17 Mayıs 2012 Perşembe

ZUL KARNEYN’İN İZİNDE…

BÖLÜM-3 Tek yönlü zaman yolcusu Zul Karneyn'den, günümüze ulaşabildiğini düşündüğümüz antik teknolojilerin izini sürmeye devam ediyoruz…  Antikythera, 1902 yılında Ege denizinde Girit adası yakınlarında sünger avcıları tarafından bir Roma gemi...
BÖLÜM-3
Tek yönlü zaman yolcusu Zul Karneyn'den, günümüze ulaşabildiğini düşündüğümüz antik teknolojilerin izini sürmeye devam ediyoruz… 
Antikythera, 1902 yılında Ege denizinde Girit adası yakınlarında sünger avcıları tarafından bir Roma gemi batığında bulunmuştur. İsmini ise bulunduğu bölge olan Girit'in kuzey batısındaki Antikythera adasından alır…

Çok sayıda parçadan oluşan cihazın ahşaptan dolap gibi bir kutunun içine monteli olarak tasarlandığı düşünülüyor. Cihazın, yapıldığı tarih ile ilgili kafa karışıklığı halen giderilmiş değil, çünkü bu mekanizmanın MÖ. 2. yüzyıla ait bir gemi batığında bulunmuş olmasına karşın, ne zaman üretildiğine dair hiç bir belge veya bulgu söz konusu değil… Bu mekanizmanın o döneme ait bir gemi batığında bulunması, şüphesiz o dönemde üretildiğini ispat etmez… Ancak takip eden 1000 yıl için dahi en karmaşık makine olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Cihazın elle çevrilen bir kolla çalıştığı varsayılmakta.
Dilerseniz konunun detayını, İngiliz bilim dergisi Nature'da yayınlanan bir makaleden okuyalım…


Cardiff Üniversitesi’nden Mike Edmunds yaptığı araştırmada, ‘Antikythera’ cihazının Güneş ve Ay tutulmalarını Dünya, Ay ve Güneş’in birbirlerine konumundan tahmin edilmesine yaradığını öne sürüyor.
Edmunds ve ekibi, gelişmiş tomografi tarayıcıları yardımıyla cihazın içindeki mekanizmanın bir çizimini çıkardı. Bu çizim sayesinde parçaların şekli ve yapısı, parçaların birbirlerine nasıl kenetlendiği ve işlevleri çıkarıldı. Bilim insanları ayrıca mekanizmanın içinde metal kısımlarda büyük ihtimalle ustaların işlediği yazıların da dökümünü aldı.
Edmunds, mekanizmanın modern kol saatlerinden çok daha komplike bir yapıya sahip olduğunu vurguluyor. Edmunds’a göre Antikythera mekanizması uzun ve köklü bir geleneğin ürünü. Edmunds ve ekibi mekanizmanın bir modelini çıkararak, kullanım ve işlevini pratik anlamda sınamak için çalışmalarına devam etmekteler. 

Araştırmaya katılan Selanik’teki Aristoteles Üniversitesi profesörü John Seiradakis, şimdiye dek mekanizmaya ait 81 parçanın çıktığını, bunların 30’unun el yapımı bronz olduğu ve en büyük parçada da 27 adet dişli bulunduğunu ifade etti. Seiradakis mekanizmanın bazı parçalarının hala kayıp olduğunu da sözlerine ekledi.
Antikythera mekanizmasına dair yazılı kaynaklarda bazı referanslar bulunuyor, ancak Edmunds’a göre mekanizmanın gizemi yine de sürüyor, çünkü şimdiye dek başka bir örneği bulunmuş değil. Edmunds yeni örneklerin yine artik gemi batıklarından çıkarıla bileceğini umuyor. 
İngiliz bilim tarihçisi Derek Solla Price’a göre Antikythera mekanizmasının bir astronomi saati olması muhtemel, zira o zamanlarda tarım işleri ve dini festivaller bu dönemler baz alınarak düzenleniyordu. Londra Imperial College uzmanı Michael Wright ise, Antikythera mekanizmasının Yunan Zodyak dönencesi, Mısır takvimi ve Ay’ın dönemlerini gösteren bir saat olduğunu öne sürmüştü.
 Kendisi de bir astronomi profesörü olan Edmunds, Antikythera’nın aynı zamanda gezegenlerin hareket ve Dünya’ya konumlarını gösteren astronomik bir pusula olduğunu düşünüyor, zira cihazın içinde ‘Venüs’ ve ‘konum’ anlamına gelen işaretler olduğu düşünülüyor. Edmunds, cihazın Venüs ve Merkür’ün konumlarını gösterdiğini belirtiyor. Cihazın 72 parçadan oluşan bir replikasını yapan Michael Wright ise, Antikythera’nın Mars, Jüpiter ve Satürn gibi uzak gezegenleri de tahmin edebileceğini savunuyor.
Yukarıdaki makaleden de anlaşılacağı üzere Antikythera cihazı, astronomik ölçümlerin ve bilginin ileri düzeyde olduğu bir kültüre aittir… Ama Roma imparatorluğu döneminde böyle bir bilgi ve teknoloji yaygın olsaydı günümüzde bu olgu peki ala bilinirdi… Biraz daha akıl yürütülürse, bu mekanizma ve içerdiği teknolojinin, MÖ 2. yüzyıldan çok daha eski döneme ait bilgilere dayandığı peki ala analiz edilebilir.
Zaten klasik bilimsel görüş, bu ve gelecekte bulunacak bunun gibi arkeolojik buluşlarla çuvallamaya devam edecektir…

Mısır'ın orta Nil bölgesindeki Abydos tapınağındaki rölyefler ise bir başka gizemi barındırmaktadır…  Nil nehri kıyısındaki bir antik kent olan Abydos, aynı adla anılan gösterişli bir tapınağa da ev sahipliği yapıyor. Bu tapınakta görenleri hayretler içinde bırakan bir kısım rölyefler ise önemli bir gizemi barındırıyor…
Çok net bir biçimde buradaki rölyefler, hyroglif alfabesinde olmayan şekillerdir ve bu şekillerin karşısında antik mısır konusunda uzman adledilen tüm bilim insanları aciz kalmaktadır.
Çünkü açıkça helikopter, tank, uçak ve/veya deniz altı türü teknolojik aygıtlar yan yana resmedilmiştir. 
Sadece helikopter şekli için bozuk hyeroglif, yanlışlıkla yanyana yazılmış iki şeklin karmaşası gibi açıklamalar getirilir… Fakat diğer şekillerle birlikte değerlendirildiğinde, bu zoraki normalleştirme çabası da komik bir duruma düşmektedir. 
Hatta internette rölyefin paylaştığımız orjinal görüntüsü üzerinde oynamalar içeren fake resimler, konuyu sulandırmak isteyen merkezler tarafından planlı bir biçimde yayınlanmaktadır…
Ayrıca şekillere yoğunlaşan araştırmacılar bu rölyef üzerinde altın oran içeren geometri de tespit etmişlerdir…
Abydos'taki gizemli duvar resimlerinin bir benzeri de, buradan bir kaç yüz kilometre uzaklıktaki Dandera kentinde, Hathor Tapınağı'nda bulunuyor…

İlginç bir "elektronik aygıt" ve onu kullanan "teknisyenleri" betimleyen karşılıklı iki duvar rölyefi…
Bu ve benzeri resimler için kuşkusuz farklı görüşler sunula bilir… Ama bize göre bu resimlerin anlatmak istediği; İnsanlığın gelecek teknolojilerini bilen biri veya birileri antik Mısır uygarlığını ziyaret etmiş olmasıdır…
İlkel Dogon Kabilesi ve Astro Fizik Bilgileri…
Tek yönlü zaman yolcusu Zul Karneyn'in izini sürerken, Afrika kıtasındaki bir başka durağımız ise Mali cumhuriyetinde günümüzde bile ilkel bir hayat sürmeye devam eden Dogon kabilesi…
Dogonlar şu anda yaşadıkları Bandiagara Platosu’na sonradan yerleşmiş bir kabiledir. Günmüz jeolojisi, MÖ 5000'ler de bugünkü Sahra çölünün devasa bir iç deniz olduğunu tespit etmiştir. Zamanla çölleşen Sahra, Dogon kabilesinin batıya göç etmesine neden olmuş olmalıdır…

Antik Tuareg kültürünün bir parçası olan bu ilkel kabile, kültürlerini inceleyen bilim adamlarını şok eden bir kısım astronomi bilmi içerikli dini ve folklorik inanışa sahiptirler…
Atalarının dünyadan 8,6 ışık yılı uzaklıktaki Sirius yıldız sisteminden geldiğine inanan Dogonlar, bununla kalmayıp söz konusu yıldız sistemini ayrıntılı bir biçimde bilmektedirler. (Bu bilgilerin tamamı son olarak 1995 yılında yapılan astronomik gözlemlerle tümüyle doğrulanmıştır…)
Orion yıldız kuşağının hemen yanında bulunan ve Köpek Yıldızı olarak da bilinen Sirius yıldızı ve onun çevresinde döndüğüne inanılan yıldız ve gezegenler, Dogon mitolojisinin temelini oluşturmaktadır. Dogonlar, Sirius yıldızının en parlak yıldız olduğunu, Sirius’un yanında çıplak gözle görülmeyen küçük, yoğun ve sönük bir yıldızın daha bulunduğunu ve bu yıldızın tam konumunu biliyorlardı. Potolo olarak adlandırdıkları bu yıldızın, dünyada bilinen tüm maddelerden daha ağır bir maddeden oluştuğuna ve Sirius’un çevresini 50 yılda döndüğüne inanmaktaydılar. Oysaki batılı gök bilimciler 19. yüzyılın ortalarına kadar Dogonlar’ın bahsettiği bu soluk yıldızın varlığından bile habersizdiler.


İlk kez söz konusu yıldızın gerçek uzaklığını hesaplayan gökbilimci olan Friedrich Bessel, 1844 yılında Sirius'un devinimini inceliyordu. Normalde yıldızlar kendine özgü devinimlerini yaparken pek ağır düz bir hat üzerinde hareket ederler. Oysa Bessel'in Sirius yıldızında saptamış olduğu, dalgalı bir devinimdi. Bessel, bu tuhaf durum üzerinde kafa yordu ve yıldızı dikkati çekecek kadar yolundan uzaklaştırabilen şeyin ancak bir başka yıldız olabileceği sonucuna vardı. Ancak Bessel yıldızı görememişti.
Daha sonra 1862 yılında Amerikalı gökbilimci Alvan G. Clark yeni teleskopunu test ederken Sirius'un yakınındaki sönük ışığın içinde bir parıldayışın gerçekleştiğine dikkat etti. Başlangıçta bunu teleskopunda bir defo sandı. Ama gökbilimcinin sonraki incelemeleri, sönük bir yıldızı görmekte olduğunu ortaya koydu ve bu yıldıza Sirius B ismini vermiştir. Ayrıca 1920’lerde ortaya çıkmıştır ki Sirius B bir “cüce yıldız”dır. Cüce yıldızlar oldukça soluk ışıklı, küçük fakat yoğun yıldızlardır. Sirius B gerçekte Dünyadan daha küçük olmasına rağmen, tıpkı Dogonlar’ın belirttiği gibi o kadar yoğundur ki, kendisinden alınan 5 mililitre madde, 5 ton gelir…
*http://tr.wikipedia.org/wiki/Sirius
Dogonlar’ın astronomi bilgileri Sirius'dan ibaret değildir. İlk kez Galileo tarafından gözlemlenen Jüpiter’in dört uydusundan ve Satürn’ün yalnızca teleskopla görülebilen halkalarını da binlerce yıl öncesinden bilmekteydiler. Dogonlar ayrıca, sayısız yıldızın varlığına ve galaksimiz Samayolu’nun sarmal bir yapıda olduğunu biliyorlardı…


Dogonlar sahip oldukları bilgilerin çoğunu sembollerle anlatmışlardır ve bu sembollerinin temelinde Nommo'lar diye adlandırılan ve dünyayı uygarlaştırmak için uzaydan geldiğine inanılan hem karada hem de suda yaşayabilen varlıklardır. Dogon rahiplerine göre, eski zamanlarda Sirius sistemindeki bir gezegenden dünyaya inen Nommolar sahip oldukları bilgileri o zamanki rahiplere öğretmiş, onlar da bunları yeni kuşaklara anlatmışlardı. Nommolar dünyanın yaratıcıları olduğu kadar, insanoğlunun ataları ve ruhsal ilkelerin koruyucuları, “yağmuru yağdıran güçlerin ve suların mutlak sahipleri” idi.
Nommo’nun Gemisi, Dogon yerlilerinin mitolojisinde Sirius yıldız sisteminden Dünya gezegenine gönderilenleri ifade eden bir terimdir. Nommo’nun gemisi terimi, Dogon inanışında, kimi zaman Sirius sisteminden Dünya’ya gelen maddi bir uzay gemisinden söz ediliyormuş gibi, kimi zaman da manevi anlamlar içeren bir sembol olarak kullanılmaktadır.
Dogonlar üzerinde araştırma yapan Amerikalı bilim adamı Robert Temple, bir Nommo uzay gemisinin gelişini ve dönerek yere inişini simgeleyen resimler bulmuştur. Geminin Dogon ülkesinin güneydoğusuna indiği söyleniyordu. Dogon rahipleri geminin inişini tanımlarken onun kuru toprağa indiğini ve oluşturduğu girdap dolayısıyla bol miktarda toz kaldırdığını anlatmaktadırlar.
“İlkel” Dogonlar’ın yüzyıllardır sahip olduğu bilgileri bilim henüz yeni yeni keşfetmektedir. Bunun son örneği Dogonlar’ın Sirius siteminde Emme Ya adını verdikleri ve Nommoların gezegeni olduğunu söyledikleri üçüncü bir yıldızın varlığından bahsetmeleridir. Bunun Popola (Sirius B)’dan dört kez daha hafif olduğunu, yine Sirius B gibi 50 yıllık bir zamanda daha geniş bir yörünge çizdiğini ve her ikisinin çapları arasında bir dik açı oluştuğunu belirtiyorlar ve Emme Ya’nın bir de uydusu olduğunu söylüyorlar. Hakikaten de Dogonlar’ın Emme Ya’sı vardır ve o astronomlar tarafından ancak 1995 yılında keşfedilmiş olan Sirius C yıldızıdır! İşte bu Nommoların yaşadığı yıldızın keşfidir…
Kuşkusuz Dogonların mitolojik ve dini hikayelerini süsleyen bu bilimsel bilgilerin yanında, enerji canlılar (cinler) ile Dogon şamanlarının teması sonucu yaşanan halüsinasyonlar ve asırlar içinde şekillenmiş bir çok garip hikaye ile süslendiğinde, Orion yıldız kümesinden veya Sirius yıldızından gelen "zuzaylılar" safsatalarına zemin hazırlayacak masallar türetilmektedir…
Yeni Dünya Düzencilerin bu uzaylı yalanı, bir çok sıra dışı konuda olduğu gibi Dogonları incelerken de bir dezinfermasyon olarak karşımıza çıkarılmaktadır…
Konuyu toparlayacak olursak, Gize piramitlerinin dizilişine konu olmuş Orion takım yıldızı ve Sirius yıldızı, Dogonlarında mitolojisinde önemli bir yer etmiştir. 

Afrika'nın Sahra çölünde günümüzde bile ilkel şartlarda yaşayan Dogonların bu kadar donanımlı bir astro-fizik kültüre sahip olmaları son derece şaşırtıcıdır.
Güneşimizin, Samanyolu galaksisinin Orion kolunda seyreden bir yıldız olması ve Sirius yıldızlarının da bize en yakın yıldızlar arasında olması dışında konunun derinliğinde; bir uzay-zaman haritası ve takvim yatması olasığı üzerinde durulmalıdır… 



      
Burada yeri gelmişken bir saptamamızı daha paylaşmakta yarar görüyoruz… Zul Karneyn'in zamanda geriye tek yönlü yolculuğu, Nuh Tufanı ve sonrası Atlantis (Ad) ile Mu (seMUd) uygarlıkların yok oluşlarından bir kaç bin yıl sonrasına yapılmış bir yolculuktur… Bir başka değişle, Zul Karneyn insanlığın pisişik güçlerinin zirve yaptığı bu uygarlıklar yok olduktan çok sonra insanlık tarihine müdahil olmuştur. 
Giza (Mısır), Angkor Wat (Kamboçya), Xian (Çin), Yucatan (Meksika) piramitleri, Stonehenge (İskoçya) ve Babil kuleleri veya zigguratları gibi yapılar, Zul Karneyn'den de öncesine ait bir dönemde, insanlığın psişik güçlere taptığı ve bir takım telekinezi gösterilerini dini ritüeller olarak kabul edildiği çağların eserleridir aslında… Bu çağlarda insanlar yıldızlara tapmaktaydı. Semavi dinlerdeki tek Tanrı inancı karşılığı ise SABİLİK olan bu inanış, her seferinde psişik güçleri olan insanları ilahlaştıran bir dirençle karşılaşmıştı. Büyü güçleri diğer psişiklere üstün gelenler, öldükten sonra da ilahlaştırmış ve kendi öğretilerinin din olmasını sağlamışlardı.
Bize göre gezegenimiz üzerindeki Ley Hatları olarak anılan manyetik alan bölgelerinin bir kısmında, bu pisişik güçler zirve yapmaktaydı. O nedenle bu bölgelerde zigguratlar inşa edilmiştir.
Gezegenimizin günümüzdeki ley hatları için bakınız>>> http://www.crystalinks.com/grids.html
Ve bu o dönemki ley hatları aynı zamanda Yecüc ve Mecüc adlı yaratıklara bir zaman ve mekan seddi örmek (iki paralel dünyanın kesişim noktalarını engellemek) zorunda kalan Zul Karneyn için de, dünyanın manyetik alanı doğrultusunda yaptığı yolculukların zorunlu uğrak noktaları olmuş olmalıdır…
Yecüc ve Mecüc konusunu bir sonraki yazımızda ele alacağız. Bu anti-paralel dünya yaratıklarının avcı, toplayıcı bir kültüre sahip, son derece ilkel bir yaşam formu olduklarına ve evrimin çok daha farklı geliştiği bir anti-paralel dünyanın (evren değil) yerlileri olduklarına değineceğiz…  
Zul Karneyn yolculukları sırasında bu merkezleri kendine ayrıca istasyon noktası seçmiş ve bu bölgelerdeki toplulukları farklı şekillerde etkilemiştir…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder