* * *
Bakmak, görmek…
Duymak, dinlemek…
Fark etmek, hissetmek…
Yürümek, gitmek…
Hangisi doğru-tam, hangisi yanlış-eksik…
Neye göre, kime göre?
Âlemin kitabı Yüce Kur’an, her insan, bir insan için indi, her şey ve herkese göre diye cevap vermemiz gerekir. Herkes için ama, bulunduğu konum itibarı ile güneş bile her şeye aynı etkiyi vermiyor.
ez-Zümer suresi, 9; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Aynen görenle görmeyenin bir olmadığı gibi.
Bununla birlikte algılama konusunu da hafife almamak gerekir, belki de pencere veya kapı (bab) olması açısından çok önemlidir. Doğru kapıdan veya doğru açıdan mı bakıyoruz?
Örnek vermek gerekirse, Kemal Gökdoğan’ın, “Allah Nurunu Serpti” yazısındaki örneği; güneşin karanlık olmasını ele alabiliriz. Aslında o sadece enerji yayan bir kütledir ve o kadar yoğundur ki, bizim bir şey görebilmemiz mümkün değildir. Ama biz bu enerjiyi ilahi bir rahmet olarak, bir ışık huzmesi olarak algılarız. Işığından ayrı, ısısından ayrı istifade ederiz. Toprak ana! Dersek eğer, mutlaka güneşe de baba! dememiz yanlış olmaz teşbih aleminde… Modern bilim bunu son yüzyılda belirlese de, Peygamber Efendimiz 1400 yıl önce bu gerçeği bakın nasıl anlatıyor, zamanı aşan bir hitapla;
Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki:
“Allah (cin ve ins dahil) mahlukatını bir karanlık içinde yarattı. Sonra üzerlerine kendi nurundan serpti. Bu nur, kimlere isabet ettiyse hidayeti buldular, kimlere de isabet etmediyse sapıttılar. Bu sebeple diyorum ki: “Kalem, Allah Teala`nın ilmi hususunda kurumuştur.” (Ravi: İbnu Amr İbni`l-As/Kütübü Sitte/Hadis No: 4839)
Allah cc. mahlukatı bir karanlık içinde yaratmış, sonra nurundan serpmesi (Nuru ilahi) ile biz hidayet bulduk… Sonsuz hamdolsun.
“Kalem, Allah Teala`nın ilmi hususunda kurumuştur.”
İlmin kuruması, sınır konmasıdır. Belli bir halde durdurulmasıdır.
Çünkü fıtratın acziyyet ve aciliyyeti bunun gereğidir. Takdir edilmiş, levhi mahfuzda “kurutulmuş” belirlenmiştir.
Kimya derslerinde öğrendiğimiz, suda eritilen tuz örneğini hatırlayalım. Çözelti halindeki mineralin içindeki tuz, su ayrıştığı zaman tekrar katı hale geçer kristal olur, yani “kurur”. Aynı bizim yaşadığımız “kalu bela” hayatından dünya hayatına gönderilişimiz gibi, Enbiya-30. ayeti celilede de “göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı görmediler mi?” denilerek buna işaret edilmektedir. Nur’dan nar’ın yaratılması ayrıştırma demektir. Ayeti celiledeki ayrılma demektir.
Yaratılış aşamasında, nur’dan enerji, enerjiden de, yoğunlaşarak madde oluşması halini düşündüğümüzde, maddenin en ufak yapısı olan atomların oluşumunu, atomların çeşitliliğinde ise “onların” hitabının önemini pek rahat görebiliriz. “onları ayırdığımızı görmediler mi” hitabında atomun bölünmesi, dolayısıyla atom enerjisine işarettir bile diyebiliriz. Atom çekirdeği, proton ve nötronlardan oluştuğunu öğrendiğimizde ayrıştırmadaki gerçeği “aynel yakin” gözlemliyoruz.
“Göklerle yer…” pekâlâ atomun pozitif ve negatif hali de olabilir. O kadar çok seçenek var ki, veya o kadar çok değişik pencereden bakılabilir ki, ne de olsa kesret (çokluk) âlemindeyiz, değil mi? Şablon (sünnetullah) bir ama; yaratılmışın tekrarları, benzerleri, işaretleri, düşünenlere göre değişiklikler arz ederek hep hitap edecek.
Kaleme gelince; meşhur kalem, elif’in yazan hali, her şeyi yazan el!… “El” dedik, bildiğimiz el değil tabii ki, tabir olarak “el” dedik.
Bir şeyin canlı olması, ruh dediğimiz yapıya sahip olmasına bağlıdır. Ruh candır. Harekete sebep ruhtur, ruh olmazsa hareket olmaz. Elin ruhu ilahi emirdir. El neyi yazdı?
Kalem suresi, ayet 1: “Nun, Kaleme ve kalem ehlinin satıra dizdiklerine ve dizecekleri hakkı için”
El “kün” emrini yazdı. Yani “ol”acakları yazdı. Bize göre olmuş, olan ve olacakları yazdı. “Nun” Nur’dan nar’ın, nar’dan da madde evreninin oluşum sembolünün harf karşılığıdır. “Big bang” teorisindeki gibi bir açılımı, anlatıyor gibi…
Yine algı meselesi geldi önümüze, üç hal ile “zaman” kavramına kısılıp kaldık. “Ol” dediğimiz, kalemin yazdığı hayattır; yaşam, yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olan… Sanatçı yapacağı işi el’i ile yapar, bakanları hayran bırakan eserler o elden çıkar, nice güzel nakışlarda el emeği vardır, desen desen dokunmuş halıda, kilimde, nice el sanatları vardır ki, güzelliği, özelliği neler anlatır neler, aşk olur, ayrılık acısı olur, hasret olur kokar buram buram, candan öte bir haldir. Bunlar “fatır” özelliği gereği belirlenmiştir. Bize yansımış misallerinden birine bakalım:
Bir yıl 365 günden oluşur, on iki aydır, dört mevsimdir. Sabah ve akşam olarak belirlenmiştir. Astrolojik olarak bakıldığında, üzerine yemin edilen yıldızlarda saklı olan… Kalem, halk edilen takdirdir. Yaratılmış olduğumuz Fıtrattır.
Bir yıl 365 günden oluşur, on iki aydır, dört mevsimdir. Sabah ve akşam olarak belirlenmiştir. Astrolojik olarak bakıldığında, üzerine yemin edilen yıldızlarda saklı olan… Kalem, halk edilen takdirdir. Yaratılmış olduğumuz Fıtrattır.
Yaratılış, aşama olarak tamamlandı.
Yani: “Kalem, Allah Teala`nın ilmi hususunda kurumuştur.” “Kün” (ol) emri gereği nurdan nar, nardan sonra da adem (madde) yaratılmıştır.
Yaratılan adem(madde)e esma sırrını bilme özelliği verilmiş, halife tayin edilmiş, eşrefi mahlukat olmuştur.
TİN 4. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”
Allah(c.c.)’ın yarattıkları arasında, en teferruatlı varlık insandır. O’na özellikle o’na, kendinden özel bir şey vermiştir. Akıl ve irade etme özelliği vermiştir. Peki, bunu neden vermiştir? Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle insan sorumluluğu üstlenmiştir.
Ahzab suresi 72. Ayet şöyledir: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi.”
Davet icap gerektirir. Selahiyet (yetki), sorumluluk gerektirir.
Yaşamsal fonksiyonlar hatta beyinsel işlev açısından tüm canlılar incelendiğinde bilimsel olarak fark görülmez. Tabiî ki zahiri olarak. Her varlık hayatını sürdürebilecek kapasitededir. Ruhu kabul etmek istemeyenler, o kadar cüretkâr davrandılar ki, insanı maymun veya suyun içindeki larvadan geldiğini iddia edenler, bu gün bile mevcuttur. Fakat akıl ve irade özelliğine geldiklerinde tıkanıp kalmışlar, süklüm püklüm, maymunlardan aldıkları kuyruklarını kıstırarak, “karanlık” köşelerinde yok olacakları günü bekleyerek, türlerinin son temsilcileri olarak yaşam mücadelesi vermektedirler. Ama biliyoruz ki, her “karanlık” gece “aydınlık” sabaha gebedir. Yeter ki onlar düşünsünler, akıl etsinler, mutlaka tan yeri ağaracak sabah olacak. Yoksa perçemlerden tutulacak olan gün mutlaka bilecekler.
Nebe suresi:
4. “Hayır, ileride bilecekler.”
5. “Yine hayır; ileride bilecekler.”
Akıl ve irade dedik, insan aklını kullanarak doğruyu bulabilir. Buna en belirgin örnek Hz. İbrahim a.s. dır. Arayan buluyor mutlaka, bir şekilde aramak bizim fıtratımızda zaten mevcut, daha iyisi, daha güzeli aramak bu nedenle her tabiatta zaten var. Yeter ki insan, irade etsin. İbrahimiyyet bu nedenle “Halilurrahman” oldu. Rahman dostu, maddi ve manevi füyuzatın en üst yaşandığı makam ibrahimiyyet makamıdır. Kısaca bu özellik hepimizde mevcuttur. Özde var. Fiile çıkması ise kişinin nefsine muhalefetine bağlıdır.
İnsan ya aklına göre hareket eder, ya da nefsine göre hareket eder. Dümeni olmayan gemi misali, dümen veya rotası olmayan bir gemi düşünelim. Nereye gidecek? Neden gidecek? Nasıl gidecek? İşte bu soruların cevabını Cenabı Allah cc. vahiy ile bize vermektedir. Peygamberler bu nedenle gönderilmiş, getirdikleri kitaplarla bizlere ilahi nuru göstermişler, yaşayarak bizzat en güzel öğretilerle, sünnetleri ile bizlere aktarmışlardır. Her peygamber tabiatsal bir özelliğimizdir. Hele ki son peygamber hatemül enbiya hazreti Muhammet Mustafa s.a.s. efendimiz insanı kamil (en mükemmel) olma özelliği ile bize ebediyyet kapılarını sonuna kadar açmıştır. Onun zatında tüm insanlık için nurun ala nur en mükemmel şekilde inkişaf etmiş, gözler ve gönüller sürura ermiştir. Selam ve salavat ona, onun ali ashabına ve ona tabii olanlara olsun.
İnsan bir bedenden oluşur. Tasavvufta insanın beyni ile kalbi arasına aklı, kalbi ile dizi arasına nefsi hükmeder denir. Akıl ebedi hayatı isterken, nefis ise günlük, bu dünyalık heveslere yönlendirir. Bu da insanı, “dünya için mi ahiret için mi çalışması lazım” ikilemine getirir. Tabiî ki bu dünya için de çalışılacak ama ahireti yıkarak değil aksine ebedi olan ahiret hayatını imar ederek çalışmayı tercih etmesi gerekir.
Bu aşamada ebedi düşman şeytan, hemen harekete geçer ve muhtelif vesveselerle bizi kandırmaya çalışır. Yanında dostları olan muhtelif sahte güzellikler ile yalan cennetler sunar, olmazsa bizi yine biz ile kendimiz ile kandırmaya çalışır. Bizi biz ile kandırmak ne demek? Çünkü bizim damarlarımızda dolaşır kardeşleri cinler (enerji varlıkları), hannas (sinmek-içine işlemek) olmuşlardır. Öz değilseler de öyle iç içedir ki insanla, sanki içinden bir parçadır. İnsanın enerji bedeni bunun açıklamasıdır. İşte nefis, işte hannas, işte cin. Bize itaat etmeyen şeytan da cinlerden değil mi? Siz nerede arıyorsunuz? Dışarıda mı? Kaf dağını uzaklarda aramayın, o da içimizde enerji bedenimizi aştığımız zaman hemen ileride, bir nefes kadar yakın aslında ama dileriz bu son nefesimiz olmaz. Çünkü son nefesten önce geçen kurtuluyor yoksa hüsrandayız, aman ha dikkat.
Mü’min gücünü cesaretini Kur’an’dan alır. İlahi vahiy onun batısından (batınından) doğar. Bedeninden doğanlar hep nefistir, nefsidir. Üzerinizde on dokuz var ayeti bir anlamda nefsin on dokuz kapısına işarettir. Ana başlık olarak on dokuz engel, merhale…
Müddesir 31. “Onun üzerinde 19 vardır.”
Ayeti celilede belirtilen on dokuzun ne olduğu açıklanmamış fakat sonraki ayetten cehennem zebanilerinin sayısı olduğu anlaşılmaktadır.
Madde âleminden çıkış, manevi yolda gitmek perde perdedir. Rasulullah s.a.s. efendimiz sitretül müntehaya çıktığında yetmiş bin perde geçtiği rivayet edilmiştir. Bu perde sidrede geçilmiş, ya oraya çıkıncaya (geçinceye) kadar kaç perde geçilmiştir? Bu bağlamda ayeti celilede ifade edilen üzerimizde ki on dokuz perde olabilir. Nefsin hastalıklarına işaret edilen tabiat olarak nefiste mevcut on dokuz perdedir de denilebilir.
Zebanilerin on dokuz adet olması, “bir anlamda” on dokuz çeşit azap dolayısı ile bu dünyada on dokuz çeşit “yanlış” olduğuna işarettir denebilir. Demek ki kadim düşmanımız, nefsimiz temelde bizim için on dokuz çeşit tehlike arz ediyor. On dokuz çeşit sahte cennet demektir. On dokuz çeşit vesvese, sadece vesvese mi? Evet sadece vesvese, başkasını düşünmek, aramak vahyi anlamamak demektir. Kendini tanımamak demektir. Kaf dağını karşı dağın ardında sanmaktır, zan etmektir. Zannın birçoğu ise günahtır.
Hucurat suresi 12, “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır.”
İrade, aklın hareket hali alması. Evet irade, iş iradede bitiyor. Cüz’i de olsa iradede bitiyor. İlahi vahiy işareti ile akla yapılan uyarılara, hitaplara bakıyoruz ve “Kul (de ki)” hitabı ile yapılan uyarıları görüyoruz. Kitabımız peygamber efendimize indi. Efendimizin zatında tüm insanlara, çünkü peygamberimiz tüm insanlığa değil tüm varlık âlemine gönderildi. O “vema erselnake illa rahmetellil alemin” hitabı ile “Alemlere rahmet olarak gönderildi.” Eşref olma özelliğimizden insanlar arasında Hazreti Muhammet s.a.s. olarak gönderildi. Salat ve selam ona, onun aline ve ashabına ve ona tabi olanlara olsun.
“Kul” (de ki); “Ey akıl nefsine şöyle söyle (de ki)…” o’na şöyle de, tabiatımda gizli on dokuz şekilde beni aldatmaya çalışan nefsim. “Kâfirler” olarak yapılan hitap afaktaki kâfirler kadar, büyük cihat olması dolayısı ile enfüsümüzdeki nefsimize de yapılmalıdır. Ki, işte o zaman hitabın hedefe ulaşması gerçekleşmiş olsun. Uzun emel, acelecilik, haset, kibir, riya vb.
Bizdeki kâfirler, bize sinmiş içimize işlemiş, ayeti celilede “hannas” ismini almış kâfirler! Kâfirler demesinin bir diğer sebebi de nefsin hiçbir zaman insana tabi olmayacak (asi-secde etmemiş) olmasıdır. Çünkü o, yaratılış aşamasında secde etmemiştir. İşte şeytan, işte şeytansı nefise bu nedenle Cenabı Allah c.c. Kâfirun suresinde “kafirler” diye hitap etmektedir. Buyurun beraber ilahi uyarıyı dinleyelim (oku’yalım).
Kafirun suresi 1-6:
l. De ki: “Ey kafirler”
2. “Ben sizin taptıklarınıza tapmam.”
3. “Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz.”
4. “Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.”
5. “Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.”
6. “Sizin dininiz size, benim dinim bana.”
Ey akıl, onların dinine (yaşamlarına) uyma. İradene hâkim ol ve mücadele et. İşte nefis ve akıl ikileminden çıkmak için insanın yapması gerekenler. Öneminden dolayı tekrar edilmiş, kesinlikle onun taptığına tapılmaması emredilmiştir. “De ki; ey Kâfirler” hitabı
Yaratılış aşamasında herkesin bir enerji beden ile yani cin kardeşi ile beraber yaratıldığını biliyoruz. Cin kardeşimizin bizi, sıra dağlar gibi on dokuz kademeden oluşan “kaf dağı”mızla bir anlamda muhasara altına aldığını, ardındaki Nur alemini görmemizi istememektedir.
Tehditkar nefse- şeytana karşılık, ilahi uyarı (yardım) gelmiş, “Âlemlere rahmet olarak gönderilen” Hazreti Muhammed s.a.s. efendimiz ile karanlıklar delinmiş, asırlar süren cehalet gecesinin sabahına ulaşılmıştır. İşte Kafirun suresindeki en önemli uyarılardan biri de nefsin, asla insanın menfaatini istemeyeceği gerçeğidir. Nefsin taptığı dünya (geçici) menfaatlerine tapılmaması istenmekte, nefsinde, yaratılış aşaması esnasında ki şahit olamama nedeni ile, içindeki gizli hased duygusundan dolayı madde(adem)nin istediğini kabul etmeyeceğini beyan etmektedir. Cihad ayetleri indikten sonra zahiri hükmü kalkarak batınlarda “sizin dininiz size, benim dinim bana” ayeti celilesinin enfüsteki baki’liği, afaktaki “uzay gülü” misali enfüsteki açılımı dolayısı ile, muhteşem bir ilahi rahmeti işaret etmektedir.
Enfüsteki açılım Kaf dağının kapısı dostlar, sıradağları aşmak için dördüncü boyutumuzdan başlayıp beşinci boyutumuza geçiş ile sonlanacak yol haritası, güzergâhın seyrini inceleyeceğiz inşallah… gerisi sizin eşsiz beyninizdeki inkişafta belirecek.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
1. De ki: Sabahın Rabbine sığınırım.
2. Yarattığı şeylerin şerrinden,
3. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
4. Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden,
5. Ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden.
Besmele hakkındaki Hz. Ali k.v. efendimizin sözü bizim için büyük bir ışıktır. Hz. Ali k.v. “Kur’ân-ın sırrı Fâtiha’da; Fâtiha’nın sırrı Besmele’de; Besmele’nin sırrı da başındaki “B”dedir!” şeklindeki sözüyle Besmele’nin başındaki “B” harfinin sırrına dikkat çekmiştir. Bu büyük sır, bizim de manalara bakışımızda mihenk taşımız olsun. Kur’an’a bakalım, içindeki surelere; hepsi bize gönderilmiş özel sözler, sözlerdeki mana derinlikleri, bizi, bize anlatacak ve “düğüm-sorun-sıkıntı”ları çözmemizi sağlayacaktır.
Birinci ayetteki “felak” kelimesinin tefsirine bir bakalım. “Fetha ile felâk sade çatlağın, çatlayışın kendisinden ibaret değil, daha çok ondan belirip inkişaf ederek meydana gelen neticenin vasfı demek olur. Mesela bir çekirdeği çatlatmak bir felk, çatlaması bir infilâk, bir infitâr, o çatlayış bir fıtrat, onda iki taraflı meydana gelen durum bir çatlak, bir felk, bir şaktır. Onun bir tarafı bir filk, bir şıktır. O çatlağın iki şıkkı arasından netice olarak pörtleyip beliren, inkişâf eden ve genişleyen tomurcuk, yaprak veya su veya ışık, parıltı, açıklık veya herhangi bir mahlûk, (fetha ile) felâk demektir.”
Lütfen tefsirdeki kelime açılımına dikkat edin. “Filk” bir çatlak ama “felak” iki taraflı çatlamak demek. Bizde akıl ve irade sonucu oluşacak fiilin iki taraflı da olabileceği, yani “şer” veya “hayır” bizim, akıl ve irademiz sonucu oluşandır. Ya gidip saldırırız, kainattaki düzene itiraz edercesine, ya da hoşgörü ve af seçeneğini seçerek kainat ile barışık yaşarız. Yalan söyleyerek nefsimize kolay geleni söyleyerek, zihinlerdeki su’ya zehir katabiliriz, ya da dosdoğru oluruz, pırıl-pırıl bir berraklık kazandırırız ufkumuza. Bunların tercihlerini biz yaparız beynimizdeki “şafak-felak” ile.
Surenin iniş sebebi de peygamber efendimizin “sihir”den korunması olunca, insandaki bir kapıya, kullanması gereken bir güce işaret edilmekte olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Sığınma kapısı olarak açılan bu kapı dışarıda değil insanın içinde özünde ve “sihir, cin” gibi yine bizim zaaflarımız sonucunda ortaya çıkan tehlikeli durumlarda, aynen sabah gibi aydınlığa erdiren bir kapıdan bahsedildiği ortaya çıkıyor. Cincilere, muskacılara, bakıcılara, sahte din tüccarlarına değil. Dışarıdan bir kapı değil, bu kapı içimizde bulunan ve bizzat bize, özellikle verilmiş, yaratılışın gereği, imtihan sırrınca, özel bir kapıya işaret edilmektedir. Ve tabii ki bu kapının sahibine sığınmamız, “de ki:” emri ile içimizdeki bizi sahte putlara teslim olmaya götüren nefsimize söylememiz emrediliyor. Bu kapı, aynı zamanda bizim nefs (kaf dağı) engelini aşabilmemiz için gidebileceğimiz, gidip de gerçek yaradanımıza ulaşabileceğimiz, hakiki sahibimize “sığınma- euzü” kapısı…
Burada bir şey dikkatimizi çekmeli; kapı diyoruz, bu kapı nerede? Ne kapısı bu? Bu aşamada şu açıklamayı yapmamız gerekiyor. Varlık âleminin bir birimi olarak “Er-rahman c.c.” esmasından el’an nasibimizi almaktayız. Yağmur misali, yağmura da rahmet denmez mi? Bununla birlikte bir etki daha almaktayız, enerji evreninden ve aura (enerji beden) bedenimizde etkilerini görmekteyiz. Beyin enerjimiz ile çevreye yaydığımız enerjimiz ile çevresel bazı etkilerle buna yine biz yön vermekteyiz, olumlu (+) veya olumsuz (-) olarak. Evet Kitabımızda da bildirildiği üzere, vesvese almaktayız. Nass suresinde bildirildiği gibi, ama bizim bilemediğimiz veya düşünmenin zor gelerek dönüp de bakmadığımız bir nokta var ki, bu etki yine bizden kaynaklanmaktadır. Çevresel etkiler sadece yüzde 2-3 düzeyinde kalmakta ve bizim bir anlamda meydanı boş bırakmamız sonucu, yine bizde oluşmaktadır. Belki de nefsin bu dünya menfaatlerini hoş göstermesinden de olabilir.
Kapı, Kaf dağının ardına açılan kapı, ilahi rahmetin yağmur misali yağdığı kalbimizle (akıl), irademizi kullanarak, beynimiz ile karar mekanizmasını harekete geçirerek nefsimizin ve şeytanın verdiği vesveseleri ki bunları şu başlıklarda ele alabiliriz; sevgisizlik, ümitsizlik, üzüntü ve hayıflanma, sabırsızlık ve acelecilik, şükürsüzlük, korku, vakarsızlık, nefse tabi olmak ve ilimsizlik. Bu duygular fıtrat gereğidir. Her canlıda mutlaka ama mutlaka az veya çok bir yerlerde bulunur. Sorun bunların bulunması değil, bunların tedavi edilmemesidir. İnsanın kemali bu ve bu zaaflara bağlı; hased, kibir, riya vb. oluşan hastalıklarını tedavi edebilmesinde gizlidir. Bunların birinin veya bir kaçının bulunması, kişide ahlaksızlık dediğimiz zayıflığın oluşmasına sebep olur. Peygamber efendimiz de “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim ” buyurmuyor mu?
Akıl ve güç (irade)… Akıl kalbin kabul ettiğidir, irade ise beynin karar verdiği ve sonuç olarak sinelerden çatlayıp çıkacak olan “felak” klasik deyimle sabah; işte kapı; Hz. Yusuf’un, “Rabbimden korkarım…”“Rabbim bana yeter…” dediği kapı, “Kaf Dağı” kapısı işte burası… “Yol bilenin Kılıç kuşananındır” demişler. Bilmek ve kuşanmak size de akıl ile yapılan “bilmeyi” ve irade ile yapılan “kuşanmayı” çağrıştırmıyor mu? diyerek açtığı, Hz. İbrahim(a.s.)’in
Eğer “felak”tan aksi fiil (nefse, vesveseye itaat) çıkarsa işte o zaman “şer” ortaya çıkar ki, bu nedenle, “Yarattığı şeylerin şerrinden,” denilmiştir.
Yazımızın başında Dünya’nın bir karanlık diyar olduğundan bahsetmiştik. Algımız sonucu, aydınlıkmış! gibi gördüğümüzü sanıyoruz, demiştik. İşte buyurun 3. ayet; “Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden…” Karanlık, dünya hayatı demektir, nefsin, şeytanın bizi kandırma aldatma arzusu demektir. Sahte putlar demektir. Putlara tapıldığı zaman, nefsin istek ve arzularına uyulduğu zaman oluşacak gece, bizim enerji yönümüze bağlanmamız, dolayısı ile ruhsal özelliklerimizden uzaklaşmamız demektir.
“Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden” düğümlerin içine girdiğimiz zor durumlar olduğu ve bunlara üfüren kadınlardan maksadın ise dişil özelliği itibarı ile nefis olduğu çok açıktır. Her insanla doğan cin kardeşimiz (enerji bedenimiz-aura) gibi, bir de şeytan (negatif) doğar.
“Ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden…” Ve ebedi düşman, hasedcilerin ilki olan şeytandan, bunlara itaat etmekle oluşacak “şer”lerden sadece ve sadece Rabbe “euzü” yönelmekle, sığınmakla, akıl ve irade özelliğimizi kullanarak, kurtulunacağı ifade edilmektedir.
İşte bu nedenle hadisi şerif uyarınca diyoruz ki, “eğer Allah dilemezse kimse sana bir zarar veremez. Allah seni korursa bütün dünya birleşse sana zarar gelmez.” Ama bunun için senin de Allah(c.c.)’ın her şeye kadir olduğuna inanman lazım. Çünkü kâinatı yaratan Allah(c.c.)’tır ve yarattığı her şey üzerinde Allah(c.c.)’ın otoritesi vardır. Yeter ki sen Allah(c.c.)’ın dostluğunu kazanmaya bak. Eğer Allah (c.c.) ile aranda dostluk bağını kurmayı başarırsan artık dünyada da ahirette de güvendesin demektir. Allah taraftarı olalım ve Allah’ın Fatiha suresinde bize söylememizi istediği: “İyya ke na’büdün ve iyya ke nestain”,“Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım dileriz” vazifesini yerine getirelim.
Değerli OKU’rlar, okumanız gereken ilk şeyin kendimiz olduğunu unutmayın lütfen. Kendini oku’yamayan, değil âlemi, gazete bile oku’yamaz. OKU’mak gerçekten çok önemli, bu nedenle ilk emir de ikra “oku” olmuştur.
Sözün özü, uzun lafın kısacası, “Kim, kiminle beraber yaşarsa onunla ölür, kiminle ölürse onunla dirilir ve haşrolur.” Biz Rabbimiz ile beraber olalım ki, yarın huzuru mahşerde de onunla olalım inşallah ve “selam-kurtuluşa”a ulaşalım.
Selam ve dua ile…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder