Bu Blogda Ara

10 Mayıs 2010 Pazartesi

İSÂ KELİMESİNDEKİ YÜKSELTİLMEK HİKMETİNİN ÖZÜ

tüm örneklemeler beş duyu mantığının dört boyutlu evrenine hitap etmek için oluşturulmuş mecazlardır, zâhirî ve bâtınî olarak hiçbir görüntüsel değerleri yoktur…
Hz. İsâ’nın bedensel varlığı bir annenin ve babanın hücrelerinden oluşarak doğan bir insan kadar normaldir. Eğer bedensel varlığı, içinde doğduğu toplumun bedensel varlığına benzemeseydi o toplumun kaygılarını, korkularını, beklentilerini, zevklerini, neşelerini, ihtiyaçlarını kısaca “insanı” tanıyamaz ve “resullük” sıfatında eksiklik olurdu..
Bireysel ruh olarak da tam bir insandı. İnsanların bireysel ruhlarını tanıyabilmesi yine kendisinin de bireysel ruh sahibi bir insan olmasına bağlıydı. Ve ruhsal yönden de toplumundaki insanlardan hiçbir farkı yoktu.
Hz. İsâ’nın bedenine ve ruhuna madde boyutundan bakıldığında böyleydi. Yahudi toplumu Hz. Meryem, Hz. Yahyâ gibi birkaç şahsiyet dışında tamamen “madde bilinci” ile yaşıyordu ve Hz. İsâ’yı da kendileri gibi “madde boyutunun esiri” zannediyorlardı.
Hakikatte Hz. İsâ’nın varlığı tamamen nurânî ve ruhânî bir öz idi. Madde üstü boyutta idi. Nûr ve ruh varlığı ile en alt boyuta inince kendisini “madde olarak algıladı fakat aynı zamanda madde olmadığını da biliyordu.
Romalılar ve Yahudiler Hz. İsâ’nın “madde gibi” görünen bedenini esir alıp eziyet ettiler. O da eziyeti algıladı. Bedeni yaralandı. Fakat madde beden olmadığı için tüm yaraları ve ölmüş gibi olan bedeni bir üst boyutta hemen düzeldi. Tekrar alt boyuta inerek havarilerine sağlam madde beden olarak göründü.
Hz. İsâ’nın yaşadığı bu gerçeği bizler de rüya ve dünya boyutları arasında yaşıyoruz. Rüyamızda kendimizi madde beden olarak algılarız. Bize işkence ederler. Acı çekeriz. Ölürüz. Uyanınca da bedenimizi sağlıklı, canlı ve sağlam olarak buluruz. Tekrar uyusak kendimizi rüya boyutunda yeniden diri, sağlam ve madde beden olarak algılarız.
Hz. İsâ ile aramızdaki fark şudur. Bizim rüya boyutuna girişimiz ve çıkışımız “irademiz dışı”dır. Hz. İsâ’nın ruh boyutundan madde boyutuna girişi ve çıkışı ise “kendi iradesi” iledir. Madde boyutundaki olayları bizim şartlarımıza göre yaşamıştır. Madde boyutundan kendi boyutuna dönünce tüm yaşadıkları “rüyâ” hükmüne dönüşmüştür.
İnsanlar da “ölmeden evvel ölünce” üst boyutların bilgisini algılamaya başlarlar. İbadetler ve ilim çalışmalarıyla ve fıtratlarındaki takdir oranında hakikatlerin ya “bilgisini” ya da “hem bilgisini hem de yaşantısını” keşfederler.
Hakikatlerin bilgisine ulaşanlarda “aciziyet” bilinci… hakikatlerin yaşantısına ulaşanlarda ise “yokluk” bilinci başlar. Gerçek yokluk bilincine ulaşanlar Kâmil Velîlerdir.
* * *
Her Resul ve Nebî önce kendi kişisel ruhunda ve bedeninde kendi hakikatini tanır. Henüz Nübüvvet ve Risalet görevi almamış ise, kendisini Nebî ve ya Resul olarak algılamaz. Fakat varlıkta Allah’dan başka varlık olmadığını bilir. Bu bilgisini görevli bir Nebî ve Resul gibi açıklamaz. Meselâ Hz. Muhammed a.s. çocukluğunun, gençliğinin ve Vahiy almadan önceki olgunluğunun hiçbir döneminde kendisini Son Nebî ve Resul olarak algılamamıştır. Buna dâir hiçbir kayıt yoktur. Hatta yaşlı bir bilgenin bir pazar yerinde verdiği hutbeyi Hz. Ebû Bekir ile dinlemişlerdir. O hutbede Son Nebî’nin gölgesinin üzerlerine düştüğü, belki de O’nun aralarında olduğu açıklanmaktadır. Buna rağmen Hz. Muhammed a.s. bahsedilenin kendisi olduğunu zerre kadar düşünmemiştir. (((… daha detaylı bilgi içinhttp://www.ahmedbaki.com/turkce/…)))
Kendi hakikatini “doğru olarak” tanıması için insanlardan, kendisinden önce yazılan kitaplardan, cinlerden ve ya başka boyutların bilinçli birimlerinden bilgi, eğitim ve “mesaj” almaması gerekir. Ancak “Cebrâil” ismi ile anlatılan “melekî boyutundan” ve kendi hakikati olan Allah’dan “vahiy” alarak görevine başlar.
Hayatının belirli bir dönemine kadar normal bir yaşam sürenler ( önceleri tefecilikle geçinen Davud Tâî ve alkol bağımlısı Bişr-i Hafî gibi) gerçek bir tevbeden sonra ibadetlerle ve devrin koşullarına göre olan ilim tahsili ile İnsan-ı Kâmil mertebesine yükselebilirler. Özlerindeki mevcud olan potansiyel Velâyet ve Risâlet nûru Hakikat-ı Muhammedî’den yansıma şeklinde açığa çıkar. Bu açığa çıkış “doğuştan” aracısız olmadığı için o İnsan-ı Kâmillerin velâyet nuru ve risalet nuru zâtlarına âit değildir, ancak Hakikat-i Muhammedî’den onlara olan yansımadır. Bu nedenle Hz. Muhammed a.s.’dan sonra gelen İnsan-ı Kâmiller “Muhammedî Velâyetin ve Muhammedî Risalet nurunun gerçek “vârisleri” olarak aramızda yaşarlar.
Uzaylı tanrımsı varlıklar var zanneden medyumlar aslında uzaylılardan (?) “mesaj” almazlar. Kişisel bilinçleri bâzı beden ve beyin nöron (sinir) bağlantı hastalıkları nedeniyle “bölünmüş kişilik” özellikleri gösterirler. Kendi bilinçlerinin bâzı boyutlarını başka varlıklar, uzaylılar olarak algılar ve algılarını içinde bulundukları toplumsal inançlara göre isimlendirirler. Sahte peygamberler, sahte evliyalar, sahte Mesihler bu nedenle ortaya çıkar. Bu tür hastalığın ismini “cinlerin aldatması” olarak kabul edebiliriz. Bunlar içinde bulundukları toplumun “bedensel ve ruhsal” yapılarını beyin rahatsızlıkları nedeniyle Resuller ve Nebîler gibi algılayamazlar. Ve iddiaları bu nedenle insan doğasının ve insan aklının yani Allah Sisteminin gerçeğine karşı “tutarsızlıklar” gösterir.
Hz. İsâ’nın (ve tüm Resullerin/Nebîlerin/Kâmil Evliyânın) bedensel ve ruhsal özellikleri mükemmel derecede sağlıklıdır. Her insan gibi ruhsal duyguları ve bedensel duyuları vardır. Fakat…
Bedeninde ve ruhunda (özünde) yansıyan her duyu ve her duygu avama göre en hassas ve en üst sınırdadır. Ayrıca Allah İsâ’nın bedenini beşeriyete âit kaygı, tasa ve bulanıklıklardan temizlemiş ve esiri olmaktan korumuştur.
* * *
Allah Teâlâ onu cismen tathîr ve rûhen tenzîh eyledi ve tekvîn sebebiyle onu misl kıldı.
İbn Arabî’nin bu orijinal cümlesini önce günümüz diline aktaralım.
Allah Hz. İsâ’nın cismaniyetini temiz ve ruhunu nezih kıldı ve yaratma (tekvin) işinde onu kendisine benzetti. (A.A. KONUK şerhindeki açılımı)
Şimdi de buradaki temel kavramları açalım.
Bedenin ve ruhun temiz olması:
Varlığın her boyutunu oluşturan Zât’ın (Allah’ın hakikatinin) mânâlarıdır. Mânâların daha kolay anlaşılması için âyet ve hadislerde “isimler ve sıfatlar” ile isimlendirilmişlerdir.
Varlığımızın en üst boyutuna… Allah’ın zâtındaki bilgi halindeki varsayımsal varlığına “yokluk” diyoruz. İsimler ve sıfatlar boyutundaki soyut varlığına “ruh” diyoruz. Ef’al/fiiler âlemindeki yâni dünyâ boyutundaki tecelliyatına da “cismâniyet/bedensellik” diyoruz.
Hz. İsâ kendisinin beden olarak tecellî eden görünümünün sadece “madde” hantallığında olmadığını biliyordu. Madde gibi algıladığı bedeninin aslında “ruh” ve “yokluk” hâli ile aynı olduğunu da biliyordu. Onun bu bilgisine İbn Arabî “bedeninin ve ruhunun temizliği” diyor.
Bizim bu bilgi eksikliğimiz ve bilgi eksikliğinden doğan yaşantı eksikliğimiz “bedenimizi ve ruhumuzu” yanlış tanımamıza ikisini “ayrı ayrı zannetmemize” neden oluyor. Bedenimizi madde kabul ediyoruz, ruhumuzu soyut varlık kabul ediyoruz… böylece de madde hantallığına bürünüyoruz. Bizim bu yetersiz algılamamız nedeniyle bizim bedensel algımız “kirli” sayılıyor.
Aslında “temizlik ve kirlilik” bedenin yapısında değildir. Sadece tanımadadır. Bedenini hakikatiyle tanıyan bilincin bedenine “temiz beden” denilmektedir.
Varlık, Allah ismindeki sonsuz mânâların tecelliyatı olması bakımından “tümel ve birimsel olarak temizdir”. Cansız kabul ettiğimiz cisimlerden başlayarak bitkiler, hayvanlar, cinler, insanlar ve meleklere kadar her varlık boyutunun özü aynıdır ve “tertemizdir”. Ancak varlıklar “türler” arasında bir birine göre temiz ve pis özelliği alır. Mesela, yılan için temiz olan beden ancak başka bir yılanın bedenidir. Yılana göre insan bedeni pistir. İnsana göre de temiz olan başka bir insanın bedenidir. İnsana göre yılanın bedeni pistir.
Öz olarak yılan ve insan aynı özden ve aynı derecede “temiz”dir.
Varlığın ve kendinin aynı öz olduğunu algılayan insanlara (İnsan-ı Kâmillere) bu ilimleri nedeniyle “mukaddes/kutsal”, “temiz”, “nurlu” denilmiştir. Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’da geçen “mukaddes ruhlar, mukaddes bedenler” tanımı ilk etapta Resullerin, Nebîlerin ve Velîlerin bedenleri ve ruhları birinci kalite, diğer insanlarınki ikinci kalite gibi anlaşılmaktadır. Halbuki bu tanımlar bedendeki kutsallığı değil bilgideki yüceliği anlatmaktadır.
Hz. İsâ’nın tebliğinden uzaklaşan Hıristiyanlar zamanla “vaftiz” olayını bedeni günahtan arıtma ve birinci kaliteye yükseltmeye çevirmişlerdir. Vaftiz olmayan bedenleri ve ruhları ikinci kalite ve pis olarak kabul ederler. Bu tutum zamanla Hz. Muhammed a.s.’ın tebliğ hakikatinden uzaklaşan Müslümanlara da sirayet etmiştir. Kelime-i şahadet getirmeyen ve gusül (boy abdesti) almayan insanların bedenlerinin ve ruhlarının pis/mundar olduğu zannedilmeye başlanmıştır.
Bu yanlış tanımlama diğer dinlerde ve inanç sistemlerinde de görülmektedir.
Hz. İsâ gibi varlığı ve kendini hakikatiyle tanıyan her birim kendini “bilgisizlik kirinden” temizlemiş olur ve bu temizlenişin adına da “Allah’ın temiz ve nezih kılması” denilir.
Kul ve insan olarak Hz. İsâ’nın TEKVİN/VAR ETME sıfatını yaşaması:
Tekvin kelimesinin geleneksel dini kavramlar bilimindeki (ilm-i kelamdaki) anlamı; var etmek, meydana getirmek ve yaratmaktır. Allah’ın zâtına âit bir sıfattır. Yâni sadece Allah’da oluşabilecek bir özelliktir.
Tekvin/yaratmak sıfatını daha iyi anlamak için şöyle bir karşılaştırma yapabiliriz.
Hayat Allah’ın sıfatıdır. Fakat kullarında yaşam ve canlılık formunda tecelli eder. Hayat sıfatına kullar yaşam ile sahip olabilir.
Tekvin/yaratmak sıfatı ise kullarda oluşmaz, tecelli etmez. Kullar “yaratma” sıfatına sâhip olamaz. Kullar ancak var olan bir şeyi değiştirerek başka şekillere çevirebilirler. Buna da îcad, keşif, oluşturma denilebilir.
İşte tam bu noktada İbn Arabî geleneksel ilm-i kelamdan (dini kavramlar biliminden) ayrılır. Ve “yaratılış” hakkındaki keşfe dayalı ilmini şöyle beyan eder.
İbn Arabî’ye göre “yokluk” diye bir şey yoktur. Yokluk insanın kısıtlı algısına göredir. Allah’a göre “yokluk” yoktur. Allah “yaratmak” istediği bir şeyi bizim anladığımız gibi mutlak yokluktan aniden var etme (halk) ile “yaratmaz”. İlminde ezelden beri “yok” hükmünde mevcud olan birimin bilgisini önce esmâ âlemine indirir, sonra ruhlar ve misal âlemine indirir en sonunda da ef’al âlemi dediğimiz madde ve enerji boyutuna indirir. Allah’a göre kendi ilmindeki mânâlar, birimler, şeyler “yok” hükmünde “sanal varsayımlarıdır”. Bu sanal varsayımlar hangi mertebede olursa olsun, ister esmâ boyutunda, ister ruh boyutunda ister madde boyutunda Allah’a göre yine “yok” hükmündedir, aslâ ayrı bir şey olarak yaratılmamış sayılır. Fakat bu ilâhi tecelli iniş basamakları, kullara göre “mutlak yokluktan yaratış/halk” olarak algılanır. Aslında bu Halk/Mutlak Yoklukdan Yaratış değil, ilminde mevcud olan mânâları mükevven kılmasıdır (tekvin etmesi/başka bir görünüş vermesidir).
Hz. İsâ tekvini/yaratış sırrını “ mutlak yoktan” açığa çıkarmak olarak kabul etmediği için ve Allah’ın yaratma sıfatının sırrını bildiği için ve kendi varlığının Allah’ın varlığı hâricinde bir şey olmadığını da bildiği ve yaşadığı için:
Çamurdan kuş yapmış ve doğal bir kuşa dönüştürerek uçurmuştur.
Bir kuş var edip uçurması için çamur kullanmayabilirdi. Avucundan âniden bir kuş da uçurabilirdi. Fakat bu yaratılış modeli Allah’ın “var edişi” gibi değildir. Onun için Hz. İsâ yaratma modelini Allah’ın “tekvin/yaratma” sistemine benzeterek açığa çıkarmıştır.
Burada geleneksel “yaratma” anlayışı sona ermekte… hakikat ve mârifet boyutunun “yaratma” anlayışı dile getirilmeye başlamaktadır. Şeriat boyutuna göre bu anlayış ve anlatım “küfür, dinden çıkma, şirk iddiası, Firavunluk” olarak kabul edilir. Fakat hakikat ve mârifet bilgisine göre Hz. İsâ Allah’ın mânâlarının İsâ isminde ve sûretinde tecelli etmesidir. Tecellide tecellî eden “yaratma” sıfatı yine Allah’ın yaratmasıdır. Eğer Hz. İsâ’nın varlığı Allah’ın varlığına yine Allah tarafından eklenmiş bir ek, ilâve, yaratık olmuş olsaydı İsâ’nın fiili İsâ’ya âit olacaktı. Ve İsâ “yaratma” fiilinde Allah’a ortak (müşrik) olmuş olacaktı. İsâ Allah’ın bir mânâsı olması bakımından “yok”tur, tecelli eden Allah’ın mânasıdır. Bu açıdan hiçbir isminde, sıfatında ve fiilinde ortak olamaz. İsâ tecelliyatındaki tüm isimler, sıfatlar ve fiiller Allah’a âittir.
Yaratmak sıfatı Hz. İsâ misaliyle anlatıldı. Bu anlatımın amacı Hz. İsâ’yı yüceltmek için değildir. O zâten bir İnsan-ı Kâmil Velî ve Nebî olmak bakımından “yücedir”. Bu anlatımın amacı YARATMAK sıfatının hakikatinin açıklamasına yöneliktir.
Kulların yaratması ve Allah’ın yaratması diye bir ayrıma gitmek, ya da hem Allah yaratır hem de kulları da Allah’ın izni ile yaratır gibi bir inanca sürüklenmek hatalıdır. Allah tek (ahad) varlık olması nedeniyle varlıkta (tecelliyatta) oluşan her türlü yaratılış da “tek” bir fiildir. Bu fiile ister Allah’ın fiili diyelim istersek Allah’ın tecelliyatında tecelli eden fiil diyelim hepsi de aynı kapıya çıkar.
İsâ misali ile anlatılan “yaratış” sırrı sadece İsâ” ile sınırlanarak anlaşılmamalıdır. Sınırlama yapmak Allah ismi ile anlatılan tek’i bir birim ile sınırlamak ve özdeşleştirmek olacağı için hatalıdır. İsâ’da ve her birimde tecellî eden “yaratış” görünümleri sınırlı beş duyumuzun sınırsızı sınırlayarak algılamasıdır.
Buradaki konuya da işaret eden bir alıntı veriyoruz.
(((… “Lâ” nın manası ancak “Allah’ın âlemlerdeki tasarrufu âlem sûretleriyledir” başkaca değil… uyarısı anlaşıldıktan sonra fark edilir ve nasipte varsa yaşanır!. Sır “LÂ ilahe” nin anlaşılmasında, ve “illallah”ın açılımı olan âlemlerdeki tasarruf” konusundadır. Bu çok iyi anlaşılmalıdır. Çokları anladım sanarak bunu hiç idrak etmeden kendini vahdet ehli diye avutarak geçer gider. …Ahmed Hulûsi/Mesaj …)))
Ancak şunu da belirtmekte yarar vardır.
Hiçbir birim kendinden açığa çıkan “sınırlı fiili” Allah’ın fiili olarak kabul edemez. Meselâ; yalan söyleyip de “söyleyen ben değilim, Allah söyledi” ya da “Allah söyletti” demek Allah’ın sınırsız fiilini bir birimde açığa çıkanla sınırlamak olur. Bu da sınırsızın yanına çevresi tel örgü ile çevrilmiş bir “parça” ilâve etmeye benzer ki bu düşüncenin adı “şirk”tir. Firavun kendi zulmünü âlemlerin Rabbi olan Allah’ın fiili olarak savundu. Hz. Mûsâ da “kulluk” hâlinde açığa çıkan “ibadet, ilim, iyilik” gibi fiilleri Hakk’ın fiili olarak savundu. Bu tartışmanın sonunda Mûsâ’nın düşüncesine deniz (sonsuzluk) açıldı. Firavun’un düşüncesi Mûsâ’nın düşüncesinin ardından denize (sonsuzluğa) girdi fakat deniz (sonsuzluk) önce onu boğdu (düşünceyi reddetti) ve sonra ceset olarak (değersiz, yanlış bir düşünce olarak) değerlendirdi. Kur’an da bu misali bizim kendi nefsimizle kıyas etmesi için beyan etti.
Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): “İsrailoğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım” dedi. (YUNUS SURESİ / 90)
Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın. (YUNUS SURESİ / 91)
Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, bizim ayetlerimizden habersizdirler. (YUNUS SURESİ / 92) (http://www.kuranfihristi.net/ Diyanet)
90-) Ve cavezna Bi beniy israiylelbahre feetbeahüm fir`avnü ve cünudühu bağyen ve adva* hatta iza edrekehül ğareku kale amentü ennehu la ilahe illelleziy amenet Bihi benu israiyle ve ene minel müslimiyn;
İsrailOğullarını deniz’den (B sırrınca) geçirdik… (Hemen) fravun ve onun ordusu bağyen (haddi aşarak, zalimce) ve adven (düşmanca) onları izledi… Ta ki ğarak (batış, suda boğulma) ona erişince:
İman ettim ki ilah yoktur, ancak İsrailOğullarının kendisine (B sırrınca) iman ettiği vardır (İsrailOğullarının kendisine B sırrınca iman ettiğinden başka vücud yoktur)… Ben müslimlerdenim” dedi.
91-) Al’ ANe ve kad asayte kablü ve künte minel müfsidiyn;
ŞİMDİ mi?.. Daha önce gerçekten (
hakikatına, sistem’e) ısyan etmiş ve ifsad edicilerden olmuştun” (denildi).
92-) Felyevme nünecciyke Bi bedenike li tekûne limen halfeke ayeten, ve inne kesiyren minen Nasi an ayatina le ğafilun;
(Ey fravun) bu gün seni bedenin ile (B sırrınca bedensel olarak) tenciye edeceğiz (kurtaracağız/ıssız ve uzak yere atacağız/seviyeni yükselteceğiz), arkandan gelen kimseler için bir ayet olasın diye… Çünkü insanlardan bir çoğu ayetlerimizden kesinlikle gafillerdir. (Yunus Sûresi/B Meal)
* * *
Hz. İsâ’nın ölüyü diriltmesi, amayı (körü) gördürmesi, cüzzamlıyı iyileştirmesi, beş ekmeklik bir sepetten bir köyü doyuracak kadar ekmek çıkarması gibi yaratılış sırlarını da aynı çerçeve içinde Allah ilminde yok hükmünde bekleyen mânâları “var ediş” olarak değerlendirmeliyiz. İnsan-ı Kâmil mertebesinin “Nübüvvet, Risâlet ve Velâyet” sınıfından tecelli eden tüm mucizeleri ve kerâmetleri de bu idrak ile değerlendirmeliyiz.
Bir yaprağın kıpırdaması, bir yaprak bitinin yaratılışı ve ya bir galaksinin oluşumu aynı değerde ve aynı muazzamlıktadır.
* * *
İsâ a.s. ve tüm Nebîler, Resuller ve Kâmil Evliya insan-ı kâmildir. İnsan-ı Kâmil Allah isimlerinin (sûret-i ilâhiye/sınırsız mânâlarının) tecellî ettiği bir varlıktır. Allah’ın sıfatları olarak açığa çıkınca “yaratılmış/kul” ismi ile anılır. Aynı zamanda da Allah’ın zâtının (hakikatinin) tecellisidir (mazhar-ı ism-i zât’tır).
Allah ismindeki sınırsız mânâların (isimlerin) hükümleri ve eserleri tam anlamıyla İnsan-ı Kâmil yaşamında fark edilir.
Kur’an’da ve hadislerde bahsedilen Âdem’den murâd (cinsiyet ayrımı olmadan) İnsan-ı Kâmil’dir.
Kendi hakikatini tam tanıyamamış ve asla tanıyamamak takdiri ile var olmuş birimlere ve bireylere de “insan-ı nâkıs” (bilgisini tamamlayamamış anlamında) eksik insan denilir.
* * *
İnsan-ı Kâmil sonsuz ve sınırsızın tecelliyatı olmasına rağmen Zât’a göre sınırlı, başlangıçlı ve sonlu bir zahiri görünümdür. Yâni zâtın sonsuz gölgelerinden bir gölgedir.
Zâtın sınırsız, sonsuz ve tek (ahad) olan;
tekvîn (mânâları var etme), halk ( zât’dan mânâların tecellisi,yaratma), îcâd (vücuda getirme, yeni form verme), i’dâm (boyut değiştirtmeyle yok etmek, başka boyuta transfer etmek) ve ihyâ (canlandırma) gibi ve benzerleri olan sıfatları bir gölgeden tecelli edince çıkış yerine göre “sınırlı/kayıtlı” olarak kabul görür.
İnsan-ı Kâmillerde ( Nebîlerde, Resullerde ve Kâmil Velîlerde) tecelli eden bu ve diğer ilâhî sıfatlar “öğrenme” yolu ile “bilim” haline de dönüşmektedir. Bir insan-ı nâkıs öğrenme yöntemiyle ilâhî fiillere benzer bir şey yapabilir ve bu fiili mucizeden ayırt etmek için “istidrac” kavramı kullanılır.
(Bu konu ayrıntılı olarak Hârun bölümünde anlatılacaktır. Burada özet olarak vermekte de yarar görülmektedir.)
Meselâ… Hayat Allah’ın zâtının sıfatıdır. Bu sıfat madde boyutunda cansız gibi görünen sûretlere etki edince onlarda “eseri” olan sesi ve hareketi oluşturur.
Taştan, topraktan, metalden ve benzeri şeylerden yapılmış bir sûrete (heykele, puta) hayat sıfatı etki edince o sûretin özellikleri olarak algılanır. Sûret (heykel, put) insan şeklinde ise hayat onda “konuşma, düşünme ve hareket” fiili olarak açığa çıkar. Buzağı (İnek yavrusu) şeklinde ise “böğürme ve hareket” olarak açığa çıkar.
İnsan-ı Kâmil sûretlere hayat sıfatını etki ettirmek “mucizesine/Hakk’ın fiiline” sahiptir. Sûretlerin canlandırılmasına (ihyâsına) ruh üflenmesi denilir. Ruh üflenmesi sûrete dışarıdan giren bir şey değildir. O sûreti yâni madde boyutunu esmâ ve ruh boyutu ile algılaması yetersiz olanlara hissettirmektir.
(((…”RUHUMDAN nefhettimin anlamı ise, “Zâtıma ait sıfat ve esmâm ile var kıldım”dır… A. HULÛSİ /KAVRAMLAR …)))
* * *
Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun ile Mısır’dan çıkış yapan Sâmiri isimli şahıs Mûsâ’dan “öğrendiği” mârifet (hakikati idrak ilmi) ile İsrâil oğullarının önünden bir at üzerinde giderek yol gösterenin “cebrâil” olduğunu anlar. Cebrâil Allah’ın ölü bilinçlere “ilim” sıfatı ile ve ölü bedenlere “hayat” sıfatı ile can veren kudreti ve kuvvetidirruh” da denilir. (((… ‘Ruh’ tanımı A. A. Konuk şerhinden yorum yapılmadan alınmıştır…))) (meleğidir). Tüm bu özellikleri ve daha fazlasını ifade etmesi bakımından Cebrâiliyyet boyutuna “
Sâmiri, Rûh’un (Cebrâil’in) temas ettiği şeyde “hayat” oluşacağını da “öğrenmişti”. Cebrâil olarak bedenlenen kişinin atının (ruhun at olarak görünen boyutunun) ayaklarının bastığı topraklar “ruh” yâni “hayat ve can” boyutuna yükseliyordu. Sâmiri o topraktan bir avuç alır ve gizler. Deniz geçildikten sonraki durak yerinde Hz. Mûsâ Tûr dağına çıkınca altınları ve diğer metalleri toplar, eritir ve buzağı sûretinde bir put yapar. Buzağı heykelinin içine gizlediği hayat torağını atar. “Hayat” sıfatı o sûretin özelliği olan sığır sesi ( Arapçası huvar ) olarak tecelli eder. Eğer o sûret (put) insan şeklinde olsaydı çıkan ses (hayat tecellisi) insâni özellikler gösterecekti. Tek olan ruh bulunduğu yerin özelliğini canlandırır.
Sâmiri’nin bu ilmi sonradan bir başkasından öğrenilmiştir ve o İnsan-ı Kâmil değildir. Onun bu fiiline bu nedenle mucize denilmez, istidrac denilir.
Buzağının sadece bağırması… Hz. Sâlih’in taştan çıkardığı yiyen içen devesi ve Hz. İsâ’nın çamurdan yapıp uçurduğu kuşu gibi “tam canlılık” gösterememe nedeni Sâmiri’nin “nâkıs” (eksik bilinçli insan) olmasıdır.
(((… Sâmiri’nin hikâyesinde geçen motifler, tasvirler sadece anlatım içindir…)))
148- Vettehaze kavmü Musa min ba`dihi min huliyyihim ıclen ceseden lehu huvar elem yerav ennehu la yükellimühüm ve la yehdiyhim sebiyla* ittehazuhu ve kânu zalimiyn;

Hiç yorum yok: