…tüm örneklemeler beş duyu mantığının dört boyutlu evrenine hitap etmek için oluşturulmuş mecazlardır, zâhirî ve bâtınî olarak hiçbir görüntüsel değerleri yoktur…
Üzeyr Kur’an’da ismi geçen büyük zâtlardandır. Resul olup olmadığı hakkında açık bilgi yoktur. Tevrat ‘da ve Tevrat’ı kaynak olarak kabul eden tarihçiler Resul olduğunu kabul etmektedirler. İslâm dünyasında da genellikle Resul olduğu görüşü kabul edilmektedir..
Üzeyr a.s.’ın özelliği kader sırrını yaşayarak anlamak istemesidir. Fakat kader sırrı anlaşılması, kavranılması en zor konulardan birisidir. Zor olma nedeni ise akıl ve bilinç kapasitesi yeterli hale gelmeden bu sırrı istemektir. Üzeyr a.s. bir “Resul akıl ve bilinci”ne sâhibtir ve akıl-bilinç kapasitesi çok yüksektir. Fakat kader sırrını tam olarak idrak etmek isteyince yine de “Allah sistemi gereği” Allah’ın kudret sıfatını dünya gözü ile görmesi gerekmiştir.
259-) Ev kelleziy merra alâ karyetin ve hiye haviyetün alâ uruşiha* kale enna yuhyiy hazihillahu ba`de mevtiha* feematehullahu miete amin sümme beaseh* kale kem lebist* kale lebistü yevmen ev ba’da yevm* kale bel lebiste miete amin fenzur ila taamike ve şerabike lem yetesenneh* venzur ila hımarike ve li nec`aleke ayeten lin Nasi venzur ilel ızami keyfe nünşizüha sümme neksuha lahmen, felemma tebeyyene lehu kale a`lemü ennAllahe alâ külli şey`in Kadiyr;
Yahut şu kimse (Üzeyir) gibisini (görmedin mi) ki çatıları, damları/duvarları üstüne çökmüş/alt üst olmuş (ahalisi helak olmuş) bir karye’ye (kasaba’ya, kente) uğramıştı da: “Allah şurayı ölümünden sonra nasıl diriltir?”, demişti… (Bunun üzerine) Allah onu yüz sene (lik bir süre için) öldürmüş, sonra ba’setmişti… “Ne kadar kaldın?” dedi (Allah)… O da: “Bir gün veya bir günün ba’zı/birazı” dedi… (Allah) buyurdu: “Hayır, yüz sene kaldın… İşte yiyeceğine ve içeceğine bir bak; hiç bozulmamış… Eşeğine bak… Seni insanlar için bir ayet (ibret) kılalım diye (bunu yaptık)… Kemiklere bak, nasıl onları çatıyor/iskeletini kuruyor sonra et giydiriyoruz onlara”… Kendisine iş açıkça belli olunca/durum netleşince şöyle dedi: “(Şimdi) biliyorum, ki Allah herşeye Kadiyr’dir”. (Bakara, 2/259; B Meal)
Üzeyr a.s. Allah’ın var etmesi, öldürerek yok etmesi ve öldükten sonra tekrar var etmesi hakkında şüphesi yok idi. Fakat bizim gibi bir bedensel yaşam sahibi insan olduğu için aklının iman ettiğini bedeninin de deneyimlemesi gerekiyordu. Böylece aklı ile iman ettiğine bedeni ile de şâhit olarak imanın en üst derecesi olan “îkan”a ulaşacaktı.
Kur’an’da Hakk Teâlâ Hz.leri konuyu Üzeyr ismi üzerinden bizim gibi “dar kapasitelileri” eğitmek için anlatıyor. Hitap Üzeyr’e değil her çağda yaşayan ve öğrenmek isteyen düşünce sahiplerinedir.
Âyetin tarihsel bilgisi içinde bâzı mânâlar da vardır.
Yıkılmış, terk edilmiş bir şehir harabesi insan bedenine benzemektedir. Bir şehir gibi olan bedenimiz de zamanla yıpranmaktadır. Gençlik, güzellik ve dinçlik an be an bizi terk etmektedir. Bedensel ölüm ile birlikte etler ve kemikler de bir bina gibi çökmekte ve toprak olmaktadır.
Allah’ın ölmüş, çürümüş, toprak olmuş bedenleri yeniden canlandıracağına (ihyâsına) her mü’min inanır. İnanmak sadece akıl iledir. Ne zaman ki inandığımız şeyi bedensel olarak da yaşarsak akla dayalı iman daha da kesinleşerek “îkan” haline gelir.
“İkan” (kesin iman) için akıl ve deneyim gereklidir. Bize göre aklı olmayan Üzeyr’in merkebi de ölmüş (bir rivayete göre)diriltilmiş fakat aklı olmadığı için “ikan sahibi” olmamıştır. Sadece bedensel deneyim yaşamıştır. Onun da farkında değildir.
Bu âyette çok açık olarak “ölmeden evvel ölmek” bilinci anlatılmaktadır. Üzeyr önce diri idi. Sonra “ölümün ikiz kardeşi uyku” ile yüz yıl boyunca “ölü ve gafil” hükmü ile yaşadı. Sonra aklın ve bilincin dünya boyutuna kapalı olduğu “ölüm/uyku/gaflet/bilgisizlik” yaşamından “uyandı”. Böylece Resulullah a.s.’ın “ İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” hadisinin dünyasal gafletten “ilme ve ifana uyanış” mânâsı gerçekleşmiş oldu.
Üzeyr a.s. ruh ve beden olarak “ben varım” zannından yaşadığı bu deneyim ile “ben yokum, var olan sadece Allah” bilincine yükselmiş oldu. Tasavvufi bilinç yolculuğunda bu aşamalar; yaratılmışlıktan Hakk’a ulaşmak, Hakk olduğunu idrak etmek ve tekrar aydınlanmış bilinç ile yaratılmışlık boyutuna inmek olarak özetlenebilir.
Bu bilinç açılımını yaşamış olan kişi kader sırrını kolayca anlayıp hazmedebilecek kıvama gelmiş kabul edilir.
***
Kaza; birimin özünde taşıdığı değere göre verilen ‘hüküm’ demektir. Meselâ, bir kişinin özü Allah’ın “hâdî” isminden oluşmakta ise o kişinin hükmü “hidayet ehli”dir.
“Hâdi” ismi Allah’ın zaman ve mekândan bağımsız olarak kendisine verdiği ezeli bir “hüküm”dür yâni “ezeli kaza”dır.
Allah’ın kendine verdiği isimler(*) sonsuzdur ve bir birinin aynısı değildir. Her isim/mânâ başkadır, tekrar yoktur. Tüm isimler ve mânâlar zât mertebesinde “ özü ve dışı yok” hükmündedir. “Allah” ismi altında toplanmışlardır.
Zât’da tek/toplu olan Allah isimleri bir alt boyutta yâni esmâ mertebesinde ayrı ayrı isim ve anlam olarak birbirinden ayrılır.
Nasıl ki içimizdeki sıcak nefes bir bütündür. Soğuk bir cama üflendiğinde zerre zerre buhar olarak cama yapışır ve zerre zerre tecelli eder. Tüm isimler ve anlamlar da Allah ismi içinde (Allah ism-i câmisinde) tek ve bütündür. Bir alt boyutta bağımsız isimler ve anlamlar olarak tecelli eder ve bu tecelliyat “Rahmâni nefes/Allah’ın ruh üfürmesi” kavramı ile sembolize edilmiştir.
Üfürülen ruh; isim ve anlamların bir alt boyutta tecelli etmesidir. Ruh diye bir enerjinin ya da soyutun bir varlıktan çıkıp başka bir varlığa sızması, girmesi (hululü) değildir.
(*)Başkasına isim vermez çünkü kendisinden başka isimlenecek ve isim verilecek varlık yoktur.
***
İlâhî isimlerin anlamları (bâtınları) ve anlamlarının görünümleri/zâhirleri Zât boyutunda yok hükmünde ve bütündür denilmişti.
Bu bütünlükten ayrılan her bir isim; diğer tüm sonsuz isimleri ve anlamları kendi özüne alarak (holografik bütünlük prensibiyle) bir birim olarak açığa çıkar. Meselâ; Allah’ın “Darr/ Zarara uğratan. Her şer kabul edilenin mutlak var edicisi” ismi diğer tüm isimleri kendi penceresinden yansıtır. Fakat yansıyan isimler “Darr” isminin rengiyle, tadıyla, kokusuyla yansır. Bu gerçek kırmızı camın beyaz ışığı kırmızı olarak yansıtmasına benzer.
Işık ve renklerin yansıma ilmini bilen her renkte “beyaz ışığı” aklı ile görür. Her isimde var olan tek mânâ ve tek fiil Hakk’tır.
***
Zât’daki “Hâdi” anlamı dünyada “Allah’ın ahad varlık” olduğunu bilen “bir birim” olarak tecelli eder.
Hâdi anlamının tecellisi olan bir birimde diğer tüm anlamlar da vardır. Fakat diğer anlamlar salt olarak değil Hâdi isminden Hâdi anlamına uygun olarak açığa çıkar.
Meselâ; ahadiyet ilminden yoksun olan bir câhil ahadiyet ilmine sahib olan bir âlime iftira atar. Âlim de câhile iftira atarsa “müntakim” (*) ismini dönüştürmeden tecelli ettirmiş olur. Cahilin aklının ereceği şekilde “ilim” ile cevap verip cahilin cehaletini giderir ise “müntakim” ismini “hâdi” isminden dönüştürerek yansıtmış olur. İlim ve iyilikle “intikam” almış olur.
(*)“MUNTAKİM: Zarar vereni yaptığının karşılığıyla ödeştiren/intikam alan”
***
Zât’daki “Hâdi” anlamı Allah’ın sonradan kendisine taktığı bir isim değildir. Zât’da önceden sonradan gibi “zaman” dilimi olmadığı için her anlam ve isim “ezeli ve ebedidir”. Zâtın/Hakk’ın/Allah’ın “Hâdi” ismine verdiği hüküm de ezeli ve ebedidir. Bu hüküm zaman algılamasına ve ikili varlık/ikili konuşma mantığına göre çalışan insan aklına göre anlatılmıştır. Şöyle…
“Hâdi” ismi Allah’dan kendisindeki anlamlara göre hüküm vermesini istemiştir. Kendisine varlık verilmesini istemiştir. Her anlam/isim de aynı şekilde kendisine varlık istemiştir. Her isim Hakk’a kendindeki ezeli bilgiyi vermiş ve Hakk’dan verdiği bilgiye uygun hüküm istemiştir. Ve Hakk her ismin ezeli olan anlamına göre hükmünü vererek sabitlemiştir. Bu hükmün tamamına tümel kader denilir.
Allah, şu isme şu kaderi yazayım da benim yazdığım onun ileride oynayacağı kaderi olsun diye hükmetmez. Çünkü Allah’ın kaderini yazacağı bir varlık mevcut değildir. Ancak Allah’ın zamansız, başlangıçsız ve bitimsiz sonsuz anlamları vardır. Her anlama bir isim verilir. Çok kısa bir söz ile “kader Allah’ın kendi değişmez isimleri, mânâlarıdır ve esmâ terkibleridir ” diyebiliriz.
Kader kalemi de böylece bir yazarın elindeymiş gibi anlaşılmaktan çıkar… Kader; Hakk’ın kendi ilmi ve mânâları olarak anlaşılabilir.
***
Bir birim: “Ben para fakiri olmayı istediğimi, böyle bir bilgiyi Hakk’a verdiğimi hatırlamıyorum. Kendi kaderimi kendim bu şekilde yazmış olamam” diye sorabilir. Ki… genellikle sorulmaktadır.
Birimin kendi hükmünü hatırlaması mümkün değildir. Unutmuş da değildir. Hatırlamak için önceki bir zaman diliminde yazmak, sonra unutmak ve gelecekte oluşacak olan “şimdide” hatırlamak gerekir.
Para fakiri olan birim “ezeli ve ebedi” bir esmâ terkibidir. Kendi yazdığı ya da kendine yazılan bir senaryoyu sahnelememektedir. Ne ise odur. Kendi özünde diğer tüm isimlerin anlamları da vardır. Gelecekte bir zaman diliminde mutlaka “parasal zenginlik” esmâları onda açığa çıkacaktır. Fakat sadece dünyasal zaman algısı içinde “acele” etmemelidir. Sonsuz zaman içinde her birim kendisinin en mükemmel geleceğine doğru akıp gitmektedir.
23-) La yüs`elu amma yef`alu ve hüm yüs`elun;
(O) yaptığından sual edilmez… Onlar sual edilirler. (Enbiya,23 ; B Meal)
Parasal fakir olan bir isim tecellisi gerçek varlığa sahip değildir. Var olmadığı için “ben varım” zannı ile yine zannında tasarımladığı Allah’ı sorgulayamaz. Çünkü Allah o birimin ötesinde sorgulanacak olan “başka” değildir.
Birimin sorgulanması ise yine ötedeki “başka” varlık tarafından değildir. Birimin özü olan ismin sürekli değişen ve gelişen anlamlarla tecelli etmesidir.
Gerçekte “geçmiş ve gelecek” olmadığı için kader eskiden yazılmaz. Bir güç de eskiden yazmaz. Akıl ve beden gerekli ilim açılımlarına ulaşabilirse önce zamansızlığı idrak eder sonra kader konusunu zamansızlık bilincine göre değerlendirir. Kur’an ve hadislerde kaderin önceden olduğu beyan edilmektedir. Fakat bu öncedenlik zamansal açıdan değil boyutsal açıdandır. Hakk’ın zâtı, esmâ mertebesine göre önceki boyuttur. Kader sırrı da Hakk’ın zâtında tümel olarak mevcuttur. Bu tümellik esmâ âleminde ve dünyâ boyutunda açığa çıkan tecelliyata göre boyutsal (mertebe/makam) önceliktir.
Zamanın geçmişten geleceğe doğru akış zannı dünyâ boyutunda tecelli ile başlar ve hiçbir zaman kaybolmaz. Dünyada ve ahirette de bu zan ile var olacağız. Bu zaman zannı içinde “zamansızlık” gerçeğini “ilim irfan” olarak fark edeceğiz. “Zaman zannı” ve “zamansızlık gerçeği” bir birinin fonudur. Biri olmadan diğeri anlaşılmaz.
Birim; “Ben zamansızım” der ve zamansızlık fonuna bilincini sabitler. Birbiri ardınca gerçekleşen olayları “zaman akışı” olarak seyreder. Cadde kenarında sabit duran bir insanın akan araç trafiğini seyretmesi gibidir. Ya da…
Birim; “Ben zamanın içindeyim” der ve zamansızlığı aklı ve bilinci ile anlamaya çalışır. Aynı hızda düz ve sarsıntısız rayda hareket eden iki trenin hareketi, trenin içindeki gözlemcilere göre anlaşılamaz. Sâbitmiş, gitmiyormuş gibi algılanır.
Zamanın ve olayların etkisi altında kalmadan varlığı seyredene “Ebu’l-vakt/Ebül vakit” denilir, zamanın babası, zamanın kaynağı demektir.
Zamanın ve olayların etkisi ile varlığı seyredene ve düşünsel sıkıntıya düşene “İbnu’l-vakt/İbnül vakit” denilir, zamanın çarkları altında ezilen, zamanın çocuğu demektir.
Kader konusunu “Ebu’l-vakt” bilinci ile algılamak gerekir.
Allah’ın mânâları zamansızlıkta (Zât ve esmâ boyutunda) birbirlerine göre farklılıkları, zıtlıkları ve benzerlikleri ile sâbittir. Dünya boyutunda aklımız ve bedenimiz bu sâbitlikleri arka arkaya film şeridi hareketi gibi algılar ve “geçen zaman sanısı” ile seyreder.
Film şeridini sinema makinesinden çıkardığımızda her karenin sâbit ve tek anlam taşıdığını görürüz.
***
Ahad ve gerçek olan Allah kendi mânâlarını İnsan-ı Kâmil’de kader sırları ile seyretmektedir.
Seyir yeri İnsan-ı Kâmil değil de insan-ı nâkıs (ham insan/olgunlaşmamış birim)ise kader konusu “anlaşılmaz” hükmü ile hükümlenir ve ebedi fikir karmaşıklığına bulanır.
***
Zamansız boyuttaki hükümlerin (kaziyenin/taktir olunanın)bir sebebe bağlanarak ve bir zaman sanısı içinde detaylanmasına kader denilir.
Bedensel sınırlarımız nedeniyle Allah’ın “tümel kader” mânâsının tümel tecellisini “kendimize göre” birimselleştiriyoruz. Bedenimize âit, bedenimize göre planlanmış, bedenimize ve bilincimize göre biçilmiş ve dikilmiş bir “birimsel kader” var zannına düşüyoruz.
Bu zan da bizi kader konusuna karşı perdeliyor.
Zât’daki tek mânâ âlemlerde “tek tecelli” olarak yansımaktadır. Bu gerçek birimselleştirilerek anlatılırsa anlatım tarzına göre çeşitli “kader ekolleri” oluşur.
Cebriye, kaderiye gibi ekollerin yanılgısı kader konusunu “tümel kader”in dışına birimsel olarak taşımalarından kaynaklanır.
***
Allah indinde “bir mânânın” sonsuzca açılımı söz konusudur. Meselâ “ilim” tek bir mânâdır. İlmin açılımı ise sonsuzdur. “Cahillik” de bir mânâdır ve açılımı da sonsuzdur.
Resulullah a.s.’ın “ben günde en az yetmiş kez tevbe ederim” demesinin hikmeti ilmin sürekli artmasına işarettir. Tevbe dil ile yapılan tekrar değil, önceki bilinç seviyesinden bir üst bilince… bir üst bilince durmadan yükselmektir. Yetmiş sayısı da sembolik olarak “defalarca, hiç durmadan” anlamında kullanılmıştır.
“Allah her an yeni bir iş ve oluştadır” mealindeki âyet, bir mânânın sürekli üst mânâlarına yükselmesini de anlatır. Bu da varlığın tümel olarak “bir anda yok edilip diğer anda yeniden var edilmesidir”. İnsan bilinci bu an içinde yok oluş ve aynı an içinde daha üst açılımla var oluş halini “zaman” olarak algılar.
Bu zaman algısı olayları birbirine bağlar ve kader çarkını döndürüyormuş zannı verir. Hâlbuki bir an önce yok olan (helâk olan) tamamen yokluğa dönüşmüştür. Defter kapanmış, hesap görülmüştür. Yeni an “yenidir”. Yeni olan haller eskinin devamı değil, daha mükemmel bir üst boyut açılımıdır.
Her an yeni bir iş ve oluş gerçeğini fark edemeyen kader sırrını da fark edemez.
***
Bir şey nasıl olur da hem yok hem var olur?
Bir mânâ Allah’ın Zât’ında “yok” hükmünde iken “esmâ” boyutunda ve dünya boyutunda nasıl “var” olmaktadır?
Allah’ın Zât’ındaki yokluğumuz “mutlak yokluk” anlamında değildir. Çünkü mutlak yoktan hiçbir şey çıkmaz. Zât’daki yokluğumuz bedensel ve bilinçsel tecellimizden evvelki (bir üst boyuttaki) yokluğumuzdur. Zât’da “beden ve bilinç olarak” yokuz fakat “bilgi olarak varız”.
Meselâ bir erik çekirdeğinde erik ağacı yoktur. Ağaç çekirdekte yok hükmündedir. Aynı zamanda gövde, dal, meyve, tat, koku, renk ve görünüm çekirdek içinde potansiyel (tasarım) olarak mevcuttur.
Erik ağacı çekirdekten çıktıktan sonra; “Ben neden eriğim? Ben neden şeftali değilim?” diye soramaz. Sorsa bile ona; “Sen potansiyel olarak erik idin. Erikden şeftali çıkmaz” denilir.
Hakk’ın ilminde ezeli olarak “said/cennetlik” olan cennetlik amellerle açığa çıkar. Aksi de aynıdır. Said olmak bir birime verilmiş anlam değil, said özelliğin kendisidir.
***
Kader sırına sahip olmayı isteyen Resuller ve Nebîler kader hakkındaki bilginin en yükseklerine ulaşırlar. Fakat hidâyete (kurtuluşa) davet ettikleri kişilerin özlerinin “iman ehli” mi yoksa “dalâlet ehli” mi olduğu bilgisine ulaşamazlar. Eğer bir kişinin özünün ne olduğunu başta bilselerdi beşeriyetlerine boşuna davetten dolayı bir bıkkınlık gelirdi.
Bir kişi ölünceye kadar özünün hangi hüküm üzere var olduğu bilinmez. Öldükten sonra son durumuna bakılır ve son durumuna göre mü’min ve ya mü’min değil hükmü verilir. Öldükten sonra da aynı yargıya devam edilir.
Bu yargı insana göredir. Bir de Hakk’a göre olan durum vardır. İnsanın iman ve imansızlık durumu son nefesi esnasında tam olarak açığa çıkar. İslâm dinini hiç duymamış birisinin özü ezelde “said/cennetlik” ise o kişi son nefesinde “mü’min” olarak ölür. Cennete girer. Bir kişi son nefesine kadar Müslümanlık amelleri işler fakat son nefesinde özü gereği “imansız” olarak ölür ve cehenneme girer.
Cennet ehli ve ya cehennem ehli olmak amellerimizle ilgili değilse neden iyi amel işleyelim diye sorulmuştur. Hiçbir şey yapmayalım ve ya nefsimizin hoşuna gidecek şekilde yaşayalım diyenlere… insan ne için yaratılmışsa o amacın yolu ve işleri ona kolaylaştırılır diye cevap vermiştir.
Resulullah a.s. kendisinin dahi amelleriyle cennete giremeyeceğini fakat kendisinin özünün said olarak yazıldığı için cennete gireceğini belirtmiştir.
(((… Bu konudaki detaylı bilgi için link … http://www.ahmedhulusi.org/kitap/akiliman.htm …)))
***
Zahirde ibadeti olan ile ibadeti olmayanın birbirlerinden üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece Allah’ın sistemini bilerek Allah’ın tavsiye etmediği şeylerden korunmaktadır. Bu korunmaya da “takvâ” denilmiştir.
Bu konu tasavvuf hikâyelerinde bir menkıbe ile şöyle anlatılır.
Çok değerli bir mürşidin dergâhında bir müridin kalb gözü açılır. Mürid, şeyhinin özünün değişmeyen kader levhasında “şâki” yani “cehennemlik” yazıldığını keşfeder. O andan itibaren şeyhine karşı soğuk davranmaya başlar. Müridin durumundaki zahiri değişikliği fark eden şeyh sebebini sorar. Mürid durumu anlatır. Mürşid, kendisinin kırk yıldan beri aynı hükmü gördüğünü fakat iyi amelleri işlemekte bir an dahi gevşemediğini söyler.
Geçek takvâ, cennet ve cehennem isteği olmadan yapılan ibâdet ve ilim çalışmasıdır. Hz. Muhammed a.s.’ın bizlere işaret ettiği kader anlayışı bu kapsamdadır.
***
Ümmetler ilimlerde (ulûm), bilgilerde (maârif), inançlarda (akâid) ve öğrenme kapasitesinde (isti’dât) birbirlerine göre farklı konumda gelmişlerdir. Hz. Muhammed a.s.’dan önce gelmiş olan ümmetlerin hakikat ilmini kavrama potansiyelleri düşüktür.
Ümmetlerin üstünlüğünü aynı inanca sahip toplumlar olarak anladığımız gibi bir dönem içindeki tüm insanlık seviyesi olarak da anlayabiliriz.
Tercih edilen tüm insanlığın anlayış seviyesidir.
Hz. Âdem zaman diliminde yaşayan insanlığın akıl ve bilim birikimi Hz. İsâ zaman dilimindeki tüm insanlığa göre daha düşüktü.
Hz. Muhammed a.s.’ın zaman diliminde yaşayan ve O’ndan sonra yaşayacak olan toplumlar genel anlamıyla “Muhammed Ümmeti” olarak isimlenir. Genel Muhammed Ümmeti içinde “Müslüman olan insanların toplamına ise “Müslüman topluluğu” anlamında “Müslüman ümmet” denilir.
Ümmetlerin üstünlüklerini genel insanlık anlayış seviyesi şeklinde anlamak daha isabetli olur. Aşağıdaki âyetleri bu kapsamda değerlendirebiliriz.
253-) Tilker Rusülü faddelna ba`dahüm alâ ba`d* minhüm men kellemAllahu ve refea ba`dahüm derecat* ve ateyna Iysebne Meryemel beyyinati ve eyyednahü Bi Ruh-ıl Kudüs* ve lev şaAllahu maktetelelleziyne min ba`dihim min ba`di ma caethümül beyyinatu ve lakinıhtelefu feminhüm men amene ve minhüm men kefer* ve lev şaAllahu maktetelu ve lakinnAllahe yef`alu ma yüriyd;
İşte Rasûller (ki) onların bazısını bazısı üzerine üstün kıldık… Onlardan kimi ile Allah konuşmuş, kimini de dereceler olarak ref’etmiş/yükseltmiştir… Meryem Oğlu İsa’ya beyyineler verdik ve O’nu (B sırrınca) Ruh’ül Kudüs ile teyid ettik… Eğer Allah dileseydi onlardan sonra gelenlerden, kendilerine beyyineler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi… Fakat ihtilafa düştüler de onlardan kimi iman etti kimi de inkar etti… Eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi… Lakin Allah dilediğini yapar. (Bakara, 2/253; B Meal)
55-) Ve Rabbüke a`lemu Bi men fiys Semavati vel Ardı ve lekad faddalna ba`danNebîyyiyne alâ ba’din ve ateyna Davude Zebura;
Rabbiniz Semavat’ta ve Arz’da bulunan bilinçleri ( B sırrınca) daha iyi bilir… Andolsun ki biz Nebîlerin bazısını bazısı üzerine tafdil ettik (fazlalandırdık)… Ve Davud’a da Zebur (Nübüvvet kapsamındaki ahkam değil, tesbih-dua-zikir-şükür gibi hususlar ihtiva eden bir kitab) verdik. (İsrâ, 17/55; B Meal)
Rabbiniz Semavat’ta ve Arz’da bulunan bilinçleri ( B sırrınca) daha iyi bilir… Andolsun ki biz Nebîlerin bazısını bazısı üzerine tafdil ettik (fazlalandırdık)… Ve Davud’a da Zebur (Nübüvvet kapsamındaki ahkam değil, tesbih-dua-zikir-şükür gibi hususlar ihtiva eden bir kitab) verdik. (İsrâ, 17/55; B Meal)
Resuller ve Nebîlerin birbirlerine üstünlükleri Allah’ı bilmek ve Allah’a yakın olmak anlamında değildir. Her Nebî ve Resul Allah’ı bilmede ve Allah’a yakınlıkta aynıdır.
285-) Amener Rasûlü Bi ma ünzile ileyhi min Rabbihi vel mu`minun* küllün amene Billahi ve MelaiketiHİ ve KütübiHİ ve RusuliHİ, la nuferriku beyne ehadin min RusuliHİ, ve kalu semi`na ve eta`na ğufraneke Rabbena ve ileykel masıyr;
Er-Rasûl (Rasûlullah), Rabbinden kendisine İNZAL olana (B sırrıyla) iman etti, mü’minler de (iman ettiler)… Hepsi, (B sırrıyla) Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve Rasûllerine iman etmiştir… O’nunRasûllerinden hiçbirini ayırt etmeyiz… “işittik ve itaat ettik, Ğufran’sın (mağfiretini isteriz) Rabbimiz, dönüşümüz sanadır”, dediler. (Bakara, 2/285; B Meal)
Resuller ve Nebîler zaman dilimine göre insanlığın anlayış kapasitesiyle konuşmuşlardır. Resuller ve Nebîler kendi zamanlarının bilgi birikim düzeyine göre diğerlerinden farklılık arzedebilir. Bu da özde üstünlük değil zahiri bilgilerde oluşan farklılıktır. Zâhiri bilimlerin ve bilgilerin getirdiği fark özü değiştirmez. Eğer değiştirseydi günümüzün zahiri bilginleri öz olarak geçmiş Resullerin özünden üstündür derdik. Fakat üstünlük günlük bilimlerde değil Allah’ı bilmek ilmi olan mârifettedir.
Hz. Muhammed a.s.kendisinden sonraki insanlık tabakalarının Allah’ı bilme ilmine ihtiyaçlarının geçmiş ümmetlere göre daha fazla olduğunu gördü. Önceki Resullere göre daha fazla bilgi açığa çıkardı. Daha fazla bilgi açığa çıkarma yönü ile diğer Resullerden daha üstün sayıldı.
Kur’an âyetleri ve hadisler iç içe çok anlamlıdır. Resulullah a.s. içi içe anlamlı konuşmakta tüm Resullerin en üstünüdür. Kendisinden sonra Nebî görevi açığa çıkmayacağı için kendisindeki “Velî”lik özelliğine ümmetinin âlimlerini vâris (mirasçı) olarak göstermiştir.
Velîler âyetlerdeki ve hadislerdeki iç içe sonsuz mânâları Muhammedî Nübüvvet nûru ile zamanın idrakine (anlayış mantığına göre) göre açığa çıkarmaya devam ederler.
Muhammedî ilmin gerçek mirasçıları bizlere Allah’ı hakkı ile anlatabilenlerdir.
***
71-) VAllahu faddale ba`daküm alâ ba`din fiyrrızk* femelleziyne fuddılu Bi raddiy rızkıhim alâ ma meleket eymanühüm fehüm fiyhi seva`* efe Bi nı`metillahi yechadun;
Allah rızık’ta bazınızı bazınıza tafdil etti (üstün tuttu, fazla verdi)… Üstün tutulan kimseler rızıklarını, sağ ellerinin malik olduklarına (ellerinin altındakilere) (B sırrınca) döndürücü değillerdir (vermezler)… (Oysa) onlar onda (rızıkta/ vahyin açıklanmasında, sistem realitesinde) eşittirler… Allah nimetini (B sırrınca, Allah ni’meti olarak) bilerek inkar mı ediyorlar?. (Nahl, 16/71; B Meal)
50-) Kale Rabbunelleziy a`ta külle şey`in halkahu sümme heda;
(Musa) dedi ki: “Rabbimiz her şey’e halkıyyetini (varoluş işlevine göre varlığını ve özelliklerini) veren, sonra da hidayet edendir (hedefine ermesini kolaylaştırandır)”. (Tâhâ, 20/50; B Meal)
Rızık; ruh ile ilgili ilâhî ilimler ve beden ile ilgili beslenme, giyinme ve barınma gibi iki özellik arzeder.
Hakk’ın Zâtı’ndaki her bir isim (esmâ) diğer esmâların mânâlarını kendisinde kendi öz yapısına dönüştürerek toplar. Dünyâ ve ahiret yaşamında her birim kendi özündeki bu mânâları “ilim rızkı” ve “bedensel rızık” olarak sonsuzca açığa çıkarma periyoduna girer.
Zât boyutunda iken rızk bir seferde bir anda toplanmıştır. Bu tek seferde toplanan rızka ezelde bilinen kader (kader-i mâlûm) denilir. Bilinen kader, bir ismin (esmânın) özünün sahip olduğu anlamların tümüdür. Ezeli olan ve değişmeyen “hüküm/kaza” budur. Bu hükümde miktar olarak artış ve eksiliş olmaz. Çünkü her birimin nimeti sonsuzdur. Sonsuzun artması ve eksilmesi akıl ve mantık kurallarına göre imkânsızdır. Bu sonsuz nimet dünya boyutunda sürekli değişim ve gelişim tecellisiyle açığa çıkar.
Her esmânın özü ve özüne göre topladığı diğer anlamlar değişik olduğu için ruhsal ve bedensel rızıklar da farklı farklı açığa çıkar. Ezeli zaman boyutunda bir seferde sahip olunan rızık, dünya ve dünyanın kesintisiz devâmı olan âhiret zaman boyutunda azar azar ve aşama aşama hissedilir.
***
Allah’ın ilminin bilinene bağlı olması, bilinenin de (mâlumun da) Allah’ın ilminin sonsuz mânâları (esmâları) olması nedeniyledir.
Meselâ yetmiş yıl ömrü olan bir birimin yetmiş yılda sahip olacağı ilim ve tüketeceği bedensel rızkı bir mânâ olarak bütündür. Açığa çıkışı ise aşama aşamadır.
Aynı birimin yetmiş yılda işleyeceği “iyi amelleri” ve “kötü amelleri” de ezeli boyutta tümel haldedir. Dünyasal boyutta çeşitli zamanlarda çeşitli nedenlere bağlanarak açığa çıkar.
***
Kader mekanizmasını bilmek bazı insana huzur verir. Başına gelenlerin ve gelmeyenlerin hepsinin ezeldeki kendi özünün gereği olduğunu bilir. Sadece sebepleri gerçekleştirir, sonuç ne olursa olsun “Neden böyle oldu? Neden şöyle olmadı?” diye kendisine azab etmez.
Meselâ bir meyve çekirdeğini toprağa diker. Çekirdeğin fidan olmasının zahiri şartlara bağlı olduğunu bilir. Toprağı sular, kabartır ve çekirdeğin filizlenmesini bekler. Fakat çekirdek çürüyebilir, çıkmayabilir. Zahiri şartları yerine getirdim fakat çıkmadı diyerek kendine zulmetmez. Çekirdek fidan ve ağaç olursa gerekli zahiri bakımlara devam eder.
Kader mekanizmasını bilmeyen ise oluşturduğu şartların sonucunun mutlaka pozitif olmasını ister. Sonuç negatif olunca kendisi hâriç her birimi ve zannında oluşturduğu Allah imajını yargılamaya başlar. Kendisine bu şekilde azab eder.
Kader mekanizmasını bilen bazı insanlar ise kendindeki eksikliğin hiçbir zaman giderilmeyeceğini anlar. Eksikliğin çalışma ile tamamlanamayacağını bilmesine rağmen bıkmadan usanmadan çalışır. Her an mükemmelliğin ve İnsan-ı Kâmil olmanın hasretini çeker. Bu tip birimler câhillere göre daha üstündür.
***
Allah’ın gazabı ve rızası; Allah’ın birimlere, birimlerin dışından uyguladığı bir ceza ve ödül değildir. Ezeli mânâ olan bir birimin özünü meydana getiren esmâların durumu gazabı ve ya rızayı oluşturur.
İnsan-ı Kâmil’in özü olan esmâlar tüm anlamları tam olarak toplayıp tam olarak açığa çıkardıkları için Allah onlardan razı olmuştur denilir. Ya da onlar Allah’ın rızasına ulaşmışlardır denilir.
Kâmil olmayan özlerde ise tüm mânâları tam hakkı ile açığa çıkaramamak durumu vardır. Bu eksiklik o özün tecellisi olan birime cahillik özelliği verir. Cahillik hakikat ilmine karşı perdeli olmaktır. Hakk bu perdelilikten razı olmaz hakk’ın razı olmaması ise bir yönüyle gazaptır. İlâhî sistemi okuyamayan sistemde eksiklikler ve fazlalıklar görür. Bu görüşten de azap doğar. Bu azaba ilâhî gazap denilir.
Rızaya ermiş olanlar rızanın farkında olurlar.
Fakat gazab ehli kendilerinin azapta olduğunu fark edemeyebilir. Bedensel zevklerini en iyiye yükseltmek için tüm ömrünü üstün bir gayretle geçirir. Bedensel meşguliyetleri onun ilim eksikliğini hatırlamasına engel olur. Bedensel aşırı çalışmayı ilâhi bir ödül olarak algılar ve azabı hissetmez.
Bir öğretmen çabuk öğrenen öğrencilere iltifat ederek onların ilminden razı olduğunu belirtir. Öğretmenin iltifatı öğrencinin şahsına değil öğrendiği ilminedir.
Öğretmen çabuk öğrenemeyen, öğrenme engeli olan öğencileri öğrenmeye teşvik için azarlar, gazap gösterir. Fakat gazaba rağmen bilinçte öğrenme engeli var ise öğretmen durumu olduğu kabul etmek zorunda kalır. Gazabı kalkar, onları azarlamaz. Ne kadar anlıyorlarsa o kadarını anlatır.
İnsanların özündeki potansiyel ilim ve iman durumu bu şekilde Allah’ın rızasını ve ya gazabını çeker. Rıza sürekli olur. Gazap ise geçici olur.
Birimlerin dünya ve âhiret boyutundaki rızaya ulaşması ve gazaba düşmesi de aynı örnekteki gibidir.
Her birim öz olarak Zât’da tüm eksikliklerden ve zıtlıklardan arınmışlık halindedir. Dünya ve âhiret boyutunda ise eksiklikleri ve fazlalıkları arınmaya muhtaç huylar olarak belirir. Allah’ın Rububiyeti (terbiye ile arıtması) birimlerin arınma ortamı olan cehennemin bir boyutudur.
***
Hakikatte tek olan kader sırrı tek tek birimlerin hepsinde toplam olarak yine tümelliğini korur. Kader bu tümelliği sayesinde çok sağlam ve çok azametlidir. Tüm varlığı tümelliği ile kuşatmıştır.
***
Birimlerin birbirlerine geçen ve geçmeyen hükümleri vardır.
Öğretme ve öğrenme, muhabbet ve dostluk, çekişme ve düşmanlık gibi şeyler birimlerin etkilemeleri ve etkilenmeleri ile geçiş yapar.
Birimlerin özlerine âit özellikler başkasına geçiş yapmaz. Meselâ Nübüvvet ve Risâlet ve Velâyet özellikleri bir birimden diğerine bulaşmaz. Çalışmaya ve disiplinli nefs eğitimine bağlı olan güzel ahlâk da başkasına geçmez sadece örnek olup başkalarına yeni ufuklar açabilir.
Bunun nedeni her birimin Rabb-i hassının (varlığını oluşturan temel esmânın/öz ismin) değişmez anlamı olmasıdır. Birimlerin zaman içindeki kendi değişimleri ise öz isim içinde olan diğer esmânın anlamlarının genişlemesi veya daralması ile gerçekleşir.
***
Nebîler ilimlerini özlerindeki ezeli potansiyel gereği direk olarak Hakk’dan alırlar. Vahiy almak için herhangi bir öğretmene ve ya kendi gayretleriyle vahiy alma hazırlığı yapmalarına gerek yoktur. Hakk’ı aracısız olarak tanıma, Hakk’ın sonsuz ilmini akıl ve bilinç yardımı olmadan direk okuma boyutunun adı “melekiyyet”tir. Meleklik Hakk’dan başka varlık algılamamak halidir. Bir Nebî melekiyyet boyutu ile vahyi alır, önce kendi aklına ve kendi bilincine tebliğ eder. Direk algıladığı ilme önce kendisi kayıtsız ve şartsız teslim olur. Sonra tümel aklını kullanarak insanların cüzî aklına göre vahyi âyetler olarak beyan eder.
9-) Kul ma küntü bid`an miner Rusuli ve ma edriy ma yüfalu Biy ve la Biküm* in ettebiu illâ ma yuha ileyye ve ma ene illa neziyrun mübiyn;
De ki: “Rasûller’den bir bid’ değilim (Rasûllük yoktu da onu ilk idda eden, Sünnetullah’da bulunmayan’ı bid’at eden değilim)… Bana ve size (B sırrınca, benim ve sizin varlığınız olarak) ne yapılacağını (dirayeten, şahsen) bilmem (vahyen-ilmen bilirim)… Bana vahyolunandan başkasına tabi olmam ve ben apaçık bir neziyr (uyarıcı, Rasûl) dan başka da değilim”. (Ahkâf, 46/9; B Meal)
Nebîler ve Resuller Hakk’ın ilmine Risâlet ne Nübüvvet özellikleriyle ulaşırlar. Hakk’ın ilmini ve kader ilmini tümel olarak alırlar. İlmin ve kaderin birimselliğine ise Nübüvvetin ve Risâletin ayrılmaz yönü olan “velâyet” özellikleri ile ulaşırlar.
***
Hakk ruh gözünden ve beden gözünden perdeyi kaldırınca iki görüş birleşerek “tam ilim” (ilm-i kâmil) hali oluşur. Bu halde keşif (gerçeği algılamak) sahibi olan zât baş gözü ve akıl ile idrak ettiğini ruh/kalb gözü (algılaması) ile de idrak eder.
Abdul Kâdir Geylânî Hz.leri döneminde bir kişi baş gözü ile Hakk’ı algılıyorum iddiasıyla ortaya çıktı. Şeriat ulemâsı (din bilginleri) o kimseyi dinin zahiri bilgilerine saygılı olarak konuşmaya davet ettiler. Fakat o kişi iddiasına devam etti. Bu gibi durumlarda Hakk’ı görüyorum demenin cezası ya iddiadan geri çekilmek, ya hapis ya da ölüm idi. Yasaları uygulamadan önce Geylânî Hz.lerinin görüşüne başvurdular.
Hz. Gavsı Geylânî buyurdu ki:
“Bu adam iddiasında doğrudur. Fakat mârifet ile ilgili bilgide noksanı vardır. Hakk Teâlâ hazretleri beden gözünden ve ruh gözünden perdeyi kaldırmış. Kalb gözünün nuru (nûr-ı basarireti) ile baş gözünün algılaması (nûr-ı basarı) birleşmiştir.
Hakk’ı idraki kalb gözü ile gerçekleşmiş iken o, bu hakikati bilmiyor. Hakk’ı beden (baş) gözü ile görüyorum zannediyor.
Din bilginleri bu açıklamadan tatmin olup Gavsı Geylânî’nin mârifet ilmine hayran oldular.
***
Üzeyr a.s. yıkılmış bir beldede yıkılmadan önce yaşayanların aynısının Hakk’ın kudreti ile tekrar oluşmasını zor bir ihtimal olarak gördü. Çünkü varlık dünyasında hiçbir şey bir an evvelki haline geri dönmüyordu. Geri dönmesi Allah’ın sistemine ters idi. Allah kendi koyduğu “geri dönmeme” kanunu kendi bozar mıydı? Bozmaz mıydı? Bu tür bir soru Üzeyr a.s.’ın özündeki kader sırrını öğrenmek programından/fıtratından doğmuştu. Yine de bu sorusunun cevabını alması ve ilmini tamamlaması gerekiyordu.
Yüz yıl uyudu ve uyandı. Yiyeceklerini hiç bozulmamış olarak buldu. Merkebinin ise kemikleri kalmıştı.
Hiç yoktan kemikler yaratıp, et ile donatmak ve hayat vermek çürümüş kemikleri eski haline döndürmekten daha zordur. Yüz yıl ölü hükmü ile kalmak ve yeniden hayat vermek de bir mucizedir. Fakat Hakk’a göre zor ve kolay ayrımı yoktur. Her iş ve oluş aynı derecede kolaydır. Bu mucizelerle hem Allah’ın geri dönmeme sistemi bozulmamış oldu hem de geriye dönmekten daha zor görünen mucizeler Üzeyr’e gösterilerek ilmi tamamlanmış oldu.
***
260-) Ve iz kale İbrahîymu Rabbi eriniy keyfe tuhyil mevta* kale evelem tu`min* kale belâ ve lâkin liyatmeinne kalbiy* kale fe huz erbeaten minet tayri fesurhünne ileyke sümmec`al alâ külli cebelin minhünne cüz`en sümmed`uhünne ye`tiyneke sa`ya* va`lem ennAllahe Aziyz’un Hakiym;
Hani İbrahim (de bir zaman): “Rabbim göster bana, ölüleri nasıl diriltirsin?”, demişti… (Rabbi) dedi: “İman etmedin mi ki?”.. (İbrahim) dedi: “Elbette (iman ettim; ilmel yakin olarak bildim); ama kalbimin mutmain olması için”… (Allah) buyurdu: “O halde KUŞ’tan (kuş cinsinden) dört (çeşit) al/tut… Onları kendine çek/alıştır/zabdet, sonra onlardan birer cüz olarak her bir dağın üzerine koy… Sonra onları çağır, sa’yederek/koşarak sana gelirler (zira boğazlanmalarından sonra artık onları sen dirilttin)… Bil ki Allah Aziyz’dir, Hakiym’dir”. (Bakara, 2/260; B Meal)
Üzeyr a.s.’ın Hakk’dan isteği Hz. İbrâhim a.s.’ın isteği gibidir. Ölülerin nasıl dirildiğini görmek istemiştir. Görmek isteği Hakk’ın kudretini, yoktan var edişini, öldürüşünü ve yeniden canlandırışını denemek için değildir. Ya da şüphe duymaktan da değildir.
Kalb ve beden algısını birleştirmek ve “yaşayarak bilme/Hakkel yakîn” ilim seviyesine yükselmek içindir. Bu istek soru gibi görünmesine rağmen bir duâdır ve hemen kabul olunmuştur. Fakat Üzeyr a.s. yeniden dirilmeyi kendi nefsinde yaşamıştır. Belde halkının dirilişini görmesine gerek kalmamıştır. Çünki kendi nefsinde dirilişi yaşamak bir başkasının dirilişini dışından seyretmekten daha etkilidir.
59-) Ve ındeHU mefatihul ğaybi la ya`lemuha illâ HU* ve ya`lemü ma fiyl berri vel bahr* ve ma teskutu min verakatin illâ ya`lemüha ve la habbetin fiy zulümatil Ardı ve la ratbin ve la yabisin illâ fiy Kitabin mübiyn;
Gayb’ın anahtarları O’nun indindedir (o halde gayb’a değil, O’na yönelin)… (Hiç kimse) bilmez onları, ancak O (bilir)… O bilir, Kara’da ve Deniz’de ne var ise… O’nun bilmesi dışında bir yaprak düşmez… Ne Arz’ın karanlıklarında bir habbe (tane), ne de yaş ve kuru (bir şey) yoktur ki Kitab-ı Mubiyn’de (“İNSAN”’da) bulunmasın. (En’âm, 6/59; B Meal)
Üzeyr a.s.’ın varlığın tümel kader sırlarını bilmesi ise âyet gereği imkânsızdır. Çünki Resul, Nebî ve Velî’nin bilinci ve aklı, içinde bulunduğu an gereği sınırlıdır. Hakk’ın ilmi ise her an sınırsızdır. Sınırlı olan aklın ve bilincin sınırsız olan tümel kader ilmini kuşatması mümkün değildir.
Esmâ mertebesinde sonsuz isimlerin her birisi birer anahtardır. Anahtarlar sadece kendi özlerindeki sonsuz kader ilminin kapısını açabilir. Sonsuz isimlerin hepsini açan anahtar ise Allah ismidir. Allah ismi ise sonsuz ve sınırsız varlığa işaret eden bir isimdir. Allah isimli anahtarı ancak sonsuz ve sınırsız olan varlık kullanabilir. Her yaprağın düşmesini, karada ve denizde olan tüm zerrelerin durumunu sadece sınırsız olan Zât bilir. İnsan ise sınırsız olan Zât’ın ilminde bir zerredir. Zerrede sonsuz ilim olduğu gibi yansır fakat insan kendinde saklı olan diğer sonsuz birimlerin kaderinin ayrıntılarını bilmez.
26-) `Alimülğaybi fela yuzhiru `alâ ğaybihi ehada;
(O,) gayb’ın bilenidir (ilim sıfatı O’nundur)… Kendi gayb’ı üzere bir kimseyi izhar etmez/muttali kılmaz.
27-) İlla menirteda min Rasûlin feinnehu yeslükü min beyni yedeyhi ve min halfihi rasada;
İrtiza ettiği ( seçtiği; arındırdığı) bir Rasûl müstesna… Muhakkak ki O (Allah), Onun (O Rasûl’ün) önünden ve arkasından rasad (gözeten, koruyan) koyar. (Cin, 72/26-27; B Meal)
İrtiza ettiği ( seçtiği; arındırdığı) bir Rasûl müstesna… Muhakkak ki O (Allah), Onun (O Rasûl’ün) önünden ve arkasından rasad (gözeten, koruyan) koyar. (Cin, 72/26-27; B Meal)
İnsan-ı Kâmil mertebesindeki çok az zât kader sırının bazı bilgilerini bilebilir. Meselâ tüm varlığı özünde toplamış olan İnsan-ı Kâmil her birimin zâhiri görünüşünü kendi nefsinde seyredebilir fakat her birimde gizli olan sonsuz tümel kader ilminin tamamını kuşatamaz. Her birimin zâtı bölünme olmadan birleşme ve sızma olmadan Hakk’ın zâtıdır. İnsan zât bakımından sonsuzdur fakat bedensellik ve birimsellik zannı ile kendisini sınırlamaktadır.
***
Allah’ın Zâtı’nda yok hükmünde olan esmâ mânâları Allah’ın kudreti ile varlık kazanır. Esmâlar Allah’ın kudret ve diğer sıfatlarına anahtar olur ve onları açar. Sıfatlar da esmâları zâhiri görünüme kavuşturarak anahtar olur ve açar. Böylece esmâlar sıfatların, sıfatlar da esmâların anahtarı olur. İnsan esmâ ve sıfatların tecellisi olmak itibarı ile aynı zamanda bir anahtardır.
***
İlim, hayat, işitme, görme gibi sıfatlar esmâlardan oluşan birimlerde yansır. Yaratma sıfatı ise yansımaz. Bunun nedeni; Allah’ın yaratması kendinde ezeli mevcut olan kendi ilmine bâtın ve zâhir anlamlar vererek var etmesidir. Allah kendi ilminden hâriç, kendi zâtından hâriç her hangi bir şeye varlık vermediği için “yaratma/halk” sıfatı birimlerde tecelli etmez. Allah’ın yaratması mutlak yokluktan değil kendi ilmî varlığındandır.
49-) Ve Rasûlen ilâ beni israiyle enniy kad ci`tüküm Bi ayetin min Rabbiküm, enniy ahlüku leküm minet tıyni kehey`etit tayri feenfühu fiyhi feyekûnu tayran Bi iznillah* ve übriül ekmehe vel ebrasa ve uhyil mevta Bi iznillah* ve ünebbiüküm Bi ma te`külune ve ma teddehırune fiy buyutikum* inne fıy zâlike le ayeten leküm in küntüm mu’miniyn;
(Onu) İsrailOğullarına (şöyle diyecek olan) Rasûl yapacak: “Hakikaten ben size Rabbinizden (B sırrınca) bir ayet/mucize olarak geldim/getirdim… Ben size çamurdan kuş şeklinde (bir şey) yaratırım; onda nefhederim (Can üflerim) de Bi-iznillah (Allah’ın izniyle o gerçek) bir kuş olur… (Anadan doğma) körü ve alacalıyı iyileştiririm… Bi-iznillah ölüleri diriltirim… Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi de (B sırrınca) size haber veririm… Eğer mü’minler iseniz bunda sizin için gerçekten bir ayet/ibret vardır”. (Âl-i İmrân, 3/49; B Meal)
Üzeyr ölmüş olan belde halkının gözleri önünde ihyâsını (yeniden canlanışını) birimsel varlığı ile seyretmek amacıyla istemişti. Allah’ın yaratması, öldürmesi ve ölüyü yeniden ihyâsı (canlandırışı) Allah’dan başka bir varlık tarafından anlaşılamayacak, sırrına ulaşılamayacak durumlardandır. Hatta Allah’ın her türlü iş ve oluşunu Allah’dan başkası idrak edemez. Üzeyr İnsan-ı Kâmil idi. Kendisine Allah’dan başka varlık zannı vermiyordu.
Allah’ın yeniden yaratmasını kendisine birimsel varlık zannı vererek, Allah’ın varlığını ayrı kendi varlığını ayrı olarak düşünerek seyretmek diledi. Bu bilinç ile seyr olmayacağını biliyordu. Ve bildiği gibi de oldu. Allah’ın yeniden yaratmasını hâriçte seyredemedi sadece kendi nefsinde yaşadı.
Hz. İsâ’nın âyetteki hitâbı kendi birimselliğinden değildir. Çünki birimsellikte yaratma kudreti tecelli etmez. Hz. İsâ’nın buradaki hitâbı kendi birimselliğini kaldırıp Hakk’dan başka varlık olmadığını hissettiği boyuttandır.
Bu durumda çamurdan kuş şekli oluşturup canlandırıp uçurmak Hz. İsâ’nın birimsel bilincinin fiili değil Hakk’ın İsâ tecelliyatıyla açığa çıkardığı fiilidir.
Hz. İsâ’nın bu mucizesi her an oluşan evrensel mucizeyi gözden kaçıranlar içindir. Evrensel mucizeyi her an görenler ise ilâve bir mucize istemezler.
Toprağın bitkilere dönüşümü, bitkilerin kuşlar tarafından yenilmesi, kuşun yediklerini yumurta haline getirmesi, yumurtanın yavru olup uçması asıl ve gerçek olan mucizedir. Evrende bu türde var oluş mucizeleri her an gerçekleşmektedir. Hz. İsâ evrensel mucizenin minyatürize edilmişini zamanı hızlandırarak göstermiştir.
Üzeyr ise ölüm haline girişini ve yeniden canlanışını yüz yıl süren bir zaman yavaşlaması diliminde yaşamıştır.
İki mucize görünüşte farklı olmasına rağmen özde aynı değerdedir.
***
Nebîlerin ve Resullerin ilâhî keşif ve açılımları “Velâyet” özelliği ile olur. Her Nebî ve her Resul aynı zamanda “Velî”dir. Nebîlik ve Resullük görevi dünya ile sınırlıdır. Velâyet ise âhiret yaşamında da devam eder.
Allah’ın emir ve yasaklarını halka bildirme görevi Nebîlik ve Risâlet gereğidir. Nebîlik ve Resullük görevi almamış olan İnsan-ı Kâmiller (Velîler) Allah’ın emir ve yasaklarını halka bildirmekle görevli değillerdir.
Velîler ancak özünde ilâhî sırlara kabiliyeti olanlara ulaşmak, onlardaki potansiyeli açığa çıkarmak için gayret ederler.
Hz. Muhammed a.s’dan sonra hiç kimse Allah’ın emir ve yasaklarını halka uygulatmak ile görevlendirilmez. Bu görev Nübüvvetin gereğidir. O’ndan sonra hiç kimse Nebî olamayacağına göre Allah adına insanları yönetme, emir ve yasakları uygulatma dönemi de ebedî kapanmıştır. Bu görev padişahlara, şahlara, krallara, başkanlara, başbakanlara, cumhur reislerine de verilemez. Hatta sadece adı halife aslı saltanat olan hilafet makamına da verilmez. Dört halife dahi insanları Allah ve Resulullah adına onların yetkisiyle değil kendi devlet başkanlıkları sıfatıyla yönetmişlerdir.
Nebî ve Resul olmayan Velîlerin halk (yaratılmışlar) üzerindeki tasarrufu siyasi/yönetimsel değildir.
Hz. İsâ’nın yeryüzüne inişini zâhiri anlamda kabul edenlere göre düşünürsek… Hz. İsâ dünya boyutunda tekrar bedensel olarak tecelli etsin. Hz. Muhammed a.s.’dan sonra Nebîlik ve şeriat (sadece Nebînin uygulayabildiği sistem) olmayacağı için Hz. İsâ “Velî” sıfatı ile gelir. Nebîliği düşer. Ve insanlar üzerinde Allah adına ya da daha önceki bir Nebî adına “yönetim ve zorlama” oluşturamaz. Din adına insanları toplayıp “velâyet” sıfatı ile savaşamaz.
Mehdî’nin de durumu zâhiren düşünülse…
Mehdî de “Nebî” olmadığı için “Allah’dan emir ve yetki” alamaz. Zâhirde ve başka boyutlarda “Nebî” yetkisine benzer işler yapamaz. Çünki Son Nebî’den sonra kevnî (fiziksel) mucizeler de kapanmıştır. İlmî mucize ise ancak Kur’an’a ait ve Muhammedî tevhid ilmine âit bilinç açılımları olmak üzere devam etmektedir
(((… Hz. İsâ’nın ve Mehdî’nin durumu daha önceki bölümlerin ekinde açık bilgi olarak verildi. …)))
***
257-) Allahu Veliyyülleziyne amenu yuhricühüm minez zulümati ilenNur* velleziyne keferu evliyaühümüt tağutu yuhricunehüm minen Nuri ilez zulümat* ülaike ashabün nar* hüm fiyha halidun;
Allah iman edenlerin Veliy’sidir… Onları karanlıkLARdan Nur’a çıkarır… Fiilen küfür (hakikatlerini örtme) halinde olanlara gelince, onların evliyası Tağut’tur (Allah dışındaki ilahları)… (O taptıkları ilahlar) onları Nur’dan karanlıkLARa çıkarırlar… İşte onlar Nar ashabıdır… Onlar onda (Nar’da) ebedi kalıcılardır. (Bakara, 2/257;B Meal)
28- Ve HUvelleziy yünezzilül ğayse min ba`di ma kanetu ve yenşuru rahmeteHU, ve HUvel Veliyyül Hamiyd;
O, onlar (kulları) ümit kestikten sonra ğays’ı (yağmuru, rahmeti) indiren ve rahmetini neşredendir (yayandır)… O, Veliy’dir, Hamiyd’dir. (Şûrâ, 42/28; B Meal)
Allah’ın “Resul ve Nebî” ismi yoktur. Bu isimler “tam kulluk halini” temsil eder. Resuller ve Nebîler “tam kuldur”.
Allah’ın “Velî” ismi vardır. Kullar esmâ mertebesinde “Velî” ismine mazhar olurlar ve Allah’ın isimlerinin özellikleri ile donanmış olurlar.
Meselâ soğuk bir demir ateşe sokulduğu zaman kızarır. Ateşin yakıcı özelliği ile donanır. Kızarmış olan demir “Ben ateşim ve yakıcıyım” dese doğru söylemiş olur. Demir ile ateş dönüşüm yaşamadan, aynı varlık olmadan, ayrı ayrı kaldıkları halde yakıcı özellik demirde tecelli eder.
Kul hiçbir zaman kulluktan başkaya dönüşmez. Hakk’ın durumu ve kulun durumu ateş ve demir gibi değildir. Gerçek olan Hakk’dır, kul ise Hakk’ın ilminde Hakk’ın esmâ terkibidir. Kul kendisini yok edemez var da edemez çünki kulun Hakk’dan ayrılığı ve birlikteliği söz konusu değildir. Dünyâ boyutunda kendi hakikatini tanır, esmâ boyutundaki “yok hükmündeki” varlığını bilir ve esmâ mertebesine âit olan Allah’ın Velî isminin özelliklerine mazhar olur ve Velî tecelliyatına ulaşır.
***
Nübüvvet Hz. Muhammed a.s.’dan sonra kalkmıştır. Hiç kimse “melekiyet” boyutu ile ve ya “meleksiz” olarak Allah’dan “Nebîlik” ile ilgili bilgi ve vahiy alamaz. Ancak Cenâb-ı Hakk kullarına lutfedip her kulunda Hz. Muhammed a.s.’dan yansıyan özündeki nübüvvet nurunu almadı. O nur ile Hakk’ın sıfatları, esmâsı ve fiilleriyle ilgili ilimler anlaşılabilir.
Gerçek âlimler yine o nur ile âyet ve hadisler ışığında her zamanın dertlerine çâreler bulur.
Âyet ve hadis ile çözüm sunulmamış olan konularda âlimler eldeki bilgilere dayanarak içtihat ederler. İçtihat, hüküm çıkarma usulüdür. Gerçek içtihat âlimleri zâhiri konularda Nebîlerin mirasçılarıdır.
Hakikati bilen âlimler (ulemâ-i ârifîn) ise ilâhî mârifetlerde velâyet nuru ile direk ilham aldıkları için bâtında Nebîlierin mirasçılarıdır.
***
“Nebîler aynı zamanda velîdir ve Nebî’nin Velîliği Nübüvvetinden üstündür” sözü duyulduğu zaman İslâmî ilimleri bilmeyenler itiraz ederler. Bu konuda bilgileri yetersizdir.
Ve bir evliyanın velîliği bir Nebînin nübüvvetinden üstün olamaz derler. Bu konuda ise isabetli düşünürler.
İşin hakikati ise şöyledir.
Nebî’nin dini emir ve yasakları bildirmesinin dışında vahdet ilminden kendi sözleriyle verdiği haberler de vardır. Vahdet ilmi Hakk’ın tek (ahad) varlık olduğu ile ilgilidir. Hakk’a yöneliktir.
Şeriat (Nebînin bildirdiği emir ve yasaklar) ise insanların günlük bedensel yaşamlarına yöneliktir.
Halk (insanlar) ikili (isneyniyyet) konuşma mantığından anlar. Nübüvvetin dili de ikili anlatım mantığı üzerine kuruludur. Yâni Allah’ın varlığı ve insanın varlığı gibi ikili anlatım mantığını kullanır.
Fakat Kur’an’da (Resulullah’ın bize okuduğu bilgi kaynağında) teklik mantığının kullanıldığı âyetler de vardır.
17-) Felem taktüluhüm ve lakinnAllahe katelehüm ve ma rameyte iz rameyte ve lakinnAllahe rema* ve liyübliyel mu’miniyne minhü belaen hasena* innAllahe Semiy’un Aliym;
Siz öldürmediniz onları, fakat Allah onları öldürdü… Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı (B harfi yazılmadan?)… Mü’minleri kendinden güzel bir bela ile denemek için… Muhakkak ki Allah Semi’dir, Aliym’dir. (Enf’âl, 8/17;B Meal)
Bu gibi âyetler ve tekliğe (ahadiyete) yönelik hadisler Muhammed Nebî a.s.’ın Veliyy-i Ârif (tam bilen velî) sıfatından gelir. Yâni Nebîler ve Resuller vahdet konularını “velilik” sıfatları ile açıklarlar.
Vahdet (teklik), ikilikten daha tam ve eksiksizdir. Vahdet daha mükemmel olduğu için Nebînin “Velîlik makamı” “Resullük makamından” daha tam, eksiksiz ve daha mükemmeldir.
Nebî ve Resul olmayan evliyanın velayet makamı Nebî ve Resul olan Velîlerin velâyet makamlarından daha düşüktür. Velîlik Nebîlikten üstündür denildiği zaman kastedilen Hz. Muhammed a.s.’ın Velayet makamının Nübüvvet makamından üstünlüğüdür. Başka bir velînin Nebîden üstünlüğü söz konusu edilmez.
Çünkü Nebî olmayan velî Hz. Muhammed a.s.’ın Nebîliğine tabidir (bağlıdır). Birisine bağlı olanın hiçbir özelliği üstün olamaz. Burasının dikkatle anlaşılması gerekir.
***
3-) Hurrimet aleykümül meytetü veddemü ve lahmül hınziyri ve ma ühille li ğayrillahi Bihi velmünhanikatü velmevkuzetü velmüteraddiyetü vennetıyhatü ve ma ekeles sebüu illâ ma zekkeytüm ve ma zübiha alen nüsubi ve en testaksimu Bil ezlam* zâliküm fisk* elyevme yeiselleziyne keferu min diyniküm fela tahşevhüm vahşevni, elyevme ekmeltü leküm diyneküm ve etmemtü aleyküm nı`metiy ve radıytü lekümül İslame diyna* femenidturre fiy mahmesatin ğayre mütecanifin liismin feinnAllahe Ğafurun Rahîym;
(Şunlar) size (İslam’ı Diyn edinen mü’minlere; Ümmet-i Muhammed’e) haram kılınmıştır:
MEYTE (İslami esasla zebh edilMEyerek kendi kendine ölmüş, kanı içinde kalmış tezkiyesiz hayvan; leş),
DEM (kan), domuz Eti, (B gerçeğince) Allah’dan ğayrı adına (şirkle) boğazlananlar; (henüz canlı iken) yetişip tezkiye ettikleriniz müstesna
MÜNHANİKA (boğularak öldürülmüş),
MEWKUZE (dış bir darbe ile vurularak öldürülmüş),
MÜTEREDDİYE (yuvarlanarak ölmüş),
NATIYHA (toslanarak/süsülerek ölmüş), yırtıcı canavarlar tarafından yenmiş hayvanlar;
NUSUB (dikili adak taşı, put) üzerinde boğazlananlar ve fal oklarıyla (B sırrınca) kısmet aramanız… Bütün bunlar FISKtır (Diyn’den çıkmaktır)…
İşte bu gün (bu haramların anlaşılıp, gereğinin yaşanması sonucu) kafirler sizin dininizden ye’se düşmüşlerdir (bu haramlara riayet edildiğinde hiç tesirleri kalmaz)…
Artık onlardan korkmayın, ben’den haşyet edin… (Bu ayetin anlattığı sistem dolayısıyla) bu gün sizin için diyninizi ikmal ettim, üzerinizdeki ni’metimi tamamladım ve sizin için diyn olarak İSLAM’a (Allah’a tam teslimiyet’e) razı oldum… Her kim batnın boşluğu/açlık dolayısıyla muzdar kalırsa, günaha meyletmeksizin (bunlara) mecbur olursa, muhakkak ki Allah Ğafur, Rahıym’dir. (Mâide, 5/3; B Meal)
Her ümmetin istidâtı (kapasitesi/potansiyeli) ne kadarsa Risalet ve Nübüvvet ilimleri de o kadar nâzil olur. Eğer Hz. Muhammed a.s. zaman diliminde ve O’ndan sonraki dönemlerde yaşayacak olan insanların Risâlet ve Nübüvvet kanalıyla nâzil olacak bilgilere daha ihtiyacı olsaydı Nübüvvet Hz. Muhammed a.s. ile mühürlenmezdi (son bulmazdı). Dinin inzâli (Allah tarafından bildirilişi) son bulduysa insanlar için İslâm’ı anlamak yeterlidir. Hz. Muhammed a.s.’ın anlattığı İslâm ne eksiktir ne de fazladır. Sadece Resulullah’ın dil mucizesindeki mecazların işaret ettiği gerçeklerin ehil bilinçler tarafından zamanın ihtiyaçlarına göre açılması gerekmektedir.
Şeriat getiren Nübüvvet ve Risalet, Resulün ve Nebînin vefâtıyla birlikte son bulmak zorundadır. Bu mertebeler babadan oğula, anneden kıza geçmez.
Âyette “İlmimi artır” denilmiştir, Risaletimi ve Nübüvvetimi artır denilmemiştir. Sıfatların ve isimlerin de artışı istenilmemiştir. Zâten sıfatlar ve isimler sonsuzdur. Hakk’ın tecellileri de sonsuzdur. Sonsuz olanı artır demek beyhûdedir. Ancak sonsuz olanı tanıtacak olan kişisel ilmimizde genişlenme ve artışı taleb edebiliriz.
Ümmetin “bilinen kaderi” Hakk’ın indinden parça parça sürekli indiğinden Nübüvvet ve Risâletin ilmi de ümmetin ihtiyaçlarına göre aşama aşama bildirilmiştir.
***
101-) Rabbi kad ateyteniy minel mülki ve allemteniy min te`viylil ehadiys* FatıresSemavati vel Ardı ente veliyyiy fiyd dünya vel ahireti, teveffeniy müslimen ve elhıkniy Bissalihıyn;
“Rabbim!… Gerçekten sen bana Mülk’den verdin ve bana hadiselerin te’vilinden öğrettin… Semavat ve Arz’ın Fatırı!.. Dünya’da ve Ahiret’te Sen’sin Veliym… Müslim olarak beni vefat ettir ve beni salihlere kat!”. (Yûsuf,12/101; B Meal)
Şeriat dünya yaşamıyla ilgili emir ve yasaklardır. Hâlbuki insanın dünya yaşamı sona erince dünya işleri (amelleri) de sona erer. Nübüvvet ve Risalet de dünya yaşamı ile son bulur. Fakat Velâyet dünyada da ahirette de son bulmaz. Bu gerçek Hz. Yûsuf dilinden yukarıdaki âyet ile beyan olunmuştur.
***
Velî ismi asaleten Hakk’a aittir.
Kullar ise;
Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanırsa… bu ahlâkı sıfatlarında ve isimlerinde tecellî ettirirse… kendi zâtının (varlığının) olmadığını var olan zâtın sadece Allah olduğunu kabul edebilirse… velî ismine vekâleten sâhib olur. Velî olan… Allah Bâkî olduğu için velâyet sıfatlarıyla sıfatlanan kul olarak bekâ bilincine ulaşır.
***
Hakk, kulları üzerine ezelen ve ebeden velîdir. Velî ismi ve velîlik sıfatı bâkidir. Nübüvvet ve Risalet “Velayet boyutunda” özel bir mertebe ve rütbedir. Velâyet gücü olmadan Risalet ve Nübüvvet gerçekleşmez (tahakkuk etmez). Fakat Nebîlik ve Resullük özel rütbesi olmadan Velâyet gerçekleşir (tahakkuk eder). Lokman’ın ve Zülkarneyn’in ve Üzeyr’in Kur’an’da adı geçen fakat Resul ve Nebî rütbesi olmayan “Velîler” olduğu kabul edilmektedir. Ayrıca ismi geçmeyen Hızır’ın da Velî olduğu kabul edilir.
Hakk Teâlâ Hazretleri kader sırrını tümel olarak Nebîlerine ve Resullerine açmaz. Eğer açar ise kimin iman edeceğini kimin iman etmeyeceğini keşfederler. Ve dâvetleri anlamsız olur. Kader sırrı açılınca davet son bulur. Davet görevinin son bulmasıyla Risalet ve Nübüvvet rütbesi düşer, geriye sadece Velâyet ilmi ve Velîlik kalır. Velâyetin ise davet görevi yoktur. Risalet ve Nübüvvet olmadan velâyet tahakkuk eder fakat velâyet olmadan Risâlet ve Nübüvvet tahakkuk etmez.
Üzeyr a.s.’ın davet görevine devam etmesi için kader sırrı ona tümel olarak açılmamıştır. Tümel olarak açılmasının imkânsız olduğu daha önce izah edilmiştir. (Resul ve Nebî’nin beşeriyeti sınırlı olduğu için Allah’ın sınırsız varlığını ve ilmini birden kapsayamaz, ancak her an tecellî ettirerek sonsuza kadar sonsuzun aynası olabilir…)
(((… Kader sırrının neden açılamayacağı Hz. Mûsâ ve Bir Kul’un (Hızır’ın) yolculuk hikâyesi ile ileride anlatılacaktır. …)))
***
7-) Ve kezâlike evhayna ileyke Kur’ânen Arabiyyen li tünzire Ümmel Kura ve men havleha ve tünzire yevmel cem`ı la raybe fiyh* feriykun fiyl cenneti ve feriykun fiys saıyr;
Hem Ümmü’l Kura’yı (karyelerin anası’nı, Mekke-i Mükerrem’e halkını) ve Onun havalesini uyarasın ve hem de kendisinde şüphe olmayan cem’ günü (için) uyarasın diye sana böylece (Onu) Arapça bir Kur’an (halinde) vahyettik… (Onlardan) bir fırka cennet’tedir, bir fırka da sa’iyr’ (alevli ateş) dedir. (Şûrâ, 42/7; B Meal)
105-) Ma yeveddülleziyne keferu min ehlilKitabi ve lelmüşrikiyne en yünezzele aleyküm min hayrin min Rabbiküm* vAllahu yahtassu BirahmetiHİ men yeşa`u, vAllahu zülfadlil azîym;
Ehl-i Kitab’tan kafir olanlar ile müşrikler, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler… (Ancak) Allah rahmetini (B sırrınca) dilediğine has kılar (özel rahmeti vardır)… Allah, Zül’Fadlil’Azıym’dir. (Bakara, 2/105; B Meal)
Âhiret yaşamında Risâlet ve Nübüvvetin getirdiği şeriat kalkacağı için âhiret ibâdet yeri değil mükâfat ve ya azâb yeridir.
Fakat üç sınıf vardır ki bunlara dünyâ yaşamında bir Nebînin şeriatı ulaşmamıştır.
1. İki Nebînin arasında yaşayan insanlar önceki şeriatı duymamılşlardır ve sonrakine de yetişememişlerdir. Bunlara “fetret” ehli denilir.
2. Dünyâ yaşamını mecnunlukla (aklî melekesini kullanamamakla, delilikle) geçirmiş olanlar.
3. Ergenlik çağına (dini ve toplumsal sorumluluk çağına) giremeden ölen çocuklar.
Bu üç sınıfın cennetlik ve cehennemlik amelleri yoktur. Ne ateştedirler ne de cennettedirler.
Sadece bu üç sınıfa özel olarak dünya ve âhiret yaşamı arasındaki geçiş zaman diliminde (berzah âleminde) “özel rahmet” ile ibadet ortamı oluşur. Allah’ın Adl ve Hakem esmâsı tecelli ederek cennetlik olanlar cennete cehennemlik olanlar cehenneme sevk edilir.
(((… İbn Arâbî’nin velâyet nûru ile izah ettiği orjinal keşiflerinden birisi de bu konudur. …)))
1 yorum:
söylenecek o kadar şey var ki,okudukça aklım gitti hayretten ve korkudan...susan kurtuldu..buyuruyor peygamber efendimiz sav...gerçekten de hayat tam bir hüzün tablosu..mechuliyetin altında insan korku ve ümidsizlik içinde kıvranmaz mı?(benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız sırrı)...acziyet içinde hergün ah u figan edip ağlamaz mı insan ya..?tek takıldığım bu kader konusuydu ve gerçeğini öğrendikçe yeisim de arttı...insanın keşkelerde boğulası geliyor...kim istediki bu kainat aynasında seyredilmeyi..?? :((((
Yorum Gönder