Sûre 19 âyettir. 95. sûresidir. ( 95/19 = 5 ) olarak, Kur’anın düzenli bir bilgi olduğunu gösterir.
1. âyet: “ Her şeyi terbiye edip geliştiren, her şeyi şekillendiren ( formatlayan ) Rabbinin ismi ( belirlenmiş reel noktaları ) ile oku! ( Hafızanın derinliklerindeki bilgileri söyle! Açıkla! ) ”
2. âyet: “ O Rabb ki, insanı rahme yapışan alaktan ( zigottan ) şekillendirmiş. ”
[ Zigot, döllenmiş ve rahme taalluk etmiş, kişinin DNA bilgilerini içeren kök hücreler demektir. ]
3. âyet: “ Oku! ( Beyninin derinliklerindeki bilgiyi açıkla... ) Rabbin çok çok ikram ve inâyet ( özel ilgi ve destek ) sahibidir. ”
[ Yani ayrıca senin hayatını da bir bilgi ve vahiy yapar. ]
4. âyet: “ O ki, tedrîcen kalem ile öğretir. ”
[ Alfabe, hukuk, kutsallık, edebiyat gibi soyut değerleri de tedrîcen öğretir. ]
“ Alleme ”, tedrîcen öğretmek demektir.
5. âyet: “ O Rabbin, insanın bilmediğini ona tedrîcen öğretendir. ”
[ Evet, insanın şahsî hayvânî beyninin kapasitesinden öte, soyut değerler kollektif bir bilinç ile tarih içinde insanoğluna peyderpey öğretilmiştir. Ve Hz. Muhammed’e peygamberliği sağlayan bu insanî birikimden ayrı olarak, kâinatın ve geçmişin katlanmış bir kütüphanesi olarak bilinçaltından sonsuz bilgilerin deşifre edilmesidir. Onun için Kur’an “ nar ” ın düzenliliğinden bin kat daha fazla, tevâfuklar ve bilinçli düzenlilikler gösterir.
Yani nasıl ki nar, bütün geçmiş evrenin ekolojik bir meyvesidir. Kur’an da öyle; fakat ayrıca sonsuz soyut değerleri de veriyor. ]
6. âyet: “ Fakat insan bu sonsuz kapasitesini, mal gibi, somut veriler için harcadığından azar. ”
7. âyet: “ Kendini zengin ve müstağni görünce! ”
[ Altıncı âyet sayısal değeri ile özellikle bu asrımıza bakıyor. ]
8. âyet: “ Fakat o, bu azgınlığın cezasını hemen bulur. Ve neticede Rabbinin terbiyeciliğinin bir yasası olan gelişmeye geri döner. Çünkü her şey Rabbine ( Onun yasasına ) döner. ” [2]
9-10. âyetler: “ Gördün mü, o kişiyi ki; bir kul namaz kıldığı zaman, onu namazdan alıkoyar. ”
11-12. âyetler: “ Gördün mü? Ya, o kul doğru yol üzere ise? Veya değerleri korumak için çırpınıyorsa? ”
[ Tefsirlerde bu kulun Hz. Muhammed olduğu ve Ona engel olanın da Ebu Cehil olduğu yazılıdır. Fakat, 6. âyetin sayısal değeri ve bu âyetlerin Hz. Peygamber’e “ Gördün mü? O kulu... ” diye ayrı olarak hitap etmesi, bu yasakçının ve bu kulun başka birileri olduğunu gösterir. Veya bu cümle kaziye-i münteşiredir yani ara sıra böyle şeyler olacak demektir. Ayrıca sebeb-i nüzul ayetlerin evrenselliğine aykırı değildir. ]
13. âyet: “ Gördün mü? O kişi, nasıl yalanladı ve sırt çevirdi! ”
14. âyet: “ Bilmiyor mu? Allah her şeyi görüyor, diye! ”
15. âyet: “ Evet eğer o, bu yasaklamaya son vermezse Biz onu alnından yakalayacağız. ”
16. âyet: “ Yalancı ve yanlış bir alın!.. ”
17. âyet: “ İşte o, bu ölümünde, meclisini çağırsın! ”
18. âyet: “ Biz de, zebânîleri çağıracağız. ”
19. âyet: “ Hayır kesinlikle sen ona boyun eğme! Secdeye kapan! Allah’a yaklaşmaya bak! ”
[ Bu son 19. âyet Ebu Cehillerin istibdadından kurtulmak için 3 prensibe işaret ediyor:
a) Sivil itaatsizlik... ( Yani şiddete başvurmadan...)
b) Secde ve sonsuzluk gibi soyut manevi değerlere sığınmak!
c) Ebu Cehil, İslam’ın firavunu diye bilinir. Âhirzamanda, firavun-meşrep 27 deccal olacak, diye rivayetler var.
Gerek firavunun ve gerek deccalların yanlışı, evrensel, sonsuz değerlere karşı kör materyalizmi kabul etmeleridir. Yüce değerleri öldürmektir. Medeniyetlerini sadece madde ve beden üzerine bina etmeleridir. Zaten deccal, “ kandıran ” demektir. Mesela komünizm, insanlara hürriyet ve adâlet vaad etti. Fakat insanları daha çok esir etti; ve daha çok onlara zulmetti.
İşte bu âyet “ yaklaş, yakar ” derken, onların o prensiplerinin doğrusunu, ve ilkelerinin gerçeğini, doğrusunu yapın, insanlara söyleyin ( yani şiddete baş vurmayın! ) demektedir.
Fakat maalesef bu çağımızın bir bedbahtlığıdır ki, dindarlar dahi, değerleri, hizmeti, maddî parada görüyorlar. Evrensel manevi soyut değerleri bilmiyorlar. Başka bir şekilde milleti kandırmış oluyorlar.
Mesela: Bir büyük ilahiyatçı, bir TV kanalı, bir cemaat, çıkıp 3000 hata ve yanlış tercümeyi içeren bir meali ( Kur’anı hurafe yığını olarak yansıtan bir meali ) en iyi meal diye millete yutturdular.
Bu dindarların, bir yanıltması ve deccallık yapması da, Allah’ı, vahyi, ruhu ve meleği 3 boyutlu, nesnel; ve şekil asıllı birer varlık olarak görmeleridir.
Bu şekilci dindarlar, maddeyi bir şeytan olarak görüyorlar. Kâinatın doğal, sonsuz bilinç ve bilgi içeren özünü inkâr ediyorlar. Avrupa’da Kilise’ye karşı ve İslam Dünyası’nda cemaatlere karşı Ateizm haklı çıkıyor. Yani külahlar değişmiş oluyor. ]
Halbuki, Hz. Muhammed’e ( ASM ) inen bu ilk 5 âyet, 14 kelimesiyle vahyi ve kutsal bilgiyi mucizeli bir şekilde açıklıyorlar. İşte:
İlk İnen Vahiy ve Vahyin Mahiyeti
A) “ İkra' ” kelimesinin etimolojisi, kırbanın içinde geri kalan az su, ana rahminin içinde kalan kan demektir.
İşte, hafızamızın içine giren bilgilerin bir kısmı depolanır. Yani hayata ve kâinata gerekli olanları kalır. Rahimde de, bu geri kalan bilgiler, şeklen kan gibi olan kök hücrelerin DNA’sında kayıtlıdır.
Demek burada “ Oku ” emri, bu doğal ve evrensel bilgileri bil, gör ve açıkla manasındadır. Yani burada Arapça bir metnin olup olmaması sorun değil. Olabilir de, olmayabilir de...
Biz modern millet olarak bu emri okuma-yazma olarak ele aldık. Oranı % 80’ e çıkardık. Fakat bu orandaki insanların biyolojiden, soyut ve doğal değerlerden haberi olmadığından neticede % 100 câhil bir toplum olduk. Osmanlı’da oran % 6 idi. Fakat onların çoğu allâme idi.
B) “ İsim ”, etimolojik olarak “ kabaran, görünen belirti veya varlık ” demektir. Yani Allah varlık olarak sınırsız somut ve sonsuz soyutu içerdiğinden biz Onu tam bilemeyiz. Ama Onun belirlenen nokta yansımaları ile —ki, her yansıma bir isimdir— biliriz. Ki, Ehl-i Sünnet’e göre isim ile müsemma aynıdır. ( İşarâtü’l-İ’caz )
Demek Müslümanlar emprik bazda, sonsuzluğu gerektiren inanç ile, sınırlılığı isteyen ve laboratuara girebilen bilgiyi —özellikle fen bilgilerini— birbirine karıştırmamaları gerekir.
C) “ Rabb ”( Terbiye Edici ), yani gerçek bilgi evrim ile gelişir; ve birikir. DNA olur, uzay olur, sosyal soyut yasalar olur v.s. Demek eğer bir bilgi varlığı geliştirmiyorsa, o, doğru ve tam bir bilgi değildir. Çünkü evrimde, gerileme ve anlamsız değişme olmaz. Daima tekâmül ve gelişme olur.
D) “ Halakà ”, maalesef dindar Nurcular ve Kilise, bu kelimeyi “ Yoktan var etmek ” diye çeviriyorlar. Halbuki —Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi— bütün ehl-i aklın ittifakı ile yoktan var etmek, muhaldir. ( 26. Lem’a, 11. Rica )
Ve bütün Arapça dil kitaplarında bu kelime, “ şekillendirdi ” demektir. Yani, şekilsiz enerjinin içine bir form girer. O enerji bu form sayesinde bir şekil alır. O format, o nesnenin bir nevi ruhu olur. Demek, canlı-cansız her şey bir bilgidir, bir vahiydir. Fuzûlî’nin dediği gibi, insan âdem olsa her zerre onun için bir Cebrâil olur.
Veya Ahmed-i Hanî’nin deyimiyle, Mevlanâ gibi insan bulunursa, bütün dünya Şems-i Tebrizî olur.
Maalesef, 2500 sene önce, Aristo, bu “ form ” a metafizik dedi. Şekilsiz maddeye de fizik dedi. İnsanlar, Ortaçağ karanlığında, Onun metafizik dediğine fizik dediler. Ve heyula dediği maddenin premiyer şekline de manevi varlık dediler.
E) “ İnsanı şekillendirmiş. ” Evet insan, aslında sıradan bir hayvandır. Fakat onun beyni diğer hayvanlar gibi, hemen devreye giren yazılımlara aktif olarak sahip değildir. Potansiyel olarak sahip olduğu yazılımlar zamanla, çevrenin tesiriyle aktif olur. O insan da şekil almış olur. “ Âdem’e soyut bir ruh üfürülmüş olur. ” Ki, bu bilginin en tesirlisi, sonsuzluk ve kutsallık içeren inanç ilkeleridir.
“ İnsanı formatladı, onu bir dosya yaptı. O dosyayı hayat pazarına gönderdi. ” İşte size soyut bir mucize!
F) Fakat saf soyut ve saf somut olmadığından o soyut yazılımları, Allah, DNA’nın 46 kromozomu ve beynin 46 bölümü ile garanti altına alıyor. ( Alak oluyor. Rahme asılıyor. )
İşte gerçek bilgi olan bu hakikatler nerede?! Bugünkü dindarların hurafeleri nerede?!
G) “ İkinci İkra' ”: Demek bu bilgilerin mükemmel olması için, tekrar edilmeleri, kopyalanmaları, her hücrede, her beyin bölümünde yazılmaları gerekir.
Allah’ın bu geliştirme yasası iki prensip ile çalışıyor:
1) Mutasyonlar. Tedricî ve yıkıcı olmayan küçük değişiklikler.
2) Yanlışın ve eksiğin seleksiyonu ve mükemmelin tekrar ile devamı...
H) “ İkinci Rabb ” kelimesi. Birincisi, isim ( ilk belirme ) manasında gelmiştir. ( Az gelişmişlik dönemi... ) Bu ikinci tekrarı, “ en büyük ikram eden ” sıfat ve kipi ile gelip, mükemmel bir keremi gösterir.
I) “ Ellezî ” ( O ki, ) ma’hudiyet, zihnî hatırlama, belirlilik gibi bağlayıcı ( sıla ) bilgilere bakar. Ve onları gösterir.
İ) “ Alleme ”: Tedrîcen öğretti. Evet başta biyolojik bilgiler olmak üzere, kollektif bilinç tedrîcen olur. Ve bu bilgilerin çoğu da geçmişte gerçekleşmiştir. Onun için âyet “ Tedrîcen öğretti ” diye mâzi kipi ile ifade etmiştir.
J) “ Bi’l-kàlem ” ( Kalem ile ): Mesela elektronik kalem, kimyevi kalem, üç boyutlu tükenen kalemler... İşte size 7000 yıllık kalem bilgileri!..
Bu kelimenin sayısal değeri, 203’tür. ( Bu da 7’nin 29 katıdır. Hem bugünkü Türkçenin ve Arapçanın soyut olan alfabelerine ve insanın yedi yaşında bunları öğrenmeye başladığına ince bir remizdir. ) Oku kelimesinin ( İkra' ) değeri ise 302’dir. Demek kalemler tükenebilir de, hafıza tükenmez.
K) “ İnsana öğretti. Veya insanlığı ( din ile ) öğretti. ” Bunun sayısal değeri 333’ tür. İşte size bilimin en köklüsü, en düzenlisi...
Bana, ikili sisteme dayanan sibernetik bilgiler ve sayısal değerlerle çokça uğraşıyorsun, demeyin. Çünkü bilginin, tedricî ve somut olanı sayısaldır. Ve sibernetiktir.
L) “ İnsanın daha önce bilmediği şeyleri öğretti. ” Mesela insan, daha önce soyut kavramları bilmiyordu. Mesela insan, daha önce vahye ve onun bilgilerine sahip değildi... Mesela, insanın eğer soyutlama becerisi olmasaydı, yanlış yapma şansı olmazdı. Dolayısıyla diyalektik süreç oluşmazdı. Dolayısıyla vahyin ekstradan “ Fadlü’l-Azîm ” gelmesine gerek kalmazdı.
İşte size 14 asır hükmeden ilk vahyin ilk 5 âyeti...
Beş İlave Not
1) Rivayette var ki, Hz. Muhammed, Cebrâil ( Evrensel bilişim meleği ) ile yüzleştiği bu ilk ruhani tecrübesinde, Cebrâil’e cevaben, “ Ben okuyacak yetenekte değilim ” ( Mâ ene bikàriin ), yani ben mektep ve inisiyasyon ( seyr u sülûk ) görmedim demiştir. Cebrâil onu sıkınca, yine “ Ben okuyacak yapıda değilim ” demiştir. Cebrâil Onu ikinci kere sıkınca, o da okuyabilmiştir. Bu rü’yetin bilimsel yönü için bu yazıdan sonra gelen “ Vahyin Hakikati ” adlı makaleye bakınız. Göreceksiniz ki, “ O, beden itibarı ile bir beşerdir. İnsanlarla mübaşereti olan bir insandır. Fakat, logos ve mantık ve sicil olarak O, Rahman olan Allah’ın elçisidir. ”
2) Benî İsrâil peygamberlerine gelen vahiy ve rüyetler de bu kanun üzere olmuştur. Özellikle Hz. Musa’nın 5 kitabı, vahiy gerçeğinin en detaylısını, en evrenselini, en derin gerçeklerini, halkın dahi anlayabileceği mucizeli bir üslup ile anlatanıdır. Fakat asrımızın materyalize olmuş kafaları, o manevi deryaları bilmezler.
Kur’an, Tevrat ile kendisini eşit tutuyor. Bir farkla ki, Kur’anın üslubu edebî açıdan daha mucizelidir, ve yanlış anlaşılmaya elverişli değildir. İlave olarak, Kur’an, Musa’nın bilgisi ve yasası yanında Harun’un maneviyatını da içeriyor.
Dünyanın diğer kıtalarında bu gerçeği bu kadar evrensel olamasa da bilen ve yazan peygamberler veya benzeri veliler gelmiştir. Ben onların yapısını tam bilmediğim için onları yazamayacağım. Fakat İslam Târihi’nde İbn-i Arabî ve Mevlânâ’nın eserleri bu kategoriye girer. Bir farkla ki onlar, peygamberlerin vahiyleri kadar, korunmuşluk ve evrensellik içermezler. Bu zatların “ Falan kitap bana yazdırıldı ” demelerinin manası budur. Yani bu kitap kapasitemizin üzerinde, bize rüyet ile yazdırıldı, demektir. Yoksa böyle zatların yalan söyleme ihtimali sıfırdır.
3) Hz. İsa ise, kendisi “ kelimetün minallah ” ( logos, İlâhî sonsuz sistemin mantığı ) ve ruhu ( düzenleyicisi ) olduğundan, ona ayrıca bir yasa, bir metin verilmemiştir. İncil ona verilmiş bir kitap değil de, Onun biyografisi olarak bir vahiydir, bir mesajdır.
Kur’anda vahyin başka bir ismi de “ ruh ” tur. Yani vahiy, içine girdiği kalbi, evi, toplumu, çevreyi düzenler. Olağanüstü icraatlar yapar. İslam Târihi’nde de bunun iki örneği var. Bu iki zat, temel bir kitap yazmadıkları halde, Hz. İsa gibi, hayatları ile bir ruh, bir can, bir nefes olmuşlar. Bu büyük iki zat, Muhammed Bahaüddin Nakşibend ile Şeyh Abdülkadir-i Geylânî’dir.
Öyle ki; Onun zamanındaki Hıristiyanlar “ Biz İslamiyeti kabul etmiyoruz. Fakat Geylânî’yi kabul ediyoruz... ” demişlerdi. Çünkü, siyerciler ve şeklen şeriatçılar Hazret-i Muhammed’i ( ASM ) kuru siyâsî bir lider olarak göstermişlerdi... Bundan dolayı da bu gün Vehhâbîlik ve anarşizm doğdu.
Bu meselenin bir delili şudur: “ Geylânî’nin yazdığı kısa virdler ve risaleler var. Bunlar da şimdi yalnızca Vatikan Kütüphanesi’nde bulunuyorlar. ”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder