Bu Blogda Ara

6 Ocak 2010 Çarşamba

Rabıta


Rabıta kelimesi lügatte "İki şeyin birbirine bağlanması" demektir. Tasavvuf dilinde ise, müşid ile müid arasındaki ilâhî feyzin akışını sağlayan mânevi bir bağdır. Bu bağ, Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şeriflerde bazen açık, bazen de zımnen işaret edilmiştir.



Rabıta, Cenab-ı Hakk'ın tecelli ettiği ve bu sebeple nur, feyz ve muhabetle süslenmiş olan insan-ı kâmil'in gönlüne teveccüh etmek, bu sayede Hakk'a vuslat yolunda vesîleye sarılmaktır. Gaye Hakk'a yaklaşmak, O'nun rızasını kazanmak, O'nun ahlâkıyla ahlâklanmaktır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." buyuruyor. (Tevbe: 119) "Sâdıkîn"den murad "Müşidûn" olduğu "Bahr-ül Hakâyık" tefsirinde beyan buyurulmuştur.

Allah-u Teâlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerime ile sorumlu kılmış, vâris-i enbiya olan bir Müşid-i kâmil'in maiyyetinde bulunmalarını emir ve vacip eylemiştir. Allah-u Teâlâ'nın "Teklif-i mâla yutak" olmayacağı, yani kuluna güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğine göre; sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı temin etmiş demektir.

Müşidle beraberliğin bir kısmı cismâni olduğu gibi, bir kısmı da ruhanîdir ki, bunu rabıta ile izah edebiliriz. Râbıtanın azlık ve çokluğu, yani zayıflık ve kuvvetliliği muhabbetin azlık ve çokluğuna tâbi bulunacağından, muhabbet arttıkça râbıtanın kuvveti de artar.

Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile arayın." (Mâide: 35)

Dikkat edilirse bu Âyet-i kerime'de takvanın yanında kurtuluş için bir de vesile şartı getirilmiştir. Bahsedilen vesileyi ulema, Müşid-i kâmil olarak tefsir etmişlerdir.

Abdullah bin Mes'ud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

"İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah'ı hatırlamanın anahtarıdır. Onlar görüldüklerinde Allah zikrolunur." (Câmiüs-sağîr: 2466)

Kalbin gıdası durumunda olan feyz, muhabbet gibi kavramlar, Allah'ın yaratığıdır, mahlûktur. Nasıl ki Cenab-ı Hakk'ın maddî nimetlerinden olan ekmek, para ve mal gibi maddî yaratıkları sahiplerinden istemek, bunları elde etmek için çalışmak, adetullah gereği ise; aynen bunun gibi, feyz ve muhabbet cihetiyle şereflenen, zengin olan bir insan-ı kâmilden, şartlarına ve edep kurallarına uygun olarak himmet (yardım) istemek de yine adetullahın bir gereğidir. Maddî mahlukların tâbi olduğu kurallarla, mânevî mahlukların tâbi olduğu kurallar esas itibariyle aynıdır. Nasıl ki bir eve kapıdan giriliyorsa, herhangi bir konuda da istenilen neticeye varmak için adetullah denilen sebepler ve hikmetler silsilesine sarılmak şarttır. Aranan netice, onu doğuran sebep ve şartlara uymakla gerçekleşir.

Nitekim bu hususta Cenâb-ı Hakk, hidayet ve rahmetini, enbiya ve evliyalar vasıtasıyla kullarına ulaştırmaktadır. Hidayet ve rahmete ulaştıran başka bir kapının olmaması da yine adetullah gereğidir.

Kâmil insanın kalbi, nazargâh-ı ilâhîdir. Rabıta da o ilâhî nazaradır. İlâhî tecelli sonucu o insan-ı kâmilin kalbi, feyz ve muhabbetle dolar; rabıta ile insan, o kamilin kalbinde tecelli eden feyz ve muhabbete talip olur. Bu talep, insanı rıza ve muhabbetullaha çeker. Bu ise vuslat yolunda Hakk'a yaklaşmanın, diğer bir deyişle Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanmanın ifadesidir.

O halde rabıta, adedullah gereği, hidayet ve rahmete ulaşmanın yolu ve metodudur. Rabıtaya şirktir mantığı ile karşı çıkanlar, bilmeden feyz ve muhabbeti Cenab-ı Hakk'ın zâtına izafe etmek suretiyle kendileri şirke düşmektedirler.

Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki: "Tarikat-ı âliye'de feyz alma ve ilerleme yalnız zikir ve evradın çokluğuna bağlı olmayıp, ihlâs-ı kalbiyye ve samimi muhabbetin de büyük tesiri bulunduğu erbabına malum ve aşikârdır. Meşâyih-ı kiram'dan bazısı: 'Şeyhin bir nazarı kırk çileden daha evlâdır.' sözüne ilâveten, feyze nail olmak için Müşid-i kâmil'in nurlu nazarlarını da feyz ve terakki vesilesi kabul etmişlerdir." (30 Mektup)

"Bilindiği gibi, Râbtta'dan maksat feyz almaktır. Gerçek feyz kaynağı ise Cenâb-ı Hakk'tan başkası olmadığı şüphesizdir. Şu kadar var ki, Allah'ın Habib'i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri dahi Cenâb-ı Hakk'tn zât ve sıfatının tecellî mahalli ve mazharı bulunduğundan, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-den feyz almak, Cenâb-ı Hakk'tan feyz almak demektir.

Allah-u Teâlâ'ya âit olan ilâhî feyz Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve selem-inin deryasına gelir, oradan da zamanın müşidinin deryasına gelir.

Ezelî taksimata dâhil olanların, nasiplerini alabilmeleri için, o deryaya doğru kalplerini açık bulundurmaları lâzımdır. Su mütemadiyen akıyor, fakat sen testini çeşmeye tutmuyorsun. Testiyi çeşmeye tutmak demek, her şeyden kesilip Râbıta'da durmak, kalbi o deryaya bağlamak demektir.

Herşey sevgi ile kâimdir. Sevgi ve teslimiyet kişinin mânevi parasıdır. Bunlar ne kadar çok olursa, müebbinin nazar ve teveccühünü o nisbette kazanır. O sevgi sayesinde terbiye görü, o sevgi sayesinde terakki eder.

Mânevi terakkinin muhabbet ile mümkün olduğu üzerinde bütün evliyâullah ittifak etmişlerdir.

Meselâ telefonla görüşebilmek için, karşılıklı iki kişinin bulunması gerekmektedir. Binaenaleyh deryadan kalbe ilâhî feyzi çekmek için de iki kişinin olması lâzımdır.

Kalbini Allah-u Teâlâ'nın dostuna raptetmek emr-i ilâhî olduğu halde, bu emr-i ilâhîyi inkâr edenlerin ellerinde ne gibi deliller var?

Kâbe-i Muazzama'ya secdeye kapanmayı şirk olarak kabul etmiyorsun da, Râbıta'dan murad olunan: "Sâdıklarla beraber olunuz!" emr-i ilâhî'sini neden şirk kabul ediyorsun? Halbuki o da Allah-u Teâlâ'nın emri, bu da Allah-u Teâlâ'nın emri.

Kâbe-i muazzama'da Hacer-ül esved, Kâbe-i muazzama'da Altınoluk var. Fakat Allah-u Teâlâ ona öyle bir oluk ihsan buyuruyor ki, feyz deryasından Resulullah Alayhisselâm'ın deryasına gelir. Kâinat da o deryâdan alır, o Altınoluk'tan alır. Yani ona yönelen Hakk'a yönelmiş olur. Ondan aldığı feyz, feyz-i ilâhî'dir. Allah-u Teâlâ'dan Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden ona, ondan O alınmakla feyz-i ilâhî olur. O gördüğün insan-ı kâmil bir maskeden, bir resimden ibarettir.

Cenâb-ı Hakk'ı görmeyen, bilmeyen, mâsiyetten kaçınmayan, kendi nefsini ilâh edinen kimselere yapılan rabıta onun nefis putuna yapmış olur. O da şeytan ile merbudiyetini kurar. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimelerinde buyurur ki: "Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar. Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan taraftarı olanlardır." (Mücâdele: 18-19)

Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak; hem de tasavvuftan bahsedecek, bu mümkün değil! Bunlar ancak sun'î mutasavvıflardır. Gerçekten, hakikatten mahrumdurlar.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor: "Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkan: 43) Bunlar, şeyh şeytanı tabir edilen yol kesici mukallid müşidlerdir. Bunlar, şeytanın yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar. Ahkâma ters düşen haller zuhur ediyorsa o müşid mukalliddir, sahtedir. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleridirler.

Hiç yorum yok: