Samiri'nin Buzağı Ve Musa Aleyhisselam'ın Dönmesi
İsrailoğulları Musa Aleyhisselam'dan tapınmak için görebilecekleri bir İlah yani bir put yapmasını iste*diklerinde, bir heykel ve döküm ustası olan Samiri'nin içinde küfür dolu bir ateş tutuşuvermiştiî. Böyle bir is*tekte bulunan İsrailoğullarına, bu istediklerini verebile*cek yegane kişi elbetteki kendisi olmalıydı!. Fakat Mu*sa Aleyhisselam'ın yanında bunu nasıl söyleyebilir, böyle bir şeye nasıl cesaret edebilirdi ki!. Dolayısıyla küfür dolu bu arzusunu gizledi, kapkaranlık bir gölge ve iğrenç bir leke gibi gizli tuttu kalbinde!.
Musa Aleyhisselam'm bir müddet sonra Rabbisiy-le münacaat için Tur-u Sina'ya çıkması, küfrünü ve us*talığını göstermek isteyen Samiri için güzel bir fırsat olmuştu. Musa Aleyhisselam kendi yerine Harun Aley*hisselam 'ı bırakmış olsa da, İsrailoğullarının onu yete*rince dikkate almadıklarını ve fazlaca dinlemeyecekle*rini çok iyi biliyordu. Ancak yine de Harun Aleyhisselam'ın engellemesinden endişe ederek, ya*pacağı işin ilk aşamasında şirk ve küfür dolu bu ama*cını gizlemeyi tercih etmişti.
Görülebilir bir üah isteyen şaşkın ve sapıkların önde gelenleriyle gizlice konuşarak, onlara bu istekle*rini yerine getirebileceğini ve yolculukları esnasında yüklendikleri zinetleri ateşe atmalarını istedi. Normal şartlarda mala ve zinete çok düşkün olan bu sapıklar, mal sevgisini de aşan bir küfür arzusu ile zinetlerini ateşe atıverdiler. Bir başka kavime ait olan bu zinetle-rin, Musa Aleyhisselam'dan habersiz olarak bir ema*net veya gasp yoluyla yüklenilmiş olması, put amacıy*la zinetlerini ateşe atanların dışında kalan İsrailoğuilarını da rahatsız eden bir durumdu. Bu ra*hatsızlığı hisseden İsrailoğulları, sapıklıkta önde giden*lerin bu zinetleri haramdan kurtulmak için ateşe attık*larını zannederek, onlar da haksız yere yüklendikleri zinetleri ne yapılacağını bilmeksizin- ateşe atmaya başladılar. Dolayısıyla İsrailoğullarından bir kısmı hara*mı inşa etmek İçin zinetlerîni ateşe atarlarken, aynı zi-neti yüklenen diğerleri de bu haramdan kurtulmak için atıyorlardı!.
İsrailoğulları bu zinetleri ateşe attıklarında, Samiri de aynı ateşin içine, kendisine göre çok özel olan bir avuç toprağı attı. Küfürde olduğu gibi döküm ustalığın*da da ileri giden Samiri, bir müddet sonra bu erimiş madenden bir buzağı heykeli döküp-çıkardı!. Ancak işin garip ve sıradışı tarafı, bu buzağı heykelinin böğür*mesi veya böğürtüye benzeyen bir inleme sesi çıkarmasıydı!. Bu sıradışı durumu küfrİ bir heyacanla karşı*layan ve sapıklıkta Öne geçen İsrailoğulları, bir hayret ve şaşkınlık içinde olan kavimlerine “İşte, sizin de İla*hınız, Musa'nın da İlahı budur. Ancak o unuttu!” de*diler.
İman ve tefekkürün dışında, sadece gördükleri mucizelerle bulundukları nokta*ya gelen fakat onca mucizeye rağmen Allah'a karşı gerekli teslimiyeti göstermeyen İsrailoğulları, gördük*leri bu sıradışı olayı olağanüstü bir durum olarak ta*nımlamışlar ve hiç düşünmeden buzağı heykelini ken*dilerine ilah edinmişlerdi!. Her şeyi hakkıyle bilen Rabbimizin. Musa Aleyhisselam'a Tur'da söylediği “Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar. Dos*doğru yolu da görseler, pnu yol olarak benimsemezler. Azgınlık yolunu gördüklerinde ise, onu yol olarak be*nimserler...” buyruğu, bu olay ile gözle görülebilir bir açıklık kazanmıştı. Çünkü gördükleri onca mucizeye rağmen doğru yolu, yol olarak benimsemeyen İsrailo*ğulları, buzağı heykelinin önünde saygıyla durmaya ve hürmetle eğilmeye başlamışlar, böğüren bu buzağı heykelini kendilerine ilah edinmişlerdi!. Hocam, bir heykel nasıl böğürüyor? Bunu şimdilik bilmiyoruz Merve!. Fakat ayet-i kerimelerdeki önemli işaretleri dikkate alarak inşaallah anlamaya çalışacağız. Buzağının böğürmesi konusun*daki en meşhur yorum, Samiri tarafından heykelin bir*kaç tarafına rüzgarı toplayarak ağız boşluğuna veren hava oluklarının konulması ve bu oluklardan giren rüz*garın bir inek böğürtüsü gibi ağızdan çıkmasıdır!. Kıs*mi bir akla ve çelişkili bir mantığa dayanan bu basit varsayımın, zorlama bir yorum olduğunu düşünüyo*rum. Çünkü buzağı heykeli sadece rüzgar estiği zaman oluklarından giren ve ağızdan çıkan bir hava akımıyla böğürseydi. koskoca bir kavim sebebini bildikleri ve gördükleri bir sesten elbetteki etkilenmezlerdi. Yaşa*nan olay bu kadar basit olsaydı, herkesten önce Ha*run Aleyhisselam yerden bir tutam ot alır ve bu otu buzağının ağzına tıkarak onu susturduktan sonra “Bir tutam ota muhtaç olan ve bir tutam otla susan bir buza*ğı, hiçbir rızka muhtaç olmayan ve size devamlı rızık veren İlahınız olabilir mi?” diyebilirdi.
Ancak durum bu kadar basit değildi!. Yaşanan olay, Harun Aleyhisselam'm dahi hayret ve şaşkınlıkla karşıladığı sıradışı bir olaydı!. Çünkü ola*yı yakından izleyen Harun Aleyhisselam bile buzağının böğürmesine İtiraz edememiş ve bu böğürtünün bir al*datmaca olduğunu söyleyememişti. Daha açık bir ifa*deyle buzağının böğürdüğünü veya böğürtüye benze*yen bir ses çıkardığını Harun Aleyhisselam da kabul etmiş ancak bu sıradışı durumu Rabbimizin apaçık bir imtihanı ve denemesi olarak gördüğü için “Ey kav*mim, gerçekten siz bununla denendiniz. Hiç kuşkusuz ki sizin Rabbinİz Rahman'dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin” demişti.
Harun Aleyhisselammın buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması konusunda nasıl ki bir itirazı olmamışsa, bizlere bu olayı bildiren şanı yü*ce Rabbimiz de “Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı” ifadesiyle yaşanan ola*yın bu boyutunu doğrulamıştır. Nitekim Rahman olan Rabbimizin buzağıyı ilah edinen İsrailoğullarına rah*met dolu uyarısı “Onun kendileriyle konuşmadığını, kendilerine bir cevap vererek onları bir yola yöneltip-iletmediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı?” şeklinde olmuştun Dikkat edilirse bu İlahi ikaz ve İlahi uyan, buzağının böğürüp-böğürmediği noktasında değil, ondan bir ses çıksa da bu sesin asıl itibariyle onlarla konuşmadığı ve onları yanlışta olsa herhangi bir yola çağırmadığı, böy*le bir yola iletmediği noktasında gerçekleşmiştir: Ancak bu apaçık gerçeği görmemiş, bu apaçık gerçeği anlamamıştı İsrailoğulları!. Bü*tün bu olup-bitenler karşısında şaşkına dönen Harun Aleyhisselam ise devamlı olarak kendilerini ikaz ediyor “Ey kavmim, gerçekten siz bununla deneniyorsunuz. Sizin Rabbiniz Rahman olan Allah'dır. Şu halde bana uyun ve emrime itaat edin” diyerek, onları bu sapıklık*tan uzaklaştırmak istiyordu. Küfür sarhoşluğu içinde olan israiloğullan ise o zamana kadar fazlaca önemse*medikleri Harun Aleyhisselam'ın bu sözlerini de hiç dikkate almıyorlar ve “Musa bize geri gelinceye kadar bu ilahımıza karşı bel büküp, onun önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız” diyorlardı!.
İsrailoğullarının küfür dolu bu kesin tavırları karşı*sında derin bir çaresizliğe düşen Harun Aleyhisselam, kardeşi Musa Aleyhisselam'a verdiği söz olmasa hiç kuşkusuz ki bu kavimi terk eder ve onları kendi sapık*lıkları içinde bırakabilirdi. Ancak kardeşi kendisine “Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncu*ların yolunu tutma” dediği için bu sapıkları terketmiyor, terkedemiyordu Harun Aîeyhisselam!. Söz dinle*meyen kavminin içine düştüğü bu sapıklığa eliyle müdahale etmek istediğinde ise onu öyle hırpalamış*lardı ki. az daha öldürüvereceklerdi!. Artık kavmi gibi o da Musa'yı, o da Musa Aleyhisselam'ı bekliyordu!.
Sevinçli bir aceleyle çıktığı Turdan, üzüntü ve kızgınlık dolu bir aceleyle geri dönen Musa Aleyhisselam, elindeki levhalarla kavminin karşı*sına çıkarak “Ey kavmim, beni arkamdan, ne kadar kötü temsil ettiniz? Oysa Rabbiniz size güzel bir vaidde bulunmadı mı? Bana verdiğiniz söz. sizlere çok mu uzun geldi? Yoksa bana verdiğiniz sözden cayarak, Rabbinizden kaçınılmaz bir gazabın üzerinize inmesini çabuklaştırmak mı istediniz?” diye seslendi. Üzüntü ve öfke dolu bu hitap karşısında, sapıklıkta önde giden ve bir haramın inşası için zinetlerini ateşe atan İsrailoğulları sustular. Ancak zinetlerini haramdan kurtulmak için ateşe atan İsrailogulları, kendilerini mazur göste*rebilmek ve Musa Aleyhisselam'in kabaran öfkesinden kurtulabilmek için “Biz sana verdiğimiz sözden kendi*liğimizden dönmedik. Ancak daha Önce (senden ha*bersiz) o kavmin süs eşyalarından bazı zinetler almıştık ve onları ateşe attık, böylece Samİri de attı. Böylece böğürmesi olan bir buzağıyı ortaya çıkardı. Sonra kav-mimizdeki şu kimseler bizlere böğüren buzağıyı göste*rerek “İşte, sizin de ilahınız, Musa'nın da ilahı budur; fakat o unuttu!.” dediler.” diyerek, onları suçlayıpken dilerini temize çıkarmak istediler!.
Durumu anlamaya başlayan fakat anladıkça kız*gınlığı daha da artan Musa Aleyhisselam, duyduğu kız*gınlıkla ve “Bu kavim, bu İlahi lutfa layık değildir!.” dü*şüncesiyle, elindeki levhaları bıraktı. Sonra öfke dolu bakışlarını kardeşi Harun Aleyhisselam’a çevirdi. Kar*deşine “Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve boz*guncuların yolunu tutma” demesine rağmen bütün bunlara neden, neden enge! olmamıştı ki!. Harun Aleyhisselam'ı başından, saçından ve sakalından yakalayarak kendine doğ*ru çekiştirirken, öfkenin açığa çıktığı bir sesle “Ey Ha*run!. Onların saptıklarını gördüğün zaman seni oniara müdahale etmekten alıkoyan neydi? Niye bana uymadın, emrime baş mı kaldırclın?” diye haykırdı. Derin bir üzüntü içinde olan Harun Aleyhisselam, hüzün dolu bir sesle “Ey annemin oğlu, sakalımı ve başımı tutup-yolma!. Bu topluluk beni (hırpalayarak) zayıflattı ve neredeyse beni öldüreceklerdi. Hiç olmazsa sen, düş*manları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalim kavimle bir tutma. Ben (bana tabi olanlarla birlikte bunlardan ayrılabilirdim), ancak senin “İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü önemsemedin” de*menden korktum!.” cevabını verdi.
Kardeşinin hüzün dolu bu yumuşak cevabı karşı*sında sakinleşen ve ona merhametle bakan Musa Aleyhisselam “Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merha*metli olanısın” duasında bulundu. Rahman olan Rabbimiz bu güzel duaya “Şüphesiz, buzağıyı put edinen*lere Rablerinden bir gazab ve dünya hayatında bir zillet yetişecektir. İşte biz, iftiracıları böyle cezalandırı*rız. Kötülük işleyip de bunun ardından tevbe edenler ve iman edenler ise; hiç şüphesiz senin Rabbin, bun*dan sonra elbette bağışlayandır, esirgeyendir” karşılı*ğını verdi.
Bu İlahi buyruğun ne anlama geldiğini ve Samiri gibilerini neyle müjdelediğini çok iyi anlayan Musa Aleyhisselam, o zamana kadar hiç konuşmayan Samiri'ye dönerek “Ya senin amacın nedir ey Samiri?” di*ye sordu. Dikkat edilirse Musa Aleyhisselam Samiri'ye buzağıyı nasıl yaptığını veya buzağının nasıl böğürdü günü hiç sormamıştı!. Çünkü kavmini dinledikten, bögüren buzağıyı gördükten ve onun sesini duyduktan sonra birçok şeyi anlamıştı Musa Aleyhisselam. Nite*kim bu anlayışla Samiri'ye buzağıyı nasıl yaptığını ve*ya buzağının nasıl boğürdüğünü sormamış, sadece “Amacın nedir?” diyerek bunu yapmaktaki amaç ve gayesini öğrenmek istemişti. Yaptığı işin hala arkasın*da duran Samiri ise “Ben onların görmediklerini gör*düm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp onu atıverdim. Böylelikle nefsim, bana bu yaptığımı hoş gösterdi” cevabını verdi.
Musa Aleyhisselam hiç itiraz etmedi, hiç tartış*mak istemedi Samiri'nin bu cevabını. Bu kıssa üzerin*de binlerce yıldır düşünen herkesin merakla sormak is*teyeceği “Onların görmediği neyi gördün? Hangi elçinin izinden, ne aldın?” diye, bir soru da sormadı kendisine!. Çünkü Musa Aleyhisselam anlaması gere*ken şeyin, anlaması gerektiği kadarını zaten anlamıştı. Rabbimizin Samiri'ye ne vadettiğini çok iyi bildiği için, . kendisinden bir cevap bekleyen ve belki de kendisiyle tartışmak isteyen Samiri'ye “Defol git!.” dedikten son*ra ilave etti.
“Artık sen, bütün hayatın boyunca “Bana dokun*mayın, ne olur benimle temas etmeyin” diye yalvara*caksın. Ayrıca senin için, kendisinden asla kaçınama*yacağın bir ceza günü vardır. Önünde eğildiğin, kendisine kulluk yaptığın ilahına da bir bak, biz onu mutlaka yakacağız ve sonra (toz zerreleri gibi) darma*dağın edip denize savuracağız.”
Evet, Samiri ve Samiri'nin yaptığı buzağıyla ilgili olarak bizlere Rabbimizin Kur'an-ı Kerim’de verdiği malumat bu kadardır. Zaten iman'etmemiz gereken husus da, meselenin bu genel hatlarıdır.
Samirî'nin Gördüğü Ayet Ve Buzağıdan Gelen Ses!.
Samiri kıssasını genel bir şekilde vermemize rağ*men, meselenin bu genel hatlarında bizlere sır gibi gö*züken ve müslümanlann ondört asırdır üzerinde ko*nuştukları gizemli boyutlar olduğunu elbetteki biliyo*ruz. Ancak İlahi kelamda anlayamadığımız bir hususu, illa ki anlaşılabilir kılmak için İlahi kelamın zahirinden ve Kur'an'm bütünlüğünden koparak tevil veya yo*rumlara girişmek, şiddetle sakınmamız gereken bir hu*sus olmalıdır. Mesela bu kıssayla ilgili olarak ileri sürü*len ve birçok çevre tarafından kabul gören “Buzağı heykelinin böğürmesi, heykeldeki hava olukları ve rüz*gar nedeniyledir!”. “Samiri, İsrailoğullarının görmedi*ği Cebrail'i görmüş ve onun atının izinden bir avuç al*mıştır!” veya “Samiri Musa'nın izinden yani onun öğretisinden bir avuç almış ve sonra bu ilimle veya builmi terkederek böğüren buzağıyı yapmıştır!” gibi ayet*lerin zahirinden, olayın keyfiyetinden ve Kur'an'ın bü*tünlüğünden kopuk yorumlar, bir mü'min ve müslüman olarak sakınmamız gereken yorumlardır.
“Hocam!. Kur'an-ı Kerim apaçık bir Kitab oldu*ğuna göre, bu kıssaları anlamamız veya anlamaya ça*lışmamız gerekmez mi?”
Elbetteki gerekir Fatih!. Ancak benim sözünü et*tiğim husus, Kur'an'ın bütünlüğünden ve ayetlerin za*hirinden ayrılarak zoraki yorum veya tevillere girilme*sidir. Herhangi bir ayete getirilen yorum veya tevil, Kur'an-ı Kerim'in bir başka yerindeki sadece bir ayet*le bile çelişiyorsa, bu yorum ve tevili hemen terketmemiz gerekir. Çünkü çelişkisiz bir Kitab olan Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine getireceğimiz yorumların da, her*hangi bir ayetle veya bu ayetlerin hak yorumlarıyla çe*lişmemesi şarttır. Böyle bir duruma düşmemenin en doğru ve en kolay yolu ise ayetlerin tefsir hakkını, bu hakkı öncelikle kendisinde gören ve mufassal olan Kur'an-ı Kerim'e vermektir. Allah'a tevekkül ederek düşünmek ve ayetlerin zahirinden kopmadan Kur'an bütünlüğünde derinleşmek ise biz mü'minler için vaz*geçilmez bir yaklaşım olmalıdır.
“O halde bu kıssayı nasıl anlayabiliriz?”
İlla ki anlayacağız veya açıklayacağız diye bir şart yok Merve hanım!. Bizler ayet-i kerimelere iman et*mekle ve Allah'tan yardım isteyerek düşünmekle ve araştırmakla mükellefiz. Bu çalışmalarımız karşılığında bazen bir yıl, bazen on yıl sonra netice alabileceğimiz gibi, ömrümüzün sonuna kadar hiçbir netice de alamayabiliriz. Ancak şuna iman etmeliyiz ki ayetlerin za*hirinden kopmayan ve Kur'ani istikametten ayrılma*yan bu çalışmalarımızla bir neticeye veya İlahi gerçek*liğe ulaşamasak dahi, Rabbimiz nezdinde bu çalışmalarımızın çok ciddi ecirleri vardır. Zaten bizlerin asıl gayesi de İlahi gerçekliğe uiaşamasak bile İlahi ecre nail olmak değil midir?
Evet, bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra böğüren buza*ğı kıssası konusunda, hep birlikte düşünmeye ve araş*tırmaya başlayabiliriz. Tabi ki öncelikle kıssayla ilgili olarak bizlere verilen her malumatı en küçük ayrıntısı*na kadar çok iyi almamız, çok iyi algılamamız gerekir. Çünkü bizlere bu kıssayı bildiren şanı yüce Rabbimiz, bizlere kesinlikle gereksiz veya fazla bilgi vermemiş, en küçük ayrıntıda bile anlaşılması gereken büyük hikmetler olduğuna işaret etmiştir. Şimdi böyle bir dikkat ve özen ile Rabbimizin bize verdiği malumata yani eli*mizde ne olduğuna bakalım.
1- İsrailoğulları kendilerine öfkeyle seslenen Mu*sa Aleyhisselam'a “Biz sana verdiğimiz sözden kendi*liğimizden dönmedik. Ancak daha önce o kavmin süs eşyalarından bazı zinetler almıştık ve onları ateşe attık, böylece Samiri de attı. Böylece böğürmesi olan bîr bu*zağıyı ortaya çıkardı.” diyerek, kendilerine göre çok makul olan mazeretlerini bildirmişlerdi. Bu makul ma*zeret elbetteki heykelin değerli madenlerden yapılma*sı, güzel veya görkemli olması değil, bu buzağı heyke*linin böğürmesi veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarmasıydı!.
2- Harun Aleyhisselam'ın bu böğürtüye itiraz et*memesi, bunun bir aldatmaca olduğunu söylememesi ve kavmine “Siz bununla deneniyorsunuz” demesi, bu*zağıdan böyle bir böğürtü sesinin çıktığını kendisinin de kabul ettiğini göstermektedir. Ayrıca bizlere bu ola*yı bildiren Rabbimizin “Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı” ifadesiyle yaşa*nan olayın bu boyutunu doğrulamış olması ve buzağı*yı ilah edinen İsrailoğullarına “Onun kendileriyle ko*nuşmadığını, kendilerine bir cevap vererek onları bir yola yöneitip iletmediğini ve onlara bir zarar veya fay*da sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı?” bu*yurarak, İlahi ikazını buzağının böğürüp-böğürmediği noktasında değil, ondan bîr ses çıksa da bu sesin asıl itibariyle onlarla konuşmadığı ve onları bir yola iletme*diği noktasında gerçekleştirmiştir.
3- İlk iki başlıktan buzağının gerçekten böğürdüğünü veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkardığım ka*bul ettiğimiz zaman, bunun nasıl olabileceğini ve bin*lerce İsrailoglunun şahit olduğu bu sesin nereden veya nasıl çıktığını düşünmemiz gerekir. Bu soruya en genel anlamda verebileceğimiz iki ayrı cevap vardır.
a- Buzağının böğürmesi, Allah'ın izin vermesiyle Samiri'ye ait bir iştir!. Buzağı gerçekten böğürüyorsa, bu işi bir ilim veya yetenekle; buzağı gerçekten böğurmüyor fakat insanlara böğürüyormuş gibi geliyorsa, bu işi Mısır'da öğrendiği büyü veya sihir ile gerçekleş*tirmiştir!. Tabi ki Rabbimizin bizlere olayı veriş şeklini ve ayrıntılarını dikkate aldığımız zaman, bu iki olasılığı da kabul edebilmemiz mümkün değildir. Çünkü ayetlerde bu işin Samiri'nİn ilmine değil nefsine dayanan bir iş olduğu açıkça belirtildiği gibi, büyü veya sihir ola*sılığı da yoktur. Şayet böyle bir şey söz konusu olsay*dı, Musa Aleyhisselam ile karşılaşan büyücülerin orta*ya attıkları ipler hakkında “Onlara debeleniyormuş gibi gözüktü” diyerek, olaya açıklık kazandıran Rabbimiz; bizlere bu olayı “Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı” ifadesiyle değil, “On*lara buzağıyı böğürüyormuş gibi gösterdi” ifadesiyle verirdi. Dolayısıyla buzağının böğürmesinin veya bö*ğürtüye benzeyen bir ses çıkarmasının, Samiri'nin il*miyle veya büyü ile herhangi bir ilgisi yoktur.
b- Harun Aleyhisselam kavmine “Siz bununla de*neniyorsunuz" derken, hiç kuşkusuz ki kavminin Allah tarafından denendiğini ve sınandığını bildiriyordu. Za*ten şanı yüce Rabbimiz de Musa Aleyhisselam'a “Biz senden sonra kavmini denemeden geçirdik.” buyura*rak, bu olayın İlahi bir deneme olduğunu beyan edi*yordu. Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde Rabbimizin İlahi denemelerini incelediğimiz zaman, Rahman olan Rab*bimiz hiçbir kimseyi veya hiçbir toplumu sadece batıl*la başbaşa bırakmadığını ve sadece batılla denemedi*ğini görürüz. Daha açık bir ifadeyle kişilere veya toplumlara yönelik bu İlahi denemelerin içinde, mutla*ka ve mutlaka hak olan bir çok gerçeklik bulunmakta*dır. Zaten bir kimsenin veya bir toplumun sapması da. bilinen ve görülen hak gerçekliklere rağmen batıla meyletmesi değil midir? Dolayısıyla meselenin çok önemli olan İlahi deneme boyutunu dikkate aldığımız zaman, Sünnetullah'a çok uygun olan şu yaklaşımda bulunabiliriz.
“Bu olay gerçekleşinceye kadar onlarca büyük mucize ile İsrailoğuilannın iman ve teslimiyetini dene*yen Rabbimizin, bu olayda onlara gösterdiği bir ayet ile İsrailoğuilannın isyan ve küfrünü denemiştir. Bu ne*denle buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması, İsrailoğullarını denemek isteyen Rabbi*mizin gösterdiği bir ayet, bir işarettir”
Sünnetullah'a çok uygun olan bu İiahİ deneme anlayışı, elbetteki kabul edilmesi gereken bir anlayıştır. Ancak burada cevaplamamız gereken bir soru vardır. İsrailoğullarına Rabbîmiz tarafından gösterilen bu ayet; hiçbir sebeb veya illete dayanmadan, Rabbimizin sadece “Ol” hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi midir? Bunun muhal olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Rahman olan Rabbimiz put yerine konulan bir heykele “Ol” hükmüyle böğürme sesi vermekten münezzeh olduğu gibi; şayet buzağının böğürmesi sadece “Ol” hükmün*den kaynaklansaydı, Samirİ'nin elçinin izinden bir avuç alması ve onu ateşe atması gibi verilen bilgilerin hiçbir önemi kalmazdı. Dolayısıyla buzağının böğür*mesi veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarması, Rab*bimizin “Ol” hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi değil; İlahi gerçekliğini kendi içinde barındıran ilmi bir ayet veya sıradışı bir hadiseydi.
Hocam, bu ilmi ayet neydi?
İşte cevaplamamız gereken soru budur Fatih. Bu*nun cevabıyla ilgili olarak bize verilen ayrıntılar ise Samîri'nin “Ben onların görmediğini gördüm, böylece elçinin İzinden bir avuç aldım. Sonra onu ateşe attım ve bunu bana nefsim hoş gösterdi.” sözleridir. Yani aradığımız cevap, Rabbimizin bizlere önemle ve ısrar*la bildirdiği bu sözlerde, bu ayrıntılarda gizlidir. Tabi ki aradığımız cevabı Rabbimizin izni ve İutfuyla bulmaya çalışırken, kavmine dönen ve kavmini dinledikten son*ra buzağı heykelini gören, onun sesini duyan Musa AleyhisselanVın sıradışı'bu olaydan niye etkilenmediği*ni, Samiri'ye “Sen ne gördün? Hangi elçinin izinden ne aldın ve bunu nasıl yaptın?” gibi soruları neden sor*madığını, buzağıyı niye tekrar ateşte eritip, onu parça*larına ayırdığını ve olay deniz kenarında geçmemesine rağmen toz haline getirilen bu parçaların niye denize götürülüp, denize savurduğunu da dikkate almamız gerekir.
Evet, bütün bunları Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde dik*kate alarak, Samiri'nin “Ben onların, görmediğini gör*düm ve elçinin izinden bir avuç aldım” sözünü düşün*meye başlayalım. Farklı bir kıraatle okunduğu zaman “Ben sizin görmediğinizi gördüm” anlamını kazanarak Musa Aleyhisselam'ı da kapsayabilecek olan bu ifa*deyle, Samîri ne demek İstemişti? İsrailoğullarının gör*mediği neyi görmüş ve hangi elçinin izinden bir avuç ne almıştı? Burada hiçbir delile dayanmadan er-resul kelimesiyle kastedilen elçinin Cebrail Aleyhisseiam ol*duğunu söylemek ve Hz. Ali Radyallahu anha veya İbn Abbas'a nisbet edilen rivayetleri kabul edebilmek mümkün değildir. Çünkü-Rabbim rahmet eylesin Razi'nin de belirttiği üzere Cebrail Aleyhisselam'ın Resul ismiyle anılması yaygın olmadığı gibi, olayın öncesinde ondan bahsedilmemiştir ki er-resul kelimesinin ba*şındaki lam-ı tarif, ona bir işaret veya ona bir gönder*me sayılabilsin. Dolayısıyla er-resul (malum veya bili*nen resul) ifadesiyle, bu olayın içindeki resul yani Musa Aleyhisselam kastedilmektedir.
Peki Samiri, Musa Aleyhisselam'in izinde, İsrailoğullarının görmediği neyi görmüş ve bir avuç ne almıştı? Razi'nin desteklediği ve günümüzdeki birçok araştırmacı*nın kabul ettiği Ebu Müslim'in görüşüne göre; ayette*ki “Elçinin izinden bir avuç aldım'” ifadesiyle, “Musa Ateyhisselam'm izinden, onun öğretisinden yani onun sünnetinden ve kendisiyle emrolunduğu şeylerden bir avuç aldığı” kastedilmiştir. Dolayısıyla Samiri Musa Aleyhisselam’a verdiği cevapta “Ey Resul. Ben senin izinden yani senin sünnetinden ve dininden bir şeyler kaptım ve onu attım” demek istemiştir. Tabi ki bize göre çok muallakta kalan ve ayetlerin zahirinden ko*puk olan bu görüşü de kabul edemeyiz. Çünkü ayet-i kerimelerin açık anlamlarında resulün izinden avuçla bir şey alındığı ve elle tutulabilen bu somut şeyin ate*şe atıldığı bildirilmektedir.
Şimdi ayetlerin zahirine ve Kur'an'm bütünlüğü*ne uygun görmediğimiz bütün bu yaklaşımları bir ke*nara bırakarak, söz konusu ayetlerin açık ve zahir ma*naları üzerinde düşünelim. Samiri resulün izinde yani Musa Aleyhisselam'm ayağıyla bastığı bir yerde, İsrailoğullarının görmediği sıradışı bir şey görmüş ve o iz*den bir avuç almıştır. Bizler gibi yerde yürüyen bir in*san olan Musa Aleyhisselam'ın, Samirî'nin “Ben onların görmediğini gördüm” dediği an bastığı yer bir kaya olsa. o kayadaki izinden bir avuç alınamayacağı için, o an bastığı yerin avuçla alınabilecek toprak veya kum olduğunu anlayabiliriz. Tabi ki cevaplamamız ge*reken soru. Musa Aleyhisselam'ın bastığı bu toprakta Samiri'nin nasıl bir şey gördüğüdür. Çünkü Samiri “Ben onların görmediğini gördüm” derken, Musa Aleyhisselam’ın bastığı ve iz bıraktığı bu toprakta ola*ğanüstü bir şey gördüğünü bildirmektedir. Kur'an-ı Kerim'de Rabbİmizin de “O, Öyle gördüğünü zannetti!” diyerek tekzip etmediği bir gerçek olan bu sıradışı du*rum neydi? Samiri'nin yerin her tarafında değil, sade*ce Musa Aleyhîsselam'ın bastığı yerde gördüğü bu ola*ğanüstü durum neyin nesiydi?
Musa Aleyhisselam'ın bastığı toprakta olağanüstü bir durum veya mucizevi bir hal varsa; Kur'an-ı Kerim’deki peygamber tanımını dikkate alan mü'minler olarak, topraktaki bu olağanüstü durumu Musa Aley*hisselam'ın bu toprağa ayağıyla basmasına bağlama*mamız gerekir. Çünkü her insan gibi yeryüzünde gezi*nen bir beşer olan peygamberlerin bastığı yerlerin, ayak basma ile olağanüstü bir hal veya mucizevi bir özellik kazanacağını düşünemeyiz. Dolayısıyla Musa Aleyhisselam'ın bastığı toprakta sadece Samiri'nin gördüğü bu olağanüstü durum, Musa Aleyhisselam'dan veya onun basmasından değil, toprağın bizzat kendisinden kaynaklanması gereken bir durumdur.
Rabbimizin yardımıyla düşüncelerimiz bu noktaya geldiği zaman, Kur'an-ı Kerim'deki Musa Aleyhisse*lam kıssasını baştan sona tekrar gözden geçiriyor ve Musa Aleyhisselam’ın bu kıssa boyunca bastığı hangi toprakta olağanüstü bir durum veya mucizevi bir hal olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Musa Aleyhİsselam Tur-u Sina'ya ilk çıktığında, şanı yüce Rabbimiz “Ey Musa, ben senin Rabbinim. Ateşte olanlar da, çevre*sinde bulunanlar da mübarek kılınmıştır. Ayakkabıları*nı çıkar, çünkü kutsal vadi olan Tuva'dasın.” buyur*muştu. Bu İlahi hitaptan söz konusu yerin kutsal olduğunu hiç kuşkusuz kabul etmemize rağmen, Samiri'nin gördüğü mucizevi toprağın burada olamayacağı*nı çünkü Musa Aieyhisselam'ın Tur-u Sina'ya tek başı*na çıktığını biliyoruz.
Musa Aleyhisselam kıssasını bir bütün oîarak tek*rar gözden geçirirken “Musa Aleyhİsselam'm bastığı ve Samirİ'nin gördüğü bu mucizevi toprak neresidir?” sorumuzun, tek bir cevapla karşılaştığını görüyoruz.
“Deniz yarıldıktan sonra denizin dibinde açılan kupkuru yoldaki toprak.”
“Gerçekten çok güzel bir cevap ve çok güzel bir tesbit Veli. Peki bu sonuca nasıl vardın veya o toprak*ta Samiri'nin gördüğü mucizevi durum neydi?”
“Orada bir mucize yaşandığını dikkate alarak bu sonuca vardım. Ama Samiri'nİn ne gördüğünü bilmi*yorum!.”
Bu da güzel!. Şimdi Samiri'nin ne gördüğünü hep birlikte anlamaya çalışalım. Bu önemli sorumuzun, önemli cevabını bulabilmemiz için, yine Kur'an-ı Ke*rim bütünlüğünde Rabbimizin tüm mucizelerini gözden geçirmemiz gerekir. Rabbimizin Kur'an'da zikret*tiği mucizelerin bir kısmı ilime, sebeb ve illete dayanır*ken; maddenin tabiatına aykırı mucizeler ise sadece Rabbimizin söz konusu maddeye yönelttiği kesin emire dayanmaktadır. Mesela ateş, yaratılışı icabı yakıcı olmasına rağmen Rabbimizin “İbrahim'e karşı serin ve esenlik ol” emriyle, asıl itibariyle yakıcı olan ateş, İbra*him Aleyhisselam'a karşı serin olmuştur. Ayna şekilde Nuh tufanında da. Rabbimizin yere ve göğe yönelik emirleri vardır. Nitekim tufanın bitiminde de yere ve göğe iıEy yer suyunu yut, ey gök sen de tut” emrinin verilmesi, bizlere bu gibi mucizelerin üst planını gös*termektedir. Bazen de söz konusu mucizelere ilişkin yaratılmış maddeye yönelik bu gibi emirler; İsa Aley*hisselam örneğinde görüleceği gibi Rabbimizin izin ve dilemesiyle peygamberler tarafından verilmektedir.
Bunlardan hareketle denizin yarılması ve kupku*ru bir yol açılması mucizesine geldiğimiz zaman, bu mucizelerin gerçekleşmesinde denize ve toprağa veri*len İki ayrı emir vardır. Denize yarılmasını ve arasında güvenli bir boşluk bırakarak ikiye ayrılması emredilir-ken; deniz suyunu içine çektiği için bir çamur halinde olan toprağa da, kupkuru olabilmesi İçin suyunu he*men bırakması emredilmiştir. Denize ve deniz dibinde*ki toprağa yönelik bu iki ayrı emirin; dolaysız olarak Rabbimiz tarafından mı, yoksa Rabbimizin izniyle Mu*sa Aleyhİsselam tarafından mı verildiği, ayet-i kerime*lerde açıkça belirtilmemektedir. Ancak şanı yüce Rab*bimizin, Musa Aleyhisselam'a “Kullarıma denizde kuru bir yol aç. (Denizi geçtikten sonra bile) Mutlaka izleneçeksiniz. Yetişilmekten korkma. Denizi kendi halinde açık bırak. Çünkü onlar boğulacak olanlardır.” buyru*ğunu düşündüğümüzde; denizin yarılmasına ve kuru bir yol açılmasına yönelik emirlerin, Rabbimizin izniy*le Musa Aleyhisselam'a verildiği kanaati ciddi bir ağırlık kazanmaktadır.
Evet, gerçekleşen bu mucizelerin Kur'an-ı Kerim'de be*lirtilen üst planını dikkate aldığımızda, denize ve deniz dibindeki toprağa yönelik bu emirlerin verildiğini anla*yabiliyoruz. Şimdi bu anlayışla, mucizenin gerçekleşti*ği o zamana geri dönelim. Bildiğiniz gibi mevcut tari*hi rivayetlerin aksine, Musa Aleyhisselam'ın deniz kenarına gelince durmadığını, orada durup “Asanla denize vur” hitabını beklemediğini ve denize girerek su boğazına gelesiye kadar yürüdüğünü söylemiştik. Bu*nu söylerken hem Kur'an-ı Kerim'deki peygamber ta*nımından hareketle peygamberlerin kendilerine göste*rilen yolda son noktaya kadar gittiklerini ve İlahi yardımın bu son noktada geldiğini dikkate almış, hem de bu Samiri olayını göz önünde tutmuştuk. Çünkü Musa Aleyhisselam denize girip, su boğazına gelesiye kadar denizde yürümeseydi, Samiri İsrailoğullarının görmediği o şeyi göremeyecekti!. Zaten söz konusu tarihi rivayetleri doğru kabul ettiğim dönemlerde, Samiri'nin göremeyeceği şeyi ben de görememiş ve bu tarihi olayın mahiyetini anlayamamıştım.
Şimdi mucize anma tekrar geri dönüyoruz. Rab*bimizin gösterdiği yolda son noktaya kadar yürüyen ve suların boğaza geldiği bu son noktada kendisinden razı ve hoşnut olan “Rabbimizin denize vur” em*riyle karşılaşan Musa Aleyhisselam, asasıyia denize vurmuş ve söz konusu mucizeler gerçekleşmişti. Deniz yarılmış ve her parçası bir dağ gibi olmuştu. Firavun ordularının yetişeceği korkusuyla, kendileri için açılan bu kupkuru yola giren İsrailoğulları, bir yandan yürü*yorlar ve bir yandan da üzerlerine kapanıvereceğinden korktukları, her parçası koca bir dağ gibi olan su kütlesine bakıyorlardı!. Çünkü koskoca bir dağ gibi olan bu su kütlelerinin önünde, bunları tutabilecek olan hiç*bir set, hiçbir engel yoktu!.
Suların kapanıvereceğinden korkup-endişe eden bu İsrailoğulları arasındaki bir kişide yani Samiri'de, bu büyüklükte bir korku ve endîşe yoktu!. Mısır'da gördü*ğü ayet ve mucizelerle Musa Aleyhisselam'a bakışı değişen Samiri, tedbirli bir İnsan olarak kendisine göre en güvenli bir yerde, yani Musa Aleyhisselam'm he*men arkasında yürüyordu. Çünkü ikiye yarılan denizin herhangi bir yeri kapanacak bile olsa; denizin kapana*cağı bu yer, denizi asasıyia ikiye ayıran Musa Aleyhisselam'ın bulunduğu yer olmazdı!.
Kendisine çok akıllıca gözüken böyle bir tedbir ile Musa AleyhisselanVın hemen arkasından yürüyen Sa*miri, herkes gibi iki tarafta birer dağ gibi yükselen de*nizden ziyade, yaşanan mucizenin bir diğer boyutu olan kupkuru toprağa da bakıyordu. Normal şartlarda bîr balçık, bir çamur deryası olması gereken toprak, gerçekten kupkuruydu!. Samiri'nin hayretle toprağa bakan gözleri, daha büyük bir hayretle büyümeye baş*ladı. Çünkü Musa Aleyhisselam'in bastığı toprakta ve topraktaki izinde, Harun Aleyhisselam da dahil olmak üzere diğer İsrailoğullarının izlerinde olmayan olağa*nüstü bir hal, siradışı bir durum vardı!.
Bu sıradışı durumun ne olduğunu anlayabilmemiz için, deniz yanldığı ve mucizeler gerçekleştiği an, Mu*sa Aleyhisselam'in nerede ve nasıl bir durumda oldu*ğunu dikkate almamız gerekir. Mucize gerçekleştiği an denizin içinde olan Musa Aleyhisselam, deniz yarılıp-kupkuru bir yol açıldığı zaman elbetteki boğazına ka*dar bir ıslaklık içindeydi. Böyle bir durumda kupkuru yolda yürürken, vücudundan ve elbiselerinden süzülen sular nedeniyle bastığı yer ıslanıyordu. Ancak denizin dibinde kupkuru bir yol açılabilmesi için “Suyunu bı*rak” emrine muhatap olan toprak, Musa Aleyhisselam’ın izindeki bu ıslaklığı da kabul etmiyor ve üzerin*deki bu suyu da çok sıradışı bir şekilde dışına gönderiyordu. Dolayısıyla ayak izlerinin hemen üzerinde toprakla temas etmeyen, toprağın itici gücüyle titreşen ve güneşle ışıldayan ince bir su tabakası oluşuyordu. İşte hiç kimsenin görmediği veya farkedemediği bu sıradışı durumu, şanı yüce Rabbimiz Samiri'ye göstermişti. Samiri her ne kadar “Ben onla*rın görmediğini gördüm” diyerek, bunu kendi nefsine nisbet etse de, ona bu ayeti gösteren ve görmesini na*sip eden Rabbimizdi. Çünkü A'raf süresindeki Bel'am zihniyetiyle ilgili ayet-i kerimelerde kastedilen öncelik*li kişi, Samiri'nin ta kendisidir.
“Onlara (İsrailoğullarına), kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp uzaklaşmış, şeytan da onu arkasına takmıştı. O da so*nunda azgınlardan oluvermişti.”,“Eğer dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Fakat o yere saplandı ve kendi nevasına uydu. Onun durumu, üs*tüne varsan da bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpe*ğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan toplulu*ğun durumu budur. Artık sen kıssaları anlat, belki iyice düşünürler.” [1]
İsrailoğullarıyla birlikte birçok ayete gene! olarak şahit olan Samiri, toprakta gerçekleşen bu mucizevi duruma da özel olarak şahit olmuştu. Böyle bir ayete şahit olan temiz vicdan ve temiz akıl sahibi bir insanın, hiç kuşkusuz ki iman dolu bir kalple Allah'a yönelme*si ve Allah'ı tenzih etmesi gerekirdi. Çünkü Allah'ın emri karşısında-cansız ve şuursuz gözüken- toprak bi*le görevini yerine getiriyor, aldığı İlahi emirden sonra üzerindeki en küçük bir ıslaklığa veya hafif bir neme dahi tahammül etmiyor, edemiyordu.
Topraktaki bu teslimiyeti gördükten sonra iman dolu bir kalple Allah'a yönelmesi ve Allah'a hamdetmesi gereken Samiri, ne yazık ki hevasina uymuş ve kendisini yüceltecek böyle bir imandan sıyrılıp-uzaklaşmıştı!. Musa Aleyhisselam'in izindeki mucizevi durumu gördükten sonra yüzünü semaya dönerek ve bu muci*zeyi yaratan Allah'ı tenzih ederek kendisini, kendi kul*luğunu, kendi kimlik ve kişiliğini yüceltmesi gerekir*ken, ayet-î kerimede de belirtildiği gibi yüzünü mucizeye dönmüş ve nevasına uyarak avucuyla yere saplanıvermişti!.
Mucizeyi yaratan Allah'a değil, mucizenin yaşandığı toprağa yönelerek, aklını ve fikrini bu olağanüstü toprağa saplayan Samiri, kendi*sine göre çok sıradışı olan bu mucizevi topraktan bir avuç almış ve büyük bir olasılıkla bu toprağı bir kese*ye veya bir çıkma koymuştu. Daha sonra deniz geçil*miş ve kendilerini takip eden Firavun orduları bu deni*zin içine tamemen girince, ikinci bir emir ile deniz kapanıvermişti. Tabi ki denizin yarılmasında olduğu gibi kapanmasında da, denize ve toprağa verilen ikin*ci bir emir vardı. Daha açık bir ifadeyle denize kapan*ması emredilirken, toprağa da artık suyunu yutması ve tutması emredilmişti. Nitekim bu İlahi emir ile deniz kapanmış ve denizin dibindeki toprak da suyunu yut*muştu.
Ancak, aldığı bu İlahi emri yerine getiremeyen bir avuç*luk bir toprak vardı. Samiri'nin kesesinde veya çıkının*da bulunan bu toprak, söz konusu İlahi emri almasına rağmen kendi yerinden, kendi bütünlüğünden koparıldığı için bu İlahi emiri yerine getiremiyordu!. İşin daha tuhaf ve daha hazin tarafı, İlahi emri yerine getireme*menin safiyane sıkıntısını yaşayan bu toprak, Samiri tarafından eriyen bir madenin içine atılmış ve insanla*rın tapındığı bir put olarak dökülmüştü!. İman ve ihlas ile kendilerini bu bir avuçluk toprağın yerine koyanlar, hiç kuşkum yok ki buzağı heykelinden gelen sesi duy*maya ve Tur'dan dönen Musa Aleyhisselam gibi bu se*sin o topraktan gelen bir feryat, bir inilti olduğunu an*lamaya başlamışlardır.
Toprak ağlar mı, toprak inler mi gibi sorular, Kur'an-ı Kerim'de açıkça cevabını bulan sorulardır. Mesela şanı yüce Rabbimiz, Firavun ve orduları boğulduktan sonra “Onların haline yer ve gök ağlamadı” buyurarak, salih in*sanlar İçin yerin ve göğün ağladığına, ağlayabileceğine açıkça işaret etmiştir. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de çok sayıda ayet vardır. Nitekim Musa Aleyhisselam kıssasının yoğunlukta olduğu İsra suresinde de;
“Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu teşbih etmektedir; O'nu övgü ile teşbih etmeyken hiçbir şey yoktur, ancak siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Şüphe yok, O hakim olandır, bağışlayandır.” [2] buyuran Rabbimiz, yeryüzündeki yaratılmış her şey,gibi dağların ve taşla*rın bile Allah'ı teşbih ettiklerini ancak biz İnsanların bu tesbihatı duymadığımızı bildirmektedir.
Davud ve Süleyman Aleyhisselam gibi bazı seçkin kullarına bu tesbihatı duyuran Rabbimiz, İlahi bir dene*me gereği topraktan gelen bu feryat ve iniltiyi de İsrailoğullarına duyurmuştur. Dikkat edilirse şanı yüce Rabbimiz İsrailoğuIIannı bir batıl ile değil, yine bir hak ile denemekte ve onlara hak olan bu feryadı duyur*maktadır. Fakat onlar eşyanın tabiatına aykırı gözüken bu hakkı, bu ayeti, bu mucizeyi, eşyayı yaratan ve mu*cizelerin yegane Sahibi olan Allah'tan bilmeleri gere*kirken; bu mucizeyi kendileriyle konuşmayan, kendile*rini bir yola yöneltip-iletmeyen buzağıdan bilmişler ve “İşte sizin İlahınız ye Musa'nın İlahi budur” diyen sapıklara uyarak, bu buzağıya ibadet etmeye başlamış*lardır.
Ortaya konulan buzağı böğürdüğü veya böğürtü*ye benzer bir ses çıkardığı zaman, hiç kuşkunuz olma*sın ki bu durumun olağanüstü bir ayet. bir işaret oldu*ğunu en iyi anlayan kişi, yine Samiri’nin ta kendisiydi.
Çünkü Samiri, buzağıdan gelen sesin kendisiyle, ken*di ilmiyle veya kendi yeteneğiyle hiçbir ilgisinin olma*dığını çok iyi biliyordu. Ancak nefs ve hevasına uyan Samiri. Rabbimizin kendisine gösterdiği bu ayeti de anlamak istememiş ve kendisini, sapıklıkta önde gi*denlerin küfri tezahüratına bırakmıştı!. Herkesin hay*ret ve hayranlıkla baktığı boğüren buzağı kendisine, kendi ustalığına nisbet ediliyor ve bu nisbet haksız ye*re büyüklenen Samirİ'nin nefs ve hevasına çok hoş ge*liyordu!. Hem Samiri'nin ve hem de İsrailoğullarımn bu sapkınlığı üzerine, şanı yüce Rabbimizin;
“Yeryü*zünde haksız yere büyüklük taslayanlan ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inan*mazlar; dosdoğru yolu da görseler, onu yol olarak be*nimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise, onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalan say*maları ve onlardan gafil olmaları dolay ısıyladır.” [3] buyruğu gerçekleşmiş oluyordu.
Rabbisiyle görüştükten sonra kavmine dönen Musa Aleyhisselam'ın, kardeşi Harun Aleyhisselam'dan farklı olarak buzağıdan gelen bu sesi nasıl ta*nıdığı ve olayın mahiyetini nasıl anladığı ise elbetteki dikkate alınması gereken bir diğer hususdur. Bildiğiniz gibi şanı yüce Rabbimiz Musa Aleyhisselam iie bir per*de arkasından konuşmuş ve Musa Aleyhisselam'a ağaçtan seslenilmişti. Tabi ki bu konuşmanın nasıl ol*duğunu, kendisine ağaçtan seslenilen Musa Aleyhisselam'ın bu sesi nasıl duyup-nasıl anlayabildiğini bilmiyo*ruz. Musa Aleyhisselam ya bu konuşma ile Harun Aleyhisselam'dan farklı bir duyuma ulaşmış; ya da deniz mucizesi, gerçekleşirken, denize ve toprağa yönelik emirler Rabbimizin izniyle Musa Aleyhisselam tarafın*dan verildiği için, şanı yüce Rabbimiz deniz ve toprak ile Musa Aleyhisselam arasında olması gerekli böyle bir duyumsal ilişkiyi gerçekleştirmiştir.
Çünkü olayın sonucuna baktığımız zaman, Musa Aleyhisselam'ın bütün olup-biteni çok iyi anladığını ve ne yapılması gerektiğini çok iyi bildiğini görüyoruz. Nitekim tekrar ateş yakması, heykeli erit*mesi ve içindekileri ayrıştırdıktan sonra olayın yaşan*dığı yerdeki çöle değil, özellikle deniz kenarına dönü*lerek denize savrulması ve (bunlar yapılmasaydı belki de kıyamete kadar inleyecek olan) bu bir avuç topra*ğın Allah'ın emrini yerine getirebileceği kendi bütünlü*ğüne kavuşturması, Musa Aleyhisselam'ın yaşanan olaya ne derece vakıf olduğunu göstermektedir. Elbet*teki;
“Onların yapmakta oldukları her işin önüne geçtik, böylece onu savurulmuş toz zen eleri kıltverdik.” [4] buyuran Rabbimizin de yol gösterdiği ve onayladığı bir eylemdir bu.
Samiri'nin dünyevi azabı konusunda Rabbimiz köpek örneğini vermiş ve “Onun durumu, üstüne var-san da-bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin du*rumu gibidir.” buyurmuştu. Köpeklerin dillerini dışarı sarkıtarak solumaları, derisinden terleyemeyen köpek*lerin, vücutlarını serinletebilmek için ağız yoluyla terle*meleridir. Normaî şartlarda üzerlerine gidilip-koşturuldukları zaman dillerini dışarı sarkıtıp solumaya başlayan köpeklerin, üzerlerine varılmadığı yani dur*dukları yerde de dillerini dışarı sarkıtıp soluyorlarsa, bunun yegane nedeni şiddetli sıcak ve vücutta hissedi*len yüksek harerettir. Rabbimizin verdiği bu örnekten hareketle Musa Aleyhisselarn'ın Samiri'ye söylediği “Defol git!. Artık sen, bütün hayatın boyunca “Bana dokunmayın, ne olur benimle temas etmeyin” diye yalvaracaksın.” sözlerini dikkate aldığımız zaman, Sa*miri'nin gerçekten yakıcı bir hareret içinde olduğunu ve kendisine temas edildiği zaman bu hareretin çok daha fazla yükseldiğini anlamamız zor olmayacaktır.
Peki Samiri'nin karşılaştığı bu dünyevi azabın, acaba kendi eliyle yaptıklarıyla ve özellikle söz konusu toprakla bîr ilgisi var mıydı? Bu soruya kesin bir cevap vermemekle beraber, Samiri'nin eriyen madenin içine söz konusu toprağı eliyle atarken, “Suyunu yuf emri*ne muhatap olan bu toprağa cildinin temas ettiğini ve İlahi emri yerine getirememenin şiddetli zorluğunu ya*şayan bu toprağın, temas ettiği vücuda nasıl bir etki yapabileceğini ve vücudun nemini nasıl etkileyebilece*ğini dikkate almamızda fayda vardır. Bunları söyledik*ten sonra son söz olarak “Allah-u alem” diyor ve kıs*sayla ilgili bu sözlerimizi bitiriyoruz.
“Hocam, asırlardır anlaşılmayan bir kıssayı anla*mış olduk.”
“Evet Fatih!. Rabbimizin lutfuyla Samiri'nin gördü*ğü ayetleri, sizler de görmüş oldunuz. Ancak bu du*rumda geçmiş müslümanları ve müfessirleri kastede*rek “Biz onların görmediğini gördük” demekten ve nefsi bir büyüklenmekle Samiri'ye benzemekten Rabbinize sığınmanız gerekir. Hiç kuşkusuz ki bu ayetleri sizlere ve bizlere gösteren, görmemizi ve anlamamızı nasip eden Rabbimizdir. Ayrıca bu ayetleri görmeniz, sevinmeniz gereken bir durum da değildir. Çünkü Sa*miri'nin de gördüğü bu ayetlerden sonra yüzünüzü tam bir iman ve teslimiyetle Allah'a dönerek kulluğu*nuzu yüceltmeniz söz konusu olduğu gibi, sadece gör*düklerinize saplanarak zelil ve hakir bir duruma düş*meniz de söz konusudur. Zaten Samiri kıssasını iyice anlamışsanız, Allah'ın ayetlerini görmenin bir üstünlük olmadığını ve ası! imtihanın bu ayetleri gördükten son*ra başladığını anlamanız gerekir.”
Samiri'nin ve İsrailoğullarının imtihanını dikkate aldığımız zaman, açıkça şahit oldukları ayet ve muci*zelerle Tur-u Sina'nın eteklerine kadar gelen bu insan*ların, şahit oldukları ayetlere karşı büyüklenerek ge*rekli iman ve teslimiyeti göstermediklerinde, bir başka ayetle yoldan çıktıklarını görüyoruz. Çünkü iman ve teslimiyet. Allah'a kullukla mükellef olan biz müslümanlarda birbirinden ayrılmaması gereken hasletler*dir. Gördükleri ayetlerle iman eden ancak teslim olma*yanlar ile, gördükleri ayetlerle teslim olup iman etmeyenler, ne yazık ki gördükleri ancak batıl bir şekil*de yorumlayacakları bir başka ayet ile bu tek taraflı İman veya teslimiyetlerini kaybedebilmektedirler.
Allah'tan korkan bir mü'min, bir müslüman olarak, bu çok önemli konuda ger*çekten çok dikkatli olmalıyız. Çünkü Rabbimizin izniy*le anladığımız ve az da olsa hikmetini kavradığımız bu kıssada, biz müslümanlara verilen en önemli mesaj bu*dur. Ayetlerle hidayet bulanlar, bu hidayete gerekli tes*limiyeti göstermedikleri zaman bir başka ayetle yoldan çıkabilmektedirler. Bu çok tehlikeli ve çok riskli du*rum, hem toplumlar ve hem de kişiler için geçerlidir. Özellikle Kur'an araştırmalarında bulunan ve Rabbimizin izniyle birçok ayetin hak anlamına vakıf olan müslümanların, anladıkları bu hakka mutlaka ve mutlaka tesüm olmaları ve yaşamaya çalışmaları gere*kir. Diğer insanların bilmediklerini bilme, görmedikle*rini görme sevdasıyla sadece ilmi araştırmalara yönelenler ve kendilerini kurtaracak yegane şey olan iman ve salih ameli unutanlar, her an karşılaşabilecekleri ve hak veçhesini anlayamayacakları veya batıla yorumla*yacakları bir başka ayet ile Samiri durumuna düşebile*cek insanlardır. Ahir zamandaki ismi Deccal olan bu Samiri'ler, insanlara gösterecekleri sıradışı olaylarla kendileri saptıkları gibi, ne yazık ki geniş halk kitleleri*ni de saptırabileceklerdir.
Bu kıssanın Rabbimizin lutfuyla günümüzde açık*lık kazanması, belki de günümüz insanlarının yakın za*manda karşılaşabilecekleri çağdaş Samiri'lere yani Deccal'e karşı uyanık ve tedbirli olmalarını amaçla*maktadır. Ahir zamanda çıkacağı bildirilen Deccal ne yaparsa yapsın, insanlara hangi sıradışı olayları göste*rirse göstersin, Allah'a ve Allah'ın ayetlerine iman eden insanların dikkat etmeleri gereken husus, bu ki*şinin hangi yolda olduğu ve insanları hangi yola davet ettiği olmalıdır. Zaten şanı yüce Rabbimizin de, bu sı*radışı olayla karşılaşan İsrailoğuilarına söylediği söz ve buyurduğu İlahi nasihat bu değil miydi?
Evet, böğüren buzağı hakkındaki bu çok kısa açıklama*dan sonra Samiri olayındaki ayetleri görme sevinciyle
değil, Samiri ve takipçilerinin durumuna düşme korku*suyla salih amellere daha sıkı sarılıyor ve İman dolu yüreğimizle Rabbimize yönelerek “Yedi kat gök ve onla*rın örttüklerinin, yedi kat yer ve onların yükselttiklerinin, şeytanlar ve onların saptırdıklarının Rabbi olan Allah'ım. Samiri ve takipçilerinin durumu*na düşmekten bizleri körü. Senin himayen güçlü, şa*nın yücedir. Senden başka İlah yoktur” diyoruz. Elhamdülillahirabbilalemin..
DİP NOTLAR VE KAYNAK KİTAP.
[1] A-raf: 7/175.176.
[2] İsra: 17/44.
[3] A-raf: 7/146.
[4] Furkan: 25/23
KİTAP.BEKLENEN MÜSLÜMANLARA 3.[MEHMED ALAGAŞ]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder