Bu Blogda Ara

14 Ağustos 2008 Perşembe

Estağfırullah Demek


Gerek Hakk'a karşı gerekse halka karşı pişmanlık duyduğumuzda, günahlarımızdan mahcubiyet hissettiğimizde, özümüze lâyık olmayan bir işe bulaştığımızda hatta düştüğümüzde, kendi liyâkatimizden daha fazlası ikram edildiğinde, ama her mevkide ve her makamda... Estağfirullah...

Tevbenin kelimesi diye tabir etmek pek de yanlış olmasa gerek. Esasında tevbe, kalpteki pişmanlıktan ibarettir. İçindeki o kalbî sızıyı hissetmeyenin, hangi lâfzı kullanırsa kullansın velev ki estağfirullah kelimesi de bu lâfızlardan olmuş olsun, kalbindeki hissiyata tercüman olmayan ve bağlı olmayan bu lâfızlar havada uçuşan birkaç günlük canlılar gibi şöyle bir gözükür kaybolur. Belki Allah Teâlâ merhameti ile bu riyakâr ve samimiyetsiz tevbeleri kayda almaz. Meleklerine sildirir. Aksi takdirde böylesi istiğfar ve tevbeler aleyhimize birer delil teşkil edecektir.

Bu satırlarla başlamak pek âdetimiz değil. Lâkin galiba üslûp değişiklikleri dikkat çekmek için bazen daha tesirli oluyor. Tevbe ve nedamet köklerinin gözyaşları ile sulandığı ağacın, yapraklarıdır istiğfar. Her bir "estağfirullah" dirilişin, tazelenmenin göstergesidir. Kulun uyanık olduğuna, agâh oluşuna işaret ettiği gibi. Bütün amellerin menşei yani güzel amel olarak kaydedilen her şeyin membaı kalptir. Îmânlı bir kalp sağlamdır. İstiğfar kalbin ağrazlarını, hastalıklarını gideren, hep zinde kalmasına vesile olan bir zikirdir. Bugün zahirî ilim erbabınca da tespit edilmiş bir gerçek vardır. İnsanın algılayabildiği bütün objeler ve bu objelerdeki uyum uyumsuzluk, düzen veyahut çarpıklık gibi hâller insan kalbinde, dimağında hatta bu hissiyatın getirişi ile beyninde paralel bir iz bırakmakta. Çarpık ve karmaşık olarak algılanan şeyler kalbimizde ve ruhumuzda da bir karmaşıklık meydana getiriyor. Başka bir deyişle dingin, huzurlu bir ortam (eğer kişi bozuk bir psikolojiye sahip değilse) kalbin huzurlu olmasına ve rahatlamasına, ruhun da sükûnetine vesile oluyor. Kalbinde ikilik olan, çekişme olan, başkalarının ânını yüklenen, kalbinin ufuklarını günah dumanıyla, zulüm bulutlarıyla karartan kişilerde iç huzurundan bahsetmek mümkün değildir. Her ne kadar onlar "Huzurluyum." iddiasında bulunsalar da kendi vicdanlarında huzursuz bir şekilde çırpınıp dururlar.

Bu geniş daireden geçerek biraz daha özel dairelere geçiş yapalım. Bu geçiş noktalarında her makama ait bir estağfirullah olduğu dikkat nazarlarınızdan kaçmayacaktır. Her fırsatta zikrettiğimiz bir tarifimiz var; tasavvuf, Allah Teâlâ'nın kullarında görmek istediği mükemmel ahlâkı insana aşk ile meşk ettirme yoludur ve hemen hatırlanacağı üzere tasavvuf sahasındaki ekollerin tarikatlar olarak tezahür ettiğini ve bu yolların farklılıklarının da esasta olmadığını, değişik değişik olmasının insan meşreplerinin farklılığından kaynaklandığını söylemiş idik. İşte bu yollarda üslûp erkân, evrad, tesbihat, kıyafet ve meşreb farklılıkları olsa da hepsinde ortak olan manevî esasın haricinde bazı virdlerde de ortaklık mevcuttur. Her tarikatın evradında bulunan ve değişmeyen üç temel vird vardır. Hamdele, salvele ve istiğfar, yani estağfirullah. Hatta yola bağlanmayı ifade eden biat ve intisap tabirlerinin yerine çoğu zaman tevbe etmek, inabet, istiğfar etmek tabiri kullanılagelmiştir. Tevbe ve istiğfarın tarikat yolunda ne kadar ehemmiyetli olduğuna bu iki işaret kifayet etmekte. Tevbe, parlak kalbler için nurunu ve ışığını muhafaza etmeye, tozlanmış ve lekelenmiş kalpler için kirden ve pastan kurtulmaya, iyice günahtan kararmış ölmek üzere olan kalpler içinse yeniden nefes almaya ve hayat bulmaya en tesirli belki de yegâne yoldur. Kalp sahiplerinin bize âyine oluşuna manî olabilecek tozları da yine estağfirullah lâfzı ile giderebiliriz.

Büyüklerden naklederler: Cenâb-ı Hakk, Musa (as.)'ya buyurmuş ki: "Firavun kırk elli sene 'Ben Allah'ım!' diye feryad edip durdu. Bir kere 'La ilahe illallah' diyerek rücû edip tevbe etseydi izzet ve celâlim hakkı için onu o an affederdim." Tevbe kelimesini ve kavramını inşaallah başka yazılarımızda zikretmeye çalışırız. Fakat "estağfirullah" kelimesi ile alakalı olduğundan bazı detayları hatırlamamız icap edecek.

Tevbenin lugattaki mânâlarından biri de; dönmek, rücû etmek demektir. Neye rücû eder, neye döner insan veyahut nereden yüzünü çevirdi de nereye dönmek ister tevbe ederek? İnsanın, insan vasfında kabul edilebilmesi ve söze muhatap olabilmesi için nereden gelip nereye gittiğini bilmesi lâzımdır. Gidiş ve gelişindeki durumu her an gözetmesi gereken insan bazen sürçer bazen gaflet gösterir, unutur. Bulması gerekeni veyahut olması gerekeni ihmal eder, geciktirir. İşte bütün bu sarsıntılarda insana yeniden kendi benliğini kazandıran o uyanış hâli tevbe ile tezahür eder. Estağfirullah kelimesi tevbe hâlinin tercümesidir. Esasında estağfirullah, kelimeden ziyade, cümledir. Latin harflerine aktarıldığında kelime kalıbı gibi gözüktüğünden kelime zannederiz. Hâlbuki birazcık geniş manâsıyla estağfirullah cümlesini lisanımıza hatta lisan-ı hâlimize aktarmak ve ifade etmek istersek "Ey beni kul olarak yaratan, kendisine muhatap kabul eden Mabudum, Halikım (yaratıcım), kendisinden başka ilâh olmayan Hz. Allah! Lütfen, keremen bilerek bilmeyerek işlediğim günahlarımı, kulluğuna yakışmayacak hâllerimi, amellerimi mağfiret eyle, yaptığım işler Senin gadabını celb etse de, azabını hak etsem bile, Sen bu cezayı benden kaldır, beni affeyle!" demek isteriz. Çok çok muhtasar, hemencecik özetlenebilecek ifade şekli ile bile olsa insanın derûnî hâlinde kendisini gösterir. İnsanın his âlemini hemen etkisi altına alır. Hakkıyla istiğfar edenlerin, daha neler kazanacağını ne güzelliklere şahit olacağını insaf ile düşünmek lâzım. Ya hakkıyla istiğfar edenlerin iç dünyalarında ne muazzam değişiklikler olmakta? Düşünmek lâzım. Hem bilir misiniz, "estağfirullah" lâfzı dahi serapa rahmettir, "Estağfirullah!" diyen bir kişi Allah'ı zikretmiştir bir defa. Efendim, Allah'tan mağfiret dilerken nasıl Allah'ı zikretmiş oluyoruz? Cenâb-ı Hakk'ı zikir O'nu hatırlamak veyahut yakın olanların tabiri ile hiç unutmamak değil mi? Estağfırullah denildiğinde bağışlanmayı isteyen kul olarak sen, kendisinden mağfiret talep edilen yegâne varlık Hz. Hakk olduğuna göre kulluğunu bu şekilde hatırlamak ve Rabbini zikretmek zikir değildir de nedir? Tasavvuf terbiyesinde estağfirullah virdi belli âdetler ile verilir, gelişigüzel çektirilmez. Bunun birçok sebebi vardır. Bu sebepler arasında; hususi zikir lâfzı oluşu, gelişigüzel "Estağfirullah!" diyerek istiğfarın mânâsından uzaklaşmak tehlikesi, sayıya ve adede gelen şeylerin nihayetinin olduğunu, belli bir adetten sonra tükendiğini çok iyi bilen insana elindeki istiğfar adedini ve fırsatını iyi değerlendirme tefekkürünü vermek gibi sebepler sayılabilir. Tabi buna herkesteki kalp kilidinin farklı oluşu ve ona uyabilecek bir anahtarla açılması gerektiği hikmeti de ilâve edilmeli. Yani günlük hayatımızda kullandığımız gibi "Estağfîrulllah!" deyip geçilmez. Böyle istiğfarlarımız için de "Estağfirullah.

Tasavvuf erkânında, yedi nefis derecesinde, her mertebede, makamatta hep "estağfirullah" lâfzı ile, hâli ile meşgul olmak vardır. Bazı nefis sahipleri hatta birçok insan "Estağfirullah!" dediğinde "Allah'ı yegâne mabud, kendisine ibadet edilecek Rabb tanıdığım hâlde ben nasıl O'ndan yüz çevirdim, nasıl bu inancımdan düşerek îmândan uzaklaştım? Yarabbî, beni affet; beni cehenneminde yakma!" düşüncesindedir. Yani kastı; azaptan kurtulmak, cezaya çarptırılmamaktır. Bu makamdaki insanlar Allah'ın azabını dünyadaki darlık veya cehennemdeki ateş olarak telakki ederler.

Bazı nefis sahipleri ise "Dünya ve âhiret dengesini tam kurmuş iken heva vü hevesle, nefsimin şevkiyle yanlışlıklara düştüm, daha bir şey yapamadan iflasın eşiğine geldim hâlbuki ne sözler vermiştim ne planlar yapmıştım şimdi hayal bile etmediğim günahlarla baş basayım! Ben bu nefisle ne yapayım, bu çirkinliklerle güzelliklere nasıl ulaşayım? Gaflet ettim, unuttum; pişman oldum Estağfirullah!" demekle meşgul olur. Başka bir zümre ise gönlündeki maşuku, mahbubu, cânânı, sevgilisi Cenâb-ı Mevlâ'ya; kendisine ikramda ve ihsanda bulunduğu hâlde bunun şükrünü eda edememenin ıstırabıyla "Estağfîrallah!" deme mertebesindedir. Mahbubu tanımıyor değildir; haberdârdır, lâkin güzelliklerin ilhamına hâlâ teslim olamamış, istikamet üzerine gidememiş, istiğfar ve tevbe ile maşukundan uzaklaşmamaya gayret eder bir hâldedir.

Şimdi burada bir nefeslenelim. Nasıl ki herhangi bir objeyi konumundan, ışığın yansımalarından, yakınlığından veya uzaklığından değişik şekillerde algılarız; işte aynı şey, manevî tecellîlerde de vardır. Farklı tecellîler, yaşanan hâller ve zuhurat Cenâb-ı Hakk'ın esma ve sıfatlarını da türlü türlü idrak etmemize ve neticede telakki veya tedenni (yükselmek ve alçalmak) etmemize vesile olur. Estağfirullah lâfzında da aynı sır vardır. Bu kısa izahı buraya kadar zikrettiğimiz "estağfirullah" mânâlarının farklı bir veçhesine uzanmaya ve onu anlatmaya köprü olsun diye arz ettik. Zîrâ arifler "Bir makam vardır ki o makama eren zevat estağfırullahı kendi nefisleri için değil, Allah Teâlâ'ya istiğfar edenlerin, tevbe ve rücû edenlerin hatta henüz yaptığı günahlardan nedamet bile hissetmeyenlerin namına ve hesabına zikrederler." Başka bir deyişle Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda mahcup şekilde niyaz ederlerken "Yarabbî! Kullarını sen affeyle, onları cehennem azabında hasret ateşine yakma, sana istiğfar ettiği hâlde hakîkî tevbenin mânâsını bilmeyenlere sen merhamet eyle, henüz tevbe etmeyenleri de tevbe etmişler safına kavuştur. Bu istiğfarımı yine merhametinle ve kereminle onların namına kabul eyle, estağfirullah estağfirullah estağfirullah!" derler. Bu nasıl yüce bir idraktir! Tatmayan insanlar için, bizler için belki fezalardan bile uzak mesafeler... Kişinin bunları söyleyebilmesi ve böyle bir niyazda bulunabilmesi için fevkalâde sâdık, Cenâb-ı Hakk'ın rızasına mutabık ve muvafık hâlde olması îcâb eder kuşkusuz. Cenâb-ı Mevlânâ, Fihi Mafıh'inde, Fetih sûresinin ilk ayetlerinin tefsirini yaparken şöyle der: "Hazret-i Peygamber (s.a.v.)'in geçmiş ve gelecek günahlarının affı şu mânâyı da içine alır: Hazret-i Âdem'den kendisine gelinceye dek ve kendi zât-ı Ahmediye'lerinden kıyamete kadar gelecek bütün insanların istiğfarına ve mağfiretine vesile olan zât, Hz. Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.)'dir. Yani onun mükemmel istiğfarı sayesinde Allah Teâlâ dilerse eksik ve nakıs olan istiğfarları kabul eder. Çünkü o Rahmetenli'l Âlemîn, âlemlere rahmettir. Mevzuu basitleştirmek istemeyiz. Manevî zevkten nasibdar olan güzel insanlar ile bu satırları paylaştığımıza inanıyorum. Fakat bu iş nasıl olur diyenlere maddî âlemden de misal getirebiliriz. Herhangi bir müsabakada ülkemizi temsil eden sporcu veya öğrenci birincilik aldığında birinciliği Türkiye aldı deriz. O yarışmaya bütün Türkiye katılmamıştır. Fakat içimizden bir kişinin mükemmelliği bile bütün millete mâl edilmiştir. Ekmel-i mahlûkat (yaratılmışların en mükemmeli) beşer cinsinin ve Âlemlerin Efendisi, istiğfarı mükemmelen ifa etmekle âdeta ona mensup olanları da birinciliğe, saf kulluğa, yüksek mertebelere taşımış olur. Kişide şayet zerre kadar vatan ve millet sevgisi var ise bu nev'î müsabakalardaki başarılara sevinir. Aynen öyle de, Efendimiz Hazretleri'nin ve onun nurlu yolunun takipçilerinin muvaffakiyetlerine sevinmekten bile korkan, çekinen insanların ne kadar sevgileri ve muhabbetleri olduğunu gözden geçirmeleri îcâb eder. İlâveten hemen şunu da söyleyelim ki, arz etmek istediğimiz; sözüm ona îsevîlerin sakatlanmış inanç sistemindeki günah yüklenmek gibi bir durum değildir. Belki anlatılmak istenen istiğfarın hakikatine eren zâtlar hürmetine Allah Teâlâ'nın da, merhametinin de, kereminin de galebe çalmasıdır.

Tekrar mevzûmuza dönersek gerçi mevzûmuzdan ayrılmadık ama, işte velayet makamına yükseltilmiş olan zâtlar Hazreti Peygamber'in hâline, hatta sırrına vâris olduklarından bütün ümmet-i Muhammed için istiğfar ve tevbe etme makamındadırlar. Belki makamın şükrü böyle ifa olunuyor.

Arifler "estağfırullah" lâfzını şerh ederken daha pek çok güzelliklere işaret buyurmuşlar. Öyle ki bizim için sırrı ifşa etmişlerdir demek sanki daha doğru olur. Velîlerden biri hâlifesine gönderdiği mektupta estağfırullah için bakın neler söylüyor: "Bazı kullar Hakk Teâlâ'ya yaklaştıkça istiğfarları artar zîrâ mahcubiyetleri artar; utanmayı bilen insan istiğfar eder. Îmânın kemali de, ortası da, zerresi de hayadan uzak ve beri değildir. Her îmân makamının kendine ait hayası ve mahcubiyeti vardır. Bazı kullar "Yarabbî, sana yakın olduğum zannındaydım, vuslatına erdim itikadındaydım; senin bana benden tecellîlerinle eskiden bildiklerime ve yakîn olarak düşündüklerime estağfirullah!" derler. Daha da terakki ederek " 'Ben'in içerisinde buldum dediğim 'benlik'im dahi yokmuş, bana ait değilmiş; senin bana verdiğin benliğe ait şeyler dahi 'Sen'mişsin. Senden gayrı her şey için 'sen' ve 'ben' dediğim şeyler için; ibadet, taat, zühd, takva ve terklerim için dahi estağfirullah estağfirullah estağfirullah!" diye zikreden kullar vardır. Evet bazı hâllere erişemesek de önemsemek, özenmek ve hislenmek insan olmanın gereğidir. Aşk sultanlarından Cenâb-ı Pîr Mevlânâ Celâleddin Rûmî'den bir söz ve kıssa naklederek "estağfirullah" lâfzının mânâ boyutunu irfanlarınıza arz edeceğiz.

Cenâb-ı Pîr buyuruyor ki: " Bir günah işlersin; o günahı işledikten sonra belki aklın başına gelir, mü'min olduğunu hatırlar, yaptığın o kötü fiile "Estağfirullah!" diyerek kendince tevbe edersin hâlbuki kişi, Hazret-i Ali (r.a.)'nin buyurduğu vech ile: "Cenâb-ı Hakk'ı unutmadan günah işlemişsen o günahı işlemeden evvel çok daha ağır başka bir günah işledin, demektir. Bu da Allah'ı unutmaktır. Cenabı Hakk'ı unuttuktan sonra yaptığın hataya tevbe edersin 'Estağfirullah!' dersin de, o unutmanın ve gafletin günahı için istiğfar etmeyi aklından dahi geçirmezsin. Böyle gafletle yaptığın tevbe için ve estağfırullah için bir daha 'Estağfırullah!' de, yeniden tevbe et."

Nakledeceğimiz kıssaya gelince belki defaatle okunmuş veyahut dinlenmiş olabilir. Ama mevzuu toparlayacağını ve bizlere yeni ufuklar açacağını düşündüğümüzden hatırlatılmasında fayda mülahaza ediyoruz. Hazret-i Pîr Celaleddin-i Rûmî, mutad olan vech ile, medresedeki dersini tamamladıktan sonra talebeleri ve sevenleriyle beraber halkın arasında, çarşı pazarda hâl ve hatır sorarak, müşkil çözerek ve muhabbet saçarak evlerine gidiyorlarmış. Tam bu esnada kendisine ezel âleminde âşinâ kılınan Hazret-i Şems karşısına çıkıvermiş. Bu cezbeli ve cazibeli zâtın Hazret-i Pîr'in atının önüne dikilerek duruşu ve Pîr'in cemâline bakışı etrafındakilerin de dikkatini celbetmiş. Hazret-i Şems şerareler saçan nazarlarıyla Cenâb-ı Hüdavendigar'a hitaben "Size bir sorum var, cevabını isterim." demiş ve hemen akabinde "Hz. Peygamber mi büyüktür yoksa Bâyezîd-i Bestâmî mi?" diye sormuş. Bu soru halk arasında kısa bir süre var olan sessizliği bozmuş. İnsanlar öfkelenerek homurdanmaya başlamışlar fakat Cenâb-ı Pîr'in sükûneti halka da sirayet etmiş ki, cevabı beklemeye koyulmuşlar. Hazret-i Pîr " Tabi ki Hazret-i Fahr-i Âlem kıyaslanmayacak kadar üstündür, Bâyezîd-i Bestâmî O'nun onurlu ümmetinden bir velîdir." buyurmuşlar. Bunun üzerine Hazret-i Şems-i Tebrizi "Madem öyle, o hâlde cübbemin altında O'ndan gayrı yoktur." demiş ve " Yarabbî, senin rahmet ve marifetini, izin ver bütün kullarına aşikâr edeyim." diye ilan etmiş de Hazret-i Peygamber niçin 'Ben, günde en az yetmiş kere estağfirullah derim.' diye buyurmuş? Hazret-i Bâyezîd için ümmetin velîlerinden diyorsun, herhangi bir mü'min bile yalan söylemezken velî kulların elbette yalan söylemediği aşikârdır. Pekâlâ, bu durumu nasıl izah edersin?" diyerek sualine cevap istemiş. O anda herkes âdeta nefeslerini tutmuş ve bu acayip soru karşısında Hazret-i Pîr'in nasıl bir cevap vereceğini şaşkınlık içerisinde, merakla beklemişler. Monla-yı Rûm Hazret-i Pîr, gönülleri fetheden ve müşkilleri halleden o muazzam cevabı şöyle vermiş: "Küçük bir kapta kaplar dolar ve nihayetinde taşar o da Cenâb-ı Hakk'ın tecellîleri ile doldu ve taştı ve bu gark olma sebebi ile böyle sözler sarf etti, kendince doğru söyledi amma Hazret-i Fahr-i Âlem ki o zât-ı âlînin kulluk derecesini bizce izah etmek asla mümkün değildir. Lâkin o; sahili, kıyısı, sınırı ihata edilemeyecek derecede büyük bir umman, bir okyanustur. Öyle muazzam celâl ve cemâl tecellîlerine her an mazhar olmakta idi ki kemali hayretle bu tecellîler karşısında "Yarabbî, en büyük tecellîne mazhar kıldın, sen celâl ve cemâl sahibi Hazret-i Allah'ımsın!" derken hemen akabinde diğer tecellîlerin fevkinde muazzam hâllere şahit olduğunda " Allah'ım, deminki hayranlığımdan istiğfar ederim; estağfirullah... Beni daha büyük bir tecelliye mazhar kıldın." diyerek hayret makamındaki terakkisi hep böyle devam ettiğinden bir makamdan bir makama uruc ederken "estağfirullah estağfirullah estağfirullah" zikri ile mahbubunu zikretme mertebesinde idi. Ondaki istiğfar günahlarına değil her an kemalâtın terakkisi ile bir evvelki makamından ayrılışına ve yükselişine istiğfardır..."

Hülâsa, esasında söylenmedik söz kalmamış. İdrak edebilene aşk olsun. Anlaşıldı ki her makamın tevbesi ve estağfirullah teşbihi farklıdır. Lâfız aynı olsa da hâller başkadır. Bizler düşmekten kurtulmak için günahlarımıza istiğfar ile meşgul olurken bir kısmımız da düştüğümüz yerden kalkmak için istiğfar ederiz. Oysa bazı zâtlar terakkilerindeki dönüşü ve dönüşümü elde etmek için tevbe etmişler ve estağfirullahı vird edinmişlerdir. Evet, tevbenin bir mânâsı da dönmektir, dedik. Onlar da bu mânânın haricinde değildir. Fakat onlardaki dönüş, tabir-i caizse âdeta bir eksen etrafında üst üste bulunan helezonik daireler şeklinde döndükçe yükselinen, uruc ederek manevî miracını merhale merhale kat etmekte olan bir dönüştür. Estağfirullah lâfzı ile mânâsı ile böylesi zevata tutamak veya dayanak olmaktan öte Hakk'ın tecellîlerine ve Hakk katına yükselmek için kanat ve pervaz olmuştur. Cenâb-ı Hakk bizleri, istiğfarları ile yükselen rızasına kanat açan talib ve ragıb kullarından eylesin

1 yorum:

Adsız dedi ki...

amin..amin..amin..çok güzel bir yazı sunumuydu.teşekkürler...tülay