Bu Blogda Ara

25 Mayıs 2008 Pazar

KUR'ÂN'IN MATEMATİK SIRLARI



FUSSİLET SURESİ

Fussılet Sûresi, Hâ-Mîm'li sûrelerin ikincisidir. Bilindiği gibi, Kur'an'da birbirini izleyen 7 Hâ-Mîm sûresi vardır. Bu sûreler Fâtiha'nın 7 âyetini tek tek yorumlayan sûrelerdir. Bu sûre Fatiha'nın ikinci âyeti olan «Errahmanirrahim» âyetini açıklamaktadır. Bütün bu hikmetleri kavrayabilmek için, Fâtiha'da gizli 7 sayısının sırrını özet olarak vermek istiyorum:

Fâtiha'nın «Besmele» ile birlikte inzal olması, bazı ilim adamlarımızı «Besmele»yi Fâtiha'nın birinci âyeti saymak görüşüne sevk etmiştir; yanlıştır. Zira bu yakıştırma, «Besmele»nin Fâtiha ile birlikte inzal olmasından doğmaktadır. Besmele her sûrenin başında ayrı bir âyet niteliğindedir. Nitekim, namazda, imam Fâtiha'yı okurken besmeleyi sesli okumaz. İmamı Âzam ve İmâmı Mâturidi'nin bu konuda tavrı kesindir: Besmele Fâtiha'nın birinci âyeti değildir.

Bu tesbiti yaptıktan sonra, Fâtiha'nın Kırk Yorumu'ndan hatırlayacağınız şekilde, Hicr Sûresi'nin 87'nci âyetini hatırlatmak istiyorum:

«Biz sana 7 mesânî ve azîm Kur'an'ı verdik»

Burada 7 mesâni'nin, Fâtiha'nın 7 âyeti olduğunda kimsenin şüphesi yoktur. Bazı kaynakların Fâtiha konusunda yarattığı lüzumsuz kargaşayı böylece özetledikten sonra, 7 mesânî sırrı'na dönmek istiyorum:

Hicr Sûresi'nde 7 mesânî sırrı'nın azîm Kuı'an'ın bir anlamda anahtarı olduğu bildirilmektedir.

0 hâlde Kur'an'da mevcut 7 rakamına dayalı bir sır vardır. «Mesânî» kelimesinin pek çok anlamı vardır. Bunlardan biri de «şifre» anlamına gelmektedir.

Şu hâlde Kur'an'daki kompüter şifrelerinin çözümünde Fâtiha'nın bu mesânî sırrı, yedinin kuvvetleri, yâni üsleri büyük bir anahtardır.

Müslüman olmayan bir kompüter uzmanı «Kur'an'da üç boyutlu bir kompüter düzeni vardır. Anahtarlarını bilmediğimiz için çözemiyoruz. Belki şifre harfleri rumuzlar, anahtardır. Ancak, üç boyutlu olduğu için çözüm çok zordur» diyor."

Işte Kur'an'ın çözümü çok zor şifre sisteminin önemli bir hikmeti, Fâtiha'nın bu 7 mesânî sırrında gizlidir.

Şimdi bu 7'ler sisteminin çok zor olan hikmetlerini, çok sınırlı hudutlarda da olsa, açıklamaya çalışacağım.

Fussılet Sûresi, Fâtiha'nın ikinci âyetini bakın nasıl açıklıyor: Fâtiha'nın ikinci âyeti Rahmân ve Rahîm olan tecellîyi ilâhîyi emretmektedir. 0 hâlde Fussılet Sûresi, bütün âyetlerinde bu iki esmanın anahtar sırrını açıklayacaktır. Bunu sûrenin bütün âyetlerinde müşahede edeceğiz. Ancak, Rahmân ve Rahîm sıfatlarının kâinat düzeni içinde nasıl seyredileceğini 7'ler anahtarının iki ayrı sırrında daha net fark edeceğiz.

Acaba 7 Hâ-mîm, Fâtiha'nın 7 âyetinde nasıl anahtar görevi görecek?

a) Her Hâ-mîm, birden yediye kadar bir sıra içinde tek tek Fâtiha'nın bir âyetini açıkladığı gibi; Hâ-mîm'lerin birinci, ikinci... yedinci sıralarında âyetlerde geçen bir kez Mîm, iki kez Mîm veya bir kez , iki kez Hâ geçen âyetler kesin açıklamalar getirecektir.

b) Ayrıca bu açıklamalar, yine âyet içinde geçen bir kez, iki kez... ve Mîm harfleriyle birbirini de açıklayacaktır.

Fussılet Sûresi'nde Hâ anahtarı Rahmân esmasını, Mîm anahtarı Rahîm esmasını açacaktır.

Şimdi bu akıl almaz yediler sırrı içinde Fussılet Sûresi'ne bir bakalım:

Fussılet Sûresi ikinci Hâ-mîm'li sûre olduğuna göre, iki geçen âyeti arayalım. Bu âyet, Fussılet'in on ikinci âyetidir:

«Böylece semâları, 7 semâ olarak iki günde var etti ve her göğe görevini vahy etti...»

Âyet, Rahmân sırrı ile semâların yaratıldığını ve her semâya ayrı bir düzen verildiğini emrediyor.

Ancak biz Rahmân sırrını, ilmimizin kısırlığı yüzünden seyredemiyoruz. Şimdi 7 Hâ-mîm sırrı'nın anahtarını bir kez daha çevirelim:

Üçüncü Hâ-mîm sûresinde 3 kez Hâ geçen âyeti arayalım. Bu Şûrâ Sûresi'nin 5'nci âyetidir: «Gökler nerdeyse tepelerinden çatlayacaklar, melekler de rablerini hamd ile tesbih ediyor; yerdekiler için mağfiret diliyorlar...»

7 Hâ-mîm sırrı içinde, her Hâ-mîm'li sûre, kedi sıra nosu içinde, âyetlerinde taşıdığı harfi sırasına göre nasıl birbirini açtı? Ve Rahmân tecellisini hilkatın sonsuz sırrı içinde târif etti! Dikkat ediniz, Fussılet Sûresi'nin 12'nci âyetini Şûrâ Sûresi'nin 5'nci âyeti açıyor.

Rahmân sıfatının özelliği, kudret, sevgi ve merhamet değil miydi? İşte iki âyet, kendi 7 Hâ-mîm kompüterinin harf şifreleriyle Rahmân hikmetini gözler önüne seriverdi.

Şimdi Mîm harfinden Rahîm sırrını izleyelim:

Fussılet ikinci Hâ-mîm'li Sûre olduğu için, iki Mîm geçen âyeti bulalım. Bu âyet, 11'nci âyettir:

«Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: isteseniz de istemeseniz de bir araya gelin dedi...»

«Kur'an Mûcizeleri» nden hatırlayacaksınız atmosferin teşekkülü ne kadar zordur; hatta imkânsızdır. Fakat Rahîm sırrı, olmazı olur yapmıştır. Âyet bu hikmeti dile getiriyor.

Aynı usulle «Rahîm» sırrının bir başka tanımım arayalım: Şûrâ Sûresi'nde üç kez Mîm geçen âyet, 9'ncu âyettir:

«... Hâlbuki dost yalnız Allah'tır. 0 ölüleri diriltir, her şeye kadirdir.»

Demek ki Rahîm sırrı; Allah'ın, yalnız inananlara sonsuz lütuflar saçan, hatta ölen insanı diriltip cennette ebedî kılan hikmetidir.

Şimdi Kur'an'ın Hicr Sûresi'nde bildirilen bu 7 mesânî sırrını bir başka açıdan inceleyelim:

Mü'min Sûresi, Fâtiha'nın birinci âyetini yorumlar. Fâtiha'nın birinci âyetinde, Fâtiha'nın genel mesânî sırrı içinde, iki önemli unsur iç içedir. Bunlardan biri hamd, diğeri «âlemlerin Rabbi'nin azameti»dir. Bu iki kavramı anlayabilmemizin şifresi; Mü'min Sûresi'nin 7'nci âyetinde, harfinin yedincisinin bulunduğu âyettedir.

Âyet, arşın âlemlere merkez olan müthiş kudretini anlatırken; âlemlerdeki dengenin, bu eksendeki meleklerin hamd zikirleriyle sürdüğünü; âlemlerin bu hikmetle ayakda kaldığını vurgular.

Diğer tarafta, arşın bu akıl almaz kudretini sûre, içinde bir defa Mîm geçen âyetlerde açıklar. Bunlardan biri üçüncü âyettir.

Arş kudretinin önemli sırrı, Allah'ın tevhid esması (Lâ ilâhe illâ hüve) ve masîr sıfatıdır. İlâhî kuvvet öylesine sonsuz bir potansiyele sahiptir ki, O'nda başka bir kuvvet zan ve hayâl edilemez. Ve her şey yeniden 0 sonsuz kudrete dönmek zorundadır. Arşın, yâni evreni hem enfüsünden, hem âfâkından kaplayan âlemler ekseninin hikmeti budur. Bu yüzden, O'na karşı hamd niyazından gayrı bir düşünce olamaz.

Nitekim aynı sûrenin bir başka tek Mîm'li âyetinde:

«Kâfirler hoşlanmasa da, siz bana dua edin, yalvarın» buyuruluyor.

Tek Mîm'li âyetlerden, âlemlerin ve arzın kudret ihtişamına karşı Allah'ın istediği en önemli emir ise, aynı sûrenin 55'nci âyetindedir.

Bir kere Mîm harfi geçen bu âyette Allah, Efendimize:

«...Habibim, akşamdan sabaha kadar hamd et» buyurmaktadır. Hamdin sırrı bu âyette düğümlenmektedir.

«Fâtiha'nın Kırk Yorumu»ndan hatırlayacaksınız; mesânî sırrı, iç içe gizlenerek güçlenme demektir. Onun için, Hâ-mîm'ler, Fâtiha'nın 7 âyetini 7 Hâ-mîm'de açarken ayrı ayrı şifrelere bürünmüştür.

Hâ ve Mîm'lerin, birden yediye kadar dizileri içinde her ve Mîm geçen âyetin bu sıra içinde ayrı yeri, anahtar rolü vardır.

Pratikte çok zor.anlaşılan bu şifreler, iki noktada pek önemli anahtardır:

a) Bilimsel âyetlerin yorumlanmasında.

b) Enfüsî mânâların bulunmasında.

Biz de, size iki farklı konuda birer örnek vermeye çalıştık.

Yedinin sırları açısından şimdi başka bir örneğe geçiyorum:

Bilindiği gibi, Hâ-mîm aynı zamanda 7 kat göklerin ve o göklerdeki esrarın hikmetlerin açıklar.

Birinci Hâ-mîm maddesel evrenin; bize yakın göğün hikmetlerini bildirmektedir. Evrenin bu katında en önemli hikmet insandır ve de onun îmanıdır. Bu yüzden birinci Hâ-mîm sûresi (Mü'min Sûresi) özet hâlinde insan tarihini özetler.

Aynı zamanda bu sûre, 7 âyetinde evrenin temel ekseni arşm hikmetlerini açıklarken; evrendeki müthiş ilâhî gücün hamd mesajı ile dengelendiğini dile getirir. Bu yüzden insanın arzdaki isyanının mahşeri davet ettiğini bildirir. (Ayrıntıları Hâ-mîm sûrelerini sıra ile yorumlarken göreceğiz).

Yine 7 sayısının bir hikmeti, atom çekirdeği çevresindeki değişmez 7 enerji orbiti, bir anlamda enerji katmanıdır. Atom çekirdeği çevresinde 7 enerji katmanı vardır. Zayıf atom çekirdekleri ancak ilk orbitlerde elektron tutabilirler. Güçlü bir atom çekirdeği ise, yedi manyetik katta farklı şartlarda farklı yasalarla elektron tutabilir.

Birinci Hâ-mîm sûresinin, yedinci âyeti, bu sırrın da iç yüzüne ışık tutar. Elektronlar arasında en çok manyetik şipini olan elektronlar birinci katmandadır. Elektronun bu manyetik niyazı, Allah'a karşı bir tarz hamd ni yazıdır. Bu da birinci Hâ-mîm'in 7'nci sûresinde pek açık sergilenmektedir.

İkinci Hâ-mîm sûresi, ikinci kat semâ hikmetlerini açıklar ki; içinde bulunduğumuz güneş sistemi ve çevresindeki manyetik gerilim, ikinci Hâ-mîm sûresi olan Fussılet Sûresi'nde açıklanmıştır. Ayrıntıları bu kitapda bulacaksınız.

Üçüncü Hâ-mîm; Şûrâ, Sûresi, üçüncü semânın hikmetlerini açıklar. Yine üçüncü semâ katmanının galaksimizin manyetik gerilimini kapsadığını astro fizikten biliyoruz. Şûrâ Sûresi, 5 ve 7’nci âyetlerinde bu hikmeti de açıklar. Galaksileri kapsayan ve ona has yasaları inşallah «Şûrâ Sûresi'nin Yorumu»nda göreceğiz.

Atom çekirdeği çevresindeki üçüncü manyetik kuşak ise; orta çekirdeklerin güç verdiği manyetik orbiti temsil eder. Şûrâ Sûresi'nin 5 ve 7'nci âyetleri bu kuşaktaki nükleer etkileri, sıcaklık fırtınalarına benzetmektedir.

Semâlardaki ve atom çekirdeği etrafındaki bu yedili kuşağın akıl almaz sırlarını, böylece 7 Hâ-mîm sırrı içinde ayrıca Fâtiha'nın 7 mesânî sırrı içinde bulacağız.

Bu kitabımızda elbette 7 Hâ-mîm sırrı'nı tümüyle anlatamayacağız. Ancak Fussılet'e kıyasen Fâtiha'nın ikinci âyetindeki mesânî hikmetlerini ve ilmî açıdan da ikinci semânın esrarlarını ayrıntıları ile incelemeye çalışacağım.

Bundan sonra, Allah fırsat verirse, diğer Hâ-mîm'lerde tek tek Fâtiha ve 7 semâların sırlarını incelemeye çalışacağım.

Allah'ın bitmeyen hikmetlerini, ilmini, sırlarını ancak Kur'an'da izleyebiliriz. Çünkü o(Kur'an), 7 Hâ-mîm'in hepsinde de bildirildiği gibi, levh-i mahfûzdur.

Şimdi Fussılet sûresi'nin yorumuna geçiyorum:

Özellikle baş kısmındaki âyetler, ilk inzâl olan âyetlerdendir. Bu sûreye: Sûre-i Secde, Sûre-i Hâ-mîmissecde, Sûre-i Mesabîh, Sûre-i Akvat da denir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz bu sûreyi çok severdi; her gece okurdu. Sûre; 700 kelime, 3350 harfden kurulu ve 54 âyettir.

Fussılet: Tasnif edilerek netleştirilmiş demektir. Üçüncü âyette kelimeyi daha derinlemesine anlatacağım.

Hâ-mîm'li sûrelerin hepsi Mekkî'dir. Ve birbirine yakın zamanda inzal olmuştur. Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hâ-mîm sûrelerinin, evrenlerin tüm sırlarını açıkladığını bildirmiştir. Bu açıdan Efendimiz: «Hâ-mîm'lerde mevcud bilgiler, evrende başka bir kaynakta bulunamaz» buyurmuştur.

Sûre'de evrene ait pek çok sırları izleyeceğiz. Ayrıca bazı âyetlerin diğer Hâ-mîm'lerle olan irtibatını ve Kur'an'ın kendi âyetlerini açıklama sanatını izleyeceğiz. Giriş kısmında izah edildiği gibi; 7’ler hikmetini yine âyet yorumları arasında göreceğiz.

Ayrıca Fussılet Sûresi evrenin en önemli sırrı olan, enfüs ve âfak ile gönüller arasındaki büyük mânâ ceryanını târif etmektedir. Yine bu konuda, kalp kulağı konusunda en ilginç târifleri yapmaktadır. İslâm velîleri «Fussı'let'in çözemediği evren sırrı yoktur» buyurmuşlardır.

Âyet 1: Hâ-Mîm.

Âyet 2: 0 Rahmânı Rahîmden inzal olunan,

Âyet 3: Ayetleri ayırd edilmiş bu kitab, bilecek bir kavim için Arapça bir Kur'an'dır.

Âyet 4: Müjde verici ve uyarıcı çoğu yüz çevirmiştir, onlar işitmezler.

Âyet 5: Onlar derler ki: Senin bizi çağırdığın şeye kalblerimiz örtü içinde, kulaklarımızda bir ağırlık var. Seninle bizim aramızda bir perde var, istediğini yap; (çünkü) biz yapıyoruz.

Âyet 6: De ki: Ben sizin gibi bir beşerim. Ancak bana şöyle vahiy veriliyor:

«Hepimizin tanı ısı tek tanrıdır, onun için hep O'na yönelin, O'nun mağfiretini isteyin. Vay hâline o müşriklerin. »

Âyet 7: Onlar ki zehâtı vermezler ve Ahirete kâfirdirler.

Âyet 8: Şüphesiz inanan sâlih amel sahipleri için kesintisiz bir ecir (mükâfat) vardır.

Şimdi Fussılet Sûresi'nin bu ilk bölümünün yorumuna geçiyoruz.

Âyet 1: «Ha-Mîm.»

a) (Hamd) ve Mîm (Muhammed (S.A.S.) kelimele­rinden Hâ-Mîm, Muhammed'in (S.A.S.) hamdi demektir. Ve Efendimizin 7 tür hamdi olduğu için 7 Hâ-Mîm sûresi vardır.

b) Her bir Hâ-Mim Fâtiha'nın bir âyetini yorumladı­ğından, bu sûredeki Hâ-mîm Fâtiha'nın ikinci âyetinin anahtarıdır. İkinci âyette bunu daha ayrıntılı inceleyece­ğiz.

c) Kur'an'da mevcut 7 Hâ-mîm de müstakil âyet olduğıından, hepsinin mânâsı birbirinden farklıdır. Fussılet'in Hâ-mîm'i, Efendimizin Allah'ın Rahîm sıfatına hamdini temsil eder. Allah'ın Rahîm sıfatına hamd: Allah'ın îman edenlere verdiği ilâhî sevdaya karşı hamd etmek demektir. Bu hamd, tam mânâsıyla Muhammedî bir san'attır. Elestte Efendimiz, «belî» dedikten sonra hemen yeniden «belî» diyebilmenin hamdine geçti.

Ve Allah o anda namazı tüm insanlara emretti. Efen­dimizin imametinde tüm inananlar bu Rahîm sıfatına hamdi temsil eden namazı kıldılar.

d) Hâ-mîm, uzayda mevcud yedi farklı mekânın ayrı ayrı fiziksel yasalarını açıklar. Başlangıç bölümündeki şifre metodu kullanılarak, bu mekânların hem fizik yasaları, hem de mânâ yasaları bulunur.

e) 7 Hâ-mîm'den her biri bir cennet kapısının şifresidir. Her Hâ-mîm sûresinde özel bir zikir vardır ve bu zikirler yardımıyla 7 ayrı Hâ-mîm âyetinin sırrı doğar. 0 zaman sırrına ulaşılan Hâ-mîm âyeti, cennet pasaportuna Efendimizin özel amblemi gibi işaretlenir.

Âyet 2: «0 Rahmânı Rahîmden inzal olunan»

Sûre, açıklayacağı Fâtiha'nın ikinci âyetini, ikinci âyet şeklinde vererek; Hâ-mîm'lerin Fâtiha sırrını açmaya memur anahtar olduğunu vurguluyor.

Fâtiha'nın ikinci âyetinin açıklamasını Fussılet şöyle başlatıyor: Allah, sevgilisi Muhammeddin (S.A.V ) hamdinden sonra (Hâ-mîm) evreni Rahmân ve Rahîm sırrıyla yarattı ve evrenlerin tüm hikmetlerini yine Rahmân ve Rahîm tecellisiyle Kur'an'da anlattı.

Âyetin temel anlamı budur. Rahmân ve Rahîm sıfatlarının tanımlarını Fâtiha'nın Kırk Yorumu'ndan hatırlayacaksınız. Zaten sûre içinde çok ince bir şekilde bu tecelliler örneklenmiştir. Rahmân sırrı'nı tekrar tanımlarsak; kudret sevgi ve merhameti birlikte temsil etmektedir.

Kudret ve sevginin ortak yansıması boyutlara can, mekânlara sonsuz câzibeler vermiştir. Batı dilinde «gravidasyon» diye ifade edilen maddenin temel sırrı, Rahmân tecellisidir. Onun için «gravidasyon», varlıkların ayrılması mümkün olmayan özlerindeki hikmettir. Bu husus, sûrenin son bölümünde tekrar açıklanacaktır.

Rahîm sırrı ise, Allah'ın inananlara yönelik özel bir rahmetidir. Fizik ve biyolojik düzenlerin özünde hep insana hizmet çabası gizlidir. Bu hikmet, suyu donunca hafifleten, dünyanın eğikliğini veren sırdır.

Dünyamız insana yatak yapıldığından, hem Rahmân, hem Rahîm sırlarının fıziğini taşır. Bundan bir örneği 11'nci âyette göreceğiz.

Âyet 3: «Ayetleri ayırt edilmiş bu kitab bilecek bir kavm için Arapça bir Kur'an'dır.»

Sûreye ismini veren «Fussılet» kelimesi, işte Kuı'an için temel bir tanımdır.

Fussılet: Ayrılarak netleştirilmiş, kesinleştirilmiş demektir. Bugünün ilmî kavramıyla kompüter hassasiyetiyle programlanmış anlamına gelmektedir.

Ayetlerin net hikmetler bildirmesi, her konunun net bir şekilde tebliği de «Fussılet» kelimesinin bir tarz tanımıdır.

Bu kelimenin «Hâ-mîm»lerde geçmesi, açıkca sırlarının Kuı'an'da tasnif ve tertib edildiğini gösterir. Ancak, yine «Hâ-mîm»in hemen başında yer alması, bu terkibin kompüter nizamı içinde gizlendiğini de ifade etmektedir. Başlangıç kısmındaki âyetlerin birbirine ilgisine dair izahlarımız, Fussılet sırrının bir başka hikmetidir.

Ayetin ikinci cümlesi «Arapça Kur'an'dır» hikmeti, Sûre-i Yûsufdaki tanımla birlikte mütâlaa edilirse:

Kuı'an, evrenin tüm sırlarını, tıpkı levh-i mahfûzdaki hâli gibi tasnif edilmiş (Fussılet) hikmetleri ihâta eder. Arapçaya çevrilmiş olan bu evren şifreleri kitabında yine Fussılet sırrı devam etmektedir. Özellikle 7 rumuzlar sistemi bu tasnifin temelidir.

Ayetin son cümlesi, Fussılet sırrının öyle ulu orta anlaşılamayacağını vurguluyor:

«Bilecek (bilebilecek) bir kavim için.» Şu hâlde Kur'an'daki Fussılet sırrı ancak bir ilim seviyesi meselesidir. Bu seviye, yalnız klâsik tefsir bilgisi değil; fizik, matematik, astrojizik ve biyoloji bilim dallarını kapsar.

Bu yüzden çağın bilimi bilinmeden Kur'an âyetlerinin temel özelliği Fussılet sırrı bilinemez.

Âyet 4: «Hem müjde verici, hem uyarıcı. Ç'oğu yüz çevirmiştir, onlar işitmezler.»

Ayete dikkat ediniz, Kur'an'ın asıl vasfi müjde verici oluşudur; uyarıcılık ikinci vasfıdır.

Neden müjde vericidir? Çünkü insanın ölümlülüğünü, âhirette ilâhî nimetlerin sonsuzluğunu dile getiriyor.

Neden müjde verici? Çünkü ilim adamlarına evrenin sırrını açıklıyor.

Neden müjde verici? Çünkü umutsuz, kimsesiz kalmışları, esirleri, kadınları hürriyete kavuşturuyor.

Neden müjde verici? Çünkü medeniyeti getiriyor. Însanı şerefli kılan ahlâkı öğretiyor.

Neden uyarıcı, gocundurucu? Çünkü çıkarcı ve hainleri sayı ile hizaya getiriyor.

Neden uyarıcı? Çünkü din gününü haber veriyor. Kimsenin yaptığının yamna kâr kalmayacağını bildiriyor.

Neden gocundurucu? Çünkü Kur'an, ilmiyle Allah'ı inkâr edenlere kırmızı kart gösteriyor.

Ayetin ikinci cümlesi:

«(Bu yüzden) çoğu yüz çevirmiştir, onlar işitmezler.» Mânâ kulakları tıkalı, asıl kulağımız olan kalp kulağının ceryanı kesik. Kur'an'a inananlar, ona inanmayanlara hayret ediyorlar: Bu kadar açık gerçeğe nasıl inanılmaz? Hâlbuki bunun nedeni onların mânâ kulaklarının ceryanının kesikliğidir.

Acaba mânâ kulağı ne demektir ve nasıl işitir? Bu sorunun cevabını anlamak için madde dünyasından bazı örnekleri kavramamız gerekiyor. Özellikle müzik san'atıyla uğraşanlar bir tanım kullanır: «Kulağı çok iyi, kulağı açık.» Bu, kulağın duyduğu sesleri ayırt edebilme özelliğine ait bir tanımdır. Ayrıca işittiğimiz bir sesin, özellikle müziğin bizde yarattığı duygusal sezgiler izah edilemeyen yanlarımızdan biridir.

Herkeste kulağın fizik yapısı aynı olduğu hâlde, duygularımızdaki fark neyin nesi?

Bize çevreden gelen etkiler, duyu sistemi dediğimiz göz, kulak, burun gibi organlara yansıyınca iki önemli sistemimize tesir eder:

a) Beyin

b) Duygu sistemi dolayısıyla gönül.

Beyne giden etkiler; görmede olsun, işitmede olsun fizik bir kalıbı hazırlar. Bilgi hazinemiz hâfıza kartlarımız bu etkileri fizik ölçüler içinde değerlendirir. İşitmeden örnek verirsek: Çağrılınca, çağıran kişiye cevap verir ya da o yöne hareket ederiz.

Etkilerin duygu sistemine yansıması ise, tamamen gönül hadiseleri yaratır. Duyduğumuz biz müsikî, seyrettiğimiz şahane bir güzellik; tüm fizik biçimlerin ötesinde bizi istilâ eder.

İşte bu yanımız kalple ilgili özelliğimizdir. Kalbin kompüter sistemleri sonsuza açık olduğu için; güzellikleri, ilâhî gerçekleri hemen tanır, değerlendirir.

Gönül penceresi önünde nefs perdesi kalınlaştıkça gerçeği, güzeli görme ve işitme yapımız kündleşir, yok olur. Özellikle çağımızda rastladığımız robot adam tipleri çıkar ortaya; sanki duygu sistemi ameliyatta çıkarılmış gibi yalnız hayvansal hayata mahkûm insan.

İşte Allah bu âyette sevgili habibine bu gerçeği açıklıyor:

Onların kulaklarının mânâ telleri kesik, gerçeği işitemezler, buyuruyor.

Bu âyeti, sûrenin başında arzettiğim yedi anahtar sistemini işlete işlete ta Müddessir Sûresi'ne; Velid bin Mugıyre'ye kadar götürebilirsiniz. Nitekim Velid bin Mugıyre'nin ilk dinlediği âyetlerden biri bu âyetti.

Âyet 5: «Diyorlar ki: Kalbimiz senin çağrına karşı örtüler içinde, kulaklarımızda ağırlık var. Seninle aramızda bir gergi (perde) var. Sen yapacağını yap, çünkü biz yapıyoruz. »

Acaba kâfirlerin bu tarz beyanlarının; bir anlamda itiraflarının sırrı nedir?

a) Ayetin bundan sonraki son cümlesine kıyasen Allah, Efendimize kâfirlerin gerçeğini anlatmak amacıyla, onların tavrını sergileyen bir açıklama yapıyor.

b) Kâfirler iç dünyalarında bir kopukluk olduğunu fark ediyorlar. Buna rağmen, bunu onarma yerine, küfür ve isyanı tercih ediyorlar.

c) İç dünyalarından bu mesaj çıkıyor. Kâfirler durumun farkında bile değil.

Ayetin son cümlesinde kâfırler Efendimize «Sen yapacağını yap, çünkü biz yapıyoruz» dediler.

Bu ifade, kâfir nefsin kesin düşmanlık isyanıdır. Nefs kendi mânâ arızasını fark etmekle beraber, ilâhî davaya savaş açmıştır. Bu âyetin içinde ifadesini bulan küfr-ü inâdî, mağdûbîn (nasipsizler) sınıfının tarzıdır. Gerçekte ilâhî dâvânın gerçek olduğunu bile bile Allah davasına karşı çıkma olayına mağdûbîn denir. Bunlar ilâhî ceryana karşı ne denli kündleşmiş olduklarını yukarıdaki ifadelerle ilân ederler. Ve bilerek Allah davasına karşı çıkmaktan vazgeçemezler.

İşte dördüncü âyette bildirilen, kulaklarının mânevî ceryanı kesik olanlar, bunu fark edip itiraf etseler de dönemezler. Çünkü îman kalp işidir. Kalp kulağı açık olmadıkça Kur'an'ı işitmezler.

Burada çok önemli bir noktaya değinmek istiyorum. İşitme eyleminde beyin fazında nasıl önceden duyulmak, bilinmek gerekirse; gönül fazında da işitmenin önceden duyulmuş olması gerekir. Kuran yaratılışdan iletişimli olduğundan, Kur'an'ı duyan kalp kulağı hemen hayran kahr, îman eder. Kalp kulağı açık bir mü'min Kur'an'ı dinlerken sanki onu yaşıyor gibi duygulanır.

Burada kâfirler, Efendimize: «Ne yapacaksan yap» derken, dünyada da kıyamette de hangi azap gelecekse gelsin, biz küfr-ü inâdimizden vazgeçmeyiz diyorlar.

Âyet 6: Kâfirlerin bu kesin düşmanca tavırlarına rağmen Allah Efendimize ılımlı bir mesaj veriyor:

«De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim, ancak bana vahy olunuyor.»

Âyetin bu ilk cümlesinde Kuran'ın en önemli özelliği bir kez daha vurgulanıyor. Yâni: « Siz benden işittiğiniz âyetleri benim sözüm mü sanıyorsunuz ki, bana istediğini yap diyorsunuz? Hayır, ben de sizin gibi bir beşerim; Allah'ın vahy ettiği sözleri naklediyorum.

Niçin benimle akılsızca bir hased kavgasına giriyorsunuz? Üstelik bana vahy eden Allah sizden zor ve kötü bir şey istemiyor ki.»

Âyetin ikinci cümlesi: «Hepinizin tanrısı tek olan tanrıdır, O'na yönelin, O'nun mağfiretini isteyin. Veyl o müşriklere!»: Bu akılsızca inadınıza rağmen bakın Allah, O'na yönelmeniz şartıyla sizi affedeceğini bildiriyor. Çünkü o evrenin tek ilâhıdır.

Ancak yine de dönmezseniz «Veyl o müşriklere»: yazık olsun o çılgınlara.

Ne kadar yanılmış olursanız olun, ne denli günahda bulunursanız bulunun Allah'a yönelince Allah affedecektir.

Şu hâlde «ben nasıl olsa yanlıştayım» diye beşinci âyetteki gibi isyanda ısrar mânâsızdır. Buna rağmen Allah'a yönelmezseniz: Veyl o müşriklere. «Veyl», hem «yuh» anlamınadır, hem de cehennemde özel bir mekânın ismidir. Mânâ bilimlerinde bu mekâna «Veyl deresi» denir.

Âyet 7: Bu âyet, ilk altı âyetten çok sonra, muhtemelen Medine'de nazil olmuştur.

Böylesine müsâmaha ve mağfıret talebine rağmen müşrikler niçin Allah'a yönelmiyor?

Çünkü: «Onlar ki zekâtı vermezler ve Âhirete kâfirdirler.» Yâni bu küfr-ü inâdînin kökeninde 2 neden yatar:

a) Âhirete inanmamak; reyb (şüphe).

b) Zekâttan kaçmak; hisset (hasislik).

a) Âhirete küfür, deyimi çok ilginçdir. Dikkat ederseniz «Âhirete inanmazlar» demiyor. «Ahirete karşı küfür içindeler» diyor. Küfür, daha önce de izah ettiğim gibi;

gerçekle kendi arasında perde çekmek demektir.

Allah çoğu kez iman'a karşı inkâr kelimesini değil, küfür (perde) kelimesini seçer. Çünkü daha çok aklın almadığı, olması mümkün olmayan olaylara karşı bir eylemdir. Hâlbuki Allah gerçeği âhiret, aklın içindedir. 0 inkâr edilmez. Ona karşı küfür eylemi konur. Yani gerçekle kendi arasına perde konur.

b) Hisset ise başlı başına bir küfür belirtisidir. Hisset sahibini iflâh etmez, gerçeği mutlaka bir gün gelir sapıtır. Neden mi? Hisset nefsin güçlenme, semizlenip büyüme belirtisidir. Böyle bir nefsin hakkından kimse gelemez de ondan.

Âyet 8: «Şüphesiz, inanan sâlih amel sahipleri için kesintisiz bir ecir (mükâfat) vardır.»

Îman ve sâlih ameller konusunda «Namaz Sûreleri Yorumu» kitaplarımızda geniş bilgi vermiştik."'

Ilâhî mükâfat ise, hem dünyada gönül huzuru ve ilâhî zevk şeklinde yansır, hem de cennette rahîk şeklinde verilecekdir.

İlâhî mükâfatların farklı güzellikleri Kur'an'da pek çok âyette ayrı ayrı açıklanmıştır. 5imdi yeni bir bölüme geçiyoruz:

Âyet 9: De ki: Siz küfretmeyi sürdürecek misiniz? 0 hâlika ki, arzı iki günde yarattı, bir de menendler (ortaklar) koşuyorsunuz! 0, bütün âlemlerin Rabbidir.

Âyet 10: Hem ona üstünden baskılar yaptı ve onda bereketler doğurdu. Ve onda azıklarını da takdir buyurdu. Dört gün içinde araştıranlara eşit olarak (isteyenlere, soranlara eşit olarak).

Âyet 11: Sonra semâya doğruldu. 0 bir duman halinde idi. Ona ve arza dedi ki: İkiniz de ister istemez (kerhen de olsa) gelin (birlikte âhenkleşin). Dediler ki: İsteyerek geldik.

Âyet 12: İki gün içinde 7 semâ halk etti ve her semânın emrini (düzenini) ona vahy etti.

Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık (misbahlarla donattık) ve mahfûz kıldık.

İşte bu, azîz ve alîm olan Allah'ın takdiridir.

Bu dört âyet, ilmî mûcizelerin akıl almaz bir şaheseridir. Ancak yorumlarında, sûrenin giris bölümünde anlattığım 7'li anahtarlarla diğer «Hâ-mîm»ler aracılığı ile açılabilir.

Âyet 9: Bu âyet 4 cümle hâlindedir:

a) «Siz küfretmeye devam mı edeceksiniz?»

b) «0 ki, arzı iki günde yarattı.»

c) «Bir de menendler koşuyorsunuz.»

d) «0 âlemlerin Rabbidir.»

Siz Allah gerçeğini nasıl perdelersiniz (küfür hâli). 0, arzı 2 günde yarattı.

Madem ilâhî hikmetlerden nasibiniz yok, öyleyse niçin putlara tapıyorsunuz, sahte bir ilâh peşinde koşuyorsunuz? Madem ilâhî kudrete inanmıyorsunuz, neden başka mâbutların peşindesiniz?

Hâlbuki 0 Âlemlerin Rabbi'dir. Siz dünyadaki basit eylemlerinizi birer puta yönettirmek istiyorsunuz. Hâlbuki Allah tüm Âlemlerin Rabbi'dir.

Bu ana mânâdan sonra, şimdi ayrıntılara geçiyorum. Ayetin üç temel mesajı var:

a) Madem ki gerçek ilâhî kudreti; Allah'ın Âlemlerin Rabbi olduğunu perdeliyerek inkâr ediyorsunuz, gülünç mâbudlar aramaya ne lüzum var? Sanılır ki, bu âyet, yalnız eski çağların putperestlerinin düştüğü tezadı anlatıyor. Hâlbuki Lâtinler'in dediği gibi «güneşin altında yeni bir şey yok» yani zamanımız insanı da aynı tezadın içindedir. Hem Allah'a inanmaz, hem uydurma bir takım hayaller peşindedir. Uğursuzluk, şans, tabiatta gizli kuvvetler, yıldız falları, uzay masalları modern putperestliktir. Aradaki fark, bir heykelcik sembolü yapıp tapmamaktan ibarettir. Aslında maskot, uğur diye burçları, şekilleri taşımak bir tarz put tutkusudur. Daha acısı, ateist marksistlerin tutumudur. Hem geçmişin bütün değerlerini inkâr eder, «eskidi, modası geçti» derler, hem de tarih olmuş kendi fikirlerini tartışılmaz tabular hâlinde takdim eder, âdeta onlara bir putperest geleneğiyle taparlar. İşte âyetin birinci mesajı kâfirlerin bu hazin durumunu anlatır.

b) Âyetin ikinci mesajı, arzın iki günde yaratılmış olması konusudur. Hemen hemen bütün nıüfessirler 2 gün tanımını bizim bildiğimiz gün tanımından farklı mütâlaa etmiştir. Bunun nedeni pek açıktır. Bir kere arz yaratılmadan önce gün kavramı yoktur. ikincisi, çeşitli âyetlerde dünyadaki gün ile evrenin çeşitli katlarındaki gün kavramının farkları bildirilmiştir."' Kaldı ki âyette iki günü temsil eden kelime «Yevmeyn» dir. Hem iki gün, hem iki mühlet anlamına gelir.

Bu iki devrin hangi devirler olduğu sorusuna gelince: Eğer bu âyeti 11'nci âyete kıyas edersek:

1) Arzın atmosferinin teşekkül etmediği çağ.

2) Arzın atomlarının teşekkülünden günümüze kadar olan çağ.

Eğer bu âyeti 10. âyete kıyas edersek:

1) Arzın enerji veya nova devri.

2) Arzın atomlarının teşekkülünden sonraki devri.

Bunların seneleri ise, âyette açıklanmamıştır. Bu devirlerin bir nükleer faz hâlinde düşünülmesi, milyar yılla kıyası gerektirir.

Aslında zaman, kula kıyasla var olan bir nesnedir. İlâhî irade zaman eylemine tâbi değildir; «ol» dediği an murad edilen olay evren ekranına geçer. Onu seyreden bizler için bir zaman eylemi ve o eyleme kıyaslama zorunluğu vardır. Bu yüzden zamanda kesin bir rölativite (izafiyet) vardır. Meselâ, bir pi-mezonun ömrü yirmi milyonda bir saniyedir. Bu zaman bizim için yok sayılır. Bu kısa sürede yaşayan mezon açısından, bizim fark bile edemeyeceğimiz o zaman koskoca bir ömürdür.

c) Âyetin bir başka mesajı «âlemlerin Rabbi» kavramıdır. Allah, kendi kudretinin yüceliğini kavrayabilmemiz için bizleri âlemleri tanımaya, öğrenmeye çağırıyor. 10 ve 11'nci âyetlerde âlemlerden örnekler verecek, bizim ilâhî kudretin sonsuzluğunu kavramamız için ilme dikkatimizi çekecektir.

Âyet 10: «Hem ona üstünden baskılar yaptı ve onda bereketler doğurdu. Ve onda azıklarına da takdir etti. Dört gün içinde araştıranlar için eşit olarak.»

Görüldüğü gibi, bu âyetin de kavranması çok güçdür. Âyetin ilk cümlesini ilmî açıdan ele alalım:

a) Arzın tepesinde, bereket getiren baskı nedir?

Arzın kendi normal gravidasyon ve dönme eylemine göre kutuplar yarı çapı daha büyük olması gerekirdi. Hâlbuki arz aksine yassılmıştır. Böyle olmasa; kutuplar sivri olsaydı, arz iki kutbundan aşağılara doğru donacak, ekvatordan yükselen su buharı kutuplarda buza döne­cekti; tabiî arz yağmur yüzü görmeyecekti.

Kutuplardaki bu baskı, arzın manyetik kuşağından gelen bir baskıdır. (12'nci âyette açıklanacak). Bu sayede ekvator genişlemiş, yağmura imkân doğmuştur. Bu man­yetik baskı, âyette çoğul olarak geçer. Arzın manyetik alanından başka, semâlardaki manyetik gerilimi ifade etmektedir. Bu baskı arza ne kazandırmıştır?

1) Kutup derinliğini azaltarak buzullaşmayı engellemiştir.

2) Bu baskı, manyetik etkiyle arzın mağmasını sıkıştırmış ve arz kabuğu bu sayede meydana gelmiştir.

3) Bu baskı, mağmadan arz kabuğuna madenlerin ve kaplıca sularının sızmasını sağlamıştır.

4) Nihayet bu baskı, atmosferi dengelemiştir. Modern astrofizik göstermiştir ki; gezegenlerin hacmiyle câzibesi arasında bir oran yoktur. Bır gezegenin câzibe dengesi, sıkışmış atomlarının özel konumuna bağlıdır. İşte bu yüzden âyet «bu baskı size bereket getirmiştir» buyuruyor: Madeniyle, yağmuruyla, atmosferiyle...

b) Ayetin ikinci cümlesi biraz karışıktır. Bir kısım müfessirler «4 gün içinde araştıranlara musavi olarak» cümlesini «onda azıklarını da takdir buyurdu» cümlesinin devamı saymışlar, o zaman da «4 mevsimde eşit azık arasınlar» şeklinde yorumlamışlardır. Ancak, bu tarz yorum, Arapça cümle bilgilerine uymaz. Bazı müfessirler ise, Elmalılı merhumun da katıldığı şekilde, «4 eşit gün» kavramını arzın baskılardan sonra bereket kazanma çağı olarak kabul etmişlerdir. 0 zaman mânâ şu olur: Bu dört günün içine, arzın yaratıldığı iki gün de dahildir.

İlk gün, ya da devir olarak izah ettiğimiz çağdan sonra; arzın, tepe baskıları nedeniyle bereketli döneme girmesi de kalan iki devrede olmuştur.

1) Arzın manyetik düzeninin, câzibesinin ve mağmasının sabit fizik bir dengeye girme fazı.

2) Atmosfer ve arz kabuğunun teşekkülü. (9'ncü âyette farklı yorumumuz, âyetin onuncu veya on birinci âyete bağlanarak izah edilmesindeki farkdan doğmaktadır).

Ayette zaten ilim sırları peşinde olanlar için 4 devrenin varlığı, âyetin tamamen arz devrelerine ait incelikleri taşıdığını pek açık şekilde ifade etmektedir.

Âyet 11: «Sonra duman hâlinde olan semâya doğruldu, ona ve arza:

İsteseniz de istemeseniz de bir araya gelin' dedi. Onlar da: `İsteyerek bir araya geldik' dediler.»

Bu âyetin çok derin olan akıl almaz mûcize sırlarını «Kur'an Mûcizeleri»nde pek geniş anlattım. Burada bir özet yapacağım.

Ayetin kuruluş şekli zaten büyük bir ilmî mesaj verileceğini göstermektedir. Âyetin değişik biçimini göz önüne alarak bu mesajları inceleyelim:

a) 12'nci âyetten anlayacağımız şekilde buradaki semâ arzın yakın semâsını temsil eder.

b) Allah önce semâ ve arzı «kün» emriyle yaratmış (Rahmân sırrı), sonra onlara yeni bir işlem yapmıştır (Rahîm sırrı).

c) Arzın semâsında o sırada yalnız duman vardı; yâni karbon monoksit.

d) Semâ ile arz arasında uyum zorluğu vardı. Bu, arzın çekimi ve semâdaki gazların evrene doğru uçuşunu gerektiren olağan bir durumdur. Ancak, Allah onlara «istemezseniz de bir araya gelin» dedi. Böylece atmosferin kurulması sağlandı.

e) Arzın 4 devirlik fazı tamamlanmış; ancak, atmosfer kurulmadığı için hayat başlamamıştı. Jeolojik bilgilere göre bu devirde arz kabuğu kurulmuş, atmosferde karbon dioksitten başka gaz olmadığı için hayat başlamamıştı.

Şimdi arzda atmosferin kuruluş hikâyesini anlatan âyetin özel hikmetlerini görelim:

Astrofizikden biliyoruz ki, bir gezegende atmosferin teşekkülü fevkalâde zordur. Gezegen ay gibi hafif olursa sathındaki gazları tutamaz. Jupiter gibi ağır olursa bu gazları câzibesiyle emer, yine atmosfer kalmaz. Allah bu gerçeği vurgulamak için «kerhen de olsa (istemeseniz de) bir araya gelin (dengelenin)» buyuruyor. Yine onuncu âyette arzın çekirdek dengesinin baskı ile kurulduğu bildirilmişti. Bu yüzden âyet «İsteseniz de» kelimesini de kullanıyor. Demek ki, atmosfer dengesi için çekim şartları uygun, ancak yeterli değil.

«Allah onlara (arza ve atmosfere) doğruldu» emri, «özel bir düzen tayin etti» anlamınadır. Nedir bu özel düzen?

Astrofizikden öğreniyoruz ki, arzda atmosferin kalıcı özellikle kurulabilmesi için şu şartlar gerekmektedir:

1) Arzda ısı çok dengeli olmalıdır. Bunun için arzın uygun bir ritimde kendi ekseni etrafında dönmesi gerekir. Bu dönme aynı zamanda arzın merkez câzibesine kürenin her yerinde homojenite kazandıracaktır.

2) Arzın güneşe olan uzaklığı belki ufak değişkenlik içinde olmalıdır (elips yörünge).

3) Arzın eğik olması gerekir. Eğer arz belli bir derecede eğik olmasa buzullaşma süreci hızla gelişir ve atmosferin dengeli dağılımı mümkün olmazdı; arz korkunç firtınalar denizine dönerdi.

4) Atmosferde kendi kendine yanmayacak oranda %20 oksijenin kalabilmesi, arz kabuğunda hemen yanan elementlerin bulunmamasını gerektirir. Silisyum yerine karbon olsaydı, atmosferde oksijen bulunması imkânsız olurdu. İşte Allah bu incelikleri, âhenkleri bize anlatmak için: «Sonra O(Allah) arza ve arz semâsına doğruldu» mesajını veriyor. Bu doğrulma, bir «Rahîm» sırrıdır. Çünkü arz, inananlara hazırlanan bir beşiktir. Size zaten Rahmân'ın Rahîm sırlarını açıkladığından; Allah bu dört âyette önce Rahmân sırrıyla hilkati, sonra Rahîm sırrıyla ona verdiği âhenkleri dile getirmektedir.

İşte Allah, bu sûrenin anahtarı olan Rahmân ve Rahîm sırlarını açıklamak için:

«Arzı ve semâyı kün emriyle yarattım» dememiş, böylesine ayrıntılı bilgi vermiştir.

Efendimiz bu yüzden Fussılet Sûresi için: «0, semâların ve arzın hikmetlerini hiç kimsenin erişemeyeceği bir hikmetle bildirir» buyurmuştur ve bu yüzden her gün Fussılet Sûresi'ni okumuştur.

Âyet 12: «Gökleri yedi semâ halinde 2 günde (iki devirde) yarattı. Sonra her semâya ona ait emri vahy etti.

Ve biz, yakın semâyı misbahlarla donattık, (ayrıca) mahfûz kıldık. İşte bu, aziz ve alim olan Allah'ın takdiridir.»

Bu âyet de genelde semâların yaratılmasını tanıtmaktadır. Ayetten fark edebildiğimiz mesajlar şunlardır:

a) Yedi semâ, iki devrede yaratıldı.

b) Bizim semâmızda bulunan gezegenleri ışıklarıyla tanıyoruz.

c) Yedi semânın her birinde ayrı bir fizik yapı var. Bu yapının devamı ancak ilâhî vahy ile verilen yasalar sayesinde sağlanır.

d) Bu düzen, Allah'ın aziz ve alîm sıfatından yansıyan ilâhî bir kompüter nizamıdır. Şimdi bu mesajları yorumlamaya çalışalım:

a) Semâların iki devrede yaratılması: Semâların devre süreleriyle, arzın devre süreleri arasında bir ilgi kurmak yanlış olur. Semâların iki günde yaratılması olayı tamamen semâların özelliklerine has bir tanımdır. Muhtemlen bu iki devir şunlar olabilir:

1) Birinci devrede boyutlar ve mekân âhenkleriyle, manyetik gerilim sistemleri yaratılmıştır.

2) İkinci devrede ise, tüm evrenlerin varlıkları, galaksiler yaratılıştır.

Âyet bu mesajı, dünyanın yaratılmasına ait ayrıntı yanında genel çizgileriyle vermiş görünmektedir. Ancak yedili «Hâ-Mîm» şifreleri işletilince, bu konudaki ayrıntılı bilgileri hemen öğreniyoruz. Şûrâ Sûresi'nin beşinci âyeti, semâların manyetik baskısını akıl almaz bir şekilde tanımlamıştır. Saffat Sûresi'nin beşinci âyeti de sonsuz boyutları tanımlamaktadır. Yine bu sistemle Zâriyat Sûresi 47'nci âyetinde göklerin genleştiği bildirilmektedir.

Ayrıca yedi kat göklerin sırrı, Kur'an'ın muhtelif sûrelerinde 7 ayrı âyette açıklanmıştır. Bu âyetleri şöyle sıralayabiliriz:

1) Sûre 67, âyet 3

2) Sûre 2, âyet 29

3) Sûre 17, âyet 44

4) Sûre 71, âyet 15

5) Sûre 78, âyet 12

6) Sûre 23, âyet 17

7) Sûre-i Fussılet, âyet 12

Konuyu dağıtmamak için ayrıntılar üzerinde duramıyorum.

Yine madde evreninin yaratılmasıyla ilgili ünlü dağılan parçacıklar teorisine göre:

Bir noktadan başlayıp sonsuz uzaklıklara doğru küresel yayılan enerji, muhtelif manyetik kuşaklar hâlinde sistemleşmiştir. Bu enerji kuşakları 7 tanedir. Bunları «Kur'an-ı Kerim'den Âyetler ve İlmî Gerçekler» serimizde ayrıntılı olarak inceledim. Burada üzerinde duracağım konu Big-Bang olayının devre ve süresidir. Bu teoriyi savunan bilim adamlarına göre bu patlama 2. devrede olmuştur.

1) Patlama devri 6 saniye sürmüştür.

2) Dağılma: Bu devrin ilk iki gününde mekânlara yerleşme olmuş, sonra sonsuza kadar genleşme fazına geçmiştir.

Şimdi tekrar âyetin yorumuna geçiyorum:

b) Yakın semâmızın sırları: Burada iki mesaj var, biri «misbahlarla donatılma» ikincisi «mahfûz kılınma.»

Misbahlarla donatılma: Yıldızların ışık yayma özelliklerinin farklı fazlarla gökyüzünü bir san'at tablosu gibi süslediğini ifade etmektedir.

Bazı tefsirlerde yıldızlar sonra yaratılmış gibi yanlış yorumlar var. Hâlbuki Yâsin Sûresi'nin 81'nci âyeti, evvelâ semâların yaratıldığını sarih olarak bildirmektedir.

Arzın mahfûz kılınmasına gelince: Arzın, uzay problemlerine karşı çok özel korunum sistemleri vardır. Bunları özetlersek:

a) Arzın manyetik korunum sistemi: 200.000 km. çapında manyetik bir alanımız vardır. Bu alan, uzaydan gelen özellikle uzay taşlarını saptırır; arza çarpmasını önler, ayrıca birçok ışınları da saptırır.

b) Atmosfer, en dışındaki hidrojen tabakasıyla arza kadar gelir. Gök taşlarını yakar ve onların arza düşmesi hâlinde küçücük kalmalarını sağlar.

c) Atmosferdeki ozon tabakası ışınları süzer. Sanki moleküler bir ağ gibi arzı özellikle güneş ışınlarının fazlasından (aşırı ultraviyoleden) korur.

Âyetin yalnız bu cümlesi bile Kur'an'ın ne denli mûcize sırrı taşıdığını göstermeye kâfıdir. Bütün bu hikmetler, Allah'ın azîz ve alîm olan kudretinin bir işaretidir.

Kıymetli okuyucularım, unutmayınız; sûre bütünü içinde hem «Rahmân», hem «Rahîm» sırrını açıklıyor. İşte bu korunma da «Rahîm» sırrının bir lûtfudur. Allah onu azîz ve alîm olan ilmiyle yansıtmıştır.

Özellikle genç okuyucularım Allah'ın esmâ ve sıfatlarını kavrayamamaktan şikâyetçidir. İnşallah esmâların ilmî bir yorumunu ayrı bir kitab hâlinde siz okuyucularıma sunacağım.

Şimdi sûrenin başka bir bölümüne geçiyorum:

Âyet 13: Onlar yine yüz çevirirlerse de ki: Size Ad ve Semûd saikası gibi bir saika haber veriyorum.

Âyet 14: Onlara, Allah'dan başkasına tapmayın diye önlerinden ve arkalarından Peygamberler gönderildiği zaman dediler ki: Eğer Rabbimiz dileseydi melekler indirirdi, onun için biz sizinle gönderilene küfredicileriz.

Âyet 15: Âd'e gelince, arzda haksız yere kibirleniyorlardı. Ve: Bizden kuvvetli kim var? dediler.

Kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha kuvvetli olduğunu düşünmediler mi? Fakat âyetlerimizi bilerek inkâr ediyorlardı.

Âyet 16: Biz de kendilerine dünya hayatında zillet azâbını tattırmak için, nuhûsetli günlerde üzerlerine sarsar rüzgârı salıverdik. Elbette Âhiret azâbı daha zilletlidir. Hem de onlar kurtulamayacaklar.

Âyet 17: Semûd'a gelince, biz onlara yolu gösterdik de onlar hidayete karşı hörlüğü sevmek istediler. Ve (bu hâldeyken) kendi kesipleri dolayısıyla o hor azâb saikası oluverdi.

Âyet 18: Îman edip korunanları ise kurtardık.

Sûrenin ilk 12 âyeti akla hitap etmişti. Buna rağmen inanmayanların bu kez nefsine hitap başlamıştır. 25'nci âyete kadar hedef, nefsdir. Ona, Âd ve Semûd kavmîne verilen dünya azapları, sonra da Âhiret azapları anlatılmaktadır.

Önce Âd ve Semûd'un davranışlarındaki ortak çarpıklık anlatılıyor.

Sûrenin bu akışı yine Fâtiha sırrı içindedir. Âd kavmi Fâtiha'daki mağdûbîn sınıfının, Semûd kavmi ise dâllîn grubunun temsilcileridir. Bunların hikâyesi, cezaları her devirde dâllîn ve mağdûbîn'in hayatını sergiler.

Âyet 13: «Onlar yine yüz çevirirlerse de ki: Size Âd ve Semûd saikası gibi bir saika haber veriyorum.»

Bu âyet göstermektedir ki, mağdûbîn ve dâllîn sınıfinın her devirde başına gelecekler aynıdır.

Âyet 14: «Onlara ön.lerinden ve arkalarından gönderilen peygamberler: Allah'dan başkasına tapmayın, dedi. Onlar ise: Biz size karşı küfredicilerdeniz, eğer Rabbimiz istese (mesajlarını) melekleriyle gönderirdi, dediler.»

Hem dâllîn, hem mağdûbîn için (Âd ve Semûd) geçerli olan âyet, aslında nefsin kaçamak arayan isyanını sembolize ediyor.

Enfüsî mânâda; önden ve arkadan gelen peygamberlerden kasıt, akıl ve kalpdir. Akıl arkadan gelen peygamberleri temsil eder. Kalp ise, her an ileriyi çizerek bizi gerçeğe götürür; bu yüzden önden gelen peygamberi temsil eder.

Melek gönderilmesi fikrine gelince; bu da tarihde kalmış bir fikir değildir. Aksine, zamanımızda yaşayıp; akıllı geçinen pek çok aydın, uzaydan gelecek varlıklardan gerçeği öğrenme peşindedirler. Hâlbuki onların dalâlette ve nasipsiz olmaları kesinlikle îman etmelerine firsat vermiyor. Dikkat edersiniz kafalarında bir îman taslağı var. Oyle olmasa melek görıderilmesini beklemezlerdi. Fakat nefsleri onları saptırdığı için îman etmiyorlar. Üstelik aklın en dar penceresi olan mantık noktasından yanlış yargılar peşinde koşuyorlar.

Âyet 15-16: «Ad'e gelince, arzda haksız yere kibirleniyorlardı. Ve: Bizden huvvetli kim var? dediler. Kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha kuvvetlii olduğunu düşünmediler mi? Fakat âyetlerimizi bilerek inkâr ediyorlardı.

Biz de kendilerine dünyada iken zillet azâbını tattırmak için, nuhûsetli günlerde üzerlerine sarsar rüzgârı salıverdik. Elbette Âhiret azâbı daha şiddetlidir. Hem de onlar kurtulamayacaklar.»

Âd kavmi, nefsin mutlak gururunu temsil ediyor. Nasıl insan yapısında nefs ruhdan gelen kudreti kendi gücü sanıyorsa, Âd kavmi de dünya imkânlarını, ilâhî düzeni görmezlikten gelerek kendini büyük bir kudretin temsilcisi sayıyordu. Âd kavmi, Babil civarında yaşamış eski ve çok gelişmiş bir uygarlığın temsilcisidir. Irak'ta yapılan arkeolojik araştırmalar, gerçekten Âd kavmi uygarlığına ait birçok örneklerin varlığını doğrulamıştır. Hatta bazı arkeologlar Âd kavminin elektrik pilini bile yaptığını sanmaktadırlar. Ünlü Babil kulesi de Âd kavminin gururunun, sınır bilmez ihtirasının sembolüdür. Bu konuya Amme Cüz'ü Yorumu'nda değinmiştim.

Âd kavmini mahveden sarsar fırtınasına gelince: Bu konuda hemen hemen hiçbir tarihî bilgiye rastlayamıyoruz. Bu fırtına Âd milletini yerle bir etmiş, Babil kulesini yarısına kadar yıkmıştır. Tümden yıkılmamasının nedeni bize bir mesaj iletmek; o kavmin âkıbetini, o kule zihniyetinde görmemiz içindir.

Kavmin yok olduğu gün için «nuhûsetli bir gün» tanımı kullanılmıştır. Bu tanım bir belâ günü anlamına gelmekle birlikte, çok özel bir günü simgelemektedir. Çok eski din tarihçilerinin «Şubat ayında bir çarşamba günü» şeklinde tesbit ettikleri bu günde sarsar fırtınası olmuştur. Milyonlarca yıl sıfırın altına düşmeyen hava sıcaklığı o bölgenin değişmez iklim kaderidir.

Ne çare ki, gazâb-ı ilâhî sarsar firtınası estiği zaman önce her şey donmuş, sonra dağılan kristal bardak gibi parçalanıvermiştir.

Bu fırtına ve bu sonuç bir kez daha tekrar edilmediği için tanımlamak güçtür. Ancak, bir manyetik fırtına olduğu düşünülebilir. Böyle bir fırtına iki yönlü olabilir. Ya molekülleri sıkıştırıp dondurur, ya da molekülleri uzaklaştırır; alev alev nükleer etki gibi yakar.

Ayet son bölümünde âhiret azâbının daha şiddetli olduğunu bildiriyor. Bu azâb, sekar azâbıdır. Müddessir Sûresi'nde gördük. 0 azâbdan kurtulmak ta mümkün de­ğildir. Zîra o sekar otomatiktir ve nefs, gururu oranında onu çeker; mağdûbînin âkıbeti böyledir.

Âyet 17: «Semûd'a gelince: Biz onlara yolu gösterdik de, onlar hidayete karşı hörlüğü seçti (dâllîn)...» Daha açık kelime karşılığı, körlüğü sevmek istediler. Bir başka mânâ emri, yanlışa câzibe duydular.

«Ve kendi kesipleri dolayısıyla o hor azâb saikası oluverdi». Şiddetli bir patlama (saika) ile son buldular. Ancak bu gazâbı kendileri kesbettiler, yâni hazırladılar (Hz. Sâlih'in ünlü deve kıssası gibi). Onceki yorumlarımızda deve kıssasına değinmiştik.

Semûd kavmi burada dâllîn sınıfını temsil etmektedir. Nefsin gururla düştüğü mağdûbîn çıkmazının bir benzeri, fakat biraz hafifi dâllîn çukurudur.

Nefs mağdûbîn çukuruna gururu yüzünden düşer.

Dâllîn çukuruna ise; hisseti, kıskançlık ve cimriliği, bencilliği yüzünden düşer.

Dikkat ederseniz «Semûd kavmi, hidayet yerine delâleti (körlüğü) seçti» deniyor. Biz bu bölümü, gördüğünüz gibi; en ince gramer ayrıntılarıyla inceledik. Çünkü âyet dâlâlete; yanılgıya giden istikameti târif ediyor. Buradaki tanımda en önemli nokta; körlüğe, yanlışa câzibe duyulması olayıdır. Nefs, hidayeti ancak gönül zevkiyle bulabilir. Eğer o bencillik edip «kendim bulurum» derse, yanılgıya mahkûmdur. Onu bencillikten kurtaracak tek yol infaktır.

Semûd kavminin saikasına dönüyoruz. Onların sonu da bir başka gazâb-ı ilâhîdir. Batı tarihlerinde «Sodom ve Gomore» diye geçen Semûd kavmi, Ürdün çevresinde yaşamış bir uygarlıktır. Onlar da bir infılâkla yok olmuşlardır. İnfılâktan sonra tüm binalar korkunç bir depreme uğramış gibi yıkılmış; yerle bir olmuş, âdeta haritadan silinmiştir.

Saikanın da sert bir manyetik darbe olduğu tahmin edilmektedir. Çünkü kıyametteki Sayha bunun daha güçlü şeklidir. Onun, boyutların çökmesi sırasında yarattığı darlığın manyetik olduğu görüşünde olduğumuza göre, saika da tek bir manyetik şoku düşündürmektedir.

Âyet 18: «İnananları ve müttakileri kurtardık.»

Ayete dikkat ederseniz, topluma gelen ilâhî ceza sırasında yalnız inanmak kurtulmak için yeterli değildir; mutlaka ittika da olması lâzımdır: Yâni namaz ve infak.

Bu âyet, aynı zamanda bir toplum cezalanırken müttakîlerin mutlaka korunacağını bildirmektedir.

Sâlih peygamber müttakîleri yanına alıp Sodom şehrini terk ederken, arkalarına; yâni şehir yanına bakmamalarını tembih etti. Bu, manyetik şokun çevreye de ağır etkiler yapabileceğini göstermektedir.

Şimdi sûrenin mahşerle, özellikle mahşerdeki yargı ile ilgili bölümüne geliyoruz:

Âyet 19: Ve haşr günü, Allah düşmanları toplu hâlde ateşe sürülürler.

Âyet 20: Hattâ ona vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri işledikleri şeye karşı onların aleyhlerine şâhitlik ederler (bildiklerini dile getirirler).

Âyet 21: Derilerine: Niçin aleyhimizde şâhitlik ettiniz? derler (Derileri): Bizi, her şeyi söyleten Allah söyletti. Sizi de ilk defa 0 yarattı. Yine O'na götürülüyorsunuz, derler

Âyet 22: Siz evvelce kulaklarınızın, gözlerinizin, derilerinizin aleyhinize şâhitlik etmesinden sahınmıyordunuz. Allah, yaptıklarınızdan birçoğunu bilmez zannediyordunuz.

Âyet 23: İşte Rabbinize beslediğiniz o zannınız sizi helâka sürükledi. Hüsrana düşenlerden oldunuz.

Âyet 24: Artık sabredebilirlerse onların yurdu ateştir. Tekrar dönmek isterlerse de artık hoş tutulmazlar.

Yorumlarına geçiyorum.

Âyet 19: «Allah düşmanları haşr günü toplu olarak ateşe sürülürler.»

Dünyada yaşarken kendilerinde kuvvet vehmedenler, mahşer günü demir tozlarının mıknatısa koşmaları gibi gidip azâba, ateşe yapışacaklardır.

Âyet-i kerîmede ayrıca «toplu olarak» denmesindeki hikmet ise, Allah düşmanlarının birlikte haşr olmalarıdır. Bu gibiler nerede ölmüş olurlarsa olsunlar, haşr günü bir araya ışınlanacaklardır.

Âyet 20: «Hattâ ona vardıklarında gözleri, kulakları ve derileri işledikleri şeye karşı onların aleyhlerine şehadet edecekler (ne yaptılarsa o organlar dile gelip anlatacaktır).»

Bu üç organa dikkat ederseniz; onlar, duyu organları­dır. Ve dünyada iken nefsin en çok işbirliğ-i yaptığı sistemlerdir.

Âyetin açıkladığı önemli bir sır, bu organların hâfiza kabiliyetleridir. Her ne kadar bundan sonraki âyetlerde organları Allah'ın dile getirdiği bildiriliyorsa da, onların bir hâfıza kabiliyeti olduğu da bu âyetten anlaşılmaktadır. Bu kaydın bir hücre hâfızası mı olduğu, yoksa amel bantlarındaki kayıtları mı okuduğu şüphesiz kapalıdır.

Ancak, Allah bu örneği vererek mahşere inanmayanlara nefis bir ders veriyor:

«Ey din gününe inanmayanlar! Siz, çürümüş kemiğin dirilmesinden şüphe ediyorsunuz. Hâlbuki ben, daha mezarda ilk çürüyen deri, göz, kulak gibi organlarınızı hem dirilteceğim, hem konuşturacağım, onları da kayıt yeteneğinde olacağını göstereceğim» buyuruyor.

Bir hadisi şerifde ilk konuşan organın sol uyluk bölgesindeki deri olacağı bildirilmiştir.

Derinin Kur'an'ın inzal olduğu çağda hiçbir özelliği bilinmiyordu. Bugün deri bütün olarak en karışık ve mükemmel organımız kabul ediliyor.

Deri, özel biyomanyetik alam ile hayatın en karışık denge unsurlarından biridir.

Derinin çok önemli ikinci özelliği, her hücresinde çe­şitli duyuları beyne aktaran en büyük satıh oluşudur. Bu yüzden denebilir ki, beynin en hassas bölgelerinden olan hipotalamus ve onunla ilgili beynin duyu alanları, âdete deriden yansıyan duyularımızı kompüterize etmekle yü­kümlüdür. Bunun mânâsı: beynin duyu kısmı sanki deri sathına yayılmış gibidir.

Derinin üçüncü çok büyük bir özelliği, koruma siste­minin en büyük merkezi oluşudur. Bütün virüslü hastalıkların %90'ı deri içinde yapılan savaşlarla atlatılır.

Çiçek, kızamık, su çiçeği vs. Hattâ birçok bakteri en­feksiyonlarında da savunma savaşı deride verilir (Tifüs, kızıl vs.).

Bu yüzden hastalıkların bir çoğunda döküntü tablası vardır.

Derinin, vücudun statik elektrik dengesini haber veren yanı ise, yaşarken bile derimizin konuştuğunu gösterir. Akupunktur olayı, derinin âdeta bilimsel konuşması demektir.

Âyet 21: «(Allah düşmanları) derilerine: Niçin aleyhimizde şâhitlik ettiniz? derler. (Derileri ise): Bizi, her şeyi söyleten Allah söyletti. Sizi de ilk yaratan O'dur. Yine O'na götürülüyorsunuz, derler.»

Derinin insana hitabı çok mânâlıdır. Ve elesti hatırlatmaktadır. «Sizi ilk yaratan» sözü elest'e aittir. Zîra «Sizi yaratan» demiyor; «ilk yaratan» diyor. Çünkü insan ezelde yaratıldıktan sonra intikal ede ede deri ile kaplı beden hayatına geldi. Nefsin çok ötelerde kalan bu hikâyesini bir kompüter gibi çalışan deriden işitmesi ne hazindir. Deri gibi bir şeridin (bantın) konuştuğunu seyrettiğimiz çağımızda, her hâlde «deri nasıl konuşur?» diyen olmaz sanırız.

Âyet 22-23: «Siz evvelce (hayatta iken) kulaklarınız, gözleriniz ve derinizin aleyhinize şâhitlik edeceğine (inanmadığınız için) sakınmadınız. Allah yaptıklarınızdan birçoğunu bilmez sanıyordunuz. İşte helâkınızın nedeni Allah'a karşı düştüğünüz o(yanlış) zandır. (İşte bu yüzden) hüsrana düştünüz.»

Siz hayatta iken yanm yamalak bir «Allah'a îman» taşıyordunuz; ancak, Allah'a Kur'an'ın târif ettiği ölçüde îman edemediniz.. Bu yüzden Allah'ın sizi bu kadar yakından izlediğine hiç ihtimal vermediniz.

Özellikle zamanımızda Allah'ın varlığının kaçınılmaz ilmî gerçekleri karşısında herkes kendine has yetersiz bir îman taşıyor. Kâinatın ilâhî bir gücün denetiminde olduğuna inanıyorlar; ancak, Kur’an tanımına inananlar dışında kalanlar, Allah'ın her hareket ve sözümüzü, hatta düşüncemizi kompüter sistemleriyle kaydettiğini zannetmiyorlar.

Helâkın nedeni, Allah'a karşı îman ve zanda düştüğümüz hatalar olduğuna göre, bu zan konusunda özet bir açıklama yapmak istiyorum.

Allah'a karşı zanda helâka götüren yanhşlar nelerdir? 7amanımızda inanç yanılgıları şunlardır:

a) Evrende ilâhî bir kontrol sistemi vardır; ancak, insan kendi biyoloji ve fizik sistemleri içinde bağımsızdır sananlar. Bu grupta 2 tür insan vardır:

1) Dine inanmayanlar.

2) Dine inanıp, ilâhî kudretin enfüsî sırrını kavrayamayanlar. (Son âyetlerde bu konu derinlemesine açıklanacak). Bu yüzden îrade-i cüz'iye sloganı altında kendini bağımsız sananlar.

b) Allah'ın varlığına, dinlerden gelen geleneksel alışkanlıklarla inandığı hâlde; O'nun, insanların her davranışlarını derileri, gözleri, kulakları gibi ya.kından izlediğini fark etmeyenler.

Âyetin asıl amacı, Allah'ın insanoğlunu böylesine yakın izlediğini kesin olarak bildirmektir. Bilindiği gibi; Fussılet Sûresi, Kuran'ın gerçekleri en özünden anlattığı, tasnif ettiği mesajının temsilcisidir. Bu âyetlerle Allah, sırrının çok önemli noktalarına dikkat çekmektedir.

Bu grubda olanlar davranışlarının kontrolünü yapmadıklarından, sonunda kendi kendine karşı münâfık durumuna düşerler. İslâmiyette bütün hataların günah sayılmasına karşı, yalanın küfür sayılması bu yüzdendir.

Fussılet'in bu âyeti nedeniyle Efendimize sorulan bir soru üzerine, Fahr-i Kâinat Efendimiz, inanan bir insanın kulluk gereği günah ve hataya düşebileceğini; ancak yalan söyleyemeyeceğini söylemiştir.

c) Allah'ın varlığına samimiyetle inandığı hâlde, nefsin aldatmaca oyunlarına kapılarak, Kur'an'ın târif ettiği biçimde Allah inancını kazanamayanlar: Bu grubda olanların Allah konusundaki yanlış zanları, genelde Kur'an âyetlerini öğrenmemekten doğar. Fussılet Sûresi'ni yorumlamamızın bir nedeni, bu çok önemli noktaya değinmek içindir. Ozellikle 53'ncü âyetin yorumu, Allah'a nasıl inanmamız gerektiğini pek net açıklayacaktır; tam bir Fussılet sırrı içinde.

Allah'ın gönüllerimizin özünde merkezleşen ilâhî hikmetleri, bizi her noktamızdan istilâ eden bir ceryan gibidir. Bu yüzden Allah, âyette hep duyu organlarımızı örnek vermiştir. Derimiz, kulağımız, gözümüz gönül ceryanıyla bağlanmışsa ilâhî murakabeyi hep fark ederiz.

d) Allah'a karşı zanda en büyük eksiklik, Allah'a îman tarzımızdaki inceliktir. Allah, yüce kitabımızın en başında bizim îmanımızı îmân-ı gaybî olarak tanımlamıştır. Nitekim Yâsîn'in 11'nci âyeti de bu tarzdaki îmam tanımlar.

İşte îmân-ı gaybî: Allah'ı görmediği hâlde, O'nun bizi her noktamizdan izlediğini sezen bir anlayışın ifadesidir.

Kelime-i şahadet de; O'ndan başka kudret, ilâh olmadığına görmüşcesine şahadet etmemizin ifadesidir.

Bir mü'min bilecektir ki; gayben iman ettiği Allah, kâinatın her zerresine sonsuz kudretiyle mutasarrıftır. İnsana ise, ayrıca gönül merkezinden öyle mutasarrıftır ki; her nefesi, hücresindeki her kimyasal ilgi, atomunun elektronlarındaki her raks bizzat O'nun samed sırrıyla varlığıııı korur ve de trilyonlarca atomun elektronlarının bile her titreşimi ilâhî monitöre yansır ve ancak böyle can bulur.

Âyet 24: Bu âyet, ölümden sonra pişmanlığın faide vermeyeceğini vurguluyor:

«Artık sabredebilirlerse onların yeri ateştir. Tekrar dönmek isterlerse de hosnut edilecek değillerdir.»

Son nefese kadar dönme imkânı olduğunu Müddessir Sûresi'nde görmüştük. Bundan sonra pişmanlık para etmiyor. Neden?

a) Daha önce elestte ve cennetten arza gelirken verdi­ğimiz sözü tutmamış isek, oyunu tekrar etmenin gereği yok.

b) Hazret-i Musâ'nın mûcizelerine rağmen evvelâ îman eden kavmi sonra Samiri'ye dönüp dinden çıkmıştı. Bu açıdan da pişmanlık zora karşı zorunlu bir talebdir ve makbul değildir.

c) Nefsde benlik olduğu müddetçe gerçek îmana gelemez, hep kıvırır. Hâlbuki Allah, kendine îman konusunda kesin hatasız bir ihlâs îmanı istemektedir. Bu ise, nefsin ancak sekarda arınıp yok oluşuna bağlıdır.

Âyette, dikkat ederseniz iki yumuşak deyim vardır: «Sabrederlerse» ve «Hoşnud edilecek değillerdir.» Özellikle Muhiddin-i Arabî hazretleri, burada «azâba devam edilecek» tabiri kullanılmamasını, cehennemde pişman olup sabredenlere bir yumuşaklık kabûl etmiştir. En azından cehennem azâbına alışma, ya da azâbın azalacağı şeklinde düşünmek mümkündür, demiştir.

Ancak bu görüşe müfessirler katılmaz. Şimdi yeni bir bahse geçiyoruz.

Âyet 25: Biz onlara bir takım yanaşıklar saldık. Onlara öndekilerini ve arkadakilerini ziynetleyivermişlerdir (süslü gösterdiler, câzip gösterdiler).

Cin ve insten önce geçen ümmetler için de onların aleyhine bu söz hak olmuştur. Çünkü hep kendilerine yazık etmişlerdir.

Âyet 26: 0 kâfirler bir de: Şu Kur'an'ı dinlemeyin ve ona yaygara yapın, belki bastırırsınız, dediler.

Âyet 27: Biz de kâfirlere şiddetli bir azâb tattıracağız. Kendilerine yaptıkları amellerin en kötüsünün cezasını vereceğiz.

Âyet 28: Allah düşmanlarının cezası o ateştir, onlara orada daimlik yurdu; âyetlerimize yaptıkları cehudluğun cezası budur.

Âyet 29: 0 kâfirler (cehennemde): Ey Rabbimiz! Bize ins ve cinden bizleri idlâl edenlerin (saptıranların) ikisini de göster. Onları ayahlarımızın altına alalım. En aşağılıklardan olsunlar, diyecekler.

Âyet 30: Rabbimiz Allah, diyenler ve sonra doğru gidenler (yok mu), onların üzerlerine melekler inecek ve: Korkmayın, mahzun olmayın; vaad olunup durduğunuz cennetle neş eyâb olun, diyecekler.

Âyet 31: Bizler, sizin hem dünya hayatında, hem âhîrette dostlarınızız. Ve orada (cennette) nefslerinizin hoşlanacağı var. Hem size orada ne isterseniz var

Âyet 32: Bir nüzül (misaferet) Gafûr-u Rahîm'den. (Gafûr-u Rahîm'den size bir ihsân yağışı var).

Şimdi sûrenin 25-32. âyetlerinin yorumuna geçiyoruz:

Âyet 25: Şimdi insanın dünya yanılgılarının çok önemli bir nedeni açıklanıyor:

«Onların etrafında yanıltıcı, baştan çıkarıcı yandaşlar verdik.»

Ayetin bu ilk bölümü, dünyada yanılgı odaklarını bildiriyor. Bunlar, şeytan ve diğer facir nefslerdir.

Âyet bu yandaşların yanıltma yöntemlerini de şu cümle ile açıklıyor: Onlar dünyayı ziynetleştirir. Yâni câzib gösterir, onun nîmetlerini abartır; böylece ihtirasları kabartırlar.

Diğer nefslerin ve şeytanın bu yanıltıcı özelliğine bir misâl olsun diye Allah sekr verici içkileri ve beyaz zehiri yaratmıştır.

Beyaz zehir içenler nasıl hayallerinde bir takım zevkleri vehmediyorlarsa; şeytan ve facir nefislerin dünyayı süslü göstermeleri de aynıdır. Dünyada sizi peşinden sürükleyen bir câzibe varsa, hemen beyaz zehir alanların hâlini hatırlayın. Çünkü Allah, o dünya câzibesi için «Yandaşların süslü gösterdiği» tanımını kullanıyor.

Demek ki o, gerçek câzibe taşımayan şeytan ve nefslerin bize verdiği bir tür telkin, kokainin aldatmacasıdır. Bunu fark etmezsek uyanmak çok acı ve çetin olur. Nitekim âyet ikinci bölümünde geçmişden örnekleri hatırlatıyor:

«Geçmişde ins ve cinden nice ümmetler içinde bu söz hak olmuştur. Çünkü hep kendilerine yazık ettiler.»

Ayetin bu bölümünde 2 önemli mesaj var. Bunlardan biri âyetin baş kısmını yorumluyor: «Nice insanlar, dünyanın şatafatına aldandılar, ihtiraslar peşinde koştular; sonu ne oldu?»

Medeniyette, saltanatta dünyanın en çılgın hayatını yaşayan Sodom ve Gomore, Babil, Romalılar ne oldu?

Romalılar, içki âlemlerine zevk vermek için esirlere yağ döker yakarlar, onu seyretmekten bile zevk alırlardı.

Lût kavmi, cinsî sapıklığın tüm türlerini sergilerdi.

Sodom ve Gomore'de ahlâksızlık, bugünün en açık faşinglerinden daha ilerdeydi.

Ne oldu hepsi de? Hem dünyada hüsrana yuvarlandılar, hem âhirette.

Ayetin ikinci bölümü ise, çok daha ilginçdir. Cin topluluklarının da böyle yanılgılara düştüğü ve hüsrana mahkûm oldukları bildirilmektedir.

Cinlerin hem inanan, hem inanmayanlarının olduğunu Amme Cüz'ü'nde zikretmiştik. Cinler enerjiden yaratılan bilinçli ve irade hürriyeti olan varlılardır. Belki de uzayin en yoğun varlıklarıdırlar. lsıları elli bin santigratın üstünde olan milyarlarca gezegende rahatça yaşabilirler.

Cinlerin gerçek mekânlarını ve bu mekânlardaki şartlarını tam olarak bilemiyoruz. Ancak, dünyamızla ilgili bir yanları olduğu kesin; Çünkü Kur'an birçok âyetlerinde cinlere de hitap etmektedir.

Bu âyette önemli olan, cin topluluklarından ve onların âsî olan milletlerinin cezalanmasından bahsetmesidir. Ayrıca cinlerin de tam bir bilince sahib olmaları; gereğinde îman, gereğinde isyan etmeleridir.

Cenab-ı Hakk'ın bir başka âyette: «0, semâların, arzın ve arasındakilerin Rabbidir» emrinden anlıyoruz ki; muhtemelen, cinler uzayda oldukça yaygındır. Bunlar içinde îman edenler olduğu gibi, isyan edip, cezalananlar da vardır. Arzın 4 boyutlu mekânı ile cinlerin karışık mekânları arasındaki geometrik ilgi şimdilik yeni yeni biliniyor. Bu konuda biraz daha ayrıntılı bilgiyi «Cin Sûresi Yorumu»nda vereceğim.

Âyet 26: «O kâfirler bir de: Şu Kur'an'ı dinlemeyin ve (dinletmeyin) ona yaygara yapın, belki bastırırsınız, dediler.»

Çağlar boyu Kur'an düşmanlarının taktiği, ne kadar açık ve o derece hikmetli bir şekilde tanımlanıyor. Evvelce değindiğim gibi; Fussılet, zâhirî mânâsında bile temel davalara daima net bir tanım getirmiştir.

Kur'an'ın belâgatı, âhengi, ilmi öylesine müthiş bir mûcizedir ki; aklı inkâr etmeden ona karşı çıkmak mümkün değildir. Onun için, ona karşı savaş açanlar için iki yol var:

1) Kur'an'ı dinlememek.

2) Kur’an'ı dinletmemek, ona karşı yaygaralar yaparak, engellemek.

1) Kur'an'ı dinlememek, elbette okuyup anlamamak eylemiyle birlikte mütâlaa edilir. Kur’an düşmanlarının en büyük belirtisi; onu okumamak, dinlememektir. Dikkat edin, çarpık bilgileriyle Kur'an'a dil uzatmak isteyenler bir kez olsun onu okumuş değillerdir.

2) Kur'an düşmanlarının asıl taktiği, Kur'an'ı dinletmemektir. Kur'an'da olmayan birçok safsatayı Kur'an'da varmış gibi göstererek, onu okuyup dinlemek isteyeni engellerler.

Birleşmiş Milletler beyannamesi'nin tek hükmüne rağmen, Kur'an okunup dinlenmesini yasaklayan Bulgaristan gibi ilkel ülkeler vardır. Çağımızda Kur'an dinlenmesini, okunmasını yasaklayan ülkeler, medeniyetin yüzkarasıdır.

Son yıllarda Rusya bile Kur'an eğitimi konusunda kısmî esneklik tanımak zorunda kalmıştır.

Kur'an'ın çağımızda -hamd olsun- böyle yaygara ile men edilemeyeceğinin anlaşılması da ilâhî bir mûcizedir.

Nitekim mutluluk çağında da, Kur'an'la başa çıkamıyacağını anlayan müşriklerin tüm çabaları boşa çıkmıştır.

Nerde o müşrikler? Fakat çağlar boyu Kur'an bütün ihtişamı ile yaşamaktadır.

Kuı'an'da olmayan, olması muhtemel olmayan safsataları Kur'an'danmış gibi göstererek Kur'an'a karşı çıkanlara lütfen bu âyeti okuyuveriniz.

Âyet 27-28: «İşte biz, hâfirlere şiddetli bir azâb tattıracağız ve amellerinin en kötüsünün cezasını vereceğiz. Allah düşmanlarının cezası o ateştir. Ora onların daim yurdu olacak. Âyetlerimize yaptıkları cehudluğun cezası budur.»

Bu iki âyet çok önemlidir. Âyetler, Kur'an'a karşı çıkanları Allah düşmanı ilân ediyor ve muhallet (sürekli) ateşe mahkûm ediyor.

Kur'an'ın mûcizeler ihtişamına rağmen ona karşı çıkmak tam bir cehudlukdur; yaygara, şamata çabalamasıdır. Bunun cezası mutlaka muhalled ateştir. Aklı erse de ermese de her insan Kur'an'a saygılı olmaya mecburdur. Nitekim kanunlarımız da bu gereği perçinlemiştir.

Âyet 29: Nitekim Kur'an'dan alıkoyanları, onun gerçeğinin duyulmasını engelleyeni, mahşerde cehenneme düşenler arayacak; âdeta mânevî olarak linç etmek isteyecekler. Bu nedenle de:

«Ey Rabbimiz! İns ve cinden bizleri idlâl edenlerin (yanılgıda bırakanların) ikisini de bize bir göster. Onları ayaklarımızın altına alalım. En aşağılardan olsunlar, diyecekler»

Kur'an'ı engelleyenler, cehennemde bile insanların hucûmuna, lânetine uğrayacaktır.

Bu âyette birkaç ilginç nokta var:

1) Cehennem ehlinin onlan tanıyamayıp Allah'dan sormalan: Çünkü Kur'an'ı engelleyenler, sûret-i hakdan görünüp perde arkasında oynayan sapıklardır. Bunların ayrıca hem akılca, hem güçce zayıf ve iktidarsız oldukları tarihce sâbittir.

Cehennem ehli bu yüzden Cenab-ı Hakk'a «0 hainleri sen bilirsin bize bir göster» diyorlar.

Bir başka grup da, kendinden önceki devirlerde Kuy'an'ı engelleyenlerin kendisinin yanılgıda kalmaları­na neden olduğunu düşünerek, sorumlu aramaktadır.

2) Cinden sorumlu tutulması ise bambaşka bir hikmettir. Demek Kur'an'ı engellemek konusunda, nefslerle kâfır olan cinler arasında bir işbirliği vardır.

Cinlerle insan arasındaki etkileşim, yalnız nefs düzeyindedir. Bu yüzden cinler, insanlan kesinlikle beden formunda etkilemez. Nefs yönünde etkileşim ise fucur, fitne ve fesad konusundadır. Bu etkilerin de büyü ve telkinatla ilgisi yoktur.

Sûre şimdi, mü'minlere ilâhî nimetlerin nasıl sergilendiğini açıklayacaktır:

Âyet 30: «Rabbimiz Allah, diyenler ve sonra doğru gidenlere, (ölümleri ânında ve mahşerde) melekler inecek ve: Korkmayın, mahzun olmayın, vaad olunup durduğunuz cennetle neşelenin, diyecekler.» Gerek ölüm ânında, erek mahşerin ihtişâmı karşısında her insan korkuya kapılır, işte o anda:

«Rabbimiz Allah» diyenlere ve istikameti doğru olanlara özel melekler moral verecek, müjde verecek.

Bu durumlarda melekler net bir şekilde anons yapacaklar: «Sakın korkmayın, size cennet neş'esini müjdeliyoruz.» Bu müjde için Allah iki şart koşuyor:

1) Îman.

2) İstikamet doğruluğu: Âyette «müstakîm» kelimesi tek olarak geçmektedir. «Sırât-ı Müstakîm» çok özel ve zor bir yoldur. Onun için Cenab-ı Hak, daha ılımlı bir ta­nım kullanarak, «yönü doğru olanlar» anlamına «müstakîm» diye emretmiştir. Cenab-ı Hak bu tanımı kullana­rak, Rahîm sıfatıyla cennet nîmetini yaygınlaştırmıştır. Bu da sûrenin Rahmân'ir-Rahîm sırrını açıklama hikme­tinin bir başka lûtfudur. Demek ki bir insan:

a) «Rabbîm Allah» derse,

b) İstikametini genelde Kuı'an'a çevirirse; cennetle müjdelenecektir.

Sonraki âyetler cennet müjdelerini daha ayrıntılı bildirecektir:

Âyet 31: Melekler devamla: «Bizler, sizin hem dünyada, hem de âhirette dostlarınızız. Size orada nefslerinizin hoşlanacağı var, hem de ne isterseniz var.» diyeceklerdir.

Ayetin mesajlarını şöyle sıralayabiliriz:

a) Meleklerin dünyada inananlara dostluk yapmaları: Bütün inananların iç sıkıntılarını melekler alır. Çocuklar mü'min olduğıı için, devamlı onları korurlar.

Inananlar arasında gönüllerden gönüllere selâm rüzgârı estirir, sohbetlerde ve namaz sırasında mü'minlere gelerek onların feyzini artırırlar. Nefslerin öfkelerini alır, korkuları halâs eder, vesveseleri silerler. Ayrıca savaşlarda inanan ordulara fiilen yardım ederler.

b) Âhiret dostlukları: Cennetin sonsuz güzelliklerini seyretmekte mihmandarlık, rehberlik ederler. Gerektiğinde cisimleşerek de dostluk ederler ve gılmanların eksik sayılarını tamamlarlar.

c) Cennette nefsin hoşlandıkları yine Fussılet sırrı içinde bu âyetle dile getiriliyor. Cennet nimetleri, meleklerin ağzından bize iki farklı türde tanıtılıyor. Bunlar cennette nefsin hoşlandığı ikramlardır.

Özellikle eşle yaşamak, evrenlerin gizliliklerini seyretmek; cennetin sonsuz renk ve müzik ihtişamı ile lezzetine doyum olmayan yiyecekleri bunların belli aşlıları dır. Bunların bir kısmını Amme Cüz'ü Yorumları'nda anlattım.

d) Cennette gönlün hoşlanacağı mânevî mükâfatlardır ki; yine melekler ağzından:

«Orada size ne isterseniz var» diye bize bildirilmektedir. Bunlardan birini (rahîk'ı) daha önceki yorumlarımda tanıtmıştım. Rahmân Sûresi yorumunda da daha geniş bilgi vereceğim.

Âyet 32: Cenetteki ikramı âyet-i kerime «Bir nüzül Gafûr-u Rahîmden» diye tanıtıyor. Siz orada Gafûr-u Rahîm'in misafirlerisiniz. Bu, Gafûr-u Rahîm'den bir lûtuf nüzülüdür.

Elbette Allah'a misafir olmanın ikramı sonsuzdur. Ancak, bu ikramın iki özelliğini âyet özellikle vurguluyor:

a) Gafûr: Yâni bu ikramlar, hakettiğiniz ikramlar değil; Allah'ın gaffâr lütfuyla affedip ihsâna boğduğu bir özel keremidir. Bu nedenle inşallah bizler gibi günahkârlar da bu lûtf-u ihsândan yararlanacağız.

b) Yine bu misaferette Allah'ın «Rahîm» sıfatının lûtfu vardır. Zaten Fussılet Sûresi bu âyetle de «Rahîm» esmasina bir başka açıklık getirmektedir.

Allah'ın tüm evrenlere verdiği Rahmân sırrı, tüm evrenlerin hayat damarıdır. Rahîm sıfatı ise, inananlara lûtfedilen sonsuz bir rahmet hikmetidir. Bu yüzden Rahîm sırrı, aklımıza hayâlimize gelmeyen bir lûtuf deryasıdır ki: İşte cennet misaferetimiz bu tecellinin çoşkulu bir yansımasıdır. İşte bu yüzden hem nefs, hem ruh, hem gönül akıl almaz nîmetlere boğulacaktır. Bu, Yâsin-i Şerifde «Ne iddia ederseniz o verilecektir» ifadesiyle anlatılan sonsuz ikramdır. Bu «iddia» kelimesi, «imkânsız sandığınız her şey verilecektir» anlamınadır.

Allah'ın cennette misafir etmeyi vaad ettiği kullanndan istediği davranışlar ise, 33 ncü âyette anlatılmaktadır.

Şimdi sûrenin çok önemli bir bölümüne geliyoruz: 33, 34, 35'nci âyetler. Bu âyetler, 32'nci âyetle irtibatlı olarak cennette ve dünyada huzur ve mutluluğun anahtarını veriyorlar.

Âyet 33: Allah'a davet edenden, sâlih amellerde bulunanlardan, şüphesiz ben Müslümanlardanım diyenlerden daha güzel sözlü kimdir?

Ayet 34: İyilik ve kötülük müsavi değildir. Sen kötülüğü iyilikle defet. 0 zaman görürsün ki: seninle düşman olan kimse bile sanki yakın dosttur.

Âyet 35: (Ancak) buna sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Buna büyük bir hazza malik olandan gayrisi eriştirilemez.

Âyet 36: Şayet seni şeytandan bir dürtü fitlerse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O(Allah) semî'ul alîm'dir.

Bu dört âyetin yorumuna gelince:

Âyet 33: Allah, cennette misafir etmeyi vaad ettiği kullarına üç önemli iyilik örneği gösteriyor. Bu vasıfları kazanma, o misaferetin davetiyesidir:

a) Allah'a davet edenler; yanlış yolda olanları Kur'an'a çağıranlar.

b) Sâlih amellerde bulunanlar, yâni ahlâk-ı Muhammedî (S.A.S.) esaslarına uyanlar.

c) Şüphesiz Müslümanlardanım, diyenler; her türlü tehdide rağmen, her türlü şartta «Müslümanım» demek. Bu madde, özellikle son nefesde şeytanın oyununa karşı isabetle söylenmelidir ki; çok okuyucum, son nefesde îmanın nasıl sağlanacağını sordular. Bu âyet, bu soruya tam cevaptır. Açıklamasına gelince; şeytan Allah'dan aldığı müsade gereği, son nefesde mutlaka inananlara gelip, onun îmanını olmak isteyecektir. Ancak elbette ki, şeytan bu görevi aptalca yapmayacaktır.

Her insana, onun en zayıf olduğu noktadan nüfuz edecekdir. Evlât sevgisi var; ölürken, evlâdının geleceğine pirim veren bir formül bulacaktır. Ağrılara dayanamıyor; onu iyileştirme vaadinde bulunacaktır.

Hiç unutmam, kanserli bir hastam; rahmetli bir hanımefendi, vücudunun muhtelif yerlerinde kanser kırığı nedeniyle ağrı çekerken şeytana râm olmamak için öylesine asil bir mücadele verdi ki; ruhunu Allah zikriyle teslim etti.

Muhterem okuyucularım; yaşımıza, sağlığımıza güvenmeden her an şeytanın bu oyununa karşı hazır bulunmalıyız. Bunun en iyi çaresi; şeytan oyununu sergileyince, kesinlikle ona cevap vermemek ve kelime-i şahâdeti devamlı tekrarlamaktır.

Âyet 34: «Kötülük ve iyilik müsavi değildir. Sen kötülüğü iyilikle defet (iyilikle karşıla). 0 zaman görürsün ki, seninle düşman olan o kimse bile sanki yakın dosttur.»

Şimdi 34'ncü âyetin yorumuna geçiyorum: Bu âyet, hayat boyu bize mutluluk yolu gösteren fevkalâde derin bir âyettir.

Önce âyetteki tanım içinde kötülük ve iyilik üzerinde duralım:

a) Kötülük de, iyilik de derece derecedir. Müslümanın amacı, en iyilerden olmak olmalıdır. 33'ncü âyet bu amaç doğrultusunda 3 hedef göstermiştir. Zaten kötülük ve iyilik kavramı, Allah davası karşısında alınan bir tavır mes'elesidir. 0 davaya en üst düzeyde sahip çıkan, en iyidir. Sonra derece derce iyilik aşağıya doğru iner. Bu davada taraf olma niteliği kaybolunca, kötülük başlar. Bu açıdan Allah davasında tarafsız olan da kötü sınıfına girer, en karşıda olan en kötüdür.

b) Kötülük ve iyilik, çevreye davranış açısından da önemlidir ve âyetin önemli bir mesajı da budur. Başkaları için iyi düşünmek ve iyilik istemek, iyiliğin en bâriz tanımıdır. Başkaları için kötü düşünüp, kötülük istemek de bir tarz kötülüktür. Mü'min dâima birinci grupda olmalıdır. Hatta âyetin târiiıne göre, karşı taraf ne kadar kötü olursa olsun; mü'min iyilik kampındaki yerini kaybetmemelidir.

Şimdi asıl çok önemli olan, âyetin ikinci bölümüne geliyoruz:

Bir kimse ne kadar kötü olsa da ona karşı iyi davranmamız, onu iflâh edip dostlarımız sınıfına alır. Acaba bu nasıl uygulanır ve nasıl netice alınır?

a) Sâlih ameller içinde afv ve sabır da olduğundan, çirkin davranış içinde olanı Allah davasına çekerken, fevkalâde nazik, iyi niyetli ve sabırlı olmalıyız. Değil onu yermek, incitmemiz bile yanlış olur.

b) Bize karşı kötü davranış düşmanca tavır olanlara sabır içinde dâima iyi davranmalı, onun hayır ve iyiliğe dönmesini yürekten temenni etmeliyiz. Bu yolla en azılı düşman bile dost oluverir. Hudeybiye anlaşması bu âyetin ışığı altında tahakkuk etmiş; en azılı müşrikler bilâhare Müslüman olmuş, dost olmuşlardı.

Kötülere karşı iyilik uygulaması, önce temenni ve dua ile başlar. Bize karşı kötü plânlar hazırlayan kişiye, iyilik dileyip dua edeceğiz.

Hz. Mevlânâ: «Kalbden kalbe yol vardır» hadisi şerifıni açıklarken; bu âyette bildirilen emri, dua ve temenniler olarak yorumlamıştır. Bir noktayı hatırlatmak isterim: Bilindiği gibi; Hz. Mevlânâ, devrinin en büyük hadis hocası idi. Onun kitablarında naklettiği hadisleri şüpheyle karşılamak, koskoca Selçuklu ilmini inkâr kadar abesdir. Çünkü Hz. Mevlânâ, Selçuklu üniversitesinde hadis dersi okuturken, nice ilim adamlan o dersi izliyor, bir yandan da çağın en büyük ekolleri olan Bağdat ve Şam üniversitelerini izliyorlardı. O âlimler bu hadisleri sahih saydı. Şimdi biz şüpheyle bakacağız; gerçekten büyük tezad olur.

İşte gönüller arasındaki o gizli ve müthiş yoldan yararlaak en azılı düşmanımızı yola getirmek mümkündür. Fussılet Sûresi'nin bu âyeti çok ciddî bir yasadır. Nitekim Hz. Abdülkadir Geylânî de, aynı âyeti gönüller arasında ilgi kurmak şeklinde yorumlamıştır.

Okuyucularıma tavsiyem; böyle bir durumla karşılaşıp bu âyetin emrini uygulamak istediklerinde önce Fussılet Sûresi'ni okuyup, Cenab-ı Hakk'a tazarru etmeli, sonra o kötü kişi hakkında gönülden iyilik dileğinde bulunmalıdır. Ancak, unutmayalım ki; âyetler, sırrını ancak ihlâs sahiplerine verir, en ufak baştan savma hâl bu hikmeti bozar.

Bu âyeti uygulamanın ne kadar fazîletli olduğu ise 35'nci âyette bildiriliyor:

Âyet 35: «Buna sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Buna büyük bir hazza mâlik olandan gayrisi eriştirilemez. »

Âyet, 34'ncü âyette târif edilen yücelmenin anahtarlarını veriyor.

a) Nefsin sabırla arıtılması.

b) Gönlün azîm bir hazza sahip olması, erişmesi.

Aslında 34'ncü âyet, her mü'mine hediye edilen bir keramettir: «Kötünün kötülüğünün iyilikle yenilmesi.»

Âyet, gördüğünüz gibi önce kendi nefsimizin sabır sırrıyla aşılmasını, sonra gönlümüzden bir mânevî akımın geçirilerek (azîm bir haz) karşıdakinin çetin nefs duvarını yıkıp gönlüne ulaşmasını tanımlıyor.

Şu hâlde mü'mine kerâmet sağlayan bu yücelmeyi biraz açmalıyız.

Sabır nedir? Neden yücedir?

Mü'min, meydana gelen her olayda asıl fâilin, kudretin, ilâhî takdir olduğunu bilen insandır. Ne çare ki olay bizi rahatsız ettiği zaman, nefs bu değişmez gerçeği unut­turur ve bizi kavgaya sürükler. İşte sabır, nefsin bu yanılgısını engelleme ibadetidir. Sûre-i Yûsufda da bildirildiği gibi sabır, çok zor biribadettir ve Allah'tan istenerek bu ibadete başlanmalıdır.

Sabır aynı zamanda gaybe îmanın temel felsefesidir. Bir insan sabır ederse, gaybe îmanındaki samimiyetini isbat etmiş olur. Her olayda, işimize gelmese de o gerçeği sezmek tam bir gaybe îman tezâhürüdür.

İşte biz nefsimizi «sabır» yoluyla engellersek, bu kez gönülde gaybe îman sırrı içinde azîm bir haz (çok güçlü bir iman zevki) doğar. Artık kalpde mânevi ceryan doğ­muştur. Bu ceryanın aşamayacağı engel yoktur. Ve de karşıdaki çetin nefsin bir anda duvarını aşarak, onun gönlüne erişir. Bu, doğrudan doğruya Muhammedî (S.A.S.) bir ceryandır. Fahr-i Kâinat Efendimizin, Şeyma'nın kabilesine gösterdiği mûcize, bu sırrın Efendimize has bir ihtişamıdır.

Bu âyet, yalnız kötü insanın yenilmesinde değil, tüm yücelmelerde de bir anahtar yasadır. Neye erişmek istiyorsanız (mânevî yücelme açısından) bu yasayı uygulayınız.

Fussılet Sûresi, yine Kur'an'ın fussılet hikmeti içinde gönül sırrını bu âyetle tanımlamıştır. Ayet, önce sabırla nefs engelini aşmayı emrediyor. Sonrada gönlü tanımlıyor.

«Gönle ulaşanlar azîm bir haz duyarlar.» Âyet bu yüzden «büyük bir haz» tanımını zikretmiştir.

Âyet 36: «Şayet seni şeytandan bir dürtü fitlerse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O semî'ul-alîmdir.»

Bu âyet, 35'nci âyeti uygulamaktan bizi alıkoyan tehlikeyi anlatıyor.

Bir mü'min 35'nci âyeti uygulamaya niyet ederse, derhâl şeytan gelir onu fitler; nefsler birleşerek sabra gitmesini engeller. Çünkü şeytanın en korktuğu yücelme, mü'minin sabırla gönül hazzına ulaşmasıdır. Onun için siz sabra başladığınız zaman, şeytan gelecek ve sizi sabır yerine kavgaya fitleyecektir.

Bu âyette Allah, böyle durumda sakın ola ki, «ben şeytan pürüzünü de aşarım» demeyin, şeytandan bana sığının buyuruyor. Ben gaybı ve âşikâr olanı en iyi bilen ve işitenim buyuruyor. Bu âyetin tanımı nedeniyle, şeytandan Allah'a sığımrken, O'nun semî'ul-alîm sıfatı sık sık tesbih edilmelidir.

Bir yerde düşmanlık körükleniyorsa, orada şeytan tam fitne hâlindedir.

Hem şahsi düşmanlıklarımızda, hem millet olarak kardeş kavgalannda bizi felâketten kurtaracak formül, yorumunu yapmaya gayret ettiğimiz bu son dört âyettedir.

Şimdi sûre, yeni bir ilmî mûcizeler bölümüne geçiyor:

Âyet 37: Gece ve gündüz, güneş ve ay O'nun (Allah'ın) âyetlerindendir. Güneş ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah'a secde edin. Gerçek O'na ibadet edeceksiniz.

Âyet 38: Eğer kibirlenmek isterlerse (bilsinler ki) Rab­binin huzurundakiler, gece ve gündüz O'na tesbih ederler. Hem onlar usanmazlar.

Âyet 39: Ve O'nun âyetlerindendir ki: Sen arzı boynu bükük huşû hâlinde görürsün.

Üzerine su indirmemizden ihtizaz eder, kabarır.

Şüphe yok ki, ona o hayatı veren elbette ölüleri dirilticidir. Gerçekten 0 her şeye kadirdir

Bu üç âyet, ilâhî ihtişâmı dile getirir; tüm evrenin değişmez zikrini özetler.

Şimdi de bu üç âyeti yorumlayalım:

Âyet 37: Burada «âyet» kelimesi, ilmî vesika, yaratılan birim olay anlamınadır.

İnsanların evrendeki yaratılmış birimlere bakarak onları güçlü görüp, onlara ilâh olarak inanmalarındaki tapmalarındaki yanılgıyı vurguluyor. Özellikle çağımızda tabiata, uzaydaki dev enerji dengelerine ilâh gözüyle bakma alışkanlığı nüksetmiştir. Dünün yıldızlara tapanlarının yerini, günümüzde galaksilerin dev enerjilerini evrenin yaratıcı gücü sanan şaşkınlar almıştır. Alttaki âyetten anlıyoruz ki, bütün varlıklar Allah'a ibadet hâlindedir. Burada elbette maddesel varlıklar da usanmaz bir zikrin temsilcisidir.

Âyet 38: Ey insanoğlu! Sen kendi ibadetini bir şey sanıyor ve kibirleniyorsun. Bilesin ki: Rabbinin huzurundakiler gece gündüz O'nu tesbih eder. Hem onlar usanmazlar.

Bu kesiksiz tesbih nedir? Kimler O'nu tesbih ediyor? Tesbih, Amme Cüz'ü Yorumları'ndan hatırlayacağınız gibi Allah'ın sübhân (benzersizlik ve yücelik) sırrını tüm düşüncelerin ötesinde bilmektir.

Evrendeki tüm varlıklar bu hikmetle varlıklarını devam ettirirler. 5üphesiz başta melekler olmak üzere, tüm varlıklar devamlı bir tesbih hâlindedir. Yine tesbihin bir mânâsı; huşû içinde bir mahrekte akmakdır. Özellikle maddesel varlıkların gravidasyon uyumu içinde bir mahrekde dönmeleri, bu dönme sırasında manyetik şipin dediğimiz eğilme hareketi yapmaları ibadettir, tesbihdir. Atom-elektron sisteminden galaksilere kadar her varlık bu tesbihin huşûu içindedir. Sanki evrenin sonsuz mekân ve boyutları bir ibadethanedir. Onu, şöyle kalp gözüyle seyrettiniz mi, tüm galaksilerin huşû içinde zikrini fark ederseniz. Bu geniş evren zikrini daha kolay kavramamız için Allah, arzı örnek olarak; 39'ncu âyette onun zikrini dile getiriyor.

Âyet 39: Ayetin tümünü en dış mânâsıyla okuyunca, arzın açık bir zikir ve tesbih içinde olduğunu görüyorsunuz. Ancak, arz misâlinde -özellikle bildirilirken- hem fizik sırlar açıklanıyor, hem bu sırlardan giderek evrenin diğer varlıklarını aynı gerçekler içinde görmemiz isteniyor. Âyeti bir kez daha tekrar edelim:

Birinci bölüm:

«O'nun âyetlerindendir ki:

a) Sen arzı boynu bükük ve huşû hâlinde görürsün.

b) Üzerine su indirmemizden ihtizaz edip kabarır.»

İkinci bölüm:

a) «Ona o hayatı veren elbette ölüleri dirilticidir.

b) 0, gerçekten her şeye kadirdir.»

Âyetin ilk bölümünde hiç rastlamadığımız bir tanımla karşılaşıyoruz: «Arz, boynu bükük ve huşû hâlindedir.» Alttaki cümleye bakarak, arza ait boynu büküklüğü susuzluğa yorumlayamazsınız. Çünkü bu boynu büküklük, huşû ile birlikte zikredilmiştir. 0 hâlde önce bu müstakil ilk mesajı yorumlayalım:

a) «Sen arzı boynun bükük huşû hâlinde görürsün. »

Demek ki Fussılet Sûresi, arzın atmosferini açıkladığı gibi; şimdi de arzın 23,5 derecelik eğikliğini bildiriyor. Üstelik Efendimize seyrettiriyor.

Arzın eksenine göre bu eğikliği, ona uzayda boynu bükük bir görünüm vermekle beraber; daha çok zikreden, huşû içinde boynu bükük bir derviş manzarası veriyor. Ekseni etrafinda bu eğilme, elektronlarda da vardır. Atom çekirdeği etrafındaki bu raks ve elektronlann sabit olmayan çekirdeğe yaklaşıp uzaklaşırken kazandığı bu manyetik şipin, onlara tam bir derviş manzarası vermektedir. Allah 37 ve 38'nci âyetlere kıyasla hem 14 asır önce arzın eğikliğini bildiriyor, hem de maddesel varlıkların nasıl zikir hâlinde olduklarını sevgili habibine seyrettiriyor.

b) «Üzerine su indirmemizden ihtizaz eder, kabarır» cümlesinin sırrına gelince: Allah bundan sonraki cümlede bu hikmetin arza verilen hayat demek olduğunu vurguluyor. 0 hâlde arzın ihtizaz edip kabarması bir hayat belirtisidir.

1) Arzın titremesi: Arzın toprak kısmı, zaten mağma üzerinde hafif bir titreşim hâlindedir. Isı farkları arttığında, genellikle şiddetli yağışlarda bu titreşim artar. Hatta fay hatlarında bu titreşim depreme dönüşür. Fussılet Sûresi'nin akıl almaz ilmî mûcize sırrına bir kez daha şahid oluyoruz.

2) Arzın kabarması: 0 da toprağın yağmur sırrıyla hayat bulmasını simgelemektedir. «Kur'an Mûcizeleri» kitabımızda bu hikmet, başka bir âyetin yorumu vesilesiyle derinlemesine incelenmiştir.

Âyetin ikinci bölümü ise:

0, arza 23,5 derece eğiklik vererek mevsimleri yaratan, yağmuru düzene koyan Allah; size arzda ateşten bir manto üzerine koyduğu toprakda hayat kabartan Allah, elbette ölüleri diriltir.

Burada Allah arzın titreyişindeki hikmeti de bir kez daha hatırlatıyor. Onda, ibadet zevki, huşû olmasa ateş üstünde titreye titreye kabarır; size hayatı getirir miydi? Çünkü böylesine muhteşem bir sistemi yaratan Allah, kadir-i mutlakdır.

Arzın ateş manto üzerindeki titreyişini unutmayın. 0 zikir ve huşû içinde olmasa, size hayat vermek için bu akıl almaz dengeyi sağlar mıydı? Hiç çıplak ayakla ateş üstünde yürüyenler gibi mûcize sırrı taşır mıydı? Son âyetteki müthiş emir gibi:

«Aklınızı başınıza alın!»

Mânâ bilimlerinde Allah, bu âyetteki arzın seyrini, Efendimize yaptırınca «bu kez arzın huşûu, ibadete dönüşüverdi» kuralı pek zarifdir.

Bundan sonraki bölümde yeniden Kur'an'ın azameti anlatılacaktır:

Âyet 40: Âyetlerimizi ilhad'a kalkan sapkınlar, elbette bize gizli kalmazlar. 0 hâlde ateşe atılan mı hayırlıdır, yoksa kıyamet gününe emniyet içinde gelecek olan mı? Düşünün de istediğinizi yapın. Çünkü 0, her ne yaparsanız görür.

Âyet 41: Onlar, o zikir kendilerine gelince, ona körlük yapan mülhidlerdir. Hâlbuki o misli bulunmaz azîz bir kitabdır.

Âyet 42: Ona ne önünden, ne ardından bâtıl yaklaşa­maz. 0 hamîd bir hakîmden indirilmiştir (tenzil).

Âyet 43: Sana senden önceki rasûllere söylenenden başka bir şey denilmiyor. Ve Rabbin şüphesiz hem mağfiret sahibi, hem elîm bir ıkab.

Âyet 44: Eğer biz onu, acemî (başka bir dilden) Kur'an yapsa idik diyeceklerdi ki: Âyetleri tafsîl edilse idi ya! Araba başka dilden kitap olur mu?

De ki: 0, îman edenler için hidayet ve şifadır. 0 îman etmeyeceklerin kulaklarında bir ağırlık vardır ve o, onlara karşı körlüktür. Onlara uzak bir mekândan haykırılır.

Bu beş âyetin yorumlarına gelince:

Âyet 40: «Ayetlerimizi ilhad’a kalkan sapkınlar, elbet­te bize gizli kalmaz. 0 hâlde ateşe atılan mı hayırlıdır, yoksa kıyâmet gününe emniyet içinde gelecek olun mı? Düşünün de istediğinizi yapın. Çünkü 0, her ne yaparsanız görür.»

İlhad, Arap edebiyatının nefis bir tabiridir. Bir sözü katledip lâhde koyma anlamına gelir.

Kur'an âyetlerinin mânâsını öldürüp onu saptıran müşriklere hitapla başlayan âyet, mahşerde onların ateşe atılacağını bildiriyor. Ancak, âyetin ilk cümlesinde 38'nci âyetle zarif bir ilgi var. Çünkü 39'ncu âyet, arz konusunda çok önemli astrofizik sırlar açıklıyor. Gelecek kuşaklara mânâlı bir uyarıda bulunuyor. Kur'an âyetlerini basit benzetmelerle öldürüp lâhde koymayin, diyor. Ne yazık ki çağlar boyu âyetler, çok basit mânâlar verilip, âdeta dondurulmuştu. Böylece Kur'an'ın muhteşem ilmi, bir nev'i ilhad edilmiştir.

Kıyamette emniyet içinde olmak için, Kuı'an âyetlerinin ihtişamını fark etmeli, hiç değilse o ihtişamın varlığına ihlâs ile inanılmalıdır.

Âyet pek net şekilde, ilhada kalkanların ilâhî kompüterde tesbit edildiğini bildiriyor. Bize göre âyetlerin mânâlarını dondurup basitleştirmek, hele bunu yaparken 1000 yıl öncesinin kısır bilimine bağlamak, iyi niyetle de olsa ilhaddır. Çünkü Kur'an Allah kelâmıdır, hiçbir yorumcu: «Bu âyetin mânâsı budur» diye kesin kalıp tayin edemez.

Âyet 41: «Onlar, o zikir (yâni Kur'an) kendilerine gelince ona körlük eden mülhidlerdir. Hâlbuki o misli bulunmaz azîz bir kitabdır.»

39'ncu âyetteki hârika ilmî mesajları hatırlatarak; ilâhî bir zikir olan âyetleri görüp de secde etmemek bir körlüktür, buyuruyor.

Bu âyet, özellikle günümüz insanları için özel bir kıymet taşımaktadır. Günümüzde pek çokları Kur'an'ı tetkik amacıyla yarım yamalak tercümeleri okuyup âyetleri ilhad ediyor. Yani mânâsını anlamadan onu lâhde koyup saptırıyor. Sonra da: «Ben Kur'an'ı okudum, önemli bir şey bulmadım» demek küstahlığını gösteriyor. Bu, tam bir körlük, kesin bir ilhaddır. Zaten bizim de ömrümüzü yetersiz çabalarımızla harcayıp, size sunmak istediğimiz İslâm ve İlim Serisi'nin amacı, bu ilhad felâketini önlemektir.

Âyet 42: «0 Kur'an ki, evrenin hamîd ve hakîm olan Rabbinin tenzilidir

Ona ne önden (evvelki çağlarda), ne arkadan (istikbalde) bâtıl yakşalamaz.»

Bâtıl nasıl yanaşsın ki? Ona, çağlar boyu dünyanın beşde dördü karşı çıkmış, bir tek noktasında bir eksik ilmî tenâkuz bulamamıştır, Allah, bu âyetiyle evrenlerin her çağına, her nokta ve mekânda hakîm olan sırrını şaşmaz bir ilâhî mûcize olarak açıklamaktadır.

Ünlü düşünür Garaudy, ilk Müslüman olduğu gün verdiği demecinde: «Çağların, olayların eskitemediği tek kitap Kur'an'dır» demiştir.

Bâtıl, hamîd ve hakîm olan Rabbin kitabına nasıl yaklaşsın ki? Allah, ilmi sırf onun âyetlerindeki ihtişamı görelim diye vermiştir.

Her olayda olduğu gibi, Fussılet Sûresi, Kur'an konusunda da kesin hükmü getirivermiştir: «Ne önce, ne istikbalde o kitaba bâtıl yaklaşamaz.» Âyette «Hamîd» esmâsının geçmesinin nedeni: İlim, evrenin hamd sırrıdır. Hamdin derinleşmesi için Allah'ın bilinmesi gerekir. Bu da ilimle olur. (Bu biliş, ilme'l yakîn bir biliş ve hamddır. Bunun ötesinde gönülle varılan ayne'l yakîn ve hakke'l yakîn hamd hikmetleri de vardır.)

Âyet 43: «(Ey Rasûlüm!) Sana, senden önceki rasûllere söylenenden başka bir şey denilmiyor Ve Rabbin şüphesiz hem mağfiret sahibi, hem de acı bir azap sahibidir.»

Dünya imtihan sahnesidir. Gerçeği görenler Allah'ın mağf`ıretine lâyık olacak. Ona nefs perdesiyle karşı çıkıp küfredenler de olacak, onlar da Allah'ın elîm azâbına müstahak olacaklardır.

Âyet 44: «Eğer biz Kur'an'ı başka bir dilde indirseydik, diyeceklerdi ki: Âyetleri anlayamıyoruz, tafsil edilse ya! Araba niye yabancı dilde Kur'an? De ki: 0, îman edenler için hidayet ve şifadır. Îman etmeyenlerin ise hulaklarında bir ağarlık vardır ve o, onlara karşı körlüktür. Onlara uzak bir mekândan hayharılır.»

Ayette 3 mesaj var:

a) Kur'an'ın lisanı

b) Îman edenler için Kur'an'ın sırrı

c) Kâfırler ve Kur'an'ın hikmeti

a) Kur'an'ın lisanı konusu: Sûre-i Yûsufun ilk 3 âyetinde açıklandığı gibi Kur'an, evren şifrelerinin Arabça anlatımıdır.

Allah, âyetin bu bölümünde mealen diyor ki: Biz istese idik Kux'an'ı bir başka dilde de indirirdik, ancak o zaman inzal olunan ilk çevre, yorum isteyecek ve ilhada kapılacaktı. Kur'an Arapçadır, ancak unutmayın ki, onun özelliği herhangi bir dilden inzal olmuş olması değildir. 0 hidayet verici, şifa verici bir sırra sahiptir.

b) İnananlar için Kur'an, hidâyete erdirici ve şifa vericidir: Hidayete erdiricidir: Kelâm, Hâdî ve Hay sıfatlarının sırrını taşır. Bu hikmetlerin ayrıntılarını «Kur'an Mûcizeleri»nde etraflıca açıklamıştım. Ancak, burada Kur'an'ın şifa sırrından söz etmek istiyorum:

Bilindiği gibi; Kur'an ölü kalpleri dirilttiği, hasta nefsleri iyileştirdiği için şifa sırrı taşır. Ancak Kur'an, maddî hastalıklar için de şâfıdir. Kuı'an'dan hangi âyet okunur­sa okunsun, hastalarda iyileşme göze çarpar. Bu konuda Kanada'da 2000 hasta üzerinde bir araştırma yapılmış, çok olumlu sonuçlar alınmıştır. Hastalıkların (beden hastalıkları) ruhsal ilgilerinin çok iyi bilindiği çağımızda, gönlünde ve nefsinde iyileşme olan insanın bedensel sağlığının da düzeleceği âşikârdır. Streslerin getirdiği tüm hastalıklarsa saymakla bitmez.

c) Kâfirlere Kur'an'ın etkisine gelince: Fâtiha'da emredildiği gibi; Kur'an'ın şifa ve hidayet sırrı, rahîmiyet merkezine bağlıdır. Bu yüzden inanmayan için Kur'an ne hidayet verir, ne şifa.

«Kulaklarında bir ağırlık vardır ve o, onlara karşı körlüktür.» Bu konuyu, kalbin kulak ve kalbin göz özelliklerini anlatırken baş kısımda anlatmıştım. Burada çok önemli nokta, «uzaklardan gelen sert bir çağrı» hikmetidir. Bu, Kuı'an'ın ezeli, daha çok elesti anlatan hikmetidir. Bu yüzden ona karşı kör ve sağır olan kâfır bile uzak mekânlardan (elestten) sert bir çağrıyı fark eder.

Yeni bir bölüme geliyoruz:

Âyet 45: Andolsun, Mûsa'ya o kitabı verdik de onda ihtilâf edildi. Ve eğer Rabbinden bir kelime geçmiş olmasa idi aralarındaki iş bitirilirdi. Ve her hâlde onlar ondan kuşkulu bir şekk içindedirler.

Âyet 46: İyi iş yapan kendine, kötü yapan yine kendinedir. Yoksa Rabbin kullara zulümkâr değildir.

Âyet 47: Saatin ilmi O'na aittir (kıyâmet zamanı). O'nun ilmi olmaksızın ne meyvelerden biri tomurcukdan çıkar ve ne de bir dişi yüklü kalır, ne de doğurur.

Nerede imiş şeriklerim?! diye haykıracağı gün ise diyecekler ki: Arzederiz huzurunuzda ki, bizden hiç şâhid yok.

Âyet 48: Önceden tapıp durdukları şeyler onlardan kaybolup gitmişler ve onlar kendilerine hiçbir kaçamak kalmadığını anlamışlardır.

Âyet 49: İnsan hayır istemekten usanmaz da, kendisine bir şer dokunuverirse ümidini keser ye'se düşer.

Âyet 50: Şayet ona dokunan bir sıkıntıdan sonra tarafımazdan bir rahmet tattırırsak, mutlaka der ki: «Bu benim hakkam. Zannetmem ki saat (ecel, kıyâmet) başama dikilmiş olsun. Eğer Rabbime döndürülecek olursam muhakkak benim için O'nun yanında daha güzeli vardır.» Fakat o vakit biz o küfredenlere ne yaptıklarını bildireceğiz ve onlara muhakkak yoğun bir azâb tattıracağız.

Âyet 51: İnsana nîmet verdiğimiz zaman yüz çevirir, başına buyruk gider de; kendisine şer dokunuverdimi artık o, bol bir dua sahibidir.

45-51 arası 7 âyetin yorumuna gelince:

Âyet 45: «Andolsun Mûsa'ya o kitaba verdik de onda ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbinden bir kelime geçmiş olmasaydı aralarındaki iş bitirilirdi. Her hâlde onlar ondan kuşkulu bir şekk içindedirler.»

Mûsa'ya verilen kitab (hem de Mûsa'nın açık mûcizelerine rağmen) Yahudileri hidayete erdirmedi. Samiri'nin buzağısına taptılar. Eğer kader önceden takdir edilmeseydi o anda onları helâk ederdim.

Burada aynı zamanda kişisel mânâ da vardır. Bir kimse, önceden eceli tayin edilmemiş olsaydı, küfür ve isya­na düştüğü zaman sonu geliverirdi. Tabiîdir ki âyet, çağlar boyu hüküm getiren bir âyettir. Büyük yönüyle Yahudilere dönüktür. «Onların devamlı fitne ve ihtilâf çıkarmalarına karşı, Allah daha önceden kıyamete bir mühlet vermeseydi, dünyanın helâkine yol açacaklardı» anlamına da gelmektedir.

Ayetin son cümlesinde: «... Onlar onun (Kur'an'ın) hakkında şüphe ve endişe içindedirler» buyrulmaktadır.

a) Efendimizin geleceğine dair Tevrat hükümleri üzerinde şüphe ve endişe içindeler.

Bu yüzden Allah'ın önceden verdiği söz, kıyâmet değil; Tevrat'ın Efendimizin geleceğini bildirmesidir.

b) Yahudiler Tevrat konusunda olsun, Allah inancı konusunda olsun devamlı şüphe ve endişe içindedirler. Bir yandan Allah'ın varlığının kaçınılmaz olduğuna inanan Yahudiler gayet fanatik şekilde dindar görünümdedir, bir yandan da bütün ateist (inkârcı) doktrinler Yahudiler tarafından geliştirilmiştir.

Yahudilerin diğer dinlere karşı açtığı hırçın kampanya da bu telâşlarının eseridir.

Âyet 46: «İyilik yapan da kendine yapar kötülük yapan da kendisinedir. Yoksa Rabbin kullara zulümkâr değildir.»

Sekar bahsinde açıkladığım gibi, nefsin perdesinde kalınlaşma ve her türlü kötülük otomatik olarak sekara yaklaştırır. Yâni nasıl oksijen teneffüs eden hayat bulur, karbon monoksit soluyan ölüm bulursa, iyilik ve kötülükler de böyle yasalardır. Nasıl zehirli gazı, tüm îkazlara rağmen gider biri teneffüs eder ölürse, ona zülmedildi diyemezsek, şer de böyledir.

Allah zâlim değildir. Allah'ın esmâları içinde kahhar, müntakîm gibi cezalandırıcı olanları vardır; fakat zâlim yoktur. Zâlim, «karartan» anlamınadır; nefsin özelliğidir.

Âyet 47: Yine en büyük ilmî bir gerçeği açıklayan âyetin yorumuna geldik: «Saatin ilmi O'na aittir (hıyâmetin zamanı). Hem O'nun ilmi olmaksızın ne meyvelerden biri tomurcuklarından çıkar, ne de bir dişi ilkah olur, ne de doğurur...»

Ayet, bütünü itibariyle tüm olayların ilâhî ilim merkezine bağlı olduğunu tanımlıyor. Bu gerçek, Yâsin Sûresi'nde «Kitabı-mübîn» olarak tanımlanmıştır.

Âyet ilk cümlesinde kıyâmet mühletini «saat» kelimesiyle bildirerek, onun da bir gebeliğin sâbit müddeti gibi, kompüterize edildiğini bildirmektedir.

Bundan sonra üç olayın, ilâhî ilmin kompüterine bağlı olarak yürüdüğünü bildirmektedir:

a) Tomurcuktan meyvenin doğması.

b) İlkah.

c) Ceninin (emriyon) gelişip doğum olayının meydana gelmesi.

Bu olayların bir zâhirî süreleri vardır; bir de olayın meydana gelmesinde işin asıl özündeki sonsuz matematik sır vardır. Nitekim Allah, 53'ncü âyette enfüs ve âfâkı anlayınca, özündeki ilâhî hikmeti fark edeceğimizi tanımlıyor.

Tomurcukdan meyvenin meydana gelmesi de bir aracı böceğin, ya da rüzgârın yardımıyla süren çok karışık bir genetik şifre tamamlama olayıdır. Konuyu çok uzatmamak için yalnız ilkah olayını enfüsde inceleyeceğiz.

İnsanın ilkahı olayını en yeni bilgiler içinde izliyoruz:

Bir insanda ortalama 60.000 istîdat, ya da özellik vardır. Bu özelliklerin 30.000'i anneden, 30.000'i babadan geçer. Anne, istidatların 30.000'ini yumurta hücresinde bir örnekte getirdiği hâlde; babadan gelen 30.000 istidat, farklı biçimde 250 milyon meni hücresinde taşınır. Burada en önemli mesele 30.000 istidadın anne ve baba arasında nasıl paylaşılacağıdır. Çünkü bilindiği gibi, çocuğun anne ve babadan getirdiği yapılar sabit çizgiler değildir. Yâni kulak memesi anneye benzer, burunlar hep babaya benzer diye bir kural yoktur.

Şimdi olayı hücre katında izleyelim: Annenin yumurta hücresi 23 kromozom içinde gelişigüze130.000 istidadı hazırlar ve ilkaha uygun duruma gelir. Kromozomlar genetik şifreleri taşıyan vagonlardır. Onun yolcuları genetik formüllerdir. Bazı kromozomların sabit istidatlar taşımasına karşılık, genelde bu vagonların tayin edilmiş belli istidatlar taşıması söz konusu değildir. Anneden gelen istidatlar 60.000 istidadın karışık sayıda 30.000'idir. Yâni basit deyimle, kulak memesi vardır, kaş yoktur; ayak tırnağı vardır, burun deliği yoktur. Bu 60.000 istidadı kolay anlamak için, birden altmış bine kadar sıralarsak; annenin 30.000 istidadı içinde meselâ şu nolu istidatlar vardır: 14, 19, 197, 386, 7684, 11045, 24013, 47400, 54250, vs. Tahmin ettiğiniz gibi, bu sayılar 30.000 tanedir; ancak, 60.000'e kadar olan sayıların sırasız bir listesidir. Bir ilkahın olması, sağlıklı bir bebeğin meydana gelmesi için aradaki eksik sayıların baba meni hücrelerindeki genetik şifreler tarafından tamamlanması gerekir.

Meni hücrelerindeki durum da aynıdır. Yâni 23 kromozomda 30.000 istidat, onda da sıra izlemeyen birden altmış bine kadar sayıların gelişigüzel 30.000'i vardır. Ancak bir farkla; meni hücresi bir tane değil, 250 milyon tanedir. Ve onların her birinin taşıdığı istidatlar listesinde, anne hücresinin eksiğini tamamlayacak hücre, 1-2 tane de olsa vardır.

Şimdi söyleyin bakalım, annenin yumurta hücresindeki eksik şifreleri taşıyan meni hücresini nasıl bulacağız?

Yumurta hücresi, eline telefonu alıp babasının meni hücresi fabrikasına seslenerek: «Bende şu, şu istidatlar var, sen de şunları getir» diye sipariş mi verecek?

Yoksa ilân tahtasına kendinde olan istidatların listesini asıp, bunların eksik numaralarını taşıyan meni hücresi gelsin diye bekleyecek mi?

Yumurta hücresinin ilkah olmada bu seçimi yapmak için 40 dakika süresi vardır. Kendinde eksik istidatları taşıyan meni hücresini bulmak zorundadır: Yâni 30.000 eksik numarayı taşıyan meni hücresini. Aksi takdirde kendi istidat numaralarıyla çakışan bir ilkah olursa; parmaksız, iki burunlu, ya da kulaksız, 4 dudaklı çocuklar çıkar ortaya.

Hilkat garibeleri; bu gerçeği Allah'ın bize öğretmek için verdiği nadir örneklerdir.

Şu hâlde yumurta hücresi 250 milyon meni hücresi içinde kendinde eksik istidatları taşıyan o biricik şifreyi bulmak zorundadır. Bu ise, 250 fincanla oynanan bir yüzük oyunudur.

Peki yumurta hücresi her defasında bu isabetli tercihi nasıl yapmaktadır?

Her olayın enfüsünde var olan ilâhî ilim sayesinde. İşte âyet bu mûcizeyi târif ediyor. Ve Fussılet Sûresi'nin bir özel mûcizesi, bu âyette düğümleniyor. Şöyle ki:

Bu gerçek karşısında, ilmi inkâr etmeden Allah'ı inkâr mümkün müdür? Yâni Allah yüce ilmiyle yalnız kendi kudretinin varlığını bize bu olayda ayan beyan göstermiyor mu? Şu hâlde ilim, açıkça: «Eşhedü enlâ ilâhe illallah» diyor. Peki bu gerçek 14 asırdır bir kitapta yazılı ise, o kitabın Allah tarafindan gönderilmiş olmaması ilmen mümkün müdür? 0 hâlde bu kez ilim, açıkça «Eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Rasûlühu» diyor. İşte bu âyet, ilme kelime-i şahâdet getirten âyettir ve «Fussılet» kelimesinin bir tarz tanımıdır.

Doğum konusunda «Tek Nur» ve «Kur'an Mûcizeleri» kitaplarında geniş açıklamalarda bulunmuştum.

Şimdi âyetin son cümlesine geliyoruz:

«Nerede imiş şeriklerim?! diye haykıracağı gün ise, diyecekler ki: Arz ederiz huzurunuzda ki, bizden hiç şâhid yok.»

Allah'a şerikler çok geniş kapsamlıdır. Hem putlar, hem para, menfaat, nefs arzuları gibi dünya ilgilerine tapma birer şirktir. Daha önemlisi, tabiat evrendeki dev enerjileri kudret sanarak yaratılışı onlara bağlayan ilim gafleti, şirklerdir.

Bütün bu şirkler, mahşerde elbette yok olacaktır. Allah: «Hani o şerikler?» deyince, insanlar: «Öyle bir şey yok» diyecekler. Ayetin başka bir sırrı da: Yukarıdaki ilmî mûcizeleri Allah dışında hangi kuvvetle, hangi şirk kavramıyla izah edebilirsiniz? demektir.

Nitekim bu âyetin sırrı, günümüzde ortaya çıkınca, âyet, mahşere kalmadan ihtişamını sergiledi.

Âyet 48: «Önceden tapıp durdukları şeyler onlardan kaybolup gitmiş ve onlar kendilerine hiçbir kaçamak kalmadığını anlamışlardır.»

Kıyamette, 53'ncü âyette izah edilen sır doğunca, Allah'dân başka hiç bir kudretin olmadığı ayanbeyan müşâhede edilecek ve müşriklere herhangi bir kaçamak kapısı kalmayacaktır. Atomdaki, galaksilerdeki dev enerjilerin enfüslerinde ilâhî kudretin bir yansımasını taşıdığı apacık görülecektir. Enfüslerde seyredilen kudret-i ilâhî, nefsin varlık evhamını da kökünden silecek; nefs, kendi şaşkınlığına kendi de şahid bulunamayacaktır.

Âyet 49-51: Bu âyetler, nefsin Allah'a karşı davranış psikolojisini tanımlamaktadır. Bu yüzden birlikte yorumlayacağım:

1) İnsan hangi inanç seviyesinde bulunursa bulunsun, hatta inkâr ve isyanda da olsa dâima usanmadan kendine hayır ister. Aynı nefs, yine hangi inanç seviyesinde olursa olsun, şer gelince ümitsizliğe, ye'se düşer. Eğer mü'minse şerrin yanında hayrın geleceğine inanır, ümitsizliğe ve ye'se düşmez. Çünkü bu yeis ve ümitsizlik küfürle sonuçlanır. Bu psikolojik yanılgı, birçok insana îmanını kaybettirir.

2) Şerden sonra ona bir rahmet tattırılırsa: «Bu benim hakkım» der. Hâlbuki bu bir rahmet-i ilâhîdir; hemen şürketmesi gerekir.

3) Kıyâmet gününe sağlam inancı yoktur, «şayet döndürüleceksem orada benim yerim cennettir» der.

Tam günümüz adamının şaşkın tavrı. Çünkü Kur'an'ı iyi okumayıp; yapmış olduğu her hareketinin banda alındığını bilmediği için; dünyada nasıl herkesi, hatta kendisini bile kandırdı ise, âhirette de Allah'ı kandıracağını sanır.

4) Yine nefsin bir huyu, kendine ilâhî nîmet verildikçe şımarıp yüz çevirmesi ve azmasıdır.

Tam şer gelince yeniden duaya sarılır. Ahlâk-ı Muhammedî, tüm bu çarpıklıklardan arınma demektir. Şöyle ki:

1) İnanan müslüman; hem hayırlı günde, hem şer gelince aynı nisbette Allah'a yalvarış ve yakınlık içindedir. Umidini kaybettiği an ye'se düşmez, İnşirah Sûresi'ndeki yeni kolaylığı sabırla bekler.

2) Allah'ın rahmetini dâima ilâhî bir lûtuf sayar; şükür ve hamde geçer. Mâhşerden ve hesap vermekten dâima haşyet içindedir. Günahlarını, Allah'a karşı kullukta ne kadar eksik olduğunu bilir. Kendini cennete lâyık görmez.

3) İlâhî nîmet geldikçe şımarmak şöyle dursun, onun infâkını nasıl yapacağının telâşı, endişesi içindedir. Hem infâk eder, hem de ham eder.

4) İslâm; nîmeti bol gelenlerle, dar gelenleri çok zarif bir tanıma tabi tutmuşdur:

a) Fukara-i sâbirîn (Sabreden fakirler).

b) Ağniya-yı şâkirîn (Şüküreden zenginler).

Bu, insanlar için yalnız para açısından değil, tüm nimetler için hayat boyu; iyi günde, kötü günde vazgeçilmez bir ahlâk reçetesidir.

Şimdi Fussılet Sûresi, en derin bir sırrı: «Enfüs ve âfak sırrını» açıklayarak tamamlanacaktır:

Âyet 52: De ki: (Hiç düşündünüz mü?) Kur'an Allah katından da siz ona karşı küfür hâlinde iseniz, o uzak şikaka düşenden daha şaşkın kim olur?

Bir başka çeviri:

De ki: Kur'an'ın Allah katından geldiği kesindir, siz onu inkâr edince nasıl derin bir çıkmazda bulunduğunuzu hiç düşündünüz mü?

Âyet 53: İlerde biz onlara hem âfakta, hem enfüslerinde âyetlerimizi öyle göstereceğiz ki, nihayet onun hak olduğu kendilerine tebeyyün edecek. Rabbinin her Şeye Şâhid olması kâfi değil mi?

Âyet 54: Uyan! onlar Rablerinin likasından şüphe içindedirler.

Dikkat edin! 0 ki, her şeyi muhît.

Yorumlara geçiyorum:

Âyet 52: Ayet, Kur'an'a inanmayanların, kendilerinden çok uzaklarda kalan bir gerçeğe karşı muhalefette düştükleri şaşkınlıkları dile getiriyor:

«De ki: (Hiç düşündünüz mü?) Kur'an Allah katından da siz ona karşı küfür hâlinde iseniz, o uzak şikaka düşenden daha şaşkın kim olur?»

Âyetin espirisi, küfredenlerin dahi şüphede olduklarını vurguluyor. Hiçbir ateist bu duygusunda kesin değildir. Gerçeklerden uzaklığı oranında içinde şiddetli bir şüphe taşır (şıkak).

Şimdi Allah bu duygudan yakalayıp soruyor: Bu şüphe kendi uzaklığınızdan doğan bir şaşkınlıktır. Eğer Kur'an ve Allah gerçeği hakikat olmasa bu şüphe, sizin içinizde dolaşır durur mu idi?

Siz yarın o gerçeği 53'ncü âyette tanımladığım veçhile öğreneceksiniz, o zaman ne türlü bir şaşkın olduğunuzu fark edeceksiniz.

Âyet 53: «İlerde biz onlara hem âfakta hem enfüslerinde âyetlerimizi öyle göstereceğiz ki, nihayet onun hak olduğu kendilerine tebeyyün edecek (kesinlik kazanacak). Rabbinin her şeye şâhid olması yetmez mi?»

Bakınız; âyet, çeşitli kitaplarımızda açıkladığımız elest sırrını başka bir tanım nedeniyle ne kadar net açıklıyor.

Allah seslenince, hem enfüsden hem âfakdan seslenir. Elestteki paniğin nedenlerinden biri de bu muhteşem ilâhî tezâhürdür.

Elbette âyeti anlamak için enfüs ve âfak kavramını çok iyi bilmek gerekir.

Enfüs ve âfakı: iç, dış diye basitleştirdiniz mi, ne madde evrenini, ne ilâhî hikmetleri, ne Kur'an'ı anlamanız mümkün değildir. Tam bir ilhada (mânayı öldürüp mezara koyma gafletine) düşersiniz.

1) Afak, ufukdan gelir; iki yönlü mânâ taşır:

a) Görülen eşyanın, boyutlarına bağlı fiziksel ve geometrik özelliği demektir.

b) Sonsuz ufuklar; görülebilen dış dünyanın bütün çizgileri demektir. Demek ki, âfakda iki önemli nitelik var: Biri, onun dış geometrik ve fizik konumu, ikincisi ise, dış dünyanın; gözün görebildiği ufukların sonsuzluğudur.

Bir gerçeğin âfakda bilinmesi demek, tüm ufuklarda, dış dünyanın sonsuz boyutlarında ve de o şeyin, dış çevresinde segilenip bilinmesi demektir.

Âfak, daha çok mesafelerin temsilcisidir. Hem sonsuz uzaklar, hem yakın bir mekân dış yönüyle âfaktır. Bu konuya ilerde vereceğim misâllerde daha iyi yaklaşım sağlayacağız.

2) Enfüs: Nefsden gelir. Bir şeyin özündeki görünüm demektir. Enfüs de âfak gibi iki yönlü mânâ taşır:

a) Bir şeyin doğrudan doğruya iç yapısında ona özellik veren yanı, onun enfüsüdür.

b) Enfüsün diğer bir cephesi de mesâfelerin bitip yok olduğu mekânsız odaklardır.

Bir gerçeğin enfüsde bilinmesi de; tüm şeklî aldatıcılıkların ardında, mesâfelerin bittiği yerde, o hakikatın tanınması demektir.

Şimdi çeşitli örneklerde enfüs ve âfakı inceleyelim:

1) Geometride âfak ve enfüs: Geometride tüm şekiller âfak, nokta ise enfüsdür (geometride noktanın boyutları yoktur).

2) Fizikde enfüs ve âfak: Fizikdeki mesâfelere tâbi her kuvvet ve ilgi âfaktır. Empuls dediğimiz etki enfüsdür; hem gravidasyon, hem de interaksiyon şeklinde tanınmaktadır.

3) Biyolojide enfüs ve âfak: Canlıların her biri, onların âfaklarını temsil eder. Canlıların hepsinde ortak DNA molekülleri ise, canlının enfüsüdür. Ve de matematik programı, canlının o tür için tam enfüsüdür. Yâni kimyasal yapının üstündeki her canlıya ait özel matematik program, o canlının enfüsüdür.

4) Madde için enfüs ve âfak: Bir eşyanın dış görüntüsü onun âfakıdır. Atom çekirdeğindeki empuls; manyetik gravidasyon ise, maddenin enfüsüdür.

Şimdi bir de âfak ve enfüsün özelliklerini görelim:

Âfak: Çokluk âleminin karakteridir.

Enfüs: Teklik âleminin karakteridir.

Canlılara dikkat edin; âfakları farklıdır. Enfüsleri ise, DNA molekülü katında aynıdır.

Evrendeki tüm farklı ışınlar çokluk âleminin görüntüleridir. Fakat hepsinin enfüsü «empuls» dur ve aynıdır.

İşte bu temel tanımlardan sonra âyetin mesajına geçiyoruz:

Bir âyetin, dolayısıyla Kur'an gerçeklerinin enfüs ve âfakta görünüp bilinmesi nasıl olur?

Allah elestte: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» diye emredince, bu emir hem enfüsden, hem âfaktan yansımıştır.

Mesâfelerin sonsuzluğundan ve bütün mesâfelerin en özündeki yokluk noktalarından yayılan bu emir; tüm varlıkları şaşırttı, paniğe sürükledi. Çünkü enfüs ve âfak bu emirle dolunca, varlıklar, kendilerine mekân tayin edemediler. Nefsler, boş yere kendine yer aradı.

İşte Allah, mahşerde yine hem âfakda, hem enfüsde Kur'an sırrını âşikâr kılacaktır. Hem mekânların sonsuzluğunda, hem tüm varlığımızın özünden Kuı'an dinleye­cek; onun âyetlerini hissedecek, hatta canlı olarak yaşayacağız.

Bir örnek verirsek: 47'nci âyetteki dişi yumurta hücresiyle, meni hücrelerinin altmış bin şifreyi tamamlayışlarını hem bir lâboratuvar ekranında seyredeceğiz (âfak); hem de şifrelerin içine girip olayı aynen yaşayacağız (enfüs).

Bu âyetin en önemli yanı, Kur'an âyetlerinin hem enfüs, hem âfakda etkili olduğu gerçeğidir. Biz Kur'an'ın enfüs etkisini kalpde hissederiz. Âfak etkisini de bilincimizde fark ederiz.

Bu âyetin bir başka mesajı da, âyetlerin enfüs mânâlarınm kesinlikle var olduğudur. (Bazıları enfüs mânâyı, bu âyeti iyi tetkik etmedikleri için kabul etmezler).

Ayrıca Fussılet sırrı içinde 7 Hâ-Mîm'in Fâtiha sırrı taşıdığı da bu âyetten istihraç olunur. Zira Fâtiha Kur'an'ın enfüsüdür.

Yine bu âyet gereği Kur'an'ın kelâm, şifa sırları daha net anlaşılır. Çünkü Kur'an'ın hidayet, kelâm ve şifa sırları enfüsden yayılır.

Ayetin son cümlesi çok daha derin bir mesaj veriyor:

«Allah her şeye şahiddir.» Ve anlaşılması güç konunun idrâki için bu kural kâfıdir. Nedir Allah'ın şahid sırrı?

Tüm enfüsler ilâhî nazarın karargâhıdır. Ve tüm evrendeki her hadise, her varlık, Allah'ın bu «şahid sırrı» sayesinde sonsuz âhenklerini sürdürürler.

Mü'minler, Allah'ın bu şahid sırrını bihakkın idrâk etmelidirler ki; en içten, en derinden:

«Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühu ve Rasûlühu» diyebilsinler.

Âyet 54: «Uyan! Onlar Rablerinin likasandan Şüphe içindedirler Dikkat edin! 0 ki, her şeyi muhît»

Habibim, bilirsin ki insanlar nefslerinde şek içindedirler. İnançları sathîdir; ilâhî kudret ve mahşere inanmazlar.

Hâlbuki Allah onların enfüslerinde en gizli duygularını görür; onların her noktasına muhîttir.

Yüce Yaradanımız, Kur'an'ın Fussılet sırrı içinde, onun hikmetini bize enfüsümüzden tattırsın.

Ve de Kur'an'ın hayranları, âşıkları olmak sevdasından bizi mahrûm etmesin.

Hiç yorum yok: