Bu Blogda Ara

30 Ağustos 2009 Pazar

ATOM VE ÜST BİLİNÇ

… uyarı..
... tüm örneklemeler
beş duyu mantığının
dört boyutlu evrenine
hitap etmek için
oluşturulmuş mecazlardır,
zâhirî ve bâtınî olarak hiçbir görüntüsel değerleri yoktur…

Tabiat (doğa) olarak kabul edilen madde ve enerji boyutu Hakk’ın tüm esmâsının (sonsuz mânâlarının) ve sıfatlarının (sonsuz özelliklerinin) görünüş ve olaylar şeklinde açığa çıkma yeridir.

Dünyâ “ dûn” kökünden türetilmiş bir isimdir. “Dûn”; alçak, alçaltılmış anlamındadır. Dünyâ da daha üstün mekân olan ahirete göre değeri daha düşük seviyede bir yer olarak tanımlanmıştır. Halbuki dünya (tabiat/doğa) her zerresinde tüm üst boyutların sonsuz mânâlarını ve özelliklerini taşıyan bir fırsatlar mekânıdır.

İnsanın kendisini ve aradığı her şeyi bulabilme şansı sadece dünyadaki kısa yaşamına bağlıdır. Bu nedenle dünyâ (tabiat/doğa) özünde taşıdığı değerlerle çok “mükemmel” bir boyuttur. Sonsuzluğun sonlu görünüş altındaki bir çekirdeğidir.

***

Dünyâ ALLAH’ın sonsuz mânâlarının ilâhî nefes ile (hayat sıfatı ile) isimlerin (mânâların) görünüşe geldiği yerdir.

Dünyâ (madde/enerji/tabiat) Ulûhiyetin (ALLAH’ın mânâlarını seyir boyutunun) dış görünüşüdür. Dünyada ALLAH’ın sonsuz mânâlarını açığa çıkaran dört kuvvet (dört rahmani nefes) vardır.

1. Ateş… ilâhî sevginin ısısıdır.

2. Hava… İlâhî sevginin her zerreyi kapsamasıdır.

3. Toprak… İlâhî sevginin her zerreyi koruyup geliştirmesidir.

4. Su… İlâhî sevginin ilâhî ilmi her zerreye ulaştırmasıdır.

Bu dört unsur olmasaydı hayat olmazdı. Hayat olmasaydı ALLAH’ın mânâlarının meydana çıkması ve kendini göstermesi mümkün olmazdı.

Hayatı oluşturan ise ALLAH’ın kendi hakikatine âşık olmasıdır. Bu sır bir şiirde şöyle dile getirilmiştir:

Gözün aç var mı ey gâfil cihânda olmayan âşık
Kuruldı aşkile âlem zemin ü âsumân âşık

Nedir bu hâl-i hayret-bahş pîr âşık cevân âşık
Kim âşıktır kime âşık niçin eyler figân âşık
Hudâ âşık Resûl âşık bütün kevn ü mekan âşık

( Abdülbâki Baykara Dede )

kariyb:

Nefes-i Rahmânî (Rahmân ismindeki sonsuz mânâların var oluş boyutunu oluşturması) dâima etken haldedir. Ve dünyâ (tabiat/doğa) Rahmân’ın nefesinin bu kesintisiz etkisi ile sürekli bir takım sûretler üretir (tekvin eder/var eder/yaratır). Bu var ediş sisteminin durması, durdurulması ve ya var edişe ara verilmesi gibi bir durum yoktur.

Bu gerçeği ifade etmek amacıyla İlâhî isimlerin kesintisiz etkenliği “erkek doğası”na, isimlerin etkisiyle sûretleri yüklenerek açığa çıkaran “tabiat” da “dişil doğa”ya benzetilmiştir.

Sınırsız sonsuz varlık boyutlarında hâlen mevcûd olan birimlerin ve bilinçlerin geldiği yer “Rahmân’ın nefesi”dir. (Esmâ boyutundan gelmektedir).

***

Mezopotamya, Mısır ve Ege gibi eski dünyâ uygarlıklarından “atomun keşfine” kadarki süreçte varlığın dört unsurdan (anasır-ı erbaa) oluştuğu tezi geçerli olmuştur. Bu dört unsur; ateş, hava, toprak ve sudur. Bazı kaynaklarda varoluşun dört unsuru; harâret(sıcaklık), bürûdet (soğukluk), yubûset (kuruluk) ve rutûbet(nem/ıslaklık) olarak da işlenmiştir.

Atomun keşfi ile dört unsur tezi yıkılmış ve tüm evrenin temel element olan “hidrojen” atomundan oluştuğuna inanılmıştır. Atomun parçalanışına kadar bu inanış “bilim felsefesi” çevrelerince “değişmez gerçek” kabul edilmiştir.

Atomun parçalandığı, uzayda “hacim ve kütle” özelliği göstermeyen “parçacıkların” keşfedildiği günümüzde evrenin yapısı yeniden araştırılmaktadır. Şimdilik varılan sonuç; evrenin hacmi ve kütlesi olmayan enerji paketleri ve ya enerji dalgalarından oluştuğudur. Bu sonuç ile “esmâ boyutu” (ALLAH’ın sonsuz mânâları, sonsuz ilmi) ve “âyan-ı sâbite” (ALLAH’ın ilmindeki sanal varlık birim ve boyutları) gibi tasasvvufi tanımlar arasında bağlantılar kurabiliriz.

Binlerce yıl önce evrenin (varlığın) yapıtaşını dört unsur esasıyla yorumlayan insanlık düşüncesini yanlış olarak değil, o zamanların bilim anlayışına göre yapılan açıklamalar olarak değerlendirmek gerekir.

Dört unsurun aslında “tek bir şey” olduğuna inanılmakta idi. Temel unsur olarak “su” ve ya “ateş” kabul edilmekte ve diğer unsurların tek unsurun dönüşümü olduğu kabul görmekteydi.

Geçmişin kabulü ile günümüz bilimi arasında bağlantı kuralım… mesela “su”yu analiz ettiğimizde karşımıza “hidrojen” ve “oksijen” elementleri çıkmaktadır. Hidrojen atomu evrenin çoğunluğunu oluşturur. Diğer elementlerle kolayca bileşik yapar.

Her şeyin sudan var edilmesini ya da su ile yaşam bulmasını evrenin yapıtaşının atom boyutunda “hidrojen” olduğu şeklinde düşünebiliriz. Atomun alt boyutlarına inildikçe ulaşılabilen parçacık ve ya enerji alanlarına göre evrenin yapısı hakkında farklı teoriler oluşmaktadır.

kariyb:

Evren gök cisimleri (yıldızlar ve gezegenler) ve aralarında ışık yılı ile ölçülen boşluk olarak görünmektedir. Eski uygarlıkların çoğunluğu böyle düşünürken… İslâm düşünürleri, mutasavvıfları ve Hind-Çin düşüncesi evrende “boşluk” olmadığına inanmakta idi.

İslâm düşünürleri evrenin “esir” denilen şeffaf, gözle görülmez, ağırlığı olmayan zerrelerle ve zerrelerin oluşturduğu tümellikle “dolu” olduğunu söylemektedirler. Hind-Çin düşüncesi ise evrenin “pozitif-negatif/ iyi-kötü / ying-yang” güç ile dolu olduğuna inanmaktadır.

Modern bilim çağında evrenin önce enerji dalgalarıyla dolu olduğu keşfedildi. Hatta enerji, madde, kütle ve hacimin/uzayın tek bir yapının değişik görünüşleri olduğu kabul edildi.

Son zamanlarda ise teorik fizikçiler “anti madde ve ya karanlık madde”den bahsetmektedirler. Teoriye göre… evrende algıladığımız madde/enerji yanında algılayamadığımız eksi ağırlıklı ve eksi yüklü görünmeyen bir madde/enerji vardır. Evrenimiz sadece madde/enerji değil, madde/enerji ve antimadde/antienerji bütünlüğüdür. Herşeyin çift yaratılması… her şeyin zıttı ile var olabileceği şu âyetler ışığında düşünülebilir.

36-) subhanelleziy halekal ezvace külleha mimma tünbitül Ardu ve min enfüsihim ve mimma lâ yalemun;

Arz’ın inbat ettiği (bitirip büyüttüğü) şeylerden, nefslerinden ve daha bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Subhan’dır!.

37-) ve ayetün lehümülleyl neslehu minhünnehare feizahüm muzlimun;

Onlar için bir ayet te gece’dir... Ondan gündüzü (can nurunu) soyup-sıyırıp çekeriz de hemen onlar zulmet/karanlık içinde kalanlar olurlar.

Evrenin yapısı hakkındaki bu düşünce aşamalarını Kur’an âyetleri yardımı ile tekrar tefekkür edebiliriz.

11-) Sümmesteva ilesSemai ve hiye duhanün fekale leha ve lil Ardı`tiya tav`an ev kerha kaleta eteyna taiıyn;

Sonra duhan (duman, öz) halindeki Sema’ya istiva etti/yöneldi de ona (Sema’ya) ve Arz’a dedi ki: “Tav’an (isteyerek) yahut kerhen (zorunlu olarak) gelin ikiniz”... İkisi dediler ki: “İsteyerek/ (emrine) itaat ediciler (iki’den fazla, çoğul kipi ile?) olarak geldik”. (Fussılet, 41/11,B Meal)

kariyb:

Duhan ;duman, öz, esir, enerji dalgaları, anti madde, karanlık madde... olarak yorumlanabilir.

İsteyerek ve ya istemeyerek itaat etmek; enerji ve maddenin fizikteki dört temel kuvvet yasasına göre varlık boyutlarını oluşturması olabilir. Bu kuvvet yasalarında birbirini çekme (isteyerek gelmek) olduğu gibi itme (istemeyerek gelmek) özellikleri de mevcuttur.

Eski düşüncenin dört unsuru tek unsur olarak kabulü gibi modern bilim de dört temel kuvvetin tek bir kuvvet olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır.

Vahye dayalı kitaplarda da dört büyük melekten bahsedilmekte ve dört meleğin kuvvetinin sadece ALLAH’a ait olduğuna sık sık işaret edilmektedir.

***

Dünyâdaki bilinçlere etki eden ve dünyanın bir üst boyutunda yer alan ruhsal varlıklar vardır. Onlara “yüce ruhlar” (ervah-ı ulviyye)” denilir. Kendilerine has görünümleri olduğu için varlıklarını madde boyutundan kuvvetlerini ise Rahmani nefesten (ALLAH’ın Rahman esmâsı ile açığa çıkarış sisteminden) alırlar.

Yüce ruhlar kavramı uzay boşluğunda gezinen “mânevî varlıklar” şeklinde anlaşılmamalıdır. “Yüce” kelimesi ile “beş duyunun kavrayamadığı”na ve “ruh” kavramı ile de “bilinçli yapı”ya işaret edilmektedir.

Eski uygarlıklarda ve İbn Arabî dönemlerinde iç içe yedi kat gök boyutu (felekler/çoğulu; eflâk) düşünülmüş ve her boyut bir altın üstü ve üstünü kabul edilmiştir. En alt felek dünyâ boyutu en üst felek ise madde âleminin bittiği sonsuzluk olarak düşünülmüştür. Feleklerin (göksel boyutların) kendi merkezlerinde dönüşleri ve birbirlerine olan etkilerinin yaşamı oluşturması o dönem mantığı ve insanların anlayabileceği benzetmelerle ifade edilmiştir. Burçlar ve gezegenler felekler arasında taksim edilerek astrolojik etkileri sistematize edilerek araştırılmıştır.

kariyb:

Yirminci yüzyıla kadar bu inanış sürmüştür. Atomun bilimsel denklemlerle keşfi, uzayın süper teleskoplarla keşfi yeni bir varlık yapılandırması düşüncesini (varlık felsefesini) oluşturmuştur.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra ve dijital bilgi döneminden sonra uzay araçlarının evrenin derinliklerine ve sonsuzluklarına olan yolculuğundan alınan verilerle varlık ve var oluş düşüncesi yine değişmiştir.

Aslında yavaş yavaş değişen bazan da (son çeyrek asırda olduğu gibi) aniden değişen varlık ve var oluş yorumundaki değişim “göze göre/zâhirî” olandır. Öz ve özün ifadesi en temelde neredeyse değişmeden kalmaktadır.

Meselâ birimlerin cansız, bitki, hayvan, cin, insan, melek olarak sınıflanması ve insanın en dipten (esfel’den) en yükseğe (alâ’ya) kadar her boyutu kapsaması değişmeyen öz düşüncedir.

Her şeyin tek şeyde tek şeyin her şeyde aynı olması… evrenin büyültülmüş insan, insanın küçültülmüş evren olması… gibi tanımlamalar da değişmeyen öz düşüncelerdendir.

Geçmişte İbn Arabî ve diğer âlimler ve sûfîler insanın, dünyanın ve dünyayı çevreleyen feleklerin ruhundan bahsedilmekte idi. Yirminci yüzyıl ortalarında Ahmed Avni Konuk gibi bilimsel düşünebilen sûfîler “ruh” kavramını atomdan galaksi yapısına kadar genişleterek anlattılar.

Daha sonra… Atomun alt parçacıklarına inildikdi. Bir atomun kendi alt parçacıkları yanında dev bir galaksi gibi olduğu anlaşıldı. Daha derine inildikçe, zamanın ve mekânın yok olduğu hız tünellerinde ışık hızına yakın çarpıştırılan atomlarla-parçacıklarla “deneylenince”… Maddeye, enerjiye ve uzaya bilim “tek bir yapı” olarak bakmaya başlamıştır. Ve var oluş düşüncesi atom ve galaksi sınırını aşarak yeniden anlatılmıştır.

***

“Üst madde” düşünce tekniği ile şöyle bir sıralama yaparak ve hayalimizi kullanarak “yüce ruhlar” kavramını anlayabiliriz.

Evrende ağırlığı ve hacmi olmayan fakat etkisi hissedilen bir parçacık (kuant) bir “birim ve yapıdır”. Kuant’a özgü bir bilinç (kendi varlığını bilmek) durumu vardır. Kuantlar birleşerek “atom” topluluğunu yâni elektronu, protonu ve nötronu oluşturur.

Bir kuant (parçacık/güç-kuvvet alanı) kendisinin kuant olduğunu bilir fakat trilyonlarca kuanttan oluşan bir nötronu, bir protonu bilmez. Kendi algılama sistemine göre kendisinin bir üst boyutu olan nötronu, protonu zahiren göremez. Proton (ve diğer birimler) kuanta göre “yüce ruh”tur / “bir üst bilinç birim”dir.

Hiç yorum yok: