15 Kasım 2013 Cuma

OKSİJEN MUCİZESİ : YEŞİL AĞAÇTAN ÇIKAN ATEŞ

”O ki,size yeşil ağaçtan ateş çıkardı da siz ondan tutuşturup duruyorsunuz.”(yasin:80)

Plastitler bitkilere has dizayn edilmiş moleküllerdir. Bilindiği üzere kromoplastlar kloroplastlarda bulunup turuncu renk içerirler. Lökoplastlar (beyaz kloroplastlar) ise yeşil renkte ışığı emen düğmeler olup şeker imal ederler. Zira fotosentez olayında kloroplast içerisinde yer alan klorofil maddesinin ışığı absorbe etmesiyle (tutma eylemi) birlikte tutulan ışık kimyasal enerjiye dönüşüp ayrıca ATP taşıyıcı enerji elde edilir. Aynı zamanda bitkiler fotosentez sayesinde oksijen üretmiş olurlar. Yani bitkiler atmosferde on binde üç oranında (% 0,03) bulunan gazdan yaprakları marifetiyle aldıkları 6 molekül karbondioksit ve kökleriyle aldıkları 6 molekül suyu güneş ışığı yardımıyla bünyelerinde var olan klorofille özümleyerek glikoz (besin) ve 6 molekül oksijen üretirler. Böylece su ve karbondioksitin birlikteliğiyle şekere kavuşmuş oluruz. Baksanıza artık tek hücreli yeşil bitki olarak kabul edilen fitoplanktonlar bile güneş ışığını kullanıp CO2, H2O, besi elementlerini (azot, fosfor, kükürt vs.) oksijene ve organik maddelere dönüştürüp denizlere hayat veriyorlar. Bu arada fotosentez sonucu üretilen oksijeni soluyan insan ve diğer canlılar beslendiği gıdaları yavaş yanmayla yakıp dışarıya karbondioksit verirler. Karbondioksit vücut içerisinde devamlı üretilmesi hasebiyle elbette ki dışarı atılması gayet tabiidir. Aksi takdirde az bir karbondioksit birikiminin vücuda vereceği zarar ciddi sonuçlar doğuracaktır. Kuşkusuz karbondioksiti vücutta yeteri kadar dengede tutan akciğerden başkası değildir. Demek ki canlı cansız âlemde her şey ayarlanmış bir denge hesabıyla karşılıklı “al gülüm ver gülüm” misali biri karbondioksit ikram ederken diğeri de oksijen sunuyor. İyi ki de karşılıklı ikramda bulunuyorlar. Zira onlarsız yaşamak anlamsız. Mesela beyin oksijensizliğe ancak 4 dakika dayanabiliyor. Sonrası malum beyin ölümü, akabinde gerçek ölüm vuku bulmakta. Kaldı ki gıdalarla elde edilen enerji, oksijen molekülleriyle sentezlenmeden asla kullanılamıyor. Dolayısıyla oksijen molekülleri olmaksızın istediğiniz kadar yeyip içiniz aldığınız besinler işlenilemeyeceği için hiçbir işe yarayamayacaktır. Her şey sanki oksijenle sentezlenmeye muhtaç durumda. Zaten oksijen sentezleme konusunda mahir bir element. Öyle bir element ki herhangi bir maddeyle reaksiyona girdiğinde hızlıca bileşik oluşturabiliyor. Nitekim kesilen elmanın kahverengimsi renk hal alması, demirin pas tutması bunun tipik bir misali. Bundan da öte oksijenin vücutta sergilediği faaliyet sayesinde karbondioksit molekül haline gelebiliyor. Gerçekten biz kullar Allah’a iman etmiş olmanın verdiği güçle bu muazzam işleyen sistem karşısında şaşkınlığımızı gizleyemeyip, “Bu ne güzel karşılıklı döngü ve yardımlaşmadır” diye haykıransımız geliyor.
Yanma olayı tabiatta da gerçekleşir, nasıl mı? Tabiî ki havada ki oksijen vücudumuza besin kaynağı bir madde ile reaksiyona girip yanma olayının vuku bulmasıyla. Bu yüzden Allah-ü Teala; “Rızkınız semadadır” (Zariyat, 22), “ Size gökten ve yerden rızk veren” (Neml, 64), “O Allahtır ki, arzın içinde ne varsa hepsini sizin için yarattı” (Bakara, 29) beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiştir. Yani güneş, yağmur, hava ve orman hepsi rızkımız.
Işığın kaynağı elbette ki güneştir. Her şeyde ölçü tayin edildiği gibi güneşinde kendine has belli bir ölçüye göre ayarlanmış kütlesi, hacmi ve enerjisi var. Zira güneşin merkez katmanlarında 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüşüp ısı ve ışık oluşturuyor. Düşünebiliyor musunuz atmosferin üst katmanlarında % 21 oranında bulunan oksijen tıpkı azot gibi güneşten gelen kısa dalga boya sahip zarar verici mor ötesi ışın ve X ışınlarını yutarak yeryüzüne filtre edilmiş halde iniveriyor. İşte bu inen ışık bir anda bitki maharetiyle kimyasal enerjiye çevrilip zerreden kürreye; “Senin verdiğin nimetlere sonsuz şükürler olsun” dedittirecek türden her şeye hayat kaynağı olabiliyor. Bu nimetin bilimsel anlamı karbonhidrat sentezi ve oksijenin canlıların istifadesine sunulmak üzere serbest salınması demektir. Yani hidrojen alınıp oksijen hizmetimize sunuluyor. Karbondioksit ise sudan ayrılan oksijen için alıcı rol konumunda olup karbonhidrat bileşiği üretiyor. Oluşan bu bileşik hem bitkinin beslenmesine hem de bizim için gerekli protein, yağ ve nişastaya ayrıştırılır. Şöyle ki; maddenin molekül ağırlığı kendisini oluşturan atomların ağırlıklarının total miktarı kadardır. Buradan hareketle glikoz maddesini (C6H12O6) meydana getiren karbon atom ağırlığı 12, oksijenin 16, hidrojenin ise 12 olduğuna göre; total glikoz atom ağırlığı (6 x 12) + (12 x 1) + (6 x 6) = 180 gram olduğu görülecektir. Demek oluyor ki karbondioksit suyla izdivacında glikoz ve oksijen üretiyor. Üstelik üretilen besinin % 40 pasta dilimine denk düşen kısmın büyük bir bölümünü karbon oluşturmakta. Nihayetinde bu pasta bize gerektiğinde gıda, gerektiğinde meyve oluyor, her şeyden öte yeşil bir manzaramız olmakta. Dahası kloroplastlar hava ve suyun özünde bulunan en temel üç elementimiz olan karbon, hidrojen ve oksijeni sentezleyerek hayat buluruz. Aynı zamanda serbest salınan oksijenle atmosferimiz temiz havaya bürünüp teneffüsümüz sağlanır. Bugün teknolojik imkânlarla havadan oksijen ayırt edebilmek için bin bir türlü ayırımsal damıtma işlemlerine zahmetle katlanan insanoğlu bitkilerin 6CO2 + 6H2O → (C6H12O6) + 6O2 formülüyle bu işi gayet rahat bir şekilde yaptıklarını gördükçe şaşa kalıyorlar.
Atmosferin en önemli gazlarından olan oksijenin doğuşu bundan 2000 milyon sene öncesine dayandığı tahmin ediliyor. Genel olarak yeryüzünde oksijen değişik şekillerde sahne almaktadır. Hatta bulunduğu alana göre de unvan almaktadır. Şöyle ki litosferde oksitlendiği için maden oksidi, hidrosferde su, atmosferde ise moleküler oksijen diye isimlendirilir. Kur’anda oksijen var mı derseniz şu ayeti kerimeyi okumak sanırım hepimize fikir verir. Bakın Allah-ü Teala: “Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin ayet–80), “Şimdi bana (yeşil bir ağaçtan) çatmakta olduğunuz ateşi söyleyiniz onun ağacını siz mi yarattınız. Yoksa onu yaratan biz miyiz?” (Vakıa,71–72) ayetiyle oksijeni bitkilerin ürettiğine işaret etmenin yanı sıra oksijensiz yanma olayının gerçekleşemeyeceğini bildirmektedir. Yani oksijen olmalı ki karbondioksit elde edilebilsin. Dolayısıyla ateş yeşil ağaçtan çıkan oksijen demektir. Ateş (oksijen) olmadan karbon içerikli kömür karbondiokside dönüşemez zaten. Keza ateş olmadan yemek pişmez, savaş aleti ve zirai aletler de yapılmaz. Karbondioksit olacak ki bitkiler yetişebilsin, bitkiler olacak ki hayvanlar beslenebilsin, hayvanlar olacak ki biz insanlar etinden sütünden hatta derisinden yararlanabilelim. Görüyorsunuz bir karbon kelimesinden nerelere kadar geldik. Belli ki yaşadığımız hayatta birbirine bağlı muazzam bir trofik diye tabir edilen beslenme zinciri mevcut. M. Hamdi Yazır ayette geçen ifadelerin sadece odun ve kömürle sınırlı kalmayıp sürtünme ve dokunma sonucu oluşan elektrik manasına da gelebileceğine dikkat çekmiştir. Ayrıca nasıl ki fotosentezle besin maddeleri üretilebiliyorsa, aynı zamanda gece fotosentezin tam tersi aerobik (oksijenli) solunum sonucu besin maddeleri oksijenle yakılıp açığa karbondioksit, su ve bir miktar enerji çıkabiliyor. Anlaşılan bitkiler her sabah güneşin doğuşuyla birlikte fotosentezi aracı kılarak ilahi mektubun gereği hummalı bir faaliyete geçip ürettikleri meyveleri bizlere takdim ediyorlar. Yine hakeza gece karbondioksit, gündüz ise oksijen üretip, böylece ormanlar oksijen deposu haline geliyorlar. İşte oksijen ve su dengesi denen mucizevî olay bu olsa gerektir. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet; Kim ki ormanlardan bir ağaç keserse boynunu kopartırım demiştir. Yani yaş kesen baş kesendir demek istemiştir. Bundan da öte Yüce Peygamberimiz(s.a.v); “Yarın kıyamet kopacağını bilseniz bile ağaç dikiniz” emri her şeyi anlatmaya yetiyor.
Hakikat şu ki yeşil bitkiler güneş ışığını en iyi işleyebilecek düzeyde olan biyomotorlardır. Güneş ışığı eşliğinde yaşadığımız hayat ise bir noktada yeşilden mora kadar yedi tayf üzerine kurulu renkler manzumesidir. Bu yüzden tüm canlılar güneş ışığına mest olurlar. Malum olduğu üzere beyaz ışık esas itibariyle kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi lacivert ve mor ışıkların karışımından meydana gelmektedir. Peki, bu ışıklar hangi mekanizmayla seçilip bize sunulur derseniz, belli ki ışık yapraklarda bir mercek misali süzülüp uzun dalga boyunda turuncu-kırmızı ışınlar ve daha kısa dalga boylu mavi-mor ötesi ışınları filtre ederek seçim gerçekleşir. Nitekim beyaz ışık cam prizmadan geçirildiğinde bunu gözlemlemek mümkün. Hatta gök kuşağı da bunu doğrulayan bir hadisedir. Dolayısıyla orta boy dalga ışınlar yaprak tarafından yansıtıldığında klorofil bitkinin bulunduğu kısımda bizim tarafımızdan yeşil renkte algılanır. Anlaşılan klorofil bu işi kırmızı ve mavi ışığı kuvvetle absorbe edip kendisinde bulunan yeşil rengin çok az bir bölümünü yansıtarak gerçekleştirir. Hakeza bilim adamları okyanuslarda var olan bir nevi bitki sayılan alglerin (diatomlar) kara bitkilerinden daha büyük misli derecede fotosentezde aktif rol oynadıklarını belirlemişlerdir. Ayrıca yerden 80 kilometre uzaklıkta yer alan strosfer tabakasının bünyesinde taşıdığı azot gazı sayesinde güneşten gelen mor ötesi zararlı ışınlar filtre edilip korunmaya alındığımız tespit edilmiştir. Şayet bu filtre işlemi olmasaydı hayat felç olacaktı.
Atmosferde mevcut gaz oranların belirli oranlarda bulunması mucizevî rabbaniyedir. Mesela azotun % 78, oksijenin % 21 oranında atmosferde sabit değerde bulunması belli bir ilahi planın işleyişine yönelik amaç içindir. Kesinlikle bu oranlar tesadüfen tayin edilmiş rakamlar değil. Nasıl olsun ki, baksanıza bu sabit değerler sayesinde dünyamızı bir baştanbaşa kadar kaplayan gerek bitki, gerek hayvan ve gerekse insan toplulukları hayat bulmaktadır. Allah korusun mevcut denge ayarının hedefinden şaşması her şeyin allak bullak olması demektir. Düşünsenize oksijenin atmosferde iki katı oranda fazla olduğunu bir anda varsaysak arzımızda hafif ateş kıvılcımı yakmakla hem solduğumuz havayı hem de yeryüzünü cehenneme çevirmemiz an meselesidir diyebiliriz. Ya da tam tersi oksijen % 21 değilde yarısı kadar düşük değerde olsaydı nefessizlikten acaba halimiz nice olurdu, isterseniz bunu da siz düşünün. Bir kere nefes almak için oksijen almamız şart. Fakat bu ön şart sadece azot ve oksijen dengesi için mi, elbette hayır. Ayrıca karbon gerçeği var. Bu yüzden karbondioksit gazının varlık nedenini görmezden gelemeyiz. Zira bu gazın doğuşu da incelemeye değer bir bambaşka bir âlem. Nitekim karbon dengesi öyle ayarlanmış ki atmosferin dış tabakalarına gelen kozmik ışınlar burada birtakım kimyasal reaksiyonlarla yüksüz parçacıklara (nötron) dönüşüp derhal azotla birleşerek radyoaktif karbona (C14 izotopuna), bu izotop da oksijenle birleşerek radyoaktif karbondioksit gazına dönüşüyor, derken hava akımları yardımıyla bu gaz atmosferin en alt katmanlarına hızla diffuze oluyorlar. Böylece birçok canlı ve cansız varlıkların kimyasal bileşenlerini birbirine bağlayan karbon dengesi sağlanmış oluyor. Dahası şeker 6 karbon atomuna, gliserin 3 karbon atomuna, keza protein yapımında önemli rol oynayan amino asitlerde karbon atomuna bağlı faaliyet gösteriyorlar. Tabir caizse canlının en temel maddesi karbon atomudur.
Bu arada gökyüzünde çakan şimşeklerde rızkımız. Çünkü şimşekle birlikte havanın nemi kimyasal reaksiyona girip bitkiler için vazgeçilmez azot bileşikleri (tabi gübre) meydana gelmektedir. Rabbül âlemin; “Göğü ve yeri, rızkınıza iki hazine gibi hazırlayan, oradan yağmuru, buradan bitkileri çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve zemini iki itaatkâr haznedar hükmüne kim getirebilir? Öyle ise, şükür Ona mahsustur” (Yunus, 31), “Yere girenleri ve ondan çıkanları, gökten inenlerle oraya yükselenleri Allah bilir”(Hadid, 4) buyurmakta.
Karbondioksit sadece atmosferde yüksüz parçacıklardan oluşmuyor. Yeryüzünü kaplayan her cins bitki özellikle sonbaharda yaprak dökümüyle birlikte tüm elemanları toprağa karışıp çürümesi sonucu karbondioksit gazı imal ediyorlar. Yani bitkinin ölüsü bile bir anlamda canlılık demek. Nasıl ki toprak ananın bağrına tohum serpilip zamanla toprakta neşvünema bulup dirilişe geçiyorsa, bu dünyadan bir kuş misali göç eden insan elbet haşirde dirilecektir. Malumunuz peygamberimize inanmak istemeyen müşrikler;‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemikler mi dirilecek’ diye itiraz etmişlerdi hep birlikte. Bugün müşrikler yaşasaydı o ufalmış dedikleri kemikleri yandığında veya karbon haline geldiğini gördüklerinde bitkilerin gaz haline gelmiş karbondioksiti fotosentez kanunu ile özümseyip glikoz ve oksijen ürettiğine şahit olduklarında acaba ne diyeceklerdi, doğrusu merak konusu. Galiba glikozun, yani şekerin canlı varlığa geçerek hayat verdiğini görüp ‘Allah’ demekten başka çareleri kalmayacaktı. Vesselam.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder