Bu Blogda Ara

mürid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mürid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2010 Çarşamba

Rabıta


Rabıta kelimesi lügatte "İki şeyin birbirine bağlanması" demektir. Tasavvuf dilinde ise, müşid ile müid arasındaki ilâhî feyzin akışını sağlayan mânevi bir bağdır. Bu bağ, Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şeriflerde bazen açık, bazen de zımnen işaret edilmiştir.



Rabıta, Cenab-ı Hakk'ın tecelli ettiği ve bu sebeple nur, feyz ve muhabetle süslenmiş olan insan-ı kâmil'in gönlüne teveccüh etmek, bu sayede Hakk'a vuslat yolunda vesîleye sarılmaktır. Gaye Hakk'a yaklaşmak, O'nun rızasını kazanmak, O'nun ahlâkıyla ahlâklanmaktır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." buyuruyor. (Tevbe: 119) "Sâdıkîn"den murad "Müşidûn" olduğu "Bahr-ül Hakâyık" tefsirinde beyan buyurulmuştur.

Allah-u Teâlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerime ile sorumlu kılmış, vâris-i enbiya olan bir Müşid-i kâmil'in maiyyetinde bulunmalarını emir ve vacip eylemiştir. Allah-u Teâlâ'nın "Teklif-i mâla yutak" olmayacağı, yani kuluna güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğine göre; sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı temin etmiş demektir.

Müşidle beraberliğin bir kısmı cismâni olduğu gibi, bir kısmı da ruhanîdir ki, bunu rabıta ile izah edebiliriz. Râbıtanın azlık ve çokluğu, yani zayıflık ve kuvvetliliği muhabbetin azlık ve çokluğuna tâbi bulunacağından, muhabbet arttıkça râbıtanın kuvveti de artar.

Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile arayın." (Mâide: 35)

Dikkat edilirse bu Âyet-i kerime'de takvanın yanında kurtuluş için bir de vesile şartı getirilmiştir. Bahsedilen vesileyi ulema, Müşid-i kâmil olarak tefsir etmişlerdir.

Abdullah bin Mes'ud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

"İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah'ı hatırlamanın anahtarıdır. Onlar görüldüklerinde Allah zikrolunur." (Câmiüs-sağîr: 2466)

Kalbin gıdası durumunda olan feyz, muhabbet gibi kavramlar, Allah'ın yaratığıdır, mahlûktur. Nasıl ki Cenab-ı Hakk'ın maddî nimetlerinden olan ekmek, para ve mal gibi maddî yaratıkları sahiplerinden istemek, bunları elde etmek için çalışmak, adetullah gereği ise; aynen bunun gibi, feyz ve muhabbet cihetiyle şereflenen, zengin olan bir insan-ı kâmilden, şartlarına ve edep kurallarına uygun olarak himmet (yardım) istemek de yine adetullahın bir gereğidir. Maddî mahlukların tâbi olduğu kurallarla, mânevî mahlukların tâbi olduğu kurallar esas itibariyle aynıdır. Nasıl ki bir eve kapıdan giriliyorsa, herhangi bir konuda da istenilen neticeye varmak için adetullah denilen sebepler ve hikmetler silsilesine sarılmak şarttır. Aranan netice, onu doğuran sebep ve şartlara uymakla gerçekleşir.

Nitekim bu hususta Cenâb-ı Hakk, hidayet ve rahmetini, enbiya ve evliyalar vasıtasıyla kullarına ulaştırmaktadır. Hidayet ve rahmete ulaştıran başka bir kapının olmaması da yine adetullah gereğidir.

Kâmil insanın kalbi, nazargâh-ı ilâhîdir. Rabıta da o ilâhî nazaradır. İlâhî tecelli sonucu o insan-ı kâmilin kalbi, feyz ve muhabbetle dolar; rabıta ile insan, o kamilin kalbinde tecelli eden feyz ve muhabbete talip olur. Bu talep, insanı rıza ve muhabbetullaha çeker. Bu ise vuslat yolunda Hakk'a yaklaşmanın, diğer bir deyişle Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanmanın ifadesidir.

O halde rabıta, adedullah gereği, hidayet ve rahmete ulaşmanın yolu ve metodudur. Rabıtaya şirktir mantığı ile karşı çıkanlar, bilmeden feyz ve muhabbeti Cenab-ı Hakk'ın zâtına izafe etmek suretiyle kendileri şirke düşmektedirler.

Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki: "Tarikat-ı âliye'de feyz alma ve ilerleme yalnız zikir ve evradın çokluğuna bağlı olmayıp, ihlâs-ı kalbiyye ve samimi muhabbetin de büyük tesiri bulunduğu erbabına malum ve aşikârdır. Meşâyih-ı kiram'dan bazısı: 'Şeyhin bir nazarı kırk çileden daha evlâdır.' sözüne ilâveten, feyze nail olmak için Müşid-i kâmil'in nurlu nazarlarını da feyz ve terakki vesilesi kabul etmişlerdir." (30 Mektup)

"Bilindiği gibi, Râbtta'dan maksat feyz almaktır. Gerçek feyz kaynağı ise Cenâb-ı Hakk'tan başkası olmadığı şüphesizdir. Şu kadar var ki, Allah'ın Habib'i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri dahi Cenâb-ı Hakk'tn zât ve sıfatının tecellî mahalli ve mazharı bulunduğundan, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-den feyz almak, Cenâb-ı Hakk'tan feyz almak demektir.

Allah-u Teâlâ'ya âit olan ilâhî feyz Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve selem-inin deryasına gelir, oradan da zamanın müşidinin deryasına gelir.

Ezelî taksimata dâhil olanların, nasiplerini alabilmeleri için, o deryaya doğru kalplerini açık bulundurmaları lâzımdır. Su mütemadiyen akıyor, fakat sen testini çeşmeye tutmuyorsun. Testiyi çeşmeye tutmak demek, her şeyden kesilip Râbıta'da durmak, kalbi o deryaya bağlamak demektir.

Herşey sevgi ile kâimdir. Sevgi ve teslimiyet kişinin mânevi parasıdır. Bunlar ne kadar çok olursa, müebbinin nazar ve teveccühünü o nisbette kazanır. O sevgi sayesinde terbiye görü, o sevgi sayesinde terakki eder.

Mânevi terakkinin muhabbet ile mümkün olduğu üzerinde bütün evliyâullah ittifak etmişlerdir.

Meselâ telefonla görüşebilmek için, karşılıklı iki kişinin bulunması gerekmektedir. Binaenaleyh deryadan kalbe ilâhî feyzi çekmek için de iki kişinin olması lâzımdır.

Kalbini Allah-u Teâlâ'nın dostuna raptetmek emr-i ilâhî olduğu halde, bu emr-i ilâhîyi inkâr edenlerin ellerinde ne gibi deliller var?

Kâbe-i Muazzama'ya secdeye kapanmayı şirk olarak kabul etmiyorsun da, Râbıta'dan murad olunan: "Sâdıklarla beraber olunuz!" emr-i ilâhî'sini neden şirk kabul ediyorsun? Halbuki o da Allah-u Teâlâ'nın emri, bu da Allah-u Teâlâ'nın emri.

Kâbe-i muazzama'da Hacer-ül esved, Kâbe-i muazzama'da Altınoluk var. Fakat Allah-u Teâlâ ona öyle bir oluk ihsan buyuruyor ki, feyz deryasından Resulullah Alayhisselâm'ın deryasına gelir. Kâinat da o deryâdan alır, o Altınoluk'tan alır. Yani ona yönelen Hakk'a yönelmiş olur. Ondan aldığı feyz, feyz-i ilâhî'dir. Allah-u Teâlâ'dan Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden ona, ondan O alınmakla feyz-i ilâhî olur. O gördüğün insan-ı kâmil bir maskeden, bir resimden ibarettir.

Cenâb-ı Hakk'ı görmeyen, bilmeyen, mâsiyetten kaçınmayan, kendi nefsini ilâh edinen kimselere yapılan rabıta onun nefis putuna yapmış olur. O da şeytan ile merbudiyetini kurar. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimelerinde buyurur ki: "Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar. Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan taraftarı olanlardır." (Mücâdele: 18-19)

Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak; hem de tasavvuftan bahsedecek, bu mümkün değil! Bunlar ancak sun'î mutasavvıflardır. Gerçekten, hakikatten mahrumdurlar.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor: "Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkan: 43) Bunlar, şeyh şeytanı tabir edilen yol kesici mukallid müşidlerdir. Bunlar, şeytanın yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar. Ahkâma ters düşen haller zuhur ediyorsa o müşid mukalliddir, sahtedir. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleridirler.

20 Haziran 2009 Cumartesi

MÜRŞİD İMANA NASIL KEFİL OLUR ?

Bir mürşidin müridlerinin imanını kurtarma meselesi, çok tartışılan konulardan biridir. Gerçekten de bu konuyla ilgili cevaplanması gereken birçok soru var. Son nefesin nasıl verileceğini Allah’tan başkası bilebilir mi? O’ndan başka kim cennet garantisi verebilir? Bir mürşidin kendi imanı garanti altında mı ki, başkalarına kefil olsun? İnsanoğlunun böyle bir yetkisi var mı? Ölüm anında yanında olmadığı birine mürşid uzaklardan nasıl yardımcı olabilir? Mürşid eli tutan herkesin imanı garanti altında olabilir mi? Cevaplanması gereken sorulardan sadece birkaçı bunlar...

Hepimiz inanıyoruz ki, sonumuzun ne olacağını ancak Allahu Tealâ bilir. Hüküm O’nun elindedir. Cennet ve cehennem O’nun emrindedir.

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de cehennemi şeytana uyanlarla dolduracağını, insan ve cinlerden pek çoğunun da şeytana uyup bu sonuca gideceğini bildirir (Araf/179; Sad/84-85). Bununla beraber, hiç bir ayette isim verilerek “falan kimse iman üzere ölüp cennete gidecektir” şeklinde bir haber yoktur. Ancak başta peygamberler olmak üzere, Allah’a iman ve itaat eden bütün müminlerin ebedî saadete erecekleri, cennete girecekleri bildirilir (Bakara/25, 82; Nisa/57, 122, 124).

Kur’an kime cennet garantisi verir?

Demek ki Allahu Tealâ, salih amel işleyen erkek-kadın bütün müminlere cennet garantisi vermiştir. Hatta, Rasulullah A.S. Efendimiz’in müjdesine göre, Allahu Tealâ kalbinde zerre kadar iman taşıyarak huzuruna gelen herkesi, geçici bir süre affedilmeyen günahları sebebiyle cehenneme atsa da sonuçta oradan çıkarıp cennete koyacaktır (Buharî, Müslim, Tirmizî).

Allahu Tealâ, inananları, kalplerine yerleşen kelime-i tevhid üzerinde dünya ve ahirette sabit tutacağını bildirmiştir (İbrahim/27). Ayrıca, kendisine dost olan müttakilerin, dünyada, ölüm anında ve ölüm ötesinde emniyette olduklarını, hiçbir korku ve hüzün yaşamayacaklarını müjdelemiştir (Yunus/62-64). Yine Kur’an’da, Allah yolunda şehit olanların Cennetteki güzel halleri anlatılmıştır.

Bunların yanı sıra, Rasulullah A.S. Efendimiz de sahabeden bazılarının ismini vererek, onların cennetlik olduklarını bildirmiştir. Ayrıca, kendisine tabi olup yolundan giden bütün ümmetinin Cennet’e gireceğini de haber vermiştir (Buharî, Ahmed). Dilini ve edep yerini haramdan koruyanların cennete gireceğine kefil olmuştur (Buharî) Buna benzer çok sayıda hadis ve haberler bulunur.

Bütün bunlardan şunu anlıyoruz: Kur’an ve hadiste cennetliklerin isim listesi değil, sıfatları yani halleri zikredilmiştir. Kimde o sıfatlar bulunuyorsa, Allah ve Rasulü’nün müjdesine ulaşır.

Bütün peygamberler insanları Allah’ın rahmetiyle buluşturmak için çırpınmışlardır. Kendilerinin Allah yolunda bir davetçi olduklarını söylemişlerdir. Davetleri, vaadleri, müjdeleri, tehditleri kendilerine ait değildir. Hepsi Alemlerin Rabbi’ne aittir. Onlar, ilahî emaneti yerine getirmek, rahmet ve nurdan nasibi olanları nasipleri ile buluşturmakla görevlidirler. Peygamber vârisi kâmil mürşidlerin, derecelerine göre yaptıkları da aynıdır.

Mürşid cennetin yolunu tarif eder.

Kâmil mürşid, kimseye cennet bileti dağıtmaz. Sadece herkesi cennete giden yola davet eder. Elinden tutanın artık bütün tehlikelerden kurtulduğunu söylemez; “elimden sıkı tut!” der ve onu Allah rızasına giden yolda koşturur.

Onlar, Allah’ın hükmünü ve hukukunu, iyi bilir. Allah rasulü’nün yolunu başına taç, gönlüne ilaç yapar. Allah ve Rasulü’nün hükümlerine teslim olur. Vaatlerine hiç şüphesiz inanır ve güvenir. Kendisine tabi olanları da bu müjde ve rahmetle buluşturmak için gayret eder. Talebelerini edeple terbiye edip Allah’a teslim etmek ister. Onlara iman dersi verir. Salih ameli öğretir. İhlasa yapıştırır. Bu yolda sadık ve sabırlı olmalarını tavsiye eder. Ölene kadar başlarını bekler, önlerinde örnek olur, yolu gösterir, engelleri geçirir. Şeytana karşı uyarır, nefsin hileleri karşısında uyandırır. Devamlı zikir ve fikir ile meşgul eder, Allah sevgisini kalplere iyice yerleştirir. Bunu kalbi boş kuruntu ve korkulardan kurtarmak için yapar. Ölürken ve ölümden sonra kula fayda verecek ve ondan istenecek tek şeyin kalb-i selim olduğunu bilir. Kalb-i selim, Allah ile huzur bulan kalp demektir. Mürşidin bütün hedefi kalbi bu hale getirmektir. Bu şekilde Allah’a bağlanan kalbin sahibine Yüce Mevlâmız’ın hediyesi iman selameti, cennet ve Cemalullah nimetidir (İbrahim/27; Kaf/31-33; Yunus/26).

Kâmil mürşidin kendi elinde bir fayda ve zarar verme yetkisi yoktur. Fayda ve zarar Yüce Allah’ın takdiri ve yaratmasıyla olur. Mürşid, ilâhi nimetlerin kula ulaşmasında bir vasıtadır.

Velileri sevmenin asıl meyvesi ahirettedir.

Hemen şunu belirtelim ki, bir velinin Allah için sevilmesi büyük bir saadettir. Onun terbiyesine girilmesi ayrı bir nimettir. Bu nimetin ahirette de fayda vermesi için ilk şart samimiyettir. İkinci şart, ölene kadar bu yolda sabır göstermektir. İhlassız ve sabırsız olanlar hayırlı sonuçtan mahrum olurlar. Allah yolunda kurulan bir dostluğun fayda vermesi için, onun ölene kadar muhafazası şarttır. Bir önemli şart da, güç yetebildiği nisbette amel etmek ve sevginin hakkını vermektir. Allah yolunda rehber olan kâmil mürşide ve hak yola muhabbetini koruyan, bunda samimi olan, münkirlik yapmayan herkes, bu sevgisinin faydasını mutlaka görür.

Şu hadiseden payımıza düşeni alalım:

Hz. Enes R.A. anlatıyor: Bir adam Hz. Rasulullah A.S.’a yedi sene hizmet eder. Efendimiz A.S. bir gün:

“Onun bizim üzerimizde hakkı vardır; çağırın da bir ihtiyacı varsa bize bildirsin, yerine getirelim.” buyurur. Adamı çağırırlar. Efendimiz A.S.: “İhtiyacını bize söyle yerine getirelim.” buyurur. Adam:

“Ya Rasulallah! Bana sabaha kadar müsaade buyurun; benim için hayırlı olanı nasip etmesi için Allahu Tealâ’ya yalvarayım.” der. Sabah olunca, Efendimiz’in yanına gelir ve:

“Ya Rasulallah! Sizden kıyamet günü bana şefaat etmenizi ve sizinle cennette beraber olmayı istiyorum.” der. Rasulallah A.S., ‘Allah müminleri dünya ve ahirette sağlam ve sabit söz (kelime-i tevhid) üzere sabit tutar.’ ayetini okur ve peşinden:

“O halde bu isteğinin gerçekleşmesi için çokca secde ederek, kendi adına bana yardımcı ol!” buyurur. (Müslim, Ebu Davud, Nesaî)

İmana kefil olmanın gerçek anlamı

İşte bir mürşidin müridine diyeceği de aynen budur. Önce iman, itaat, hizmet. Sonra istiğfar, peşinden dua ve ümit. Bundan sonrası Alemlerin Rabbi’nin hüküm ve rahmetine kalmıştır. O dilerse kulunu rahmetiyle kuşatır, ölüm halinde onu melekleriyle destekler, güzel ruhlarla şenlendirir; şeytanın hilelerinden kurtarır, hesabını kolaylaştırır.

Bir mürid, mürşidine: “Benim imanıma kefil olur musunuz?” diye sorunca, mürşid şu cevabı vermiştir: “Eğer sen ölene kadar Allah ve Rasulü’nün yolunda gidersen ve bizim tavsiyelerimize uyarsan, senin imanla öleceğine kefil olurum!”

İşte herkese vaad edilen iman emniyeti budur. Mürşidin kefil olması da böyledir. Mürşid-i kâmilin elinden tutup hak yolunda yürüyen insan, aslında bir cemaat desteğinde imanını ve edebini korumaya çalışıyor. Çünkü, kendisiyle aynı hedefi paylaşan müminlerin en mühim işi, iyilik ve takva yoluyla birbirlerine yardımcı olmaktır. Ölüm anına kadar bu niyetini koruyan, Allah için sevdiği mürşidinden ve kardeşlerinden ayrılmayan, bu şevk ve sevgi desteği ile ibadete devam eden, hizmeti terketmeyen, zikir, şükür, sabır ve ilâhi takdire rıza içinde ömrünü tamamlayan bir insan, inşaallah iman selametiyle ahirete göçecektir. Bu bizim tahminimiz değil, Yüce Rabbimiz’in vaadi ve müjdesidir.

Temiz ruhlara verilen yetkiler

Ruhlar, Allahu Tealâ’nın emrinde ve hükmündedirler. Ruhlar, melekler aleminin özelliklerine sahiptirler. Allah’ın nuru ile nurlanmış, boyası ile süslenmiş ruhlar, özel yetkilerle donatılmışlardır. Allah onları sevmiş, meleklerine sevdirmiş, kendilerine bizim bilemediğimiz nice kerametler vermiştir.

Allahu Tealâ bir kudsi hadiste, sevdiği salih kullarının özel bir nur ve destekle gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli, yürüyen ayağı olacağını; onların gözüne, kulağına, diline, eline, ayağına başkalarına vermediği özellikler ve tasarruf gücü vereceğini müjdelemiştir (Buharî, İbnu Mace, Beğavî).

İşte Allah dostlarının, Allah’ın izniyle insanlar ve eşya üzerindeki tasarrufu, uzaktaki insanlara yardım etmesi, bu hadiste belirtilen yetkiye girmektedir. Bu bir keramettir; Allahu Tealâ’nın kuluna verdiği özel bir nimettir.

Büyük veli Mevlâna Halid Bağdadî K.S., velilerin, ölüm halindeki müridlerine yardımlarının ruh vasıtası ile olduğunu belirtmiştir. Ruhlar nurla hareket ettiklerinden, Allah’ın izniyle bir anda gökleri ve yerleri dolaşma ve görme imkanları vardır. İkinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbanî K.S. Mektubat isimle eserinde, Allahu Tealâ’nın, bu üstün kabiliyetli ruha sahip irşad kutbu dostu vasıtasıyla, dilediği kullarına pek çok yardımlarda bulunacağını, bazen bu yardımdan o ruhun sahibi velinin haberinin olmadığını, olmasının da gerekmediğini bildirir.

Ölene kadar delil olan, ölürken kefil olur.

Kâmil mürşid, yeryüzünde Allah’ın şahididir; insanların haline şahitlik yapar. Hidayet yolunun rehberidir, kendisine tabi olanları hak üzere terbiye eder, kalpleri dünyadan çözüp Allah’a bağlar. Onların iyiliğine sevinir, kusurlarına üzülür. Sevgisi ve kızması Allah içindir. Gülmesi ve ağlaması Allah içindir.

Kâmil veli, iman, ihlas, takva ve edeb yolunun imamıdır. Kim onları ölene kadar bu yolda kılavuz yaparsa, onlar da o kişinin imanına şahitlik yaparlar. Allahu Tealâ bu şahitliği kabul eder. Bir ömür süren bu dostluk ölümle bitmez, ölümden sonra daha tatlı, daha menfaatli olur. Allah için yapılan dostluğun asıl faydası ölümden sonra ortaya çıkar.

Mümin vefat ederken, ölüm meleği canını almaya geldiğnde yalnız gelmez. Yanında yardımcıları vardır. Ayrıca vefat eden müminin ruhunu karşılamak, onu sevindirmek, yeni yurdunda rahat ettirmek, endişe ve korkusunu gidermek için Allahu Tealâ bir çok meleğini gönderir.

Melekler vefat eden salih mümine: “Korkma, sana vaad edilen cennetle sevin. Biz senin dünyada dostun idik, ahirette de dostunuz. Sana Allah’ın vaadi ve hediyesi olan cenneti müjdelemeye geldik, gözün aydın olsun!” derler. (Fussilet/30-32) Melekler Allah’ın ordusudur. Veliler de Allah’ın dostu ve ordusudur. Onlarla dilediği kimselere yardım eder, zayıf anında destekler. Bir mümine yardım edilecek en nazik an ise ölüm anıdır.

Ölümden sonra devam eden vefa

Allah dostları merttir, vefalıdır. Sevdiklerini dünya ve ahirette unutup ihmal etmezler. Onlar, ölene kadar terbiyesi ile meşgul oldukları bir talebesinin ölümden sonra da haklarını en güzel şekilde korurlar. Onu kabirde yalnız, duasız ve hediyesiz bırakmazlar. Sadık dostlarını dua, istiğfar ve gözyaşı ile desteklerler. Bu, Yüce Peygamberimiz A.S.’ın ahlâkı ve emridir.

Kabirdeki kimseye, kabrin dışındakilerin yardımı ve faydası olur. Kabrin dışında yapılan dua ve istiğfar, Allah için dökülen gözyaşları, müminin hesabının kolay olmasına, hatta kabir azabının kalkmasına vesile olur. Allah Rasulü A.S. Efendimiz bir mümini kabre koyduktan sonra, oradakileri onun yardımına davet ederek şöyle buyurmuştur:

“Kardeşinizin affı için yakarın. Allahu Tealâ’dan onu imanında sabit kılmasını isteyin. Çünkü şu anda ona sual sorulmaktadır.” (Ebu Davud, Hakim)

Bir mürşid, her gün yapmakta olduğu zikirlerin, hayırların sevabını vefat eden mürid ve sevenlerinin ruhlarına hediye eder. Vefat eden bir mümini anne-babası, çocukları ve eşi unutabilir. Ona dua etmekten, onun için gözyaşı dökmekten usanabilir. Onu desteksiz ve hediyesiz bırakabilir. Ancak, bu mümini peygamberi unutmaz. Bulunduğu makamda devamlı dua, istiğfar ve şefaatıyla onu destekler. Hepsi cennete girene kadar, kendisini seven ümmetinin derdine düşer.

İşte peygamber vârisi kâmil mürşidler de bu ahlâk üzeredirler. Onları Allah için sevenlerin gözü aydın olsun.