Bu Blogda Ara

13 Kasım 2010 Cumartesi

Esmaların Ruhanileriyle Buluşmak

Her esmanın "huddam" denilen ruhanileri "vazifelileri vardır. Bunlar bir esmanın ebcetsel sayı değeri kadardırlar. Sözgelimi "Azim" esmasının ebcetsel sayı değeri 1020'dir. İşte bu esmaya vaziyet eden bin yirmi adet azametli ruhani vardır. Bin yirmi meleğin emrinde de bin yirmi ruhani ya da cinni vardır. Ruhanilerden, cinnilerden, meleklerden oluşan bu görevliler esmanın tecellisine uygun bir esinle zikredene yardımcı olurlar. Zikreden esmaya aşıksa ve bunu aşkla yapıyorsa özellikle ebcetsel sayı değerine dikkat ediyorsa esmanın ruhanileri gelmeye başlarlar. Gece boyunca onunla irtibata girmeye çalışırlar. Ruhuna vücuduna evine bakışına sesine sinerler. Bu Sufizm yoluna biat etmenin özel bir kazanımıdır. Biat etmeyenler için bu ledün nimetleri kapalıdır.

Sufizm yolu dışında kalanların huddamlarla görüştüklerini sanmaları sadece bir yanılgıdır. Onlar cinni şeytanların oyuncağı olurlar. Bütün medyumlar da öyledirler. Tarikat sahasına biat edenler Allah tarafından korunma altında olurlar. Elde ettikleri de o dairenin ledünni bereket sırları olur. Bütün esmalar Allah'ın rızası, amaçlar, vesile ve vasıta kılınmak için yapılmalıdır. Her şeyin başı ihlastır. Allah'a, bir esmada aşık olana bütün ruhaniler de aşık olur. O dilemese de Allah kendini anan kulunu dilediğine sevdirir. Esma bitikten sonra "Yüce Allahım bu esmanın ruhanilerini bana musahhar kıl ve işlerime yardımcı ver." diye dua edene Allah tehlikesiz bir şekilde ruhanileri yollar. Ona yardımcı olmak için akın akın gelirler. Bu ise dehşet bir lütuftur. Bir sufunin o sahayı merak etmemesi Allah'ın açtığı böyle bir kapıyı yok sayması sadece cehalettendir. İnsan sünnet ve kuran dairesinde kalıp Allah'ın verdiği her türlü nimetten yararlanmalıdır. Bunu yaparken de yalnızca Allah'a dayanmalı ona yönelmelidir. Allah ruhanilerle bir sufiyi buluşturmuşsa bu çok özel bir sır olarak kalmalıdır. Aksi halde sırrı söylemek kimi zaman o sırrı bir daha görmemeye neden olabilir. Bu da acı olarak yeterli olan bir şeydir.

Sufilerin çoğu ruhani daireye sırt döndükleri için elli atmış yıl sonra bile yerlerinde sayıp kalmışlardır. Allah'ın özel olarak her esmaya atadığı ruhaniler kimi cahil ve softa müritlerce iyi gözle görülmemektedir. Onlardan uzak kaldıkları için de yerlerinde sayıp durmaktadırlar. Öyleyse esmaların ruhanileriyle buluşmak onları yardımcı olarak istemek için dua etmeli Allah'a yakarmalıyız. O dünyanın nimetleriyle Allah bizi buluşturmuşsa bunu örtüp gizlemeli sinemizde ötelere götürebilmeliyiz... Kim ki hak bir tarikata intisap etmemiştir, hak bir mürşidin elinden biat almamıştır, onun esmaların ruhanileriyle buluşması yardımlaşması sadece bir zan ve hayaldir. O kapı kapalıdır. Esmaların ruhanileriyle buluştuğunu sananlar da cinni şeytanların maskarası, kuklası olan zavallılardır... Ruhanilerle buluşmak için İmam Ali Hazretleri Celcelütiyesinde Allaha yakarır... Emrine ruhani ifritler vermesini diler... Aynı dilek Nakşibendi tarikatının kurucusu İmam Bahaüddin Nakşibent hazretlerinin Evrad-ı Bahaiyye Azimetinde açıkça görülebilir. İmam Ahmet Buni,İmam Yafii, Seyyit Emir Sultan gibi binlerce evliya bu sırları içeren ledünni bilgiler aktarmışlardır. Yani ruhu ergin olana, bu yollar, Allah'tan esmanın ruhanilerini kendine musahhar edilip yardımcı verilmesini dilemek, ism-i azam sırlarındandır.

10 Kasım 2010 Çarşamba

BEYİN VE ZİKİR

Zikir” kelimesi sözlükte “anmak, hatırlamak” anlamlarına gelmektedir. Anmak, hatırlamak (=Zikir) yüzeysel bir tanımlama ile bir nesneyi veya özneyi “akla getirmek, düşünmektir”. “Zikretmek” bu anlamı dolayısıyladır ki, yeryüzünde sadece “düşünme melekesine” sahip İnsãn türüne âit bir meziyettir.
Allãh’ı zikretmek, Allãh’ı Zikir (ZikrUllãh) ise kişinin varlığının Allãh ile kâim ve dâim olduğunu, O’nun azâmetini, birimsel varlığının O’nun indindeki yerini ilk etapta düşünmesi, sonra tefekkür ediphissetmesi ve nihâyetinde de yaşaması olayıdır!
ZikrUllãh kanâatimize göre Allãh’ın isimlerini duygusuzca, mekanik bir şekilde tekrarlamak, telâffuz etmek değildir. Harflerden oluşan İsimler, yatay, 4 boyutlu mekanik kanunların geçerli olduğu dünyamıza âit iletişim araçlarıdır ve bir rûha (mânâya) sahip değillerdir. Onlara rûh≈mânâ veren-verecek olan maddeyle dikey temasta bulunan içsel yaşamımızı üreten uzay alanı, yâni Şuûr boyutudur.
“Fe Zkur ullãhe… ve zküru hü ke ma heda küm”
“Allãh’ı Zikredin… O’nun size gösterdiği gibi..” (2/198)
Bizlere AN’da yaşamanın şuûruna erişip Bilincimizi Cennet bahçesine dönüştürebilmemiz için her detayı öğreten Kur’ãn âyetlerinde ve RasûlUllãh sözlerinde bizlere teklif edilemekte olan –yaygın kanaâtin aksine- “Allãh’ın isimlerinin telâffuzunu belirli sayılarda tekrar edin” değildir. O’nu hangi şekilde zikretmemiz gerektiği Kur’ãn’da şu şekilde belirtilmiştir.
“…fe zkürullãhe ke zikri küm abe küm ev eşedde zikra”
“…Atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha şiddetli olarak Allãh’ı zikredin…” (2/200)
O’nu nasıl anmamız gerektiği açıktır. Rabbimizi en asgarî düzeyde atalarımızı düşündüğümüz, haklarında konuştuğumuz, onlara saygı duyduğumuz, onları sevdiğimiz kadar ki hissiyatla anmamız tavsiye ediliyor. Hiç kimsenin âyetteki “zikir” kelimesinin yaptığı çağrışım gereği babasının/dedesinin ismini eline tespih/ zikirmatik alarak belirli sayılarda, hızlıca, mekanik bir şekilde tekrarlamadığı açıktır.
İstenen, isimlerin telâffuzunun dildeki tekrarları değil, herhangi bir dildeki bir isimle etiketlenmiş mânânın şuûrda tekrar tekrar, belirli/belirsiz sayılarda hissedilmesidir. Allãh için olanı ise eşedde/daha güçlü bir biçimde olmalıdır. Kelimelerin telâffuzlarının değil, oluşturulan mânânın daha güçlüsü/şiddetlisi olur.
Ve zkür rabbe ke fi nefsi ke tedardruan ve hiyfeten
“Rabbini, bilincinde yalvararak/ürpererek… Zikret” (7/55)
Duygusuzca, anlamı bilinmeden yapılan tekrarlar elbette kalplerde ürperti, huşû ve “Mutlak Varlığın”Tek-Tümel RUH’un birimsel zihne üflenmesi (zihne yükleme) gerçekleşmeyecektir. Yükleme yapılıp=mânâ oluşturulursa bilinçaltı bunu içselleştirir.Derin benliğimiz bilinçli olarak kabul ettiğimiz şeylere tepki verecektir. huzurunda alçakgönüllülük hissi oluşturmayacak, yâni
“Ellezine yezkürun ellãhe kiyamen ve kuuden ve ala cünubihim veyetefekkerune fi halkis semavati vel ard…”
“Onlar ki, kıyamda, otururken, yanları üzerinde iken Allãh’ı Zikrederler, Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında Tefekkür ederler…” (3/191)
Kelimeleri tekrar ederken, kelimelerin işâret ettiği mânâlar kişinin bilincinde oluşmadan, beyinde o mânâyı kodlayacak olan yeniden şekillenmiş sinir ağları da oluşamayacaktır. Zihinde anlam oluşturabilen kelimeler, cümleler, anılar, yaşamlar, düşünceler, hisler vs. beyni yeniden kodlayabilir.
Yeniden programlanmış sinir hücrelerinin oluşumu birimsel zihinde/dalga bedende oluşturulan, düşünülen/hissedilen/yaşanılan soyut mânânın algıladığımız madde-zaman boyutundaki yansımasıdır. Yâni, yeni nöron ağların kurulmasının şartı, mânâyı düşünmek, tefekkür etmek ve nihayetinde yaşamaktır (bilinçaltının doğal bir parçası hâline gelmesi). Anlamı bilinmeden, hissedilmeden yapılan tekrarların zihne yüklenmesi olayı SünnetUllãha terstir. Kişi amellerinin faydalı olup olmadığını (dalga bedene yüklenip yüklenmediğini), bilincinde o esnada/o anda hissettiklerinden kontrol edebilir. O esnada anlamı yaşatmayan ölünce de yaşatmayacaktır.
Kişide TEFEKKÜR (Varlık üzerinde derinlemesine düşünüp birtakım hissiyatları şuurunda yaşamadan) olmadan yapılan kelime tekrarları -bu kelimeler, kalıplar Kur’ân’dan da olsa (Allãh, Rahman vs. veya Arapça dualar, âyetler)- bir ANLAMa sahip olmadıklarından (yâni bu kelimeleri tekrar eden bilinç tarafından bunlara bir anlam yüklenmediğinden) MANTRA olarak kalacaktır. Hatta Mantra gibi fayda verebilmesi için -anlamı bilinmese de- yapılan kelime tekrarlarında zihnin farklı, gündelik düşüncelere sürüklenmemesi gerekir.
[[[ Zihnin tek bir kelimeye odaklanmasıyla, dış dünyadan beyne giren veri akışı asgariye indirgenerek zihnin daha sakin bir seviyeye çıkartılması mümkündür (meditasyon ve türevlerinin genel mantığı budur). Zihin, dış dünyanın gürültüsünden uzaklaştıkça beynimizde saklı belli belirsiz duygular, düşünceler hızlı bir şekilde zihinden gelip geçmeye başlar, zihne çıkar ve su yüzeyine çıkan baloncuklar gibi patlar gider. Mantraların faydası budur. Bu tekniğe devam edildikçe, her ne kadar kişi daha sakin bir zihinle yaşamını sürdürüyor ve daha derin zihin seviyelerine ulaşıyor olsa da –“Mutlak Varlığın indindeki hiçliğin” itirafını beyan eden korunma duası yapılmadan/yaşanmadan- “egonun ruhsal açıdan kendini beğenerek şişmesi” gibi cinnî bir duygunun zihne yerleşme tehlikesi her zaman vardır. ]]]
İsimlerin işâret ettiği anlamların, tefekkür beraberliğinde yinelenmesiyle, beyinde o ismin işâret ettiği mânâ istikâmetinde kodlanması-programlanması-meleğin açığa çıkarılmasından sonra, o ismin üzerinde çok fazla anlamaya-düşünmeye gerek kalmadan yapılan tekrarı da zihne yükleme yapacak ve tesirini gösterecektir. Çünkü artık o ismin içeriği doldurulmuş, kelimenin cesedine can verilmiş, kelimeler 4 boyut hapishanesinden çıkartılmıştır. Yâni, isimler amaç olmaktan çıkarılıp araç haline getirildiği takdirde bilinçsizce tekrar edilebilir bir hâle gelirler. Hissedilerek yapılması Tefekkür sahibi kişiye katmerli enerji verecektir. Kelimenin yüklendiği enerji daha da artacak ve kişiyi daha fazla derinden etkileyebilecektir.
Beynin bu konuda nasıl çalıştığını idrak edebilmek için şöyle bir misal verilebilir: Türkçe bilmeyen bir kişinin“Limon” kelimesini belirli sayıda tekrar etmesini istediğimizde, yabancı arkadaşımızın beyninde “Limon” ile ilgili bir mânâ oluşamayacağı açıktır. Elbette Türkçe “limon” kelimesinin bu yabancı kişi tarafından uzun bir süre zikredildiği takdirde “limon” kelimesinin ihtiva ettiği birtakım belirsiz frekanslar (?) gereği zikreden kişide zamanla “limon” ile ilgili bir hissiyat oluşturacağını düşünmek de yanlış olacaktır. Özetle bu kişinin beyninin ilgili bölgesinde kısa süreli, sıradan bir elektrokimyasal akış meydana gelecek; fakat diğer nöronlara akış yönlenmediğinden/çağrışım yapmadığından sönecek ve hem bilinçli hem de bilinçaltı zihninde hiçbir etki olmayacaktır.
“Limon” kelimesini Türkçe bilen (=anlayan) bizler belirli sayıda tekrar ettiğimizde ise bilinçli zihnimiz limon kelimesini tanıyacaktır. Bilinç bu kelimeyi tanıdığından/çağrışım yaptığından nöron akışı beynin daha alt sistemlerine de ulaşacaktır. Bilinçaltı zihnimiz kendisine de ulaşan bu akışla, limon zikri esnasında biz farkında olmadan, örtük olarak limon ile ilgili tüm özetleri (Limon kelimesine yüklenmiş tüm anlamlar, yaşanmış anılar, algılanmış tatlar) hatırlayacak ve limonu o sırada tatmamamıza rağmen, vücudumuz sadece limonun adını duyarak tepki verecektir.
“Limon” kelimesinin anlam oluşturabilmesi için onu hatırlamamıza neden olacak bütün beyin bölgelerinin aktive olması gerekir. Beynin limonu hatırlaması da ancak limon ile ilgili tüm düşünülenlerin, hissedilenlerin, yaşananların zihne kodlanmasıyla gerçekleşebilecektir. Türk toplumu bu meyve/sebzeye “limon” etiketini verdiği için “limon” kelimesinde tüm bu anlamlar kodlanmıştır.
Aynı varlığa her millet farklı bir etiket verir. İsimler birer araçtır. Aracın (limon kelimesi) değer kazanmasımisaldeki yabancı arkadaş) değil, aracın kendisi için bir anlamı olanda (Türk’te) etkisini gösterir ve amaca ulaşılır (=zihin tepki verir). araca-araçta takılı kalanda/araçtan başka bir şeyi olmayanda (
Allãh isimlerinin zikrinde, yapılan dualarda da aynı mekanizma geçerlidir. Yukarıdaki satırlarda “Limon” kelimesi yerine örneğin “La ilahe illa Allãh” zikrini koyup düşündüğümüzde bu zikrin bizleri amacaLa ilahe illa Allãh” zikrinin anlam oluşturabilmesi için onu hatırlamamıza neden olacak bütün beyin bölgelerinin aktive olması gerekirBu da kuru kelime tekrarı ile değil, Tefekkür ile oluşturulabilecek bir ruhtur.
ulaştırıp ulaştırmadığını anlayabiliriz.
“İnnemel mü’minun ellezine iza zükir Allãhü vecilet kulubü hüm…”
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allãh anıldığında kalpleri ürperir…” (8/2)
Yeterli tefekkürler, hissedişler sonucu belirli bir bilinç seviyesine gelmiş kişilerde anlamı düşünülmedenderin tefekkürler sonucuisminin açılımı tüm hücrelere sinmiştir. Artık meleklerin kanatları (!) kişinin dalga bedenine (zihnine) değmektedir. [[[Zihnin genişleyerek RUH’un muhatap aldığı uzaya girmesiyle, zihinde açığa çıkan melekler o zihnin ahiret ortamını ve nur bedeni üretmeye başlarlar. Melekler ahiret ortamının dokusudur]]] Sonucu cezbe hâlidir, Zikir yaşanmaktadır. Allãh’ın isminin duyulması dâhi şuûrlarında derin bir ürperti oluşturacaktır. Çünkü Allãh
[[[Yatay alandaki bedene/beyne dikey boyuttan girerek etkileşen/temas eden nura, nar (enerji) yapılı zihin dayanamadığından beden-zihin sarsılır, kendinden geçer (kabının küçük olması akacak suyun taşmasına neden olur. Kabı/zihni geniş olan Erenlerde cezbe olmaz)]]]
Tefekkürün en büyük getirisi, kazanılan açılım oranında algılanan varlıkların da birer birer Allãh ismi, O’nu hatırlatan birer mânâ hâline dönüşmesidir. Kişi artık belirli isimlerle kayıtlanmaz, amaca ulaşılmış, araç otomatik olarak terk edilmiştir artık. Araç (Arapça/Türkçe dua-zikirler, bedensel ibadetler vs.) formaliteSidir, sembolÜ, mecazIdır! Görülen, duyulan, tadılan, dokunulan her şey kişiye Allãh’ı andırır, hatırlatır, Cennet nîmeti olur.
“Fe zküru ni ezkür küm..”
“Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım” (2/152)
Allãh, elbette kendisinin ismini yineleyen bir varlığın adını benzer şekilde defalarca tekrarlamıyordur. Âyet, insãn ile Allãh arasındaki münâsebetlerden birisine dikkat çekmektedir. Allãh, -anlatmaya çalıştığımız anlamda- zikredildiği takdirde, kişi muhatap alanına girmektedir.
Kelimelerin işâret ettiği MÂNÂlar üzerinde -zikrin en alt düzeyi olan- düşünmek olmadığı takdirde, kelimeler telâffuz olarak, yâni hava moleküllerini titreştirmekten ibâret olacağı için dünyaya sadece ısı olarak yayılacaktır. Yâni, yapılan çaba Yatay düzeyde kalacaktır.
Hissedilen ve Yaşam olan Zikir ise Bilinçte yaşanır (karşılığı Dikey düzeyde oluşacaktır). Bilinç ise maddî dünyanın aksine Evrenin içsel boyutlarında, bir nevî Allãh’ın muhatap aldığı, müdahale ettiği alan-uzaydır.
4 boyutlu evrene müdahale yoktur. Çünkü SünnetUllãh bu algılama düzeyinde nedensellik ilkesi çerçevesinde fiziko-kimya kurallarının kendisi olarak yansımıştır. Allãh’ın muradı bu evrende zaman-mekân cesedine bürünerek işler. Her birim nedensel işleyen bu kanunların (oluşturduğu psikolojik süreçlerin) yönlendirdiği ölçüde (kadere tâbi) muhatap alınan boyutlara (içe kıvrılı, geri kalan 7 boyut) ulaşabilir.
“e la bi zikrillãhi tatmeinül kulub”
“Kalpler ancak Allãh’ı zikir/Allãh’ın zikri ile huzur bulur” (13/85)
Allãh’ı zikredip de yaşamımızda huzurun sağlanamamasının nedeni, Allãh’ı Zikrin gerçek anlamda uygulanmaması ile ilgilidir. Allãh’ı zikreden şuurun huzura gark olmaması imkânsızdır.
Anlatmaya çalıştığımız gibi gerçek anlamıyla zikir Zihinde belirli mânâların tefekkürüyle, yâni Zihin diliyle olur, tek bir dünya dilinde (Arapça), bu dilin en güzel şekilde telaffuzu (Tecvit) ve tilâvet edilmesiyle değil. Bilmediğimiz bir lisanın, anlamını bilmediğimiz bir kelimesi beyinde mana oluşturmayacaktır.
Anlamı bilinmese de kelimelerin telaffuzlarının belirli frekanslara (?) denk gelerek rûha yükleme yaptığını düşünenlerin, bir dil olarak Arapçada fonetik açıdan yüzyıllar boyunca meydana gelmiş olan olası değişimleri, diğer ırkların bireylerinin orijinal sesleri çıkarma noktasında yetenekleri olup olmadıklarını, tilavetteki telaffuz hatalarını da düşünerek (telaffuzun değişmesi doğal olarak frekansı değişterecektir) zikirlerin ille de Arapça olması gerektiği konusunda ısrar etmemeleri gerekir.
Kişi dilerse dakikalarca “Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim” diye Yunus’un dizelerini, Sadece sen, Sen, SEN, … gibi bir cümleyi de zikredebilir. Hatta Ahadiyet bilgisini aklından çıkarmadan “Tanrım” da diyebilir, O’nu anabilir.
Rasûlullâh, tebliği ile beraber orijinal bir kelime üretip (Allãh) insanları ismini ilk defa duydukları bir varlığaorijinal özelliklerini insanlara hatırlatmış, dönemin insanlarına âşina oldukları kelimelerle davette bulunmuştur. Arapların binlerce yıldır kullanageldikleri “Allãh” kelimesi değil, Rasûl’un “Allãh” ismine/isim aracına yüklediği “nosyon”, “üflediği ruh” kutsaldır! iman etmeye davet etmemiştir. Fakat O’nun
“Allãh” ismine şartlanmamızın/programlanmamızın nedeni de yüklenen bu “anlam”dır. Kur’ãn 1400 yıl önce bir Türk’ün bilincinde açığa çıksa idi acaba TEK olan VARLIK nasıl isimlendirilirdi? Kök Tengri/Tanrı (Yüce Kudret anlamında) diye, değil mi? Kabaca 99 tane kabul edilen özelliklerinin Türkçede karşılıkları ne olurdu, düşünülmeli! Kelimelere değerini veren bizlerin onlara yüklediği anlamlardır.
“Allãh’ diye çağırın, ‘Rahman’ diye çağırın… Hangisi ile çağırırsanız, Esma-ül Hüsna O’nundur” ile Rasûl’un dünyaya geldiği halkın dili dolayısıyla Holografik (her bir üst boyutun bir alt boyutta tümel olarak kodlandığı) katmanların en alt boyutunda, DÜNYA AYNAsında araç olarak kullandığı “Allãh” ismi ile etiketlediği ANLAM’ı YAŞAYIN, amaç edinin denilmek isteniyor kanaâtimizce; o Arapça ismi telaffuz edin; sadece bu kelimeye has bir anlam var, bundan yola çıkarak yorumlar yapın değil.
TEFEKKÜR ile anlam yüklenen her kelime, her nesne “Allãh esması” hâline gelecektir. Çünkü Evrene anlamını biz vermekteyiz. Müşrik, Kâfir, Hanif, bütün Arapların 1400 yıl önce inandığı ve Allãh ismini verdikleri varlığın Türklerdeki karşılığı olan “Tanrı” kelimesine de “Allãh ismi ile işâret edilen mânâyı” bilincimizde yükleyerek onu anlamlandırabilir ve kullanabiliriz. Yüklenecek bu anlam “VeCilet KuLuBu hum (Kalpleri ürpertecektir)”
“Dua ve Zikir” kitaplarının bir de bu yönden düşünülmesi dileğiyle…
Not: Taklidi ve nakil bilgiyle yaşamakta ısrar eden beyinlerin elenmesi; sürekli sorgulayıp akıl melekesini geliştirerek kendi yolunu çizenlerin de seçilebilmesi için Hakikati bilen kimilerinin eserlerinde yaşadığı çağın kelimeleriyle yapılan sembolik anlatımlar, etiketler, hatta birbiriyle ve/veya bilimle çelişebilen fikirlerDüşünmekten yorulan kişiler hakikat sanarak okudukları bu cümlelerin Virüs olduğunun farkına varamayacaktır. Virüs oldukları Sistemsiz düşünü dünyalarına ulaşan detaylı sorularla kendini gösterecek ve çatlaklar ortaya çıkacaktır. Elbette çatlaklar hayali yamalarla kapatılabilir, gerçeklerden bihaber olarak. de serpiştirilir.
Unutulmaması gereken nokta, kesin bilgi eğer direkt olarak verilse idi, Sistemli düşünmeye gerek kalmaz, beyin gelişmez ve beyin gelişmediğinden de cennete girilemezdi. Usta/Üstatların oyunlarına gelmemek için sürekli SORGULAMAKtan başka şansımız yok! Kendileri birer usta hacker oldukları için Sistemleri kötü PC’lere çok güçlü Virüsler yollayabilmektedirler. Aman Dikkat!

ZİKİR VE FAYDALARI

ZİKİR, bize göre, dünyada bir insanın yapabileceği, en yararlı çalışma türüdür.
ZİKİR, "Allâh'ı anma" diye her ne kadar tercüme edilirse de, böyle bir tercüme son derece yetersizdir.
1. ZİKİR, beyinde tekrar edilen kelimenin manâsı istikâmetinde, beyin kapasitesini arttırır.
2. ZİKİR, beyinden üretilen dalga enerjinin RUH'A, yani halogramik dalga bedene yüklenmesini ve böylece ölüm ötesi yaşamda güçlü bir RUH'A sahip olunmasını sağlar.
3. ZİKİR, tekrar edilen manâlar istikâmetinde beyinde anlayış, idrak ve o manâların hazmedilmesi gibi özellikleri geliştirir.
4. ZİKİR, Allâh'a yakîn sağlar.
5. ZİKİR, ilâhî manâlar ile tahakkuku temin eder.
İşte, birkaçını saydığımız bu özellikler dolayısıyla Kurân-ı Kerîm de ZİKİR son derece övülen bir çalışma olarak belirtilmiş; ve bu konuda ZİKRE önem vermeyenler şiddetle uyarılmışlardır:
"RAHMAN'IN ZİKRİNDEN YÜZ ÇEVİRENE ŞEYTAN MUSALLAT OLUR VE ARKADAŞI OLUR. SONRA GERÇEKLERİ SAPTIRIR VE ONU HİDAYETTEN UZAKLAŞTIRIR. ONLARSA BU DURUMDA HÂLÂ HİDAYETTE OLDUKLARINI SANIRLAR." (43-36/37)
"ŞEYTAN ONLARI İDARESİNE ALMIŞ, ALLAH'I ZİKRETMEYİ UNUTTURMUŞTUR. ONLAR ŞEYTANIN GRUBUDUR. ŞEYTANA TABİ OLANLAR HÜSRANA UĞRAYACAKLARDIR." (58-19)
"ALLAH'I ÇOK ÇOK ZİKREDİN" (33-41)
"HER KİM, BENİM ZİKRİMDEN YÜZ ÇEVİRİRSE ONA DAR BİR GEÇİM VARDIR VE ONU A'MA OLARAK HAŞREDERİZ" (20-124)
"BENİ ZİKRETTİĞİNİZDE SİZİ ZİKRETMEKTEYİM" (2-152)
"EĞER KULLARIM SANA BENİ SORARLARSA, BEN YAKINIM. BANA DUA EDENİN DUASINA İCABET EDERİM" (2-186)
"ALLAH ZİKRİ, EKBERDİR" (29-45)
ZİKİR'in insana ne kadar büyük yararları olduğuna bakın Hazret-i Rasûl aleyhi's-selâm nasıl işaret ediyor:
"Allâh katında çalışmaların en sevimlisi hangisidir?... sorusuna cevap:
- Dilin, Allâh'ı zikretmeye devam ettiği halde ölmendir"!.
"Size çalışmalarınızın en hayırlısını, Allâh indinde en temiz olanını, derecelerinizi en fazla yükseltenini ve sizin için altın ve gümüş infak etmekten, düşmanlarınızla savaş meydanında karşılaşıp boyun vurmanızdan ve onların sizin boyunlarınızı Allah yolunda vurmalarından daha hayırlı bir çalışmadan haber vereyim mi?..
İşte o Allah'ı ZİKRETMEKTİR."
"Allah'ın azâbından, Allâh'ı ZİKİR etmekten daha fazla hiç bir şey kurtaramaz."
"Allah katında kıyâmet gününde kulların hangisinin derecesi daha faziletlidir; sorusuna şu cevabı verdi:
- Allah'ı çok ZİKİR EDENLER."
Soruldu ki, "Yâ Allah yolunda cihâd eden gazinin ki?"...
Buyruldu:
- Kâfirler ve müşrikler içerisinde kılıcı ile kırılıncaya kadar ve kana bulanıncaya kadar savaşsa da, şüphesiz ki, Allâh'ı çok zikredenlerin derecesi, ondan daha faziletli olur."
"Kul, şeytandan ANCAK, Allâh'ı ZİKRETMEKLE korunur!.."
"Sahip olduklarınızın en faziletlisi, Allâh'ı zikreden dil, şükreden kalp, imanında yardımcı olan eştir."
"Allâh'ı ZİKREDEN ile etmeyenin benzeri, diri ile ölü gibidir!.."
"Allâh'ı o kadar çok zikredin ki, insanlar size, deli mi bu, desin!.."
"Münafıklar size, gösteriş için yapıyorsunuz, diyecekleri kadar çok Allâh'ı zikrediniz."
"Müferridûn geçti!.. Buyruğuna soruldu, kimdir müferridûn, diye.
"Allâh'ı çokça zikretmeye düşkün olanlardır. Zikir, onların ağırlıklarını hafifletir. Böylece kıyâmet günü de hafif olarak gelirler"
"ŞEYTAN, ağzını âdemoğlunun kalbine koymuştur. O Allah'ı zikrettikçe şeytan çekilir. Gaflete düşüp zikri bırakınca kalbini yutar!."

Bu hâdis-i şerîf teşbih yani benzetme yollu bir anlatımdır... Kişi Allah'ı zikrettikçe, Cinler ondan uzak dururlar ve ona vesvese vererek düşüncelerini bulandıramazlar; ama zikir terk edilince, cinler onun beynini istedikleri gibi etkileyerek hüküm altına alır, manâsınadır.
"Allah'ın bir kula verdiği en faziletli şey, ona ZİKRİNİ ilham etmesidir."
"Hiç bir sadaka Allah'ı zikretmekten daha faziletli değildir."
"Cennetlikler hiç bir şeye üzülmezler ancak, dünyada iken ZİKİRSİZ geçen anları hariç!.."
"Kim Allah'ı çok zikretmezse imandan uzaklaşır."
"İnsan, üzerinden geçip de, içinde Allâh'ı zikretmediği her an dolayısıyla kıyâmette büyük pişmanlık duyar."
"Herhangi bir topluluk, bir mecliste toplanır, Allah'ı zikretmeden dağılırlarsa, bu meclis kıyâmet gününde kendileri için bir pişmanlık olur!"
"Kim Allâh'ı çok ZİKİR ederse, münâfıklıktan uzak olur!.."
İşte bunlar gibi daha pek çok Rasûlullah aleyhi's-selâm hadîs-i şerîfi bize ZİKİR konusunda büyük uyarıda bulunmaktadır.

Kesin olarak bilinmelidir ki; DİN tamamıyla, bilimsel gerçekler üzerine oturtulmuş, o günün şartları içindeki sembolik anlatımdır.
İslâm Dininde, -sadece Kurân-ı Kerîm ve Hadîs-i şerîfler- mevcut olan bütün hükümler, insanın gerek bugünü ve gerekse ölüm ötesi yaşamı için zorunlu olarak ihtiyaç duyacağı şeyleri temin gayesiyle gelmiştir. Ayrıca insanın bu önerilere uyması, onun gelecekte bir çok kendisine zarar verici şeylerden korunmasına da vesile olacaktır.
İnsanın yaşamı ise, bilindiği üzere BEYİN ile düzenlenir... İnsan'da ortaya çıkan her şey, BEYİN aracılığıyladır... Ölüm ötesi yaşam bedeni olan RUH dahi beyin tarafından "yüklenir"!..
Allâh'ın isimlerinin işaret ettiği manâlar, insan beyninde açığa çıkar. İnsan şuûru, Allâh'ı, ancak beyin kapasitesi kadar tanıyıp "yakîn" elde eder.
İşte böyle olunca, ZİKİR olayının önemini kavrayabilmek için, önce beynin çalışma sistemini kavramak, sonra da zikir halinde beyinde nasıl bir işlem oluştuğunu idrâk etmek zorunda kalırız.
Milyarlarca hücreden oluşan beyin, esas itibariyle biyoelektrik enerji üretip, bunu dalga enerjiye çeviren ve kendisinde oluşan manâları, bir yandan RUH dediğimiz yapıya yükleyen ve diğer yandan da dışarıya yayan bir organik cihazdır.
Genelde, doğuştan alınan ilk tesirlerle yüzde beş, yüzde on kapasite ile çalışan beyin, aldığı çeşitli etkilerin de aracılığıyla, klâsik bir yaşam türü geçirir... Bildiğimiz herkes gibi...
Oysa beyindeki bu kapasitenin arttırılması mümkündür!..

Normalde çok küçük bir yüzde ile çalışıp geri kalan miktarı kullanılmaz bir halde bekleyen beynin, bu boş duran kapasitesinin devreye sokulması yolu ZİKİR'DEN geçer.
ZİKİR ile beynin belli bir bölgesindeki hücre grupları arasında üretilen biyoelektrik enerji, zikrin devamı halinde bu bölgeden taşarak, görevsiz bekleyen yan hücrelere yayılır ve onları da mevcut kapasiteye ilâve ederek devreye sokar.
ZİKİR, konusu ne ise, o anlamda bir frekans yayarak bu hücreleri devreye alan beyinde, elbette ki o istikâmette de faâliyet gelişir.
İleride de daha detaylı izâh edeceğimiz üzere, meselâ Allâh adıyla işaret olunanın İRADE sıfatının ismi olan "MÜRİT" ismi zikredildiğinde, kişinin beyninde boş duran hücreler, bu ismin frekansında programlanarak devreye girdiği için; bir süre sonra o kişide İRADE gücünün arttığı ve eskiden başaramadığı bir çok şeyi başardığı görülür.
Ancak hemen burada kesinlikle idrâk edilmesi zorunlu bir husus da vardır ki, o da şudur:
Herkesin beyin yapısının kendine has bir orijinalitesi vardır ve bu tür "esmâ" yani Allâh'ın isimlerine dayalı zikir türünde, mutlaka bu işin ehlinden bilgi alma zorunluluğu vardır!..
Kendi aklına geldiği gibi ZİKİR yapmak, farkında olmadan CİNLERİN İLHAMIYLA ZİKİR yolunu açar ki; kişinin bilinçsizce kendini cinlere teslim etmesine Sebep olabilir.
Nitekim, bu yüzden bazı evliyâullah, "Aydınlatıcısı olmayanın, aydınlatıcısı şeytan olur" demişlerdir.
Evet, esas itibariyle ham, yani programlanmamış olan beyin hücrelerini, ZİKİR yoluyla, erişilmek istenen gaye istikâmetinde programlayarak eskisinden çok daha güçlü çalışan bir beyne sahip olunabilir.

5 Kasım 2010 Cuma

Dünyanın Zaman Dikmesi Kabe

Bismillah Hu destur rabbi İlmi illallah ;

Dünya iki kutupludur diye bilinir demir çağında,güney kutbu ve kuzey kutbu.
Yatay da iki kutup güney ve kuzey kutuplarına ek olarak bu kutupları dikey bir kutbu daha vardır.Bu da mescidi haram yani kabedir.
Kabe batında hem kapı hemde kubbe ismini taşır.Çünki kapı ve kubbe olarak iki özelliği vardır.
Kabeye kapı denirki paralellere ve göklere açılır.
Kubbe denirki kutupların idarecisidir.
Üçlerin buyruğu ile yaratılışın ve tüm semaların nur akışı negatif ve pozitif ve nötr olarak nun kalemden tüm gökleri geçerek arza kadar iner.Nur özü tüm semalardan bir hayali çizgi gibi uzanıp arza kadar iner.Bu üç fazlı nur akışı tüm zerre ve kürrelerin merkezinden geçer.Mekan ve zaman da ayrı ayrı zuhur etsede aslında tektir.yani mekanda zaman da bunlardan meydana gelir.
Üzerinde yaşamımızı sürdürdüğümüz dünyamızda da bu çizginin düştüğü yer Kabedir.Buradan arşa kadar uzanan bir tünel vardırki allahın kürsüsünde son bulur.



Dünyanın Zaman Dikmesi Kabe ;

Dünyanın gelmişi geçmişi ve bu anı buradadır.Arz semasındaki her şey gibi
yeryüzüde zamanda üç boyutludur.Geçmiş-An-Gelecek.
Dünyanın 3 mekan 1 zaman kutbu vardır.

Mekan kutupları;
Kuzey kutbu
Güney kutbu
Kabe'dir.

Zaman kutbu ise kabedir.İçinde geçmişi geleceği ve anı barındırır.
çünki levha'ya açılan kapıdır.Zaman levha' dan nun kaleme oradanda tüm semaları geçip kabeye akar her semada farklı sema içi her burçlarda farklı zuhur eder.



Arz ile atomun Kıyası

Dünya tıpkı bir atoma benzer.
Dünyanın aurası yahut nur'u yani çekim gölgesi;
Atomda elektron bulutsusuna denk gelir.
Dış cidarı (hava su toprak ve ateş) protona
İkisinin kendi özüyle birleşmesini sağlayıp dengeleyen kuvvet nötr ise dünyada kaf-nun kuvveti yani yer çekimine tekabül eder.Bu kuvveler negatif ve pozitifdirler ama nötr onların niteliklerini bozmadan bir arada tutar.Cebeli tarıktaki tatlı ve tuzlu su örneği gibi.Bu alandaki su birbirine karışmamakta fakat bir arada durmaktadır.Bir başka örnek verecek olursak yağ ile suyun karışmaması gibi.Dünyanın çekirdeği nötr pozitif ve negatif kuvvelerden oluşur fakat bununda ötesine geçildiğinde onun tek bir kuvvet olarak semalardan indiği bir hakikattır.
Üçün sırrı tek de gizli illallah illede allah hep daim ehad.
Dünya çekirdeği tıpkı atom çekirdeği gibi tekmiş görünse de aslen üçtür.

Hiç unutma oğul dediler.Alemlerde tek bir şey bulamazsın Allah dan gayri her şey çiftli çoklu zaten aksi şirk olur.Cahile vebal yok ama bu bilene zeval verir.Bile bile sakın tek arama ondan başka tek yok.Allaha sığın ilme ehil ol edebe riayet et zira kapılarda edep yazar.

Sanırım bu gün atom çekirdeğine üçlü kuark deniliyor.Bizde esma önemli değil mana esastır.Tasavvufta kamil kişiler birbirlerine sorarlar okudun anladın ya manasını anladınmı.Anladım cevabı gelince manayı neyle anladın derler.Kişi bunun cevabını doğru verirse artık hal ehli olmuştur mübarek ol derler ona dem verirler.Ona şehri ilimden bir kapı açılır eli arşa uzanır ceddi muhammed elinden tutar medet ya allah.

Tekin içine üç gizli
üç çera yanar şişede
Arslanlar gizli meşede
Yedi iklim her köşede
Dedem Aliyi gördüm.
Ali aydır muhammed güneş
Gül de bülbülün ahını gördüm
Dem verirler dem alırlar
Gül verirler gül alırlar
Bal verirler şerbet ederler.
Bir tane üzümden suyun sıkarlar
Bir fincanda kırk yiğit bunu içerler
Onlarda hak yolun özün gördüm.

Petekte balı değil balda peteği gördüm
petekte sır değil sırda petek gördüm
Sırrın gönlüme düşende
Velayeti aşırılan Aliyi gördüm.

Ceddim Muhammedi gücendirdiler
Anam fatımanın kapısına dayandılar
Biad et ya Ali deyup çığrıştılar.
Münafıklığın batında halini gördüm.

Sürei kevsere rağmen rasula ebter dediler.
Lanet olundu üzerlerine ebter oldular.
Ebter olsun diye ehlibeyt Hüseyni kestiler
Kirli ellerinde hüseynin kanlı başını gördüm.

Vakit gelid çattı evlat zuhur edecek.
Belinde gayret kemeri Allah diyecek
Doğu tarafında kızıllık olacak
Bir gecede imam olan kumandanı gördüm.

Mehdi uymuş ceddine çekilmiş hirasına
Alem kalkmış gıybetine
Cibril emaneti getirir
Elinde zülfikar imam mehdiyi gördüm.

atom çekirdeği tek gibi görünür adına proton denir.
hakikatta ise üçlüdür.pozitif negatif ve nötr dür.
Atomda nötr negatif pozitifi dengede tutmak için halk edilmiştir.Aynı zaman da atomun saatidir onun zaman kapısıdır.Her şeyin muhakkak bir eceli vardır.
Bütün bu ilim atomda ne ise dünyada da odur her şey aynıdır.Zerre ve kürre aynı biçimde yaratılmıştır.

Şimdi bunları dünya için izhara çalışalım konumuzu unutmadık bilakis üzerindeyiz konumuz kabenin esrarı.
Dünya merkezinde üç çekirdek var demiştik.Bunlar dünya cisminin merkezinde en kuvvetli haldedirler.Birleşik bir alan yayarlar bu alan yer çekim süptil gölgesini oluşturur.Açılması negatif toplanması pozitiftir.Atmosfer dışına kadar oluşan çekim gölgesi aura böyle oluşur.Bütün bu işleyişle dünya kutupları oluşur.Ama iki değil üç kutuplu bir alandır.Eğer müspet bilimin öne sürdüğü gibi iki kutup olsaydı negatif pozitife akacak dünyada kuzey kutbundan güneye takla atacaktı.Bu böyle olsay dı dünya tufandan tufana gider hiç bir canlı olmazdı.Çünki bir mıknatısda bile eksi taraf artı tarafa akar.Bu elektriktedede aynıdır.Siz allahın kanunun da bir tutarsızlık bir değişiklik göremezsiniz.Bu iş böyle ise nasıl dünya iki kutupludur diyebiliyorlar.Yok bu ilmin aksini savunmakda ancak maymun dan türediğine inanan şempaze akıllıların işidir.Aynı cahillik ümmedi muhammede yakışmaz.Ümmedi muhammed gayrı terk edip ilme yönelir çünki.
Hal böyle ise neden yasa gereği bir kutup bir kutba doğru akıp taklaya neden olmuyorda dünya bu akışa rağmen açılı bir vaziyet alıp hem gece ve gündüzü hemde mevsimleri oluşturacak bir konumda duruyor?
Tek bir sebebi var dünya sanıldığı gibi iki kutuplu değil üç kutupludur.Bu kutup ise yüzeyde kabenin bulunduğu mevkidir.

Kabe mevkinin görevi nötrlüktür.Görevi dünyanın bir kutupdan diğerine takla harektini engellemektir.Bu ilahi bir dengedir.
Sonuş olarak atomda nötr dünyada kabeye denk gelir.Kabeden içe doğru bir tünel açsan yer çekirdeği içindeki üçlerden nötr olanının bulursun.
Kabe bu dengeleyici potansiyeli ile yer kürenin kutuptan kutba dönmesine engel olur.



Zahirde Görevleri ;

Kutuptan kutba dikey taklaya mani olur.
Arz kutup eksenini belli bir açıda tutarak yaşam için mevsimlerin oluşmasını sağlar.
Dikey taklaya mani olmakla kalmaz dünyanın ekseni etrafında dönüşünü sağlayacak şekilde enerjiyi düzenler.Güney ve kuzey kutbu arasındaki kuvve irtibatını üzerine alıp bulunduğu mevkiye eğerek dikey yerine yatağ dönüşü sağlar bu da gece ve gündüzü oluşturur.
Dünyanın aurasının yerçekiminin gece ve gündüz kavramının mevsimlerin denge merkezidir.

İşte bu yüzdendirki her zaman mabeddi.Kafirlik zamanın da bile saygı gördü.Bu kadim sır eski ululardan kültürlere aktı ilmi ortadan çekilse bile bu saygı halk arasında putperestlerde sapık din sahipleri kavimlerde bile devam etti.islamiyet ile islam dininin en kutsal mekanı olarak günümüze geldi büyüklerimiz bu sırrı tabiki biliyorlardı.efendimiz sahabesinin seçkinlerine öğrettiler.Avama bir çok sır gibi bu da öğretilmedi.Bazı şeyler vardırki hiç paylaşılmaz bazıları vardırki zamanı gelince paylaşılır.Şimdi izhar dönemi başlamıştır.

Asıl kıyamet yeryüzünde lailahe illallah diyen bir kul kalmayınca kopacaktır.

Büyük alametlerin zuhrunda kabenin batini ilminin payı çoktur.Sürecin tetiklenmesinde afatlar zincirinde büyük payı vardır.

Kabenin sırrına yalan yanlış maru olan kafir güruh yine aklınca iş çevimeye kalkacaktır.

Kabeye ehli olmadıkları halde iş karıştıracaklar.Saldırıp hakaret edecekler yanında kan dökecekler işte o vakit ki dünya halkı müslümanların değil kendilerinin de üzerinde yaşadığı dünya kalbine saldırmış olacak artık eyvah olsun o dünya halkına.öyle şeyler zuhur ederki kafir bile yokmu düzeltecek bu işi der.
O zaman Ali ve Fatıma soyundan peygambere hem kan hem de mana bağı ile bağlı mehdi gelip imdatlarına yetişir.
Onun zamanın da dünya altın çağa girer bolluk bereket ve yücelik olur.
Muallak taşını oynatır bu kafirler Mehdi gelir onu tamir etmeye.Çünki o kabenin ilmini bilir.Bozulanı düzeltir.Sır şu sözünde gizlidir.
Bu taşı kaldır derler oda getirin oniki ali kaldırayım der.

Ey kafirler kabe ne imiş bileceksiniz.Hem de bunu yakın göreceksiniz.
hakaret ettiğiniz yerde yakarıp hak önünde diz çökeceksiniz.Allahı kimse aciz bırakamaz.

Taş yerinden oynatılınca şiddetli sıkıntı afat ve helaklar başlar.İnsanlar bir biri ardınca şiddetli çarpılışlarla çarpılırlar.Evvelden iman edenlerden bile bir çoğu bu ne biçim allah bize hiç mi acımıyor nerde merhameti inanışlarımıza yazıklar olsun şu deccal da olamasaydı ne olurdu halimiz diyerek ahmakça rahmana sövecekler böylelikle evvelden olan imanlarının münafıkane olduğunu bizzat belli edeceklerdir.İşte böyle insana ne zaman bir rahat gelse bendendir der.Ne zaman bir sıkıntı gelse bu allahtandır deyip kızarak yüz çevirir.Yahut sızlanır durur.Ama o müminlerin hali böyle değildir.Canlarından can çıksa mallarından mal gitse huzur hayal arz cehennem olsa ortak koşmaz sabreder hatayı kendilerinde bilir allahın rahmeti gibi kahharı olduğunada itaat ederek teslim olurlar.Bunun bir imtihan olduğunu asıl yaşanacak yerin dünya olmadığını tüm ruhları ile ikrar ederler.Böylece kafirler ve münafıklar helak olurken bir ititliş cehenneme itilirlerken müminler alan allahın neler verebileceğinide görürler.
Allahda bu kavrayışlarını hem dünyada hem de ahirette bir ecirle ödüllendirir.
Kafirin ve münafığın eceli gazabların son günün geçemez refah onlara artık buradada ahiret yurdunda da haram dır.Defolup gittiler.
Çünki nların rahat ve huzur düşkünlüğü ellerinden alındığında allaha karşı küfre daldılar bu isyanları onları deccale biade değin sürükledide o lainle beraber defolup gittiler şüphesiz allah bakidir.

yokluktan ve dertten deccale biad edecekler allaha kasem ederimki o gün müminlerin başında içlerinden bir kral olacak Mehdi reis o gün imamdır.En büyük düşmanlığıda mümin geçinenlerden görecek allah üzerlerine lanet yağdırsın o alaycıların.Onlarki dinin ukalası kesilmiş ehlibeyt hüccetini tanımaz münafıklardır.Aslında kafirlerdir ama kafirliklerini kendileri bile bilmez.Güya bir halt yapıyorum zannedim mehdi ve kardeşlerine hasım kesilirler.Zaten her gelene böyle yapıldı.İş böyle tuttularda evvelkiler gibi yaptılar.Onlar cahildir ilme iğne deliğinden bakarlar.Okumazlar yönelmezler ama bilgiçtirler.
hep bir putları hep bir kendince kuralları vardır hakkı gözetmezler.Öyleyse bırak onlar büyük bir aldanış onların oldu.

Selam olsun o erlereki onları elçinin elçisi mehdi yönetir.hem mehdidir hem mesih payınıza düşen bu.bakalım öğüdü tutacakmısınız yoksa yine terslenecekmisiniz.
Ne zaman içinizden bir uyarıcı seçsek demek onunla alay edecek onu toprağınızdan sürecek yada öldüreceksiniz öylemi?

Oğul bildinmi dediler şimdi sırrı.Var bunuda gönlüne ekle Allah yardımcın olacak bu evvel bir vaaddir.Allah vaadinden dönmez.Ama sen gayret et.Teslimiyet sultan olan allahadır.Nefsten gelen gaflete teslim olunmaz gaflet dalalet olur saparsın dalalet hıyanetle sonuçlanır kendini yakarsın.
Öyleyse şimdi sen gayretli ol ilme Allaha dön yüzünü.Hadi şimdi yine rabbini o büyük adı ile zikret.

LEDÜN İLMİ NEDİR?

  Arapça'da zaman veya mekan zarfı olup, yanında, …de,…da mânâlarını ihtiva eder. Gayb ilmi, sırlara vâkıf olma anlamında kullanılan tâbir. Kehf suresinde "…ona katımızdan bir ilim öğrettik…" (Keyf/65) âyetiyle bu ilme işaret olunur. Tahsil yapmadan, çaba göstermeden, Allah tarafından vasıta olmaksızın kula öğretilen bu ilme "İlm-i Ledünnî", İlâhî Bilgi, denir. Elmalı'nın tefsirinde kaydettiği gibi, Hz. Musa'nın bilgisi, Hz. Hızır'a öğretilen bilgiden tamamen farklı idi. Müfessirler bu bilgiyi "ilmü'l-guyûb ve'l-esrâri'l-hafiyye" şeklinde yorumlamışlardır. Hz. Musa'nın bilgisi, olayların görünüşü ile ilgili hususları bilmek ve o yönde değerlendirmek iken, Hz. Hızır'ın bilgisi, işlerin arka planını bilmek şeklindedir. Kur'ân'da, Neml suresinde bu ilme vâkıf olan bir kişiden daha bahis vardır, ve bu kişi, Belkıs'ın tahtını, Hz. Süleyman'ın yanına, bir göz kırpmasından daha kısa bir zamanda getirmiştir. (Neml/40). Ayrıca Hz. Yusuf için de bu tür bir ilimden söz edilir. (Yusuf/68). Özet olarak İlm-i ledünnî; tefekkür çabasıyla elde edilmeyip, Allah tarafından mevhibe (bağış) olarak verilen bir kuvve-i kudsiyyenin (kutsal gücün) tecellîsidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda doğru giden bir ilim değil, müessirden esere vücuddan vicdana gelen bir ilimdir. Nefsin vâki olana geçişi değil, vakiin nefiste ta'ayünüdür. Doğrudan doğruya (vasıtasız) bir keşiftir. Ancak Ledünnî terimi, bilhassa Hakk'a ait sırlara mahsus bir ıstılah olmuştur. Bir işin ledünniyyâtı demek, bir şeyin içinde yatan, sırlar, incelikler demektir     LEDÜN İLMİ VE HZ. ALİ
    Manevî âlemde Ali Efendimiz kadar çok ağır kimse yoktur. Cenab-ı Hakk, Hz. Ali Efendimiz'i anlayabilmemiz için, onun büyük varlığından ışık alabilmemiz için, bize bazı işaretler vermiştir. "Ben tanıyamadım, ne yapayım, keşke tanısaydım, onun sırrına sığınırdım." deme kapılarını kapatmıştır. Neden? Çünkü yeryüzünde, Kâbe'de doğan ilk ve son insan Hz. Ali'dir. Annesi Hz. Fâtıma. Efendimiz, Hz. Fâtıma için ikinci annem derdi. Mekke sokaklarında bir alış verişe gittiği zaman sancılanmış ve çocuğun eve dönmesine müsaade edemeyecek kadar kısa bir zamanda doğacağını anlayınca yanındaki arkadaşlarının yardımıyla Kâbe'ye girmiş ve Hz. Ali Efendimiz'i Kâbe'de dünyaya getirmiştir.
    Bu esrarengiz sırrın ardından, ikinci bir manevî diploma gelmiştir. Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Fâtıma'nın doğurduğunu, bir erkek yavru meydana geldiğini işitince evinden koşmuş gelmiş, Fâtıma sultanın evine ve Hz. Ali Efendimiz'i yıkamıştır. İşte ikinci manevî diploma… Bunların bir tanesi dahi hiç kimseye nasip olmayan hâdiselerdir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz mânâya teşrif ederken de Hz. Ali, Efendimiz'i yıkamıştır. Bu karşılıklı iltimas biri doğuşu, biri âlemi Cemâle intikâl edişi simgelemesi fevkalâde güzel bir hâdisedir.
    Hz. Ali Efendimiz çocukluk dönemini, henüz daha oyun çağını geçirmeden, Fahr-i Kâinat Efendimiz'e tutkusu dolayısıyla, (o zaman Fahr-i Kâinat Efendimiz kendi hane-i Saadetlerindeydi) her an Efendimiz'in yanında olmaktaydı. Oyun, dünyaya ait işleri bir tarafa bırakıp, onun teneffüs ettiği havayı teneffüs etmek, onun neşesini kavrayabilmek için devamlı Efendimiz'in yanında ışıklanmıştır.
    İLK NAMAZ
    İslâmiyet’in zuhuruyla beraber, pazartesi günü Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hatice annemizle beraber ilk namaza başlamış, onları gören Hz. Ali bu namaz ışığının sırrı içerisinde, kâinatın üçüncü cemaati olarak 10 yaşındaki Hz. Ali salı günü iman edip, namaza başladığı için mânâ âleminde salı fevkâlade önemlidir. Nitekim Akşemseddin, İstanbul'un fethinde günlerce bekleyip, sabretti, manevî bir ceryanın intişarına maruz kalmadan İstanbul'un fethi günü, Allah'a karşı niyaz ederken salı sabahı Ulubatlı Hasan'a: "İş tamam, hadi bakalım asıl surlara." dedi.
    Bu hikmet, Hz. Ali sülietini temsil edebilmek, Hz. Ali'nin yenilmez, kapıları açan sırrına sığınmak içindir. Ondan dolayıdır ki, mânâ âleminde Müslümanlar için salı fevkâlâde uğurlu, önemli bir gündür. Tam aksine Bizans için de salı bir felâket gündür. Bütün ümitlerinin söndüğü şerlerin tükendiği gündür.
    Ne yazık ki, İslâm topluluğu zaman içerisinde bu mânevî eğitimlerden mahrum kaldığı için, salı'yı uğursuz sayan aptallar görülmüştür.
    İLMİN KAPISI
    Fahr-i Kâinat Efendimiz'in temsil ettiği ilmin kapısı, Hz. Ali'dir. Bildiğimiz, kendi kafamızdan tahayyül ettiğimiz sıradan bir ilmin kapısı değildir Hz. Ali. Hiç kimse kendisini bir takım kitap ve kütüphane düşünceleri içerisinde görüp de işte bunların kapısıdır sanmasın. Çünkü Muhammedî demek, maddenin, mânânın, Levh-i Mafhuz'un tümü demektir. Nitekim Efendimiz'in "Ben ilmin şehri, Ali kapısıdır" emrinden sonra Hz. Ali Efendimiz kendi ilminin hikmetini ve sırrını ancak Efendimiz emrettikten sonra hissetti. Bu çok değişik bir hâdisedir, bir gizli hazinedir onun ilmi. Efendimiz emrettiği zaman demek ki, ben ilmin kapısıymışım diye düşünerek değil, gönlünden onun hikmetlerini alarak ne kadar Cenab-ı Hakk tarafından cereyanla yaratıldığı, nasıl ikram sahibi olarak yaratıldığı anlatılmıştır. Bunu zahir plânda, madde ilimlerinin özellikle müspet ilimlerin anahtarı matematiktir, biliyorsunuz? Matematik olmadan ne fizik olur, ne kimya olur, ne biyoloji olur, ne teknoloji olur. Ne aya gidilir, ne uzayın sonsuzlukları bilinir. Mutlaka matematiğe muhtaçtır.
    Matematik ilmini, ilmin kapısı olan Hz. Ali Efendimiz'e Cenab-ı Hakk toptan teslim etmiştir. Nasıl teslim etmiştir? Matematik üç kademedir. Birinci kademesi aritmetik dediğimiz bilinen sayıların yardımıyla bir sayı bulmaktır. On üçle, kırk beşi toplarsanız; Yirmi yediyle, yüz seksen yediyi toplarsanız, ikiyle çarparsanız, beşe bölerseniz, bu matematiğin en kolay hâlidir. Asr-ı Saadete kadar matematik adına bilinen bu aritmetik idi.
    İLM-İ CEBİR
    Hz. Ali Efendimiz'e ikinci bir anahtar verildi. Neydi bu anahtar? Bilinenler yardımıyla bilinmeyenleri bulmak, yani Cebir. Bunu Hz. Ali Efendimiz, Hz. Hasan Efendimiz kanalıyla torunu Cafer-i Sadık Efendimiz'e intikâl ettirdi. Cebiri yeryüzüne getiren gerçekten Hz. Caferi Sadık' tır ve onun 20 yaşındaki talebesi Câbir, ilk Cebir kitabını yazarak, aslında Âlem-i İslâm'a bir ışık tutmak, bütün ilimleri İslâm kanalından akıtmak için şifreyi vermiştir. Sonra da o meşhur El Câbiriye Kitabı Fransa'ya geçmiş, El-Câbir olarak, sonradan da Arşebül olarak istifade edilmiştir.
    Bütün bilim adamları özellikle bir İtalyan bilim tarihi üstadı vardır. 0: "Cabir olmasaydı televizyonu bin sene sonra seyrederdiniz" diyor. Çünkü bütün teknolojik gelişme Cebirin Fransa'ya intikâl edişi 1640 yıllarındaki El-Cabiriye Kitabı sayesindedir. Ondan sonra cebir, ondan sonra Fizik doğmuş ve bu sayede bugünkü insanlar İslâm’ı hor görenler dahi onun sayesinde, arabaya binip bir yerden bir yere gidecek çareyi bulmuşlardır. İşte Hz. Ali Efendimiz'in ilmi böyle bir ilimdir, sıradan bir ilim değildir. Seni arabaya bindiren, havada uçurtan, roketi attıran cebir ilminin tohumunu insanlara bağışlamıştır. Eğer Cebir ilmi olmasaydı, maddesel ilimler küçük bir şeyden ibaret kalırlardı. Nitekim dünya âlemi yüzyıllar boyu aritmetikle uğraşmış, Mısır’da ehramlar yapılmış, piramitler yapılmış, bunun etrafında firavunların enva-i çeşit kimyasal oyunları olmuş, fakat bir şey uymamış, zaman çarkı dönmemiş, saat bulunmamış, makine bulunmamıştır. Bunların hepsi Hz. Ali Efendimiz'in vasıtasıyla zuhur etmiştir. Niçin Cafer-i Sadık Efendimiz'e bırakmıştır da daha evvelki bir nesile bırakmamıştır? Çünkü takdirin zaman çarkı böyledir. Takdir o zaman diliminde intişarını istemiştir.
     Bilinmeyen ile Bilinmeyenin Bulunması
    Cebirin asıl üçüncü kademesi daha zor olanıdır. İlm-i cebir denilen kademesi yalnız Hz. Ali Efendimiz'in tasarrufundadır. Bilinmeyenlerle, bilinmeyenleri bulmak. Evvelâ bilinenlerle bilinmeyenleri bulduk, sonra bilinmeyenlerle bilinenleri bulduk, üçüncü kademesi bilinmeyenlerle bilinmeyenleri bulmak.
    Peki, nasıl olur? İnsan aklı almıyor, imkânsız gibi görünüyor. İşte o da Hz. Ali Efendimiz'in anahtarını yaptığı gönül dediğimiz o müthiş ülkede beyne ışınsal dürtüler yaparak mümkündür. Yani zihinsel faaliyette Cebir öğrenilmez de, cebir problemi çözülmez de. Mutlaka gönülden alınan bir mesajı, yine zihinden geçirerek zihin içerinde bir ilim hâline çevirme sanatıdır. Bu mutlaka istisnalar içerisinde verilmiştir. Bu ilimin yaygınlaşması tecelli etmemiştir.
     Bizzat Hz. Ali Efendimiz:
    -İlm-i cebiri de verseydik insanlar tamamen dünyaya saracaklar, dünya problemlerini kolay çözmenin rahatlığı, altında olacaklar ve mânâyı unutacaklardı. Onun için ilmi cebiri vermedim diyor.
    (*) Rahmetli Onk. Dr. Haluk Nur Baki’nin Konferans notlarından derlenmiştir.