
"Cabir olmasaydı televizyonu bin sene sonra seyrederdiniz" diyor. Çünkü
bütün teknolojik gelişme Cebirin Fransa'ya intikâl edişi 1640
yıllarındaki El-Cabiriye Kitabı sayesindedir. Ondan sonra cebir, ondan
sonra Fizik doğmuş ve bu sayede bugünkü insanlar İslâm’ı hor görenler
dahi onun sayesinde, arabaya binip bir yerden bir yere gidecek çareyi
bulmuşlardır. İşte Hz. Ali Efendimiz'in ilmi böyle bir ilimdir, sıradan
bir ilim değildir. Seni arabaya bindiren, havada uçurtan, roketi attıran
cebir ilminin tohumunu insanlara bağışlamıştır. Eğer Cebir ilmi
olmasaydı, maddesel ilimler küçük bir şeyden ibaret kalırlardı. Nitekim
dünya âlemi yüzyıllar boyu aritmetikle uğraşmış, Mısır’da ehramlar
yapılmış, piramitler yapılmış, bunun etrafında firavunların enva-i çeşit
kimyasal oyunları olmuş, fakat bir şey uymamış, zaman çarkı dönmemiş,
saat bulunmamış, makine bulunmamıştır. Bunların hepsi Hz. Ali
Efendimiz'in vasıtasıyla zuhur etmiştir. Niçin Cafer-i Sadık Efendimiz'e
bırakmıştır da daha evvelki bir nesile bırakmamıştır? Çünkü takdirin
zaman çarkı böyledir. Takdir o zaman diliminde intişarını istemiştir.
BİLİNMEYEN İLE BİLİNMEYENİN BULUNMASI
Cebirin
asıl üçüncü kademesi daha zor olanıdır. İlm-i cebir denilen kademesi
yalnız Hz. Ali Efendimiz'in tasarrufundadır. Bilinmeyenlerle,
bilinmeyenleri bulmak. Evvelâ bilinenlerle bilinmeyenleri bulduk, sonra
bilinmeyenlerle bilinenleri bulduk, üçüncü kademesi bilinmeyenlerle
bilinmeyenleri bulmak.
Peki,
nasıl olur? İnsan aklı almıyor, imkânsız gibi görünüyor. İşte o da Hz.
Ali Efendimiz'in anahtarını yaptığı gönül dediğimiz o müthiş ülkede
beyne ışınsal dürtüler yaparak mümkündür. Yani zihinsel faaliyette Cebir
öğrenilmez de, cebir problemi çözülmez de. Mutlaka gönülden alınan bir
mesajı, yine zihinden geçirerek zihin içerinde bir ilim hâline çevirme
sanatıdır. Bu mutlaka istisnalar içerisinde verilmiştir. Bu ilimin
yaygınlaşması tecelli etmemiştir. Bizzat Hz. Ali Efendimiz:
—
İlmî cebiri de verseydik insanlar tamamen dünyaya saracaklar, dünya
problemlerini kolay çözmenin rahatlığı, altında olacaklar ve mânâyı
unutacaklardı. Onun için ilmi cebiri vermedim diyor.
İLMİN ÇİFT KANADI
Gerçekten
ilmi cebirin bile ortaya çıkması, insanların dünyaya nasıl koşmasına
sebep olmuştur. İlmin kapısı olma sırrı içerisinde bunu arz etmek
istedim, bu ilmi çok iyi anlamak lâzımıdır. Nitekim Hz. Ali Efendimiz'in
ünlü sözü "HAKİKİ MÜRŞİD İLİMDİR" sözüdür. Buradaki ilimde kasıt da
çift taraflı ilimdir. Yani mânâ ile maddenin karışığı olan bir ilimdir.
Onun için bir mürşide ihtiyaç yoktu Mürşidle ilim nasıl kıyas
edilebilir. Bir tanesi mânâ der: veriyor, ilim madde dersi veriyor.
İlmin mürşid olduğun söyleyen Hz. Ali, ilmin mânâ ile birlikte zuhur
etmesi kastetmektedir. Bu çok önemli bir şeydir. Eğer gönlümüzde mânâ
varsa, ilim vardır. Ötekisi nedir? Bilgidir. İlim değildir, kompitüre
yazdırırsınız, elli milyon lira verirsiniz, ertesi gün size istediğiniz
bilgileri verir. 0 ilim değildir.
Peki,
ilimle bilgi arasındaki fark nedir? İlim yorum sanatıyla birlikte
verilmiş bir İlâhî keremdir, ikramdır. Eğer bir takım bilgileri
yorumlayabiliyorsanız ilimdir, yorumlayamıyorsanız bilgi deposudur. İşte
âletleri koyup koyup satıyorlar. Herkesin bilgilerini, herkesi
gizliliklerini açıklayacak kadar bir bilgi dağarcığına ulaştılar, ama
gönül ilmini bilsinler bakalım. Gönül ilmini yalız gönüller bilir.
Gönlünde geçen duyguları, gönlünde geçen güzellikleri ancak gönüller
bilir.
Hz.
Ali Efendimiz, işte böyle ilminin bir kanalıyla gönül sultanıydı. Hz.
Ali Efendimiz'i, zamanında pek çok siyâsî çevrelerin kabul edememesi,
hazmedememesinin sebebi, Hz. Ali'nin karşısında gönüllerin açık
olmasıydı. İnsanlar rahatsız oldular, o yüce sultanın karşısında
gidiyorsun içinde ne kadar mürailik varsa biliyor. Karşısında rahat
oturamıyorsun ki… İlmi mânâ ile matematik arasında bir dizeye yuvarlayıp
tek sembol haline getiren Hz. Ali Efendimiz bunun farkında olduğu için
ardından müteessir olmayarak, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in eteğinde
sadakatle, ihlâsla vazifesini yapmak ve sürdürmek zahmetine katlandı.
Çünkü Hz. Ali Efendimiz'in, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in hayat çizgisinde
var olduğu sıralarda büyük bir zevki vardı. Hem onun eteğinin etrafında
dolaşmak ve de en mühimi onun nurunun, nuru dediği Fâtıma annemize
hizmet etmek, onun eşi olmak şerefi. Hz. Ali Efendimiz'in dünyada
yaşamayı değer bulmaya ve her şeye rağmen bütün ilmiyle, bütün zevkiyle
her şeyiyle beraber Hz. Ali Efendimiz'in neşesi, Fahr-i Kâinat Efendimiz
bu dünyadan ayrıldıktan sonra büyük çileler başladı. Bunlar bildiğiniz
yalnız tarihi çileler değil, tartışmalar filân değil, onun gönlünde öyle
bir potansiyel, öyle engin bir manevî güç vardı ki, ancak Fâtıma
annemizin sırrı içerisinde tansiyonu düşüyordu. Fahr-i Kâinat
Efendimiz'den sonra, Fâtıma annemiz de bu âlemden göçünce Hz. Ali
Efendimiz perişan oldu.
Hz.
Ali Efendimiz'in bilhassa Medine'ye göçe kadar olan Mekke devrindeki
sırrını çok iyi idrak etmemiz lâzım. Hz. Ali Efendimiz'in varlığı 10
yaşından itibaren, 20 yaşına kadar olan süreç içerisinde Mekke'den bütün
melun taifenin İslâm'ı tahrip etme gücüne, şeytanın cirit atma
istemesine rağmen müessir olmaktaki bir zafiyeti vardı. Bunu tarihçiler
bilmez. Mekke'de Efendimiz'e karşı çıkan zerzevat takımı nefislerinin
arkasındaydı. Şeytandan ceryan alamıyorlardı. Niye alamıyorlardı? Hz.
Ali Efendimiz, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in peşinde dolaşıyordu. Şeytanın
en çok sıkıldığı görüntü buydu. Ondan dolayı melunların tuzakları hep
başlarına yıkılıyordu. Çünkü şeytan nerdeyse kendilerine yardım
edemiyordu, ceryanı kesikti. Bu kadar önemli bir hâdiseydi, Hz. Ali
Efendimiz'in hicret günü, o mucizevî ihlâs görüntüsü akla gelen, bütün
mantıkları yıkan bir hâdisedir. Nasıl yıkan bir hâdisedir?
Biliyorsunuz
İmânın iki yanı vardır. Birisi ihlâs, birisi sıdktır. İhlâsı Hz. Ali
Efendimiz temsil eder, Sıdkı da Hz. Ebu Bekir Efendimiz temsil eder.
İhlâs demek; "İçtenlik" demektir. İçtenlik tartışmasız bir gönül
merhalesidir. Bu gönül merhalesini ilk ve belki son olarak Hz. Ali
Efendimiz, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in gidip yatağında uyumakla gösterdi.
Buraya, iyice gönül gözünüzü açarak dikkat edin. Bir mümine, Fahr-i
Kâinat Efendimiz emretseydi, benim yatağıma yatacaksın, saklanacaksın,
ben o fırsattan istifade Mekke'den kaçacağım diye, pek çok talipli
bulunabilirdi. Ama burada bir incelik vardı. Oraya yatan insan soluğuyla
belli eder ki, kendisinin Fahr-i Kâinat olmadığını, heyecanından belli
ederdi. Hz. Ali yattı ve uyudu, bütün mesele burada. Bu ince nokta Hz.
Ali'nin imân ve ihlâsının âdeta tescil edilmiş bir örneğidir. Yatmak ve
uyumak…
Nitekim
Hz. Ali'yi yatakta gördükleri zaman, yine bir hususiyeti oraya şeytan
sokulamadığı için, onlar fark edemediler. Fakat Hz. Ali Efendimiz'in
manevî saltanatı böylece o yatakta tescil oldu. Hz. Ali Efendimiz'in bu
hikmetli sırrı, ihlâsını ortaya koyması gönlünde ilk yaprağı kaldırarak
bütün âlemlere beyan etmesidir. Sonraki safha da yani Medine safhasında
bütün savaşlarda, biliyorsunuz birbirinden ilginç akıl almaz maddî,
manevî güç görüntüleridir. Hz. Ali Efendimiz'den ve o güç görüntüleri
içerisinde en büyüğü de Hayber kalesinde, Medran'la savaşıdır. Yahudiler
her devirde olduğu gibi, her sahanın en teknik tarafını tutmak
isterler, en iyi savaşçı kim diye aramışlar, bulmuşlar, Medran diye bir
adamı. Bu adam sahneye çıktı, yeke yek savaştı. Bütün eski ortadoğu
savaşlarında evvelâ bir yeke yek yani teke tek savaş yapılır, bir kuvvet
gösterisi yapılırdı. Her iki taraf bu kavgalardan moral bulurlardı.
İslâm Ordularını paniğe uğratmak için Medran denilen tam manasıyla bir
goril, üç insan cesametinde, vahşi, terbiyesiz, edepsiz, çılgın bir
adam. Onu getirdiler İslâm Ordusunun karşısına. Hadi bakalım bir savaşçı
çıkarın da görüşelim! Herkes birbirinin yüzüne bakıyordu ama Medran'la
savaşmak mümkün değildi, dev makinası gibi… Hz. Ali Efendimiz o sırada,
ben varım Ya Resûlallah dedi. Hz. Ali Efendimiz ben varım dediği zaman,
zahir plânda yüzde yüz ölüme gidiyor demekti. Fahr-i Kâinat Efendimiz,
canı Fâtıma'sının sevgili eşinin, daha henüz çiçeği burnunda damadın,
ölüm makinasının önünde seyretme sırrına sahipti. Bu nasıl olurdu.
Ancak, Fahr-i Kâinat ve Hz. Ali'yle olurdu. Yoksa bu mantıkla, akılla
olabilecek bir hâdise değildi.
Nitekim
sahneye çıktığı zaman, o Medran bir palavra sıktı: "Ben şimdiye kadar
102 savaşa girdim, yüzünde ilk darbede, ikisinde de ikinci darbede
karşımdakinin elini kestim. Benim karşımda savaşılmaz. Sen Ebu Talib'in
oğluymuşsun, baban büyük adamdır, hadi çek git." dedi. Hz. Ali dedi ki:
"Palavrayı kes, gücün neyse göster görelim." dedi. Arkadan Merdan kılıç
salladı, bütün ashap gözlerini kapadı, o kılıçtan kurtulmak mümkün
değildi, ilk hamleden sonra gözlerini açtılar, çünkü Yahudi tarafından
bir şenlik sesi duyulmadı. Demek ki, bu darbeden Hz. Ali kurtuldu
anlamında gözlerini açtılar ki, Hz. Ali yayan, Medran, atın üzerinden
kılıcını sallamış, o kılıç darbesinden Hz. Ali iki yirmi sıçrayarak
kurtulmuş, kurtulması mümkün değil ama o gönlündeki ihlâs kudreti, o
yatağa girdiği zaman uyduğu o kudret var ya, ayağını yere bastığı an
sıçramış. Medran şaşırmış, bundan nasıl kurtulunur diye. 0 şaşkınlığı
sırasında Hz. Ali vurdu ve Medran'ı ikiye böldü, o koca kütüğü kimse
ikiye bölemez. Bu hâdiseden sonra İslâm cephesinde büyük neş'e, zafer
coşkuları oldu. Fakat Hz. Ali'de o kadar coşku yoktu.
Fahr-i
Kâinat Efendimiz'in huzuruna geldiği zaman yavaşça: "Ya Resûlallah ben
nasıl şehit olacağım?" dedi. Şehitlik öyle bir üstün mertebeydi ki, Hz.
Ali gibi Fahr-i Kâinat sevdalısı, ilmin, faziletin, ihlâsın temsilcisi
olan bir insan, o şehitlik tutkusunu bir türlü atamıyordu. Çünkü ben
Medran'ı da yendikten sonra başka kimse beni şehit edemez. Hz. Ali
Efendimiz'in ben ne zaman, nasıl şehit olacağım? Niyazı karşısında,
Efendimiz: "Fâtıma'ya söylerim." dedi. İki üç gün sonra Hz. Ali: "Ya
Fâtıma, Resûlüllah sana benimle ilgili bir şey söyledi mi?" "Söylemedi
Ya Ali…" Nihayet, üçüncü günü Resûlüllah, Hz. Fâtıma'ya gidip bir sûre
okudu. Hz. Fatıma müthiş gönlüyle bu sûreyle, Hz. Ali Efendimiz arasında
bir irtibat olduğunu hissetti. Efendimiz sûre-i Kadri okudu. Hz. Fâtıma
keskin zekâsıyla ve akıl almaz mânâ duygusuyla derhâl bu sûreyi çözdü
ve "Ya Ali, sen Leyle-i Kadir günü şehit olacaksın." dedi.
Leyle-i
Kadir, tek kutsal gün, bir yılın içerisindeki çemberde en kutsal gün,
26'yı 27'ye bağlayan Kadir Gecesi'dir. Bundan daha kutsal gün yoktur.
Çünkü Kur'an'ın yansıması Kadir Gecesi'dir. Onun için Allah'ın tam
coşkulu olduğu, merhametlerinin sonsuz olduğu, zevk-i ilâhinin dorukta
olduğu ve bütün güzellikleri hissetmek istediği bir gecedir. Onun için
kendini ne kadar günahkâr sayan katil varsa saniyede sıfırlıyor, Cenab-ı
Hakk. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın coşkusuyla günah arasında öyle garip bir
tezat vardır ki, bir anlık coşkusu altı milyar insanın yaptığı
günahların tümünü yok edecek bir esrara sahiptir. Ama insanoğlu, yirmi
yedisinden sonra yine başlar depo yapmaya, fırtına gibi çoğaltır
günahını…
Hz.
Fatıma'nın bu yorumu üzerine, 26'ye 27'ye bağlayan gecenin Kadir Gecesi
olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz: "Kadir günü
10 ilâ 30'u arasındaki tek günlerdedir" diye buyurmuştur. Ne zamana
kadar? Hicri 40. yılına kadar. Hicri 40. yılında Hz. Ali şehit olunca
herkes anladı ki Kadir Gecesi 27'sindeymiş. Bunun teyidini Hz.
Fâtıma'nın, Kur'an âyetlerindeki yorum ustalığıyla birlikte seyretmek
lâzım. Hz. Fâtıma Kadir Suresi’ni tekrar tekrar okudu, sûredeki esrarı
arıyor. Hz. Ali'nin şahadetiyle ilgili noktayı anlamaya çalışıyor,
Fâtıma annemiz.
Hz.
Ali ile yaptığı özel sohbette, "Sen nasıl bildin bu şahadetin Kadir
Gecesi'yle benim bir ilgim olduğunu'?" dediği zaman; Hz. Fatıma diyor
ki, "Allah, Kadir Gecesi için, Bin aydan hayırlıdır" diyor. Anahtar
burdadır. Çünkü Cenab-ı Hakk, Kur'an âyetlerinde bir şeyi tesdiden
bildirirken yani kuvvetlendirerek bildirirken, "bin ay" kelimesini
kullanmaz, "bin sene" kelimesini kullanır. Burda bir esrar vardır.
İkincisi "kutsaldır, şereflidir" kelimesini kullanmamış, "hayırlıdır"
diyor. Ya Ali senin Halifeliğine göz dikeceklerdir. (Daha ortada hiçbir
şey yok. Çünkü Hz. Fatıma annemiz Efendimiz'in âlem-i cemâle
intikâlinden hemen sonra o da intikâl etmiştir. Yani bu günleri görmesi
mümkün olmamıştır zahirde.) Senin halifeliğine göz koyanlar, senin
elinden Halifeliği almak isteyenler, bin ay saltanat sürecekler ama
senin şahadetin bütün zahiri plândaki debdebelerden hayırlıdır, âyet-i
kerime bunu bildiriyor" dedi. Herkes, Hz. Fâtıma'nın bu yorumundan sonra
evvelâ yakın ashab, sonra da geriye kalan bütün ashab biliyordu ki, Hz.
Ali Kadir Gecesi şehit olacak. Dört gözle bekliyorlardı şehit olacağı
günü, tarihi atıp Kadir Gecesi'nin artık o gün olduğunu bileceklerdi.
Ondan dolayıdır ki, Hicri 40'cı yılına kadar ashab Kadir Gecesi'ni,
Ramazanın son on günü içerisinde her gün kutlarlardı. Hz. Ali'nin
şahadetinden sonra kesinlikle Kadir Gecesi'nin ramazanın 27'ci günü
olduğu hükme bağlanmıştır. Bu âyeti kerimenin zarfını Hz. Fâtıma açtı,
yoksa aslında gizli bir hâdiseydi. Gerek Kadir Gecesi'nin tayini,
gerekse şahadetin hikmeti, gönül sırrıyla Hz. Fâtıma açtı.
Hz.
Ali Efendimiz'in ahlâkı itibariyle, bize ışık tutacak müthiş, bir
örneği vardır. İnsanlık sevgisi ve Allah’ın, yarattığı mahlûkata karşı
duyduğu engin feyz sırrı. Nitekim savaşlardaki bütün kudretine rağmen
biliyorsunuz, bir Bizans savaşında yine aynı şekilde müthiş bir hadise
gösterdi. Bir Bizans Kumandanını sıkıştırdı, yere yatırdı, tam kılıcıyla
boynunu vuracağı zaman, son çare, son nefret, Bizans Kumandanı Hz. Ali
Efendimiz'in yüzüne tükürdü. Hz. Ali Efendimiz kılıcını attı, defol kalk
git, dedi. Bizans kumandanı şaşkın: "Ne oldu Ya Ali!" diye sordu. Hz.
Ali: "Ben seninle Allah için savaşıyordum, ama sen bana tükürdün, olaki
bu kılıcın ucuna nefsim de karışır, o zaman katil olurum." dedi.
Öylesine engin bir Furkan sırrı vardır Hz. Ali Efendimiz'de.
Hz.
Ali Efendimiz'in bir türlü anlaşılamayan bir halifelik, bir politika
çizgisi devri vardır. Bu politika devrini maalesef pek çok insan
anlayamamış efendim, çok büyük zattı, fakat politikası zayıftır denecek
kadar aptallaşmışlardır. İlmin kapısında gizli bir şeyi yoktur ki,
politikası zayıf olsun. İlmin kapısı dedin mi olay biter. Bütün
güzellikleri, gerçekleri temsil edecek hüviyete sahip demektir.
Hz.
Ali Efendimiz'in halifeliği sırasında iki tane önemli hâdise vardır.
Bir tanesi, öyle bir gönül aynası ki, karşısına gelip bir şey arz etmek
isteyenlerin içinde ne varsa seyrediyor. Böyle bir yüce zatla
konuşabilmek için haysiyetli olmak lâzım. Haysiyeti dört dörtlük olmayan
bir kimse, Hz. Ali'nin karşısına gelip, ne üçkâğıtçılık yapabilir, ne
yalan söyleyebilir. Onun için birtakım insanlar gerçekten rahatsızdı Hz.
Ali Efendimizden. Gönüllerini okuyordu, nefretlerini biliyordu. Nitekim
bu hususta iki örnek vermek istiyorum: Biri, bir gün Hz. Ömer Fahr-i
Kâinat Efendimiz'in huzurunda sohbette iken: (Hz. Ömer'in göz perdesi
açılmış.) dinleyiciler arasında iki münafığın olduğunu görmüş, hemen
kılıcını çekmiş. Hz. Ali eteğinden tutmuş nereye gidiyorsun, demiş…
Münafıklar var Ya Ali… Onları, ben kırk günden beri görüyorum,
Resûlüllah doğduğu günden beri görüyor, bırak Fahr-i Kâinat Efendimiz
müsaade ettiğine göre biz bir şey yapamayız… Diyor Hz. Ali Efendimiz.
Bir
de yine Hz. Ömer'in bizzat anlattığı bir öykü vardır. Cenaze
namazlarında dikkat etmiş, (Bazılarında) Hz. Ali yok. Ya bir mazereti
oluyor, ya bir işe gitmiş oluyor. Hz. Ömer bunda bir iş var. Hz. Ali'ye
sormuş, "Ya Ali, bunu bana anlat" demiş. Hz. Ali Efendimiz, "Bazı
münafıklar var, gidemiyorum, gönlüm almıyor, adım atamıyorum." demiş.
Ondan sonra Hz. Ömer bakarmış Hz. Ali cenazede varsa, o da gelir namazı
kılarmış, yoksa o da kılmazmış. Bu gönlün açıklığından dolayı,
insanların ne denli rahatsız olabileceklerini ve Hz. Ali'nin peşinden
gitme kabiliyetlerini kaybedecekleri olayıdır. Bunu çok iyi bilmek
lâzımdır. Hz. Ali sevgisi, bütün müminlerin yüreğine dolmalıdır.
Hz.
Fâtıma'nın şefkâti, biliyorsunuz: Mahkem-i Kübra’nın savcısı Hz.
Fâtıma'dır. Öyle bir savcı ki, cezalandırmak için değil, herkese bir af
kapısı bulmak için görev yapan bir savcı, bu savcının sempatisini
toplamak herhâlde Hz. Ali ceryanını taşımakla mümkün olur.
Hz.
Ali Efendimiz'in bu sırrı yanında çok önemli hilâfeti sırasında
teşekkül etmiş sırrı da dünyayı bize tanıtmasıdır. Hz. Ali'nin yaptığı
tamimler, devlet adamlarına yaptığı tamimler, bir zamanlar onları mümkün
olduğu kadar özetleyerek göndermiştir. Bir ülke nasıl yönetilir, ne
beklenir, bir yönetici hangi şartlarda muvaffak olur? Bunları tek tek
bildirmiştir.
Hz.
Ali'nin bu geniş disiplinli mânâ sırrı içerisinde yönetimini yürütürken
muhalifleri durmuyordu. Karşı ekipte Muaviye çıktı, bir takım paralı
askerleri toplayarak, Hz. Ali'nin hilâfetini sarsmak, yok etmek için
ordular meydana getirdi. Sıffeyn Savaşları meydana geldi. Bu Sıffeyn
savaşı bir taraftan sürerken, halkın olaya iştiraki çok önemliydi. Halk
bir türlü Hz. Ali çemberi etrafında istediği yoğunluğu yapamıyordu,
neden? Demin söylediğim gibi onun manevî gücüne tahammül edip, onun
arkasından cesaretle gelebilecek imana sahip değillerdi.
Hz.
Ali, Hz. Selman'la bir gün Şam'a ticarete gidiyorlar, üç deve ile.
Yolda çok susamış bir adanı görüyorlar, nerdeyse susuzluktan son
nefesini verecek. Hemen Hz. Ali, Selman'a biraz su ver, yiyecek
istiyorsa onu da verelim, diyor. Selman adama suyu verince, adam: "Oh…
Allah sizden razı olsun…" diyor. Hz. Ali, develerden birisini ona
yüküyle ver, Allah'ın rızasını talep etti, bir suyla ödeştiremeyiz
Allah'ın rızasını. Onu da verdikten sonra adam, "Allah yüceliğinin
sonsuzluğunca razı olsun" deyince, ikinci deveyi de veriyorlar.
Böylesine
dünyadan maddesini kopartmış, ama mânâsını var kılmış, yüce Sultanın
her zaman kulağımızda sır olacak büyük hikmetlerinden bir tanesi: "Para
çok iyi bir küle, çok kötü bir efendidir." Yani, siz parayı kendinize
efendi yaparsanız, bundan daha kötü efendi olmaz, ama kendinize köle
yapabilirseniz her türlü işinizi yaptırabilirsiniz. Nitekim para
hakkında söylenen bu en güzel süzün, batı dünyasında tartışmasız bir
yeri vardır. Aslında Hz. Ali'nin hikmetlerini, sırlarını çok iyi
anlamalarına rağmen manevî ceryan tezatından dolayı yaklaşamadılar.
Ancak siyasi kavgalara vesile olur mu diye, nifak olur mu diye
anlatırlar, din nedir, ne değildir diye. Biz Hz. Ali'yi sevdiğimiz için
gönüldaş, Alidaş diyoruz. Bir Müslümanın mutlaka gönüldaş ve Alidaş
olması lâzım. Bir siyasi tasnifle karıştırmamak için. Çünkü ne çare ki
bugün Allah'a en şiddetli şekilde inanan Hz. Ali olduğu hâlde ateistler,
aleviyim diyorlar. Hz. Ali, hayatında bir zerre içki içmediği hâlde,
adamlar biz aleviyiz, içki içeriz diyorlar ve içiyorlar. Büyük
hicrandır, büyük abestir. Hz. Ali'ye muhalefet; eden Muaviye ve Emeviler
dünya saltanatı ve kendi menfaatleri için tuzaklar kuruyorlar. Hz. Ali
bir tek taviz vermemişken onlar dünya menfaatlerine çok önem
vermişlerdir. En iyisi Siz Alidaş, gönüldaş olun.
Hz.
Ali Efendimiz'in şahadeti sırasında çok önemli bir hâdise geçmiştir.
Hz. Ali'nin şehit olması tekerrür ettiği zaman, yani Ramazanın 26'yı
27'ye bağlayan gece, sabaha karşı lbni Mülcem isminde bir hain bu
vazifeyle görevlendirilip, maddi menfaatlerinin doruğuna gelmiş, camiye
girmiştir. Her sabah, Hz. Ali Efendimiz camiye giderken, Hz. Hasan ve
Hz. Hüseyin Efendilerimiz de muhafız olarak giderlerdi. İlcisi birden
uyandılar dediler ki, "Babamız camiye niçin bugün erken gitti?" İbnî
Mülcem de yatsı namazından sonra duvarın dibine saklanarak camide kaldı,
sabah namazına kadar. Hz. Ali Efendimiz, camiye ilk giren oldu. İbnî
Mülcem uykuya dalmıştı. Hz. Ali Efendimiz İbni Mülcem'in ayağına bastı.
Bu çok büyük bir hâdisedir. Kaderine bak, kaderine dön, kaderini icra
edeceksin anlamında.
Sıffeyn
savaşlarında, Veysel Kârani, Hz. Ali'ye geldiği zaman çok önemli bir
söz söyledi. Savaşın sonuna doğru bir safhada Veysel Karani Yemenden
geldiğinde 80 küsur yaşında idi. Hz. Ali'ye haber verdiler Üveys geldi
diye. Hemen koştu gitti yanına, "Buyur sultanım bir emrin mi var, onun
için mi geldin?"…
“—
Hayır, senin saflarında savaşmaya geldim…” “Aman Sultanım, senin duan
yeter bize, senin himmetin yeter, savaşmaya ne lüzum var…”
Ama
duam kanımı akıtmıyor Ya Hz. Ali! Ben senin uğrunda şehit olmaya
geldim. Bu kan sana değer Ya Ali, biz Resûlüllah'tan böyle eğitim
gördük… Diye buyurdu.
Bendenizin,
Hz. Ali ilmine ait en müthiş bir cümle olarak kabul ettiğim; "Ey
insanlar siz Âlem-i Kübrasınız ve bütün âlemler Âlem-i Süğradır." Yani
siz büyük âlemsiniz, insan olarak, ama etrafınızda seyrettiğiniz
galaksiler, yıldırlar, semalar küçük âlemdir. Ekseriyetle, Hz. Ali
Efendimiz'in hutbelerini dinlerken insanlar çok şaşırırdı, öyle net,
kesin, dönülmez cümleler söylerdi ki, bir seferinde anlaşılması mümkün
değildi. Nitekim bu cümlesini emrettiği zaman, bütün insanlar küçük
âlem; bildiğimiz semalar, galaksiler, yıldızlar büyük âlem, dediler.
Hayır, dedi. Kesin olarak kelime şaşırtması yok, bütün âlemler küçük
âlemdir, siz büyük âlemsiniz. Çünkü bütün kesret âlemi, bütün varlıklar
Cenab-ı Hakkın sıfatından teşekkül etmemiş midir? Evet… Sıfatının
yansımasından teşekkül etmiştir. 0 hâlde sıfat tecellileridir. Peki,
Allah (cc) demiyor mu ki, "Ben müminin kalbine sığarım" diye, 0 hâlde
Cenab-ı Hakkın Zatı mı büyük olur, sıfatı mı büyük olur? Elbette ki zatı
olur. 0 hâlde insan âlem-i Kübra’dır. Bu çok büyük bir mânâ ilmidir,
isteyen hazmetmeye çalışır, istemeyen duymazlıktan gelir.
Hz.
Ali'nin hutbelerini, çeşitli kaynaklar özellikle şia kaynakları, bazı
sünnî kaynaklar toplamışlar ve Nehcul Belâga diye bir kitapta bir araya
getirmişlerdir. Nehcül Belâganın, Hz. Ali'nin hutbesine ait hutbelerin
yorumuyla doludur. Onun için Nehcül Belâga'nın yorumlarından pek çoğu
sünnîler ve alevîler arasında büyük tartışmalara yol açmıştır. Ama
tartışmalara yol açan hutbenin metni değil, yorumudur. Yorumlar farklı
yapılmıştır. (İnşallah Nehcül Belâgayı mutlâka okuyun, eğer mümkünse
taklid olmamış yorumlarının dışındaki nüshalarından okuyun. Zannediyorum
ki Abdülbaki Gölpınarlı'ın, Nehcül Belâga'sı en azından şuna haizdir.
Metinle yorumu ayırıyor. Birçoğunda hangisi yorum, hangisi hutbedendir
ayırmak mümkün olmuyor. )
Hz.
Fatıma'ya ait sırların bir kısmı da Nehcül Belâga'ya nakşedilmiştir.
Kur'an âyetlerinin yorumundaki anahtar, şifreler vardır, Nehcül
Belâga'da. Allah hepimize inşallah Hz. Ali sevgisi versin, onun feyziyle
huzuru mahşere gidip, Hz. Fâtıma karşısında mahçup olmayalım, eğer,
ceryan al¬madan gidersek kepaze oluruz. Evliya Çelebi, Fahr-i Kâinat’a
ait gördüğü ünlü rüyada (çok net ve müthiş bir rüyadır. Bu konuya fazla
eğilmiyorum. Yalnız bir şey vardır.) Hz. Ali'yi de aynı rüyada
görmüştür. Bu çeşitli İslâm büyükleri birbirinden nasıl ayırt edilir?
Dedikleri zaman, Evliya Çelebi, kokularından demiştir. 0 kokuların
içerisinde, Hz. Ali'nin kokusunu net olarak kırmızı karanfile
benzetmiştir. Bu kırmızı karanfil kokusu da şahadetinin bir anahtarıdır.
Çünkü
Hz. Ali şehit olduğu zaman, orada bulunanlar, hak dostları çıkan kandan
karanfil kokusunu pek net aldılar ve uzun müddet yaraları kanadı Hz.
Ali'nin. Niçin kanadı? Kıyamete kadar gelecek insanlar bu kokuyu rahat
alsınlar diye, nerdeyse kanı bitecek kadar serildi yere.
Yine
biliyorsunuz, Hz. Ali beden dediğimiz o iğreti varlığı teslim etmedi.
Hz. Ali'nin bedeni kayıptır. Hz. Şems'e, Mevlâna uzun yıllar sorduğu
zaman, bedenin nerde bizi perişan ettin, ya varsın, ya yoksun, ya şehit
oldun, ya olmadın… Ben Hz. Ali sünneti yaptım… Buyurmuştur. Biliyorsunuz
üç ihlâs, bir Fatiha okunarak hatim yerine geçme, Hz. Ali Efendimiz'in,
Efendimizden bizler için kopardığı bir bahşiştir.
Hz.
Fâtıma büyüdükten sonra, herkes Hz. Fatıma için Efendimiz'e dünür olmak
istiyordu. Bir gün Efendimiz diyor ki, galiba hepiniz Fâtıma'yla
evlenmek istiyorsunuz, kim çabuk hatim ederse, Fâtıma'yı ona vereceğim.
(Efendimiz bir hafta sonra evvelden bir sohbette buyurmuştur. Üç ihlâs,
bir fatiha hatim yerine geçer diye.) Herkes eve gidiyor hatimi yapmak
için, büyük bir çabaya girerken, Hz. Ali on dakika sonra geliyor. Tamam,
hallettim Ya Resûlallah… Nasıl olur ya Ali… Siz emretmiştiniz, üç
ihlâs, bir fatiha hatim sayılır diye. 0 sayede âlemlerin rahmet
denizinin kızına eş olma şerefine ermiştir. Onun için bu da bize Hz. Ali
armağanıdır.
Şimdi biz de onun ruhuna niyaz edelim ve üç ihlâs bir Fatiha okuyalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder