5 Haziran 2008 Perşembe

TEVHİD ve LEDÜN Risâlesi


-Lâ ilâhe İllallah benim kalemdir. Bu kaleye giren kimse azabımdan kurtulur. (K.Hadis) (13)

Sadece dilinle �Lâ ilâhe İllallah� demen, sivrisinek kanadı ağırlığınca ve zerrece kıymete sahip değildir. (13)

-Bedeviler iman ettik dediler. De ki; siz iman etmediniz. Fakat İslâm�a girdik deyin. İman kalplerinize henüz yerleşmedi. Eğer Allah�a ve Resûlüne iman ederseniz Allah yaptığınız güzel amellerden hiçbirinin sevabını size eksik vermez. Allah Gafûr�dur, Rahîm�dir. (Hucurat Sûresi-14) (14)

Nasıl ki; ateşi anmak dili yakmıyor, suyu anmak boğmuyor, ekmeği anmak doyurmuyor, kılıcı anmak kesmiyorsa� aynı şekilde Kelime-i Tevhid kalesini sadece dille anmak da kişiyi kötülüklerden (Allah�ın rızası dahilinde olamayan hallerden) alıkoymaz. (15)

Âlem-i fazl; kelime-i tevhidin hem sûretini, hem de manasını alıp, sûretiyle dışlarını, mânâsıyla içlerini süslediler.

Âlem-i adl ise; kelime-i tevhidin mânâsını değil, sûretini aldılar. Onlar dışlarını bu sözle süsleyip, içlerini küfre boyadılar. (16)

Fiiliyâtın yalanladığı her söz merduttur. (17) (Merdud: Reddolunmuş, kabul edilmemiş, kovulmuş.)

Kim Allah içinse, Allah da onun içindir. Kim O�na karşı huşû duyarsa Allah o kimseyi korur. (18)

Eğer kelime-i tevhidin mânâsı; kalbinde ise mümin, ruhunda ise âşık, �sırr�ında [kalbdeki vedia-yı ilahi ve lâtife] ise mükâşifsin.

Birinci nevi iman avama, ikinci havassa, üçüncü havas-ı havassa aittir. Bu itibarla, ilki mânâdan yoksun, mücerret bir haber-i sadıkın, ikincisi kalbin inşirahının (ferahlanmak, mesrur olmak) ve basiretin, üçüncüsü mükâşefe ve müşahedenin meyvesidir. (18)

Kelime-i Tevhid�in evveli küfür, âhiri imandır. Âlem-i adl sadece �Lâ ilâhe� diyerek küfre düştüler. Oysa ki onlara: �Kapıda durmayın, içeri girin!..� denilmişti. (19)

Lâ ilâhe� diyerek Âlem-i adl�dan sayılanların ilki lanetlenmiş ve kovulmuş şeytandır.

�İllallah� kelimesini telaffuz ederek iman bahçesine giren ve Âlem-i fazl sınıfına dahil olan ilk kimse ise Hz. Âdem�dir.

Bu nedenle âlem-i adl listesinin en başında şeytanın, âlem-i fazlınkinde ise Âdem as. ın ismi vardır. (20)

Allah, Davud as�a:

Ey Davud! Bana bir ev temizle de orada kalayım. Gökler ve yer beni içine almazken, mümin kulumun tertemiz kalbi beni içine aldı, buyurmuştur. (23)

Masivaya nazar edip kirlendiğin, ilim ve derece üstünlüğüne güvendiğin ve varlık âleminde Allah�tan başkasını gördüğün sürece �Lâ ilâhe� nefyi senin içindir. Ne zaman eşyayı her şeyin sahibi olan Allah�ın birliğine (Tevhid) delil kılıp, onlarda hakkı görürsen işte o an �Lâ� dan kurtulur �illâ� ya ulaşırsın.

-Allah de, sonra da onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.. (En�am-91) Bu âyette belirtildiği gibi sen ne zaman fânî şeyleri anmayı bırakır, bâkî olan Allah�ın zikriyle meşgul olursan kelimenin tam anlamıyla Allah demiş olur, masivadan yüz çevirirsin. (23)

(Masiva: Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir. Dünya ile alâkalı şeyler.)

(Nefy: Sürgün etmek, reddetmek, inkâr.)

Allah kelimesini oluşturan elif, lam ve ha harflerinden birisi olan �elif� ; Allah�ın kendi zatıyla kâim olduğuna, mahluklarla herhangi bir alakasının olmadığına işarettir.

�Lâm�; Cenab-ı Hakk�ın tüm mahlukatın gerçek sahibi olduğuna delalet eder.

�Ha� harfi ise; göklerde ve yerde olanların hepsinin Hâdi�sinin Allah olduğunu belirtir.

Nitekim Kur�an�ı Kerîm�de: Allah göklerin ve yerin nûrudur� (Nur-35) buyurulmuştur.

Bunları şöyle anlamak da mümkündür: �Elif� Cenab-ı Hakk�ın kendi nimetini her tarafa yaymak sûretiyle halkla ülfet ettiğine, �Lâm�; halkın Hak�tan yüz çevirdiğine, �Ha� ; Allah dostlarının aşk ve muhabbet içinde kaldıklarına işarettir. (24)

Allah-u Teala sizi ademiyet sırrından varlık sahasına getirmiş ve size kulluk vazifenizi yerine getirerek; Allah�ın bir/tek olduğunu anlamanızı emretmiştir. Sizlere Vücud verilmiş olması herhangi bir ihtiyaç sebebiyle veya ilahi sıfatların size muhtaç olduğundan ve vahdaniyet sıfatının sizin şahadetinize bağlı bulunduğundan dolayı değildir. Zira O�nun sıfatları hiçbir şahidin şahadetine bağlı değildir ve inkarcının inadı nedeniyle gizli, örtük bir hale gelmez. (25)


Eğer sen fakir isen; Allah�ın huzuruna zenginler gibi, zelil isen; azizler gibi, zayıf isen; güçlüler gibi gelme. Allah�ın divanına aczini, fakrını itiraf ederek gelirsen bilmiş ol ki sabreden fakirler O�nun yanında olutlar. Zelil ve kalbi kırık bir vaziyette varırsan şüphesiz O senin yanıbaşında olur. Nitekim:

�Beni anın ki, ben de sizi anayım� buyurulmuştur. (26)

Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşarak öldüren ve öldürülen müminlerin nefislerini ve mallarını �Tevrat, İncil ve Kur�an�da söz verilmiş bir hak olarak- cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah�tan daha çok tutan kim vardır?.. Öyleyse yaptığınız alış-verişe sevinin, bu büyük bir kazançtır.. (Tevbe-111) âyetinde kalbin değil de �nefsin� satın alınması dikkati şayandır. Zira kalb; yaratılmış olan hiçbir şeye köle olmaz. Mevcûdattan hiçbir şey onu çalamaz. Çünkü kalb, Hak�tan gayrısıyla ünsiyet kurmaz. Allah�ın zikrinden başka hiçbir şeyle tatmin olmaz. Kalb; bu konumu itibariyle alınıp satılmayan, Allah�tan başkasına boyun eğmeyen hür bir kimseye benzer.

Nefis ise böyle değildir. O, şehvâni şeylerle tatmin olur. Zevk ve lezzetlere olan meyli sebebiyle onların esiri olur. Esirin ise alım-satımı câizdir.

BU anlatılanlar şeriat kabının zahirinden taşan birkaç damla, zahiri ilmin bazı kırıntılarıdır. Bilindiği üzere, sözün akışı vaktine göredir: Sen arındığın zaman sözün de arınır, sen bulandığın zaman sözün de bulanır. (33)

Allah-u Teala�nın fazl-ı keremiyle muamele edip hidayete erdirdiği kimselere âlem-i fazl, adaletiyle muamele edip terk ettiği, haktan uzaklaştırdığı kimselere de âlem-i adl denir. (35)

Şüphesiz Allah-u Teala insanları adaletli bir şekilde yarattıktan sonra onların üzerine fazilet nûrunu saçmıştır. İşte bu nûrun dokunmuş olduğu kimseler âlem-i fazl, dokunmadığı kimseler âlem-i adl oldu.

Bu nur sûret ve kalıplarda ışıyan bir ışık olmayıp, insanların kalblerine ve ruhlarına yayılan hidayet nurudur. Nitekim: Allah göklerin ve yerin nûrudur. O�nun nûru, -mü�minlerin kalplerindeki- içinde lamba bulunan bir kandile benzer. Lamba cam içindedir, cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Ne doğuya, ne batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacının yağından yakılır. Ateş değmese bile, neredeyse yağın kendisi aydınlatacak bir durumdadır. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nûruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. O her şeyi bilendir.. (Nûr-35) buyurulmuştur.

Kandil; senin beşeriyetin, lamba; Tevhid nurun, cam ise; kalbin mesabesindedir. Kandilin beşeriyete benzetilmesi yoğunluk ve kapalılık sebebiyledir ki, kapalı yer karanlık olur. Karanlıktaki lamba daha fazla ışık verir, aydınlığı daha çok kendini gösterir.

Tevhid nurunun lambanın ışığına benzetilmesi; içeriyi ve dışarıyı aydınlatması nedeniyledir. Kalbin ise cama teşbihi camın şeffaf ve lâtif olmasındandır. Nasıl ki o her yeri aydınlatıyorsa aynı şekilde kalb de Tevhid nuruyla sair uzuvları ışıtır. Rasûlullah Efendimiz buna işaretle:

-Kalbinde huşu olan kimsenin, tüm uzuvları haşyet içinde olur� buyurmuştur.

Yine camın inci gibi bir yıldıza benzetilmesi onun ışık yaymasına ve parıldamasına, bu yıldızın inci gibi oluşu; cevherin saflığına, parlaklığının ziyadeliğine işarettir.

Doğuya ve batıya nispet edilmeyen zeytin ağacından bahsedilmesi; onun üstün nitelikli, saf yağa sahip oluşu ve iyi yanmasından ötürüdür. Tevhid ağacı da böyle olup, doğuya ve batıya nispet edilemez. Yani o; putperestliğe, Yahudiliğe, Hıristiyanlığa, Dehriyye, Müşebbihe, Kaderiye, Mu�tezile, Cebriye gibi bir takım fırkalara ait bir şey olmayıp, yüce İslâm Dinine özgü bir şeydir.

Zeytin ağacının doğuda ve batıda bulunmaması demek; Tevhid ağacının semâvî, arzî, arşî, ferşî, ulvî veya suflî olmaması demektir ki o, halktan ayrılıp, büyük bir istekle Hakk�a doğru uçmaktır. Bu da onun halktan ayrı, Hak ile beraber olduğu manasını taşır.

Yine bu ağacın (Tevhid ağacı) doğuda ve batıda olmaması, onun dünyayı ve dünyevî şeyleri ve de âhiret ve onun nimetlerini istemeyip sadece vechullahı arzuladığı anlamına gelir. (36,37)

�Nimetin şükrü nedir?� diye merak edecek olursan cevap olarak deriz ki; nimeti vereni, sana nimet verdiği için, hamd-u senâ etmek ve O�na yönelmektir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: O�nun nimetleriyle O�na itaat etmek, O�nu unutmamak, nimette; nimet vereni görmektir.

Nimetin şükrü nimeti artırır, basireti açar, berekete vesile olur. Nimete nankörlük etmek ise helâki hazırlar, zevâli getirir, azaba yol açar. Bu nedenle Kur�an�ı Kerîm�de:

-Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım. Nankörlük ederseniz azabım çok çetindir.. (İbrahim-7) buyurulmuştur.

Varlıkta sadece O vardır.

Sadece dünya nimeti ister ve onuna yetinirsen helak olmuşsun demektir. Nitekim Kur�an�ı Kerîm�de:

-Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz. Onlar orada bir eksikliğe uğratılmazlar. Âhirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Amelleri de iptal edilmiştir. (Hud-15-16)

Aynı şekilde yalnızca âhiret nimetini ister ve ona kanaat edersen bilmiş ol ki sen bir budalasın. Çünkü, sadece kendi eviyle meşgul olup, komşusunu unutan kimse bön ve akılsızdır. Rızık ile meşgul olup Rezzak�ı unutan kimse de böyledir.

Yalnızca dünya nimetinden faydalanırsan âhiret nimetini, sadece âhiret nimetinden istifade edersen dünya nimetini kaybedersin. Öyleyse gerçek mutluluk; dünya ve âhireti birlikte yürütmekte ve vechullahı istemektedir. (42,43)

Dünyayı veya âhireti arzulayan birçok kimse vardır. Lâkin Hakk�ı isteyen kimse azizdir ve hürmete şayandır. Müridin değeri muradına göredir, isteğin değeri de istenilen şeyin değerine bağlıdır. (44)

Şüphesiz nefsini harcamadıkça ve varlığını yok etmedikçe Allah�a kavuşamazsın. Nefis perdesini ref etmedikçe O senin için, sen de O�nun için olamazsın. Varlığını yok edersen, O�nunla baki olursun. Her kim ki varlığını O�na feda ederse Allah�u Teala onu kendine halef yapar. (48)

(Ref: Lağvetme, hükümsüz bırakma.)

Şeriat ve hakikati bir birinden ayırmak küfür ve zındıklıktır. (55)

(Zındık-Zendeka: Kâfirlik, dinsizlik)

Bir grup beşeriyet ve tabiat aleminden ayrılıp mânâ alemine kanat açtı. Onların üzerinde beşeriyet âlemine ait herhangi bir şey kalmamış, onlar kâinatı aşmış, mevcudatı geçmiş, halktan uzaklaşmıştır. Kalpleri Allah�a bağlı olup, onların tüm istek ve arzuları Hak�tır. Bu gibi kimselerin dili Hakk�ın dili olduğu için onlar konuştuklarında âdeta Hak Teala konuşmaktadır. Onlar derler ki:

-Dünya ve ukba, cennet ve cehennemle meşgul olmayız. Allah-u Teala bizden razı olduktan sonra biz ne diye bunlarla uğraşalım?..O Kâdir�dir. Dilerse cehennemde de bize nimet verir, ikramda bulunur. Eğer bize azap etmeyi dilerse �ki bundan Allah�a sığınırız- cennette de eder. Bizler O�nun cennetini arzuladığımız veya cehenneminden korktuğumuz için ibadet etmiş olursak, tereddütlü ve tek taraflı ibadet edenlerden oluruz.

Böyle bir tutum içinde bulunan kavimler yerilerek, onlar hakkında:

-İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah�a tereddütlü ibadet ederler. Kendisine bir hayır dokunursa yatışır, bir belâ gelirse yüz üstü dönerler. Böylece dünyayı da âhireti de kaybederler. Bu ise apaçık bir ziyandır� (Hac-11) buyurulmuştur. Bizler O�ndan başkasına ibadet etmeyiz

İşte bu gruba dahil olan insanlar sadece vechullahı arzular. Bunun için Allah-u Teala onlara dünya ve âhiret mülkünü vermiştir. Onlar fakirlik kaftanını giymiş meliklerdir. (46,47)

Bizim �âlem-i fena� dememiz sâlik ve müridlerin nefislerini orada fâni kılmaları ve kötü sıfatlarını yok etmeleri nedeniyledir.

Âlem-i cezbe olarak adlandırışımızın sebebi ise müridin orada Melik�in cezbesine kapılmasıdır.

Âlem-i kabza ise müridin Allah�a teslim oluşu ve Hak Tealanın onda vasıtasız tasarruf ettiği makam demektir. (53)

Şayet Allah-u Teala, bileşik (mürekkep) olmuş olsaydı bir bileştiriciye, niteliği bulunsaydı niteleyiciye, şekli olsaydı bir şekillendiriciye muhtaç olurdu ki, O bu gibi hallerden münezzehtir. Bilakis O bileştirmeyi, nitelemeyi ve şekillendirmeyi yaratandır. (59)

Kelime-i Tevhid hem başlangıç, hem sonuçtur. Her şey onunla başlar ve biter. (63)

-Kim bir hayırla gelirse ona on misli vardır. (En�am-160)

Âyetindeki �hayır� dan kasıt �Kelime-i Tevhid�dir. (64)

Cahilin bilmediği bir şeyi inkâr etmesi âdettendir. (68)

Sözün iyisi az ve öz olup, çok şeye delalet edendir. (69)

Âlim, �eşya� nın hakikatlerini kapsamlı bir şekilde kavrayan, idrak eden kimsedir.

Malûm, bilgisi akla nakşedilen şeyin kendisidir.

İlmin değeri, malumunun değeri kadardır. Âlimin mertebesi de ilminin derecesine göredir.

Şüphesiz en değerli, en yüce, en faydalı bilgi; Sani ve Mübdi olan Allah�ın bilgisidir. Allah�ı bilmeye �Tevhid İlmi� (marifetullah) denir. Bu ilmin tahsili bütün akıl sahipleri için zaruri olup,

Efendimiz (s.a.v.) hadislerinde:

-İlim tahsili kadın, erkek her Müslümana farzdır� buyurmuştur. (70)

Tevhid ilmi âlimleri; enbiya ve onların varisleri olan ulemâdır. Bu ilim özü ve mahiyeti itibariyle değerli, mükemmel olup; diğer ilimlere menfi, dışlayıcı nazarla bakmaz. (71)

Ben tek başına �ruh� kelimesini kullandığım zaman tezekkür, tahfiz, tefekkür, temyiz özelliği bulunan, kalbî ve aklî idrake sahip, ilimleri kolayca öğrenen, soyut tasavvurları kavrama kabiliyeti olan mükemmel cevheri kastediyorum. BU cevher diğer ruhların ve kuvvetlerin kumandanı olup, gerek hayvanî ruh, gerek tabii ruh ve beden onun emrindedir. (74)

(Tahfiz: Aşağı indirmek. Kolaylaştırmak.)

Hayvani ruh latif bir cisimdir. O kalb fanusuna konmuş yanmakta olan bir lamba gibidir�

Hayat bu lambanın ışığı, kan; yağı, his ve hareket; nuru, şehvet; harareti, gazap; dumanı, gıdaya ihtiyaç duyan ve karaciğerde bulunan kuvvet onun hizmetçisi, bekçisi ve vekilidir. Bütün canlılarda hayvani ruh mevcuttur�

Hayvani ruh ilimleri kavramaya güç yetiremez. Bu ruh her şeyi en güzel ve sanatlı bir şekilde yaratan Allah�ı ve onları nasıl yarattığını idrak edemez. Varlığı bedenin varlığına bağlı bir hizmetçidir ki, bedenin ölmesiyle birlikte ölür. Kandaki maddelerin oranı arttığı takdirde hararetin yükselmesiyle, bu oran eksildiği takdirde ise soğuğun artmasıyla bu lamba söner. Lambanın sönmesi, bedenin ölmesi demektir. Bâri Teala�nın hitab ettiği ve mükellef saydığı bu ruh değildir. Çünkü karada, denizde yaşayan bütün hayvanlar mükellef olmadıkları gibi, emirlere de muhatap değillerdir.

İnsanın mükellef ve (ilahi hitaba) muhatap oluşu kendisine özgü, fazladan bulunan başka bir şeyden

dolayıdır ki bu da nefsi natıkadır. (75,76)

Efendimiz (s.a.v.):

-Her âbidin kalbinde iki göz vardır ki, onlarla gaybı idrak edebilir. Allah bir kuluna hayır murad ederse o kulun bedenî gözlerle görmediği şeyi görebilmesi için kalbî gözlerini açar, buyurmuştur.

Nefsi natıka bedenin ölmesiyle ölmez. Çünkü Allah-u Teala onu kendi kapısına çağırmakta ve ona:

-Rabbine dön!.. (Fecr-28)

Diye hitap etmektedir. Onun bedenden yüz çevirip ayrılmasıyla , tabii ve hayvani kuvvetlerin tesiriyle ortaya çıkan haller âtıl bir vaziyet alır, hareket söner. İşte ölüm denilen hadise budur.

...

Nefs-i nâtıka Bâri Teala�nın emrinden olduğu için bedende bir yabancı (garib) gibidir. Yüzü daima aslına ve döneceği yere doğrudur. Beşeri kirlerle kirlenmediği ve kuvvetli olduğu takdirde daha çok ilahi kaynaktan istifade eder.

�Nefs-i nâtıkanın bir cevher, bedenin de onun için hazırlanmış bir mekân olduğunu öğrendin. Bedenin araz olduğunu, cevher olmaksızın mevcudiyetini devam ettiremeyeceğini anladın.

Yine bilmiş ol ki, cevher bir mahalde sürekli bir şekilde kalmaz. Öyleyse beden �ruh� için daimi bir mekân değildir. Bilakis, onun geçici bir müddet kullandığı bir âlet ve merkeptir.

�Ruh� bedenin cüzlerine bitişik olmadığı gibi, onlardan ayrı da değildir. Belki bedene ilişerek onu aktif ir hale getirmiş ve feyizlendirmiştir.

�Ruh� un nurunun zâhir olduğu ilk yer dimağ (beyin) olup, burası onun kendisini gösterdiği, ona has bir karargâhtır. (79)

İlim, şer�i ve aklî olmak üzere ikiye ayrılır. Fakat hakiki âlimler nazarında şer�i ilimlerin çoğu aklî, aklî ilimlerin çoğu da şer�idir. (81)

Bâri Teala�nın �emrimden� dediği bu ruh cisim veya araz olamaz. O �akl-ı evvel� , �levh�, �kalem� kavramları gibi duyu organlarıyla hissedilmeyen ancak akılla kavranabilecek bir cevher, bir ziyâdır.

Bize göre ruh, cevherlere ait vasıfları kabul edip, bozulmayan, dağılmayan, ölmeyen bilakis şeriatın bildirdiği gibi bedenden ayrılan ve kıyamet günü ona dönmeyi bekleyen bir şeydir. (76)

Efendimiz (s.a.v.) ruh hakkında:

-Ruhlar, teçhiz edilip sıralanmış askerlerdir, buyurmuşlardır. (77)

Efendimiz (s.a.v.) hadislerinde buyuruyorlar ki:

-Kur�an�ın her âyetinin bir zâhiri bir de bâtını vardır. Ayrıca her bir bâtının da yedi �veya dokuz- bâtını vardır.

-Kur�an harflerinin her birinin bir anlamı, her anlamının da işaret ettiği bir şey vardır. (82)

Kur�an�ı Kerîm�in tefsir edilmesi zor bir iş olduğundan hiçbir müfessir tam olarak onun hakkını verememiş, ukdesini çözememiştir. Evet, bütün müfessirler gücü yettiği, aklı erdiği, ilimlere vukufiyeti nispetinde onu izaha çalışmışlar fakat hiçbiri kâmil mânâda hakikati söyleyememişlerdir. (83) (Ukde: Düğüm, bağ. Karışık ve müşkül iş. Zorluk, zor iş.)

İnsanların felaha ermesi, âhiret korkusundan kurtuluşu; ancak �Tevhid İlmi� ile mümkündür. (85)

Tefekkür ile �taallüm� (öğrenme) eşdeğer olup, taallüm bir kişinin herhangi bir âlimden istifade etmesidir. Tefekkür ise insan ruhunun �Külli Ruh� tan istifadesidir. Külli Ruh tesir ve talim bakımından tüm ulemâ ve ukalâdan çok daha üstündür. (89) (Ukalâ: Akıllılar)

Kısaca diyebiliriz ki; bedenî ve nefsanî sanatların başlangıcı taallümle, bunların kompleks bir hale gelmesi tefekkürle olmuştur. (91)

İlham, külli ruhun; saflığına, kabiliyetine, istidadına göre insan ruhunu uyarmasıdır. O vahyin kısmî bir yansımasıdır.

Vahiy, gaybî hallerin ayan beyan tezahür etmesi olup, ilham ise gaybî şeylere kapalı bir tarzda işaret edilmesidir. Vahiyden hasıl olan ilme; nebevî ilim, ilhamdan hasıl olan ilme de; ledünnî ilim denir. Ledün ilmi, gayb lambasından ışıyan latif, saf ve cilalı bir kalbe düşen ziyâ gibidir ki Bari-i Teala ile ruh arasında hiçbir vasıta olmaksızın elde edilir.

Bütün ilimler �Külli Ruh� tarafından malûmdur ve onda mevcuttur.

Külli akıl� , �Külli ruh� tan daha üstün, daha mükemmel, daha kuvvetli olup, Bari-i Teala�ya daha yakın olduğu için külli ruhun külli akla nispeti; Havva�nın Âdem�e nispeti gibidir. Külli ruh da sair mahlûkata nispeten daha aziz, daha lâtif ve daha üstündür. Bu sebeple Külli aklın feyiz saçmasıyla vahiy, külli ruhun aydınlatmasıyla da ilham doğar. Öyleyse vahiy enbiyanın süsü, ilham evliyanın ziynetidir. Nasıl ki ruh akıldan, velî nebîden derece bakımından aşağı ise, ilham da vahiyden aşağı bir mevkide yer alır. İlham vahye nispetle zayıf, rüyaya nispetle kuvvetlidir. Bütün bunların ışığında diyebiliriz ki gerçek ilim enbiya ve evliyanın ilmidir.

Nübüvvet ile Risalet arasında fark vardır.

Nübüvvet; Kudsî ruhun malûmat ve mahlûkatın hakikatini bilebilmesidir.

Risâlet ise; bu hakikatleri ehline yani faydalanmak isteyen ve buna kabiliyeti olan insanlara tebliğ etmektir.

Bazen ruhlardan biri tevafuken bu hakikatleri elde edebilir fakat bir takım sebep ve özürler nedeniyle bunları tebliğ edemez.

Ledünni ilim, Hızır as. da olduğu gibi nübüvvet ve velâyet ehline mahsustur. (94,95)

(Tevafuk: Birbirine uygunluk. Muvâfık oluş. Rast gelme hali.)

Allah-u Teala bir kula hayır dilerse kendisi ile onun arasındaki perdeyi kaldırır. Bu şekilde birtakım kevnî sırlar o kula aralanır ve bunların mânâları o kişinin zihnine nakşeder. O da hakikatleri Allah�ın dilediği kullara açıklar.

Hikmetin hakikatine ledün ilmi ile nail olunur. (95)

Ledün ilmine nail olanlar birçok ilmi tahsil etmekten, insanî öğrenimin zahmetlerinden kurtulur. Az öğrenip, çok bilirler, az yorulup çok istirahat ederler.

� Vahyin kesilmesiyle Risâlet kapısı kapanmıştır. Hakikat ortaya konduktan, din tamamlandıktan sonra insanların resûl gönderilmesine zaten ihtiyacı kalmamıştır. Nitekim Allah-u Teala:

-Bugün sizin dininizi tamamladım.. (Mâide-3) buyurmuştur.

İnsanların ihtiyacı olan bütün ilimler açıklandıktan sonra resûl gönderilmesi hikmete münafidir. (Münafi: Zıt, uymaz, aksi, aykırı. Mugayir ve muhalif olan.) Külli ruhun nuru insanları aydınlatmaya devam etmekte olup, ilham kapsı kapanmamıştır. Çünkü insanların daima uyarılmaya ihtiyacı vardır. İnsanlar her an vesveselere kapıldıkları ve şehvete düştükleri için, davet ve risâlete değil, tembihe muhtaçtırlar. Bu sebeple Allah-u Teala mucizevî nitelikte olan vahiy kapısını kapamış, hayatın idamesini kolaylaştırmak maksadıyla rahmetinin tecellisi olan ilham kapısını açık bırakmıştır. (96)

� Nebîler insanları fıtratlarındaki temizliğe çağıran ruh doktorlarıdır. (98)

Biz baş (akıl) ve göğsünden (kalb) istisnâî bir hastalığa yakalanmış bir âlim tanıdık ki, hastalığının devam ettiği zaman zarfında, ömrü boyunca öğrendiklerini unuttu, hafızasında olan her şey birbirine karıştı. Bu âlim şifa bulup da sıhhatine kavuştuğunda unutkanlığı gitmiş, hastalık günlerinde unutmuş olduğu malûmatları tekrar hatırlayabilmiştir.

Bu olaydan anlıyoruz ki; bilgiler yok olmaz, unutulurlar. (99,100)

Efendimiz (s.a.v.) hadislerinde buyuruyorlar ki:

-Kim ilmi ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir.

-Kim Allah�a kırk sabah ihlâslı bir şekilde yalvarırsa Allah-u Teala hikmet pınarlarını onun kalbinden lisanına aktarır. (101,102)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder