Hak dostlarının temel prensiplerinden birisi de “Vukuf-i Adedî” dir.
Manası, zikirde mürşidin tespit ettiği sayıya dikkat etmek, ölçüyü korumak, usule uymak, gerçek hedefe yönelmek ve böylece kalbi uyandırıp Yüce Allah ile huzura ulaşmaktır. Kısaca usulünce ilacı içip şifa bulmaktır.Her işte usül esastır. Usül işin temelidir. Arifler şu prensipte söz birliği etmişlerdir: “Usülsüz vusül olmaz.” Yani, usüle uymayan hedefe ulaşamaz.Bu yolda hedef Yüce Allah’tır. Usül ise edebe uymaktır. Edep, lazım olanı yapmaktır. Bu yolda neyin lazım olduğunu rehber belirler. Rehber Kur’an ve Sünnet’tir. Alimler Kur’an ve Sünnet’in tercümanıdır. Yolcuya düşen rehberine uymaktır.
Arifler vukuf-i adedî prensibini Kur’an ve Sünnet’ten almışlardır. Onunla hak yolcularına bir çok edep ve usul öğretmişlerdir. Bu usüller delil ve tecrübeye dayanır. Bu prensibin izahı içinde şu sorulara cevap bulacağız:
GENEL ZİKİR, ÖZEL ZİKİR
Zikirde sayı önemli midir? Herkes istediği şekil, usul ve sayıda Yüce Allah’ı zikredemez mi? Gaye sayı mıdır, zikir midir? Zikirden gaye nedir? Mürşidlerin belirlediği zikrin dışına çıkan bir mürid niçin zarar görür? Çok zikirden zarar gelir mi? Farklı zikir yapan çarpılır mı? Zikir çekmeyen terbiye olmaz mı? Zikir vazifesi ne zaman biter?
Zikir, genel ve özel olarak iki şekilde yapılabilir. Genel zikir bir zaman ve sayı belirlemeden günlük yaşantı içinde devamlı zikir ve fikir halinde olmak ve kalben Allahu Tealâ ile huzur halini muhafaza etmektir. Bu herkesin ilâhi sevgisine, ilmine, terbiyesine, tefekkür kabiliyetine ve manevi nasibine göre değişir. Yatarken, kalkarken, yerken, içerken, vasıtaya binerken, eve, camiye, işyerine girip çıkarken, bir işe başlarken, acı-tatlı olaylarla karşılaşıldığında öğretilen zikirleri yapmak bu kısma girer. Bu tür zikirler günlük virdden ayrıdır, yapılan amelin edebidir.
Özel zikir ise zamanı, sayısı ve şekli belirlenerek yapılan zikirlerdir. Bunların bir kısmını Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz öğretmiştir. Bize onları öğretildiği gibi yapmak düşer. Fayda ve fazilet bundadır. Aksini yapan hayırdan mahrum olur, vebale girer, zarar eder.
ŞEKİL VE SAYILAR NEDEN ÖNEMLİ?
Mesela, Efendimiz s.a.v. farz namazlardan sonra otuzüç’er defa “sübhanellah”, “elhamdülillah” ve “Allahu ekber” zikirlerinin yapılmasını ve bunun “lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike leh” zikriyle yüze tamamlanmasını tavsiye buyurmuştur. Buna aynen uyulmalıdır. Bu zikirler namazın peşinden yapıldığında sayısı bellidir. Bu sayıdan az veya çok yapmak uygun değildir. Onları otuzbeşe çıkaran kimse zarar ettiği gibi, otuzikide bırakan da zarardadır.
Bazı zikirlerde fazilet sayıya bağlanmıştır. Sayıyı korumayan kimse fazileti kaçırır. Yüce Allah’ı zikirden zarar olmaz diye bu sayıyı artırmaya çalışmak doğru değildir. Bu, şeytanın oyunudur. Çünkü şeytan kula emredilen bir ibadeti hepten terk ettiremezse, onu istenenden az veya çok yaptırarak faziletini yok ettirir. Kulluğun esası, Allah ve Rasülü tarafından istenileni yapmaktır.
Dinimizin vaktini, şeklini ve rekâtlarını belirlediği namazlar da bu kısma girer. Onlarda kendi akıl ve tercihimizle artırma, eksiltme yapamayız. Ezan, kamet, teşrik tekbirleri, telbiye gibi şekli belirtilen zikirler de böyledir.
VİRD NEDİR?
Özel zikirlerin bir kısmı alim ve ariflerce tespit edilmiştir. Bu tür zikirler, yapanların tercihine bırakılmıştır. Onlar, “Allah’ı çokça zikredin” emrine girer. Bu zikirlerin zamanı, sayısı, şekli ve yapılma usulü ariflerin içtihadına dayanmaktadır. Terbiye sahasında müçtehid olan kâmil mürşidlerin içtihat yetkisi vardır. Onlar bu zikirleri bir delil, müşahede ve tecrübeyle ortaya koymuşlardır.
Tasavvuf terbiyesinde işte bu zikre “vird” denir. Vird, her gün belirli zaman dilimi içinde yapılmak üzere belirlenmiş vazifelerdir. Bunlar, “Allah”, “lâ ilâhe illallah” gibi zikir lafızları yanında, namaz, Kur’an, salât u selam, tefekkür, murakabe ve rabıta gibi vazifelerdir. Bu vazifeler dinin övdüğü zikirler ve ameller içinden seçilmiştir. Onları ya ehli olan bir kimse kendi başına seçip uygular. Ya da bu vazifeler bir ehil mürşide tabi olunarak onun nezaretinde yapılır.
Bu zikirleri tek başına yapan kimse alim, arif, kâmil ve tecrübeli olmalıdır. Yoksa işi zor, tehlikesi çok olur. Çünkü zikirler farklı faydaları ve neticeleri olan ilaçlar gibidir. Ehil olmayan kimse kalbe ilaç olacak zikri seçerken yanılabilir, uygulamada yanlışlık yapabilir, sırayı karıştırabilir. Ayrıca, tek başına çekilen bir zikre şeytan müdahele edip edebini çiğnetebilir, safiyetini bozabilir, hedefini değiştirebilir.
Kâmil bir mürşidin terbiyesine giren kimse ise bu tür durumlarla yalnız değildir. Kâmil mürşid, manevi hastalıklarda mütehassıs doktordur. O, hangi manevi hastalığa ne tür bir zikrin ilaç olacağını bilir.
Günlük vird ilaç gibidir. Bu ilacın ne zaman ne kadar alınacağını manevi doktor olan mürşid belirler. Hastaya ilacı reçeteye uygun olarak içmek düşer. Kâmil mürşid, vird verdiği kimseye sevgi ve feyiz de verir. Onu kontrol eder. Dua ile destekler. Şeytanın tuzaklarını tanır, hilelerini bilir. Onun zikri kullanıp müridi düşürebileceği benlik, ibadetine güvenme, insanları küçük görme, Allah rızasını unutup keşif keramet gibi şeylere yönelme tehlikelerine karşı tedbir alır.
Mürşidin feyzi ve faydası müritteki samimiyet, itaat, gayret ve edebe bağlıdır. Mürşidin verdiği zikri beğenmeyen, onu yeterli görmeyip az veya çok bulan, başka zikirlere heves eden kimse, gizli bir muhalefet içindedir. Bunda ayrıca mürşidine karşı bir itimatsızlık ve ciddiyetsizlik mevcuttur. Bu durumdaki bir kimsenin mürşidden alacağı feyzi kesilir, kalbi karışır, terbiye yolu tıkanır, amel aşkı söner, hizmet heyecanı biter. Eğer durumunu mürşidi ile istişare etmez ise, bir zaman sonra onu terk eder; aklı, nefsi ve şeytanı ile baş başa kalırZİKİRDE ASIL HEDEF
Arifler, zikirde verilen sayıya dikkat etmekle birlikte, asıl hedefin sayı değil, kalp huzuru ve ahlâk güzelliği olduğunu belirtmişlerdir. Büyük veli Alauddin Attar k.s. zikirden maksadın ne olduğunu şöyle açıklar:
“Zikirde sayının çok olması önemli değildir. Asıl önemli olan, kalbin zikrettiği Yüce Rabbi ile huzur bulmasıdır. Zikrin fayda vermesi ve kulda eserini göstermesi için bu gerekir. Zikrin tesiri önce kalpte, sonra bedende olur. Gerçek zikir kalpte Allah’tan gayri her şeyi siler, temizler. Kalpte ilâhi cezbe, aşk, tecelli ve birlik hasıl olur. Bu zikir sayesinde insan ilâhi tecellilere ulaşır, marifete erişir, ilm-i ledün sahibi olur.”
Nakşî yolunun piri Şah-ı Nakşibend k.s. de vukuf-i adedîyi ledün ilminin başlangıcı görür ve der ki:
“Gizli zikri bu usul üzere çekenler, bütün benliklerinde Yüce Allah’ın azametini hissederler, O’nun tecellilerini bütün eşyada müşahede ederler.”
Bu neticeye uygun olarak arifler zikri tek sayılar üzerinde yapmayı tavsiye ederler. Mesela bir nefeste üç, beş, yedi veya yirmi bir kere zikretmeli, zikri tek sayılarda bitirmelidir.NE ZAMANA KADAR ZİKİR?
Arifler der ki: Zikrin sayısı ve şekli değişebilir, fakat kuldan hiçbir zaman zikir vazifesi düşmez. Bu vazife ölene kadar sürer. Berzah ve ahiret aleminde de devam eder. Ayrıca, zikir ne kadar yüksek olursa olsun, kuldan hiçbir ibadeti düşürmez. Gerçek zikir, ibadetlere lezzet katar, kalbi destekler, kulu istikamet üzere tutar.
Bazıları, her şey zikirden ibarettir diyerek, bütün ibadetleri terk etmişlerdir. Bu büyük bir hatadır. Böyle düşünmek haramdır. ‘Biz zikir ile ulaşacağımız yere ulaştık, artık namaz, oruç, hac gibi ibadetlere gerek yok. Haramlar da bize zarar vermez, asıl hedef kalp huzurudur’ diyenlere büyük veli Cüneyd-i Bağdadi k.s. şu cevabı vermiştir:
- Evet ulaştılar, ama cehennem ateşine! (İbnu Acibe, İkazu’l-Himem)
Şu uyarı da onun:
“İşin başında Allah ile arasındaki hukuku sağlam ve güzel yapmayan kimse, manen ilerleyemez. Bu vazifelerin başında farzları yapmak, haramlardan kaçınmak, günlük virdlere devam etmek, fazilet olan işlere sarılmak, şüphelerden kaçınmak gelir. Kim bunları yerine getirirse, bundan sonrasını Allah kendisine ikram eder.” (Hânî, el-Kevakibü’d-Dürriyye)
Büyükler, kim mürşidinin sırrına ulaşmak istiyorsa virde sarılsın. Çünkü mürşidin sırrı onda gizlidir, demişlerdir.
Bir adam Cüneyd-i Bağdadi k.s.’nin elinde tesbih gördü. Hayret etti ve: “Sen bu derece yüksek şeref ve makam sahibi bir insan iken, hâlâ elinde tesbih mi taşıyorsun?” diye sordu. Büyük arif adama döndü ve dedi ki:
- Evet tesbih taşıyorum. O benim bu makamlara ulaşma sebebimdir. Onu hiçbir zaman terk etmem.” (İkazu’l-Himem)
Sabit el-Benanî k.s.’nin oğlu anlatır:
Vefatı yaklaştığında babamın yanına vardım. Kendisine kelime-i tevhidi telkin etmek istedim. “Babacığım lâ ilahe illallah de!” diye hatırlatmada bulundum. Bana dönerek: “Oğlum! Beni kendi halime bırak. Ben şu anda günlük altıncı virdimi yapmakla meşgulüm.” dedi. (İbnu’l-Cevzî, Sıfatu’s-Safve
Sultanımız Gavs-ı sani Haz. k.s Buyurdular...
“Zikre devam ediniz, virde önem veriniz. Çünkü kalbin tek ilacı zikirdir. Kur’an okumak, salâvat çekmek, hizmet etmek sevaptır; fakat bunlar kalbe ilaç olmaz, nefsin çirkin sıfatlarını değiştirmez. Nefsi ancak zikir terbiye eder.”
Bütün Allah dostları dostluk liyakatini zikir ve edeple almışlardır. Bizler de bu şereften nasiplenmek istiyorsak aynı yolu takip etmeliyizGİZLİ ZİKİR: ZİKRİN EN HAYIRLISI
Zikirde esas olan gizliliktir. Çünkü zikredilen zat Allahu Tealâ’dır. O, kula şahdamarından daha yakındır. Bir defasında yolculuk esnasında Ashab-ı Kiram’ın yüksek sesle tekbir getirdiğini işiten Rasulullah A.S. Efendimiz, onları şu şekilde uyarmıştır:
“Böyle sesinizi yükseltip kendinizi yormayın. Siz kulağı sağır veya uzaktaki birisini çağırmıyorsunuz. Sizler, gizli açık her şeyinizi işiten, size çok yakın olan ve hep sizinle beraber bulanan Allah’ı zikrediyorsunuz.” (Buharî, Müslim, Ebu Davud)
Cenab-ı Hak kulun kalbine nazar etmekte ve onun içinden geçen düşünceleri bilmektedir. Bu durumda sesi yükseltip O’na bir şey duyurmaya hacet yoktur. Esas mesele kalbin uyanması ve Allah’a yönelmesidir.
Gizli zikir iki şekilde olur. Birincisi sadece kalple yapılır, ikincisi kalp ve dille yapılır. Ancak dilin katıldığı zikirde ses yükseltilmez, sadece kendi duyacağı kadar söylenir. Gizli zikir Rasulullah A.S. Efendimiz tarafından en hayırlı zikir olarak tanıtılmıştır. (Ahmed, Ebu Ya’la, İbnu Hıbban)
Kudsî hadiste, “Kulum beni gizlice içinden zikrederse, ben de onu zatımda zikrederim.” buyurulmuştur. (Buharî, Müslim)
Gizli zikri tercih eden arifler, işe kalpten başlamaktadır. Zikir ilk safhada sadece kalp ile yapılmaktadır. Zikir için Allah lafzı tercih edilmektedir. Dil damağa yapışık halde tutulup, kalp ile “Allah... Allah...” diyerek zikir çekilmektedir. Allah lafzı, Alemlerin Rabbi Yüce Yaratıcımız’ın özel ismidir. Diğer bütün ilâhi isimleri içinde toplamaktadır. Bu ism-i şerifle zikir çekildiğinde, bütün ilâhi isimlerin tecellisine ulaşılmış olmaktadır. Bu zikir kalp, ruh, sır, hafi, ahfa ve nefs latifeleri üzerinde çekilerek vücuda tam yerleştiği zaman, zikirlerin en faziletlisi olan “lâ ilâhe illallah” zikrine geçilmektedir. Ancak bu zikir kalp ve dil ile birlikte çekilmekte ve böylece bütün vücut zikre katılmış olmaktadır.
Gavs-ı Sânî (k.s) Hz.leri, bir sohbetlerinde zikir hakkında şöyle buyurdular:
“Zikir kalbin gıdasıdır; gıdasını almayan kalp zayıflar, sonra ölür. Kalp ancak zikir ile beslenir, kuvvetlenir, tatlanır, manen hayat bulur. Haramlar ve işlenen günahlar ise, şeytanın gıdasıdır. İşlenen günahlar, insanın kalbini zayıflatır; onun düşmanı olan nefsi ve şeytanı kuvvetlendirir. Bu nedenle, insanın içinde kalp, nefis ve şeytan devamlı mücadele hâlindedir. Rabbü’l-Alemin:
“Dikkat edin, uyanık olun; kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur,” buyurmuştur.” Ra'd 28
Kaynak: Kaynakları ile Tasavvuf
DR. Dilaver selvi
Bu Blogda Ara
zikir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zikir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
11 Ocak 2010 Pazartesi
19 Haziran 2009 Cuma
Hz. Mevlana’da zikir sırrı
Hz. Mevlana’da zikir sırrı
Büyük Allah dostu Hz. Mevlana’ya şöyle bir sual yöneltilir:
– “Tamam, anladık; Allah’ı zikrediyorsun; lâkin neden dönerek, sema halinde yapıyorsun bunu?” derler. Bunun üzerine Hz. Mevlana da, kendisine yöneltilen bu soruya, akıllara durgunluk verecek hikmet dolu şu cevap ile mukabele eder:
– “Bana dönerek Allah’ı zikretmeyen bir nesne gösterin ki, ben de dönerek zikretmeyeyim…”.
Kainata, Kur’an-ı Kerim penceresinden ve Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) gözü ile bakabilenler ancak Hz. Mevlana’yı ve onun dile getirdiği bu hakikati kavrayabileceklerdir… Evet; “Canlı cansız bütün mahlûkat Allah’ı zikretmektedir; hem de dönerek…”; bu, Kur’anî bir ifadedir. Ayet-i Kerimede şöyle buyrulur:
– “Göklerde ve yerde kim varsa, onlar da, gölgeleri de sabah akşam ister istemez Allah’a secde eder” (Rad Süresi, 15). Bir başka ayette ise;
– “Semada ve arzda her şey Allah’ı tesbih eder” (Hadid Süresi, 1).
– “Sabah ve akşam Rabb’inin ismini zikret” (Araf Süresi, 205) buyrulmaktadır.
***
Âşıklar Sultanı Hz. Mevlana’da zikir, ‘sema’ şeklinde sembolleşmiştir. Bilindiği gibi sema, dönerek Allah’ı anmak, zikretmektir. Esasen bu dönüş, canlı-cansız tüm kainatın lisan-ı hâl ile Allah’ı zikrini temsil etmektedir. Her şeyin hareket halinde olduğu, “mikrocisim” olarak bilinen atomlardan “makrocisim” olan gezegen ve galaksilere kadar her cismin, hem kendi ekseni etrafında hem de bağlı bulunduğu sistemin etrafında döndüğü bilimsel bir gerçektir. Buna göre her cisim bir yörüngede hareket eder. İslam literatüründe bu genel kanun;
– “Her şey kendi feleğinde (yörüngesinde) yüzüyor” (Enbiya Süresi, 33) şeklinde ifade edilir.
***
“Her nesne dönerek Hakk’ı zikretmektedir” sırrını biraz daha açmak gerekirse şunları söylemek mümkündür:
İlim adamlarının tespitlerine göre maddenin en küçük parçası; çapı, milimetrenin 10 milyonda biri kadar olan atomdur. Atom, proton ve elektron adı verilen pozitif ve negatif kutuplardan oluşmakta, itme ve çekme kuvvetine sahip bulunmaktadır. Proton ile elektron kutupları arasında korkunç bir boşluk bulunmakta ve elektronlar büyük bir hızla (saniyede 50.000 km), proton ve nötronu taşıyan atom çekirdeği etrafında dönmektedir. Bu baş döndürücü hız algılanamamaktadır. Bu haliyle atomun çekirdeğini güneşe, elektronlarını da gezegenlere benzetebiliriz.
– “Görmedin mi, göklerde ve yerdekiler ve havada kanatlarını çarpa çarpa uçan kuşlar hakikatte hep Allah’ı tesbih ediyorlar! Her biri duasını ve tesbihini iyice bilmektedir. Göklerin ve yerin mülk ve tasarrufu Allah’ındır. Dönüş yalnız Allah’adır” (Nur Süresi, 41-42).
– “Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih ederler. Hiç bir şey yoktur ki, O’nu övgüyle tesbih etmesin. Ancak siz, onların tesbihlerini anlamıyorsunuz.
Şüphesiz O, hilim sahibidir, bağışlayandır” (İsra Süresi, 44).
– “Güneş de yörüngesinde yürüyüp gitmektedir...” (Yasin Süresi, 38.)
***
İşte maddenin var olmasını temin eden, bu hızlı harekettir. Bu hareket, esasen Allah’ın tecellisidir ve zaman olarak algılanmaktadır. Bu tecellinin görünümü de mekandır. Dolaysıyla zaman, aslında Cenab-ı Hakk’ın tecellisinden başka bir şey değildir. Yüce Allah, var etmiş olduğu bu âlemi, tecellisiyle devam ettirmektedir. Bu tecelli dâimidir, sekteye uğradığı farzedilse, âlemin sonu gelmiş demektir. O nedenle, marifet nurunun aynası Hz. Mevlana’mız, “sema” ile bu ilmî ve Kur’anî gerçeği temsil ediyor ve şu mesajı veriyor: “Dönerek Allah’ı zikretmeyen bir nesne yok ki, ben de dönmeyeyim…”
O halde Hz. Mevlana’da sema, bir tefekkür ve tezekkürün sembolik ifadesi yahut fiilî anlatım yoludur.
– “Kainatın seyri, aşk sarhoşluğuyla Allah’ı arama seferberliğidir” deyip her zerrenin Yüce Yaratıcı’ya koştuğunu söyleyen büyük ârif Hz. Mevlana semada dönerken, Hak yolunun talibleri de Onun etrafında bir daire oluşturarak dönerler. Makro âlem ile mikro âlem iç içe… Hz. Mevlana âdeta atomun çekirdeği, talebeleri de çekirdek etrafında dönen elektronlar… Veya Hz. Mevlana bir güneş, Ona tâbi olan semazenler ise, birer gezegen…
***
– “Biz ezel ve ebedliyiz” diyerek zaman kabuğunu delen Hz. Mevlana zikir hakkında şu nasihatlerde bulunur:
– “Cenab-ı Hakk’ı zikret de, şeytanın sesini bastır. Nergis gibi olan gözünü, akbaba gibi olan şu dünyaya (dünya muhabbetine) karşı kapa”.
– “Katı taş olsan, mermer kesilsen bile, bir insan-ı kâmile ulaştın mı inci olursun. Temiz erlerin sevgisini tâ canın içine dik; gönlü hoş kişilerin sevgisinden başka bir sevgiye gönül verme. Ümitsizlik köyüne gitme, ümitler var. Karanlığa doğru yürüme, güneşler var. Gönül seni, gönül ehlinin mahallesine çeker. Benlik ise, seni balçık hapishanesine çeker. Hadi bir gönül deş. İnsan-ı kâmilden gıda ver gönlüne; yürü, devleti devlet sahibinde ara…”.
– “Biz bu kadarını söyledik. Ötesini sen düşün. Düşüncen donmuşsa, yürü zikret. Zikir düşünceyi harekete geçirir, zikri şu donmuş fikre bir güneş yap”…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)