NEFS-İ EMMARE İnsanı zorla kötülüğe sürükleyen nefistir.İnsânî ruh, hayvânî ruhun şehvânî arzularına boyun eğerek ona itaat eder, bütün hallerinde ona muvafakat edip hükmü altına girerse, onun bu hâline “Nefs-i emmâre” denir. Nefs-i emmâre hâlindeki insanın kalbi, cisme âit nimetlerle şehvetlere dalar, hâlini değiştirir. Mevlâ’dan uzaklaşır. Daha önce âmir iken, memur durumuna düşer. Eğer kalp, bu mertebede uzun müddet beklerse, onun artık gayb âlemine yönelmeye gücü de kalmaz. Zira gayb ayna gibidir. Toz ve pastan arınmış oldukça, insan onda şekilleri net ve berrak olarak görür. Uzun zaman parlatılmazsa, pas onun cevherini büsbütün kaplar. Parlatmak da körlüğünü gidermez. Böylece aynalık özelliğini kaybetmiş olur. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar: “Şüphesiz ki her şeye cilâ verecek bir âlet vardır, kalbin cilâsı ise zikrullahtır.” (C. Sağir) Kalp, gayb âlemine yönelerek mâsiyetlerden kaçarsa, zikirle-fikirle perdeler açılmaya gayret edilirse, pas ve bulanıklıklar tamamen silinir. Eşyanın hakikatlerine, ince mânâlara ve ilâhî tecellîlere istidat kazanmış olur. İndiği makamlara tekrar yükselir. Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadîs-i kudsî’de: “Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” buyurmuştur. (K. Hafâ: 2256) Mümin kulun kalbine sığmaktan maksat, “Kalbine tecellî eder.” demektir. Yoksa “Allah kulların kalbine girer.” demek değildir. Birinci makamda insânî ruh, şehvânî nefse yenilip kötülüğü emredici olduğundan emmâre adını almıştı. Âyet-i kerime’de: “Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder.” buyuruluyor. (Yusuf: 53) Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları taktığı zaman, bilse de bilmese de çeker götürür. Beşerin nefsi aslında daima fenâlık tarafına meyleder, bütün gücüyle kötülüğü telkin eder. Onun tabiatında şehvete, günaha, her türlü kötülüğe meyil vardır. Nefis kendi gücünü ve emrindeki silahlarını o yönde kullanır. Bundan dolayıdır ki insan sırf kendi nefsinin arzularında kalırsa fenalığa sürüklenir. “Ancak Rabbimin merhamet edip koruduğu hariç.” (Yusuf: 53) Allah-u Teâlâ rahmet edip hidayetini eriştirdiği vakit, Rahmânî kuvvet nefsânî kuvvete galip gelir, onun emrini hükümsüz kılar ve gücünü kırar. Böylece nefis ilâhî emre uyar, kendi emrini terkeder, kötülükten uzak kalır. “Şüphesiz ki Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir.” (Yusuf: 53) Birçok hallerde nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyil ve istekleri Allah-u Teâlâ kendi mağfiretiyle örter ve önler, onların fiiliyata çıkmasını engeller, günahını itiraf edip bağışlanma dileyenleri de bağışlar. Böyle bir kimse rehbere ulaştığı zaman, nefsin çektiği ipi koparır, onu nefisten sıyırır, lâzım gelen tâlim ve terbiyesini verir ve o kimse uyanır. Artık var gücüyle temizliğe girişir, nefis işgali altındaki kalp evini kurtarmaya çalışır. Bu nefsin seyri “İlâllah”tır, yani Allah’a doğrudur. Âlemi, bu görünen şehâdet âlemidir. Yer’i göğüstür. Hâli meyildir. Yolu şeriatın dış ölçüleridir. Sıfatları: Cehâlet, cimrilik, hırs, kin, kibir, gadap, şehvet, tamah, hased, kötü huyluluk, boş ve faydasız şeylerle uğraşmak, istihzâ, ahmaklık, unutkanlık, buğz, çabuk isyan, çok yemek, çok içmek, çok konuşmak, fazla neşe, âvârelik, şımarıklık, din ehlinin hâlini inkâr... ve benzerleridir. Nefs-i emmâre de Rabbânî bir latîfedir. Şu kadar var ki, kötülüklere meyletmesi, şehvetlere düşkün olması sebebiyle pislenmiştir. Şehvet düşkünü hayvânî nefsin hükmü altında kalıp ona uymakla hayvanların yoluna girmiştir. İnsan için de en büyük düşman hâline gelmiştir. Şeytan onun askerinden olup, ondan kuvvet bulmuştur. Hâdis-i şerif’te: “En şiddetli düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir.” buyuruluyor. (Beyhakî) Çünkü zâhirî düşman ikram ve ihsanlar karşısında dost olup sadâkat gösterebilirken, nefis lütuf ve ihsandan anlamayıp zararını daha da çoğaltır. Nefs-i emmâre’deki bir insan, kötülük yapmaktan en ufak bir pişmanlık duymaz, yaptığından hiçbir pişmanlık duymayan hayvana benzer. Fâsıklar, kâfirler ve münâfıklar nefs-i emmâre grubuna girerler. Nefs-i Emmâre Derecesinde Bulunan İnsanlar Üç Sınıftır: 1. Allah-u Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmeye çalışır, nehiylerinden kaçınmaz. 2. Allah-u Teâlâ’nın emirlerine itaat etmediği gibi, nehiylerinden de kaçınmaz. Fakat itaat edenleri sever. 3. İsmi İslâm’dır. Fakat İslâm’ın hiçbir emrini yerine getirmediği gibi, İslâm’ı ve müslümanları sevmez. Nefs-i emmâre derecesinde bulunup da oradan uzaklaşmak için herhangi bir gayret sarfetmeyenler, kendilerinde ıslah alâmetleri görülmeyenler cehennemde bulunmaya devam edenlerdir. İnsanın belli bir süreye kadar yaşama garantisi olmadığı gibi, nerede ve ne zaman ne şekilde öleceğini de hiç kimse bilemez. Bunun içindir ki gelecek için şimdiden hazırlık yapmalı ve insanoğlu bulunduğu yolun “Hidayet yolu” olup olmadığını enine boyuna tahkik etmelidir. Gittiği yolun “Allah yolu” olduğunu gösterecek sağlam delilleri olmalıdır. Kendisinden önce, bulunduğu yola koyulmuş insanların hedeflerine emniyet içinde varabildiklerini müşahede etmiş olmalıdır NEFS-İ LEVVAME İnsânî ruh, emmâre iken işlediği günahlardan ve kötülüklerden pişmanlık duyar ve kendisini kınamaya başlarsa, onun bu hâline “Nefs-i levvâme” denir. İkinci makama yükselen sâlikin artık kalbindeki yedi perdeden birisi kalkmıştır. İbâdetlerini yapar, yasaklardan kaçınmaya, emr-i ilâhi’yi yerine getirmeye çalışır. Buna rağmen yine günah işler, fakat hemen arkasından da pişman olup tevbe eder. Bu gibi kimseler için de iyi vaadler vardır: “Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayâsızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabbinin mağfireti geniştir.” (Necm: 32) Bu makamın seyri “İlallâh”tır. Âlemi, berzah âlemidir. Yeri gönüldür. Hâli muhabbettir. Yolu tarikattır. Sıfatları: Kınama, haset, kötü fikir, ucb, işret, halkla çekişme, kahır, temennâ, körü körüne tevekkül, gizli riyâ, makam sevgisi ve şehvet tutkusudur. Nefs-i emmâre’nin bir kısım sıfatları hâlâ mevcut olmasına rağmen hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görür ve bilir. Şeriat ameli ve muhabbeti eksilmez. Kötü hallerinden dolayı üzülür. Fakat o kötü sıfatlardan kurtulması gücünün dışındadır. Zâhidler, nefsin emmâre ve levvâme derecesindedirler. Levvâme olan nefis de kendisine zulmettiğinden dolayı ona “Zâlim” denilmiştir. Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde: “Onlardan kimi nefsine zulmedendir.” buyuruyor. (Fâtır: 32) Eğer tevbe ederse, Allah-u Teâlâ’nın onların günah ve kusurlarını bağışlayacağı, tevbelerini kabul buyuracağı umulur. Nefs-i levvâme’de gizli bir riyâ ve kendini beğenme hastalığı vardır. İyi amellerini halkın bilmesini ister. Övülmekten memnun olur. Başkalarına üstün gelip ezme arzusu duyar. Bu kötü huyundan hoşlanmamasına rağmen, kalbinden de söküp atamaz. Nefs-i levvâme’de bulunan bir kimse takvâ ehlinden sayılır. Bu makamın en yüksek derecesi ihlâstır. Ancak amellerinde ihlâs da olsa, sâlik yine de tehlikeden kurtulmuş değildir. Buna rağmen Allah katında kudsiyet ifâde eden bir makamdır. Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerîme’sinde: “Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim ki!” buyuruyor. (Kıyâmet: 2) Bu kınama övünülecek bir hususiyettir. Bir insan Tarikat-ı aliye’ye kabul edildiği zaman nefs-i emmare ile girer. Bir taraftan ilim-irfan ile meşgul olurken, diğer taraftan da daimi surette nefisle mücadele halindedir. İlim cihad, ilim cihad... Ve bu suretle nefs-i emmare’yi yendiği zaman bir sıfatı küçülmüş ve bir perde kalkmış olur. Fakat Nefs-i emmare’nin büyük arzuları kökleşmiş olduğu için, bu arzuları birden söküp atamaz. Tekrar mücadeleye mücahedeye devam eder. İlmiyle irfanıyle nefs-i levvame’yi de katettiği zaman bu perde de kalkar. İnsan nisbeten mülayimleşir, hilm sıfatına bürünür, nefs-i mülhime halini alır. Nefs-i emmare artık o kötü sıfatlarını kaybetmiştir. Bu kayıpların sebebi de şudur: Allah-u Teâlâ lütfuyla ona ezelden Mürşid-i kâmil’i nasip ettiği için, nasibini aldıkça ruhu kuvvet bulur. Elinden geldiği kadar hakikatı öğrenmeye gayret eder. Bir taraftan da nefsi ile mücadelesini ve mücahedesini devam ettirir. Nefs-i levvâme’nin iki yüzü vardır. Bir yüzü nefs-i emmâreye, diğer yüzü de nefs-i mülhimeye bakar. Nefs-i emmâre’den bir bakıma yüzünü çevirmiştir, fakat tekrar meyletmesinden korkulur. NEFS-İ MÜLHEME İbâdet, zikir ve riyâzetlerin artması, nefisle şiddetli bir mücâdeleye girişilmesi neticesinde kalp üzerindeki perdelerden birisi daha kalkarsa, nefsin üçüncü makamına çıkılmış olur ki, bu makama “Nefs-i mülhime” denir. Allah-u Teâlâ’nın insânî ruha isyan ve itaatını vasıtasız olarak ilham etmesinden dolayı bu dereceye “Mülhime” ismi verilmiştir. Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır: “Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir.” (Muhammed: 17) Ruh terakki edip kuvvet buldukça nefse hâkim olmak ister. Birçok mücâhede ve mücâdeleden sonra, bu mertebede nefis ıslah olmuştur. Artık vücutta hâkimiyet ruhun eline geçmiştir. Müminle kâfir iki ordunun mütemadiyen birbirleriyle çarpıştıkları gibi, vücutta da aynı şekilde ruhun ve nefsin yeri vardır ve bunlar zaman zaman iki ordu gibi çarpışırlar. Fakat bu çarpışmalardan kişinin haberi olmaz. Bu çarpışmalar esnasında gerçekten tutulanlar; manevî destekle, ruhanî terbiye ile nefsin arzularını bastırır. Bu noktada nefis mülayimleşir ve sakinleşir. Fakat hiçbir zaman hile-i desiselerinden emin olunmaz. Bir insan buraya kadar kendi ihlâs ve gayreti ile çıkabilirse de, buradan ileriye ancak bir Mürşid-i kâmil’in kılavuzluğu ile gidebilir. Bir subayın kurmay olabilmesi için nasıl ki hususi bir eğitime ihtiyacı varsa, Nefs-i mülhime’den sonraki terakkiyat için de mutlaka Fenâfillah’a çıkmış bir kâmil mürşide ve onun mânevî terbiyesine ihtiyaç vardır. Zira vuslat mürşidsiz olmaz. Mürşid onu şüphe karanlıklarından kurtarıp tecelli nurlarına çıkarır. Bu makamda kalanların bazısı yarı deli yarı velidir, bunlara meczub denir. Nefs-i mülhime’nin seyri “Alellah”tır. Bu makamda sâlikin kâlbinde hakikat nurları doğduğundan, onları müşâhede etmekten dolayı içinde mâsivâ kalmaz. Âlemi, ruhlar âlemidir. Yeri ruhtur. Hâli aşktır. Kendisine gelen mânâ mârifettir. Sıfatları: İlim, cömertlik, kanaat, tevâzu, sabır, ezâya tahammül, özürleri kabul, güzel zan, hoşgörü... Bu makamda sâlik, bütün varlıkların Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kudret elinin altında olduğunu müşâhede ettiğinden, hiçbir mahlûka itirazı olmaz. Fâil-i mutlak’ın fiillerini seyreder. Aslâ geri dönmemeye gayret eder. Nefs-i mülhime’nin diğer vasıfları da şunlardır: Hayretle şaşkınlığa düşmek, makamlara ermek, kabz ve bastın gelişi, havf ve recânın gidişi, zikrullahı sevmek, güler yüzlülük, hikmetle konuşmak, müşâhede ve murakaba... Bu makamda mürid zayıftır, Hakk’a gidemez. Celâl ve Cemâl’i fark edemez. Beşeriyetin gereği haller ondan tamamen silinmediği için, gafil olduğu bir anda nefsi hemen geriye dönüp aşağıların aşağısına iner ve eski kötü alışkanlıklarına devam eder. İtikadı bozulup ibâdeti terkeder. Şeytâni hayalleri Rahmânî tecelliler sanır. Böylece helâka gider. Bu makamdaki sâlike en mühim ve gerekli olan şey, bağlı bulunduğu Mürşid-i kâmil’e öz irâdesi ile ve titizlikle itaat edip, her emrine tam teslim olmaktır. Ayrıca nefsin istek ve arzularına şiddetle muhalefet etmelidir. Çünkü bu makamda yükselmek mümkün olduğu gibi, her an düşmek tehlikesi de vardır. Nefs-i mülhime Kur’an-ı kerim’de şu şekilde geçmektedir: “Her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona isyanını ve itaatını ilham edene yemin ederim ki, nefsini temizleyen kurtulmuştur.” (Şems: 7-8-9) Âyet-i kerime’lerde nefse iyilik ve kötülüklerin ilham edildiği bildirilerek, ilham alan nefse dikkat çekilmiştir. Buradaki temizlenmekten maksat, ahlâk-ı zemime adı verilen “Şehvet, gadap, kin, kibir, riyâ, hased...” gibi kötü huylardan temizlenmektir. “Temizlenen kurtulmuştur.” Beyan-ı ilâhi’si de bu mânâdadır. Yoksa zâhiri temizlik, ya da “Oruç tuttum temizlendim.” gibi basit bir mânâ çıkarılmamalıdır. Bu makamda kalanların bazısının yarı deli yarı veli olduklarını söylemiştik. Bunun mânâsını size üç noktada izah edelim: 1. Fenâfillah’a ulaşmış bir Mürşid-i kâmil müridi yürütür, yürü demez. Binâenaleyh bir müridin ezelde böyle bir Mürşid-i kâmil’de nasibi varsa; “Emmâre”yi ve “Levvâme”yi geçip “Mülhime”ye geldiği zaman “Fenafişşeyh” olur ve “Fenâfirresul” kalesine alınır, tahsile başlar. Bundan haberi bile olmaz, icabederse duyururlar, icabetmezse duyurmazlar. Kimisini açık kimisini kapalı götürürler. 2. Fenâfillah’a çıkmamış bir mürşid ise müridi yürütemez, ders verir yürü der. O da Fenâfirresul’e kadar gelir, önüne koca bir kale çıkar ve burada durur. Onu içeriye alacak bir fert olmadığı için öteye geçemez. İlim, amel ve ihlâsı nisbetinde ibadetine taatına devam eder ve Allah-u Teâlâ’nın sevgilisi olabilir. 3. Bu ikinci sınıfta olan kimselerin bazıları da o kalenin önünde bocalar. Bocalayınca şeytan zaten onun peşindedir, hemen yuları ona takar. Evden eve, bayırdan bayıra, dağdan dağa dolaşır. Şeytan onu bu güç noktalara sokunca, bu sefer küfretmeye başlar. Şeytan bu hâli ona sevdirdiği için, marifet yapıyormuş gibi hoşuna gider. İhlâsı da elinden alınır. Artık onun orada tutunması Mevlâ’ya kalmış. Kimisi de en aşağı dereceye kadar düşer. Allah’ımız cümlemizi muhafaza buyursun! Hülâsa edecek olursak; birisi Fenâfirresul kalesine giriyor ve tahsiline devam ediyor, ötekiler kaleye gelince içeriye alınmadığı için -çünkü orası girme yeri değil, alınma yeridir- kimisi ihlâsıyla devam ediyor, kimisi de bocalayıp aşağıya kayıyor. NEFS-İ MUTMAİNNE Şirkten, şüpheden, isyan ve hatadan temizlenmiş, Mevlâ’nın hitâbıyla ıstıraplardan kurtulup huzura kavuşmuş nefis demektir. Kalp üzerindeki dördüncü perdenin kalkmasıyla, ruh mutmainne makamına yükselir. Nitekim Allah-u Teâlâ bu dereceye yükselmiş nefse: “Ey mutmainne olan nefs!” kelâmı ile hitap etmiştir. (Fecr: 27) Nefs-i mutmainne’de müridin seyri “Seyr-i maallah”tır. Âlemi, hakikat-ı Muhammediye’dir. Yeri sırdır. Hâli, sâdık bir tatmin hâlidir. Kendisine gelen mânâ şeriatın bazı sırlarıdır. Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır: “Onları hidayete erdirecek ve hallerini düzeltecektir.” (Muhammed: 5) Sıfatları: Cömertlik, tevekkül, sabır, şükür, hilm, teslimiyet, rızâ, sıdk, ibadet, rifk, güleryüzlülük, tam müşâhede, sürekli huzur, büyüklere tâzim, kalp sevinci, tatlı dil, kusurları örtme, hataları bağışlama... Sâlik bu makamda Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye’ye tam olarak uyar. Bu makamda olan kişiyi görenlerin gözleri, dinleyenlerin kulakları zevk duyar. Sözleri bıkkınlık değil, sıdk ve safâ verir. Dilleri şeriat hikmetlerine, hakikat sırlarına ve mânâ inceliklerine tercümanlık eder. Oysa ki, ne bir kitap mütâlâa etmiş ne de kimseden bilgi istemiştir. Söyledikleri Kur’an-ı kerim’e ve Hadis-i şerif’lere uygun gelir. Çünkü o “İlhâmât-ı ilâhî”ye mazhar olmuştur. Bundan dolayı edep ve hayâ deryasına dalmıştır. Ona haşyet ve heybet hâli verilmiş, vakar elbisesi giydirilmiştir. İnsanlarla ara sıra görüşüp, iç âlemine doğan hikmetlerden onlara söyler. Dostlarını istidatları kadar irşad eder. Çoğu vakitlerini ibâdetle geçirir. Tâ ki daha yüksek derecelere ulaşmaktan mahrum kalmasın. Nefsi terbiye ederek mutmainne derecesine kavuşturmak için Allah-u Teâlâ’ya niyazda bulunmalıdır. Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle buyurmuşlardır: “Allah’ım! Senden itminana kavuşmuş bir nefs-i mutmainne dilerim ki, sana kavuşmaya iman etsin, takdirine râzı olsun, verdiklerine kanaat etsin.” (Taberânî) Bu mertebe, saâdet ve bahtiyarlık mertebesidir. Bu makamda duâ ve virdlere devamla, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in sevgisi bambaşka bir hâl alır. Bu makama gelindiği zaman, nefis artık teslim bayrağını çeker. Tevhidin; vücudî tevhid, şuhudî tevhid, meşhud tevhid olmak üzere üçe ayrıldığı ve bunların izahları daha önce yapılmıştı. Ancak nerede olduğu izah edilmemişti. Şuhûdî tevhid Nefs-i mutmainne’de tecelli der. Artık teslim olduğu, itminan olduğu için, Allah-u Teâlâ’nın kudretini seyretmeye başlar. Kör göz, şaşı göz, bir de gören göz vardır. Nefs-i emmâre’de olan bir insan zâlim ve câhil olduğu için, ancak zahiri ilimlerle yani satır ilimleri ile kulaktan duyduğunu alır. Zannı ile, dış duygusu ile icraatını yapar. Kendi içtihadı ile hareket eder. Bir müddet hakikata kördür. Nefs-i mutmainne’ye geçen bir insan ise şaşıdır. Allah-u Teâlâ’nın azametini seyrederken, kendi varlığını da seyreder. Allah-u Teâlâ’nın ulûhiyet sırlarını her zerrede temâşâ ettiği gibi varlığı ile temâşâ ettiği için biri çift görüyor, körlükten kurtulamamış, fakat şaşı olmuş. Tasavvur buyurun Tarikat-ı aliye nasıl bir ilim-irfan mektebidir ki, körlükten kurtulup şaşı haline geliyor. Daha da çok çalışabilirse, Allah-u Teâlâ onu gören göz de yapar. Binaenaleyh nefs-i mutmainne’de nefis ruha teslim olur, Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine rızâ gösterir. Ârifler, nefsin mülhime ve mutmainne derecelerindedirler. Bu dereceler Fenâfillâh makamında tecelli eder. Burada ihlâsla ibadet ve taatına devam ederse, Allah-u Teâlâ’nın bütün emirlerine boyun büktüğü zaman; Râziye’ye, Mardiyye’ye çıktığı gibi, Nefs-i sâfiye’ye dahi çıkabilir. “Ey mutmainne nefis!” diye başlayan Âyet-i kerime’nin sonunda: “Gir cennetime!” (Fecr: 30) İfadesi yer almaktadır. İşte gerçek saâdet ve selâmet bundan ibarettir. NEFS-İ RAZİYYE Allah-u Teâlâ’nın bütün imtihan ve ibtilâlarına sadâkat göstermiş, gelmiş ve gelecek her şeye râzı olmuş, bütün gayret ve arzusu Mevlâ’nın hoşnutluğunu kazanmak olan nefsin haline “Nefs-i râziye” denir. Bu makamda sâlik denize düşen çöp gibi olmuştur. Deniz onu istediği tarafa çalkaladığı gibi, o da hükm-i ilâhi’ye öylece teslim olmuştur. İrâdesini Hakk’ın irâdesine bağlamış, reyini de O’na vermiştir. Bu nefsin seyri “Fillâh”tır. Âlemi, lâhut âlemidir. Yeri, sırrın sırrıdır. Hâli, fenâya varmış olmaktır. Sıfatları: Verâ, ihlâs, muhabbet, Mevlâ ile dostluk, ilâhi huzur, kerâmet, mâsivâyı terk, teslimiyet, rızâ, eziyetlere sabır, halkı irşad, en ince edeptir. Duâsı reddedilmez. Herkes tarafından saygıyla karşılanır. Râziye ile bundan sonra gelen Mardiyye makamlarında olan nefisler Kur’an-ı kerim’de şu hitâb-ı ilâhî ile taltif edilmişlerdir: “Dön Rabbine! Sen O’ndan râzı, O senden râzı olarak.” (Fecr: 28. Öyle bir halde dön ki, sen Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut NEFS-İ MARDİYYE Bu makama yükselen nefisten Hazret-i Allah râzı olduğu için “Nefs-i Mardiyye” adını almıştır. Râzı olunmuş nefis demektir. Bunun seyri “Anillah”tır. Âlemi şu görünen şehâdet âlemidir. Yeri Hafâ’dır. Hâli hayrettir. Yolu şeriattır. Sıfatları: Allah ve Resul’ünün ahlâkı ile ahlâklanmak, hataları bağışlamak, ayıpları örtmek, güzel zanda bulunmak, herkese lütuf ve şefkat göstermek, insanları karanlıklardan kurtarmak için onlara meyl ve muhabbet... Ancak bu meyl ve muhabbet sadece Allah için olup, acıma ve şefkatten ibarettir. Görünüşte insanlardan ayrılmaz, fakat bâtında Hakk iledir. Kalbi mâsivâdan kurtulmuştur. Muhtaç olduğu ilimleri Allah-u Teâlâ’nın izniyle mânâ âleminden madde âlemine taşır ki, insanlar istifade etsin. İfrat ve tefritten kaçınır, orta yolu takip eder. “Vâkıflar”, nefsin Râziye ve Mardiyye derecelerindedirler. Bu dereceler Fenâfillâh makamında tecelli eder. Allah-u Teâlâ o nefsi daha dünyada iken cennetle müjdeliyor. NEFS-İ SAFİYYE Bu makamda nefis artık sâfileşmiş, süzülmüş, vücudun en kötü yeri iken en iyi yeri olmuş, yani taş iken elmas olmuştur. Bu makamda sâlik Hakk’ın elindedir. Hakk’ı bilir ve her şeyini de Hakk’tan bilir. Ne kendisini ne de rızkını düşünür. “Neme lâzım, o Sâhibime aittir.” der. Çünkü o çok iyi bilir ve görür ki Allah-u Teâlâ evin sâhibi, kendisi ise misafirdir. “Hû komşu!” denir ya, buradaki “Hû!..” bizzat ev sahibine seslenmektir. Ondan başkasını tanımaz, her şeyini sadece O’ndan ister. Çıkacak hükm-i ilâhî’ye peşin olarak râzıdır. “Meşhud tevhid” nefsin sâfiye derecesinde tecelli eder. Hiç olduğu zaman, perdeler aralandığı zaman, O’nu gördüğü zaman, O’ndan başka bir şey görmediği zaman meşhud tevhid tecelli eder. Fakat bu göz onun değildir. Bunu kör göz nasıl görebilir? Onların vasıfları kısaca şöyledir: 1. Onlar Hakk’ın kölesidir. İyi bilirler ki, Mevlâ dilerse tutar, dilerse atar. Dilerse muhafaza eder, dilerse etmez. 2. Bir damla rahmet-i ilâhî’ye muhtaç olduklarını bilirler. 3. Bildirilmedikçe, bildirilmeyen hiçbir şeyin bilinmeyeceğini bilirler. 4. Mevlâ dilerse bunları dâire-i saâdetine alır ve dâire-i saâdetine ancak bunlar alınmışlardır. Bunlar birer hakikat ölçüsüdür. Hareketler buradan anlaşılır. Herkes nefsinin derecesine göre bu ilmi anlar. Âyet-i kerime’de: “Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır.” buyuruluyor. (Yusuf: 76) |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder